Stephen King Kara Kule Cilt6 Susannah'nın Şarkısı



Yüklə 1,46 Mb.
səhifə5/30
tarix30.10.2017
ölçüsü1,46 Mb.
#22902
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   30

Sonra hemen arkasından bir erkek sesi geldi. Trudy şaşırmış ama korkmamıştı. "Çok doğru," dedi adam. Trudy arkasına dönünce kırklı yaşların başlarında bir beyefendi gördü. "Sırf onu duymak için buraya sürekli gelirim. Ve size bir şey söyleyeyim, ne de olsa karanlıkta birbirinin yanından geçen gemiler gibiyiz, gençken suratım korkunç sivilcelerle doluydu. Bana kalırsa buraya gelmek, onları bir şekilde iyileştirdi."

"İkinci Cadde'yle Kırk Altıncı Sokak'ın köşesinde durmanın sivilcelerinizi yok ettiğini söylüyorsunuz," dedi, Trudy.

Adamın yüzündeki küçük ama tatlı gülümseme silinir gibi oldu. "Kulağa çılgınca geldiğini biliyorum ama..."

"Tam burda bir kadının yoktan var olduğunu gördüm," dedi, Trudy. "Üç buçuk saat önce bunu kendi gözlerimle gördüm. Ortaya çıktığı sırada bacaklarının dizden aşağısı yoktu. Sonra birdenbire tamamlanıverdiler. Çılgın kimmiş, dostum?"

Kravatını bir çalışma gününün daha sona ermesiyle gevşetmiş, mesleğini takım elbiseler içinde icra eden adam gözlerini iri iri açıp hayretle baktı. Ve evet, alnında ve yanaklarında tek tük sivilce izleri vardı. "Doğru mu söylüyorsunuz?"

Trudy sağ elini kaldırdı. "Yalan söylüyorsam ne olayım. Kaltak ayakkabılarımı çaldı." Duraksadı. "Hayır, kaltak değildi. Bir kaltak olduğuna inanmıyorum. Çok korkmuştu, yalınayaktı ve doğum yaptığını sanıyordu. Keşke ona kahrolası kaliteli ayakkabılarım yerine spor ayakkabılarımı verme fırsatım olsaydı."

Adamın, ona temkinli bir ifadeyle baktığını fark eden Trudy kendini aniden çok bitkin hissetti. İçinden bir ses, bu ifadeye alışması gerekeceğini söylüyordu. Trafik lambası beyaza döndü ve onunla konuşan adam, evrak çantasını sallayarak karşı tarafa yürümeye başladı.

"Bayım!"


Adam durmadı ama dönüp omzu üzerinden ona baktı.

"Sivilcelerinize şifa olsun diye durduğunuz yıllarda burda ne vardı?"

"Hiçbir şey," dedi, adam. "Sadece tahta perde ardında boş bir arsaydı. İnşaata başladıklarında o güzel sesin kesileceğini sandım ama devam etti."

Adam karşı kaldırıma çıkarak İkinci Cadde'de yürümeye devam etti. Trudy düşüncelere dalmış bir halde olduğu yerde kaldı. Kesileceğini sandım ama devam etti.

"Bunun sebebi ne olabilir?" diye kendi kendine sorup 2 Hammarskjöld Plaza'ya daha iyi bakabilmek için döndü. Siyah Kule. Mırıltı, konsantre olduğu için artık daha kuvvetliydi. Ve daha tatlı. Tek bir ses yoktu, pek çoğu bir aradaydı. Bir koro gibi. Sonra kesildi. Zenci kadının ortaya Pkışı gibi aniden yok oldu.

Hayır, yok olmadı, diye düşündü, Trudy. Sadece onu duyma yetimi kaybettim, hepsi bu. Burada yeterince uzun süre durursam geri döneceğine bahse girerim. Tanrım, bu çılgınlık. Delirdim.

Buna gerçekten inanıyor muydu? İşin gerçeği, inanmıyordu. Dünya ona aniden daha belirsiz görünmeye başladı, sanki bir gerçekten ziyade cılız bir düşünceden ibaretti ve varlığını zorlukla sürdürebiliyordu. Daha önce kendini hiç bu kadar çılgın hissetmemişti. Dizlerinin dermanı kesilmişti, midesi bulanıyordu, bayılmak üzereydi.
DÖRT

İkinci Cadde'nin diğer tarafında küçük bir park vardı. İçindeki fıskiyeden sıçrayan sular, hemen yakındaki metal kaplumbağa heykelinin üzerine damlıyor, güneş altında parlamasına sebep oluyordu. Fıskiyeler ve heykeller Trudy'yi ilgilendirmiyordu. Onu ilgilendiren, parktaki banktı.

Trafik lambası karşıya geçebileceğini işaret edince otuz sekizden ziyade seksen üç yaşında bir kadınmış gibi sarsak adımlarla karşıya geçip oturdu. Yavaş, derin nefesler almaya başladı. Birkaç dakika içinde kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı.

Bankın yanında, üzerinde ÇÖPÜN KAPAĞİNİ KAPATMAYİ UNUTMAYİN yazan bir çöp kutusu vardı. Uyarının hemen altında pembe sprey boyayla yazılmış bir duvar yazısı göze çarpıyordu. Dev gövdeli KAPLUMBAĞAYA bakın. Trudy kaplumbağa heykeline baktı, fazla büyük sayılmazdı. Sonra başka bir şey gördü: kendisininki gibi rulo edilmiş bir New York Times gazetesi. Bir süre daha saklamak istediğinde ve yanında içine sokuşturacak bir çanta olduğunda öyle yapardı. Elbette o gün Manhattan'da dolaşan en az bir milyon Times olmalıydı ama bu, onunkiydi. Kendi gazetesi oldusunu uzanıp gazeteyi çöpten çıkararak öğle tatilinde leylak rengi kale-mjvle çözdüğü bulmacayı görmeden hissetmişti.

Gazeteyi çöpe geri bırakarak her şeyin belki de sonsuza dek değişmesine sebep olduğunu düşündüğü olayın gerçekleştiği İkinci Cadde'ye baktı.

Ayakkabılarımı aldı. Caddenin karşısına geçip kaplumbağanın yanındaki banka oturdu ve giydi. Çantayı yanına aldı ama Times'* attı. Çantamı neden aldı? İçine koyacağı kendi ayakkabısı yoktu.

Trudy sebebini bildiğini düşündü. Çantaya tabakları koymuş olmalıydı. Bir polis onları fark edip yanlış yerden tutulduğu takdirde insanın parmaklarını uçuracak tabaklara neyin konulabileceğini merak edebilirdi.

Tamam, peki sonra nereye gitti?

Birinci ile Kırk Altıncı'nın köşesinde bir otel vardı. Bir zamanlar B.M. Plaza'ydı. Trudy şimdiki adının ne olduğunu bilmiyordu, umurunda da değildi. Oraya gidip lekeli beyaz tişört ve kot pantolon giyen zenci bir kadının birkaç saat önce oraya gelip gelmediğini sormak da istemiyordu. İçinden bir ses, kendi Jacob Marley hayaletinin tam olarak bunu yaptığını söylüyordu ama aklından geçenin doğru olup olmadığını görmek istemiyordu. En iyisi boş vermekti. Şehir ayakkabıyla doluydu ama akıl sağlığı... onu kaybederse...

En iyisi eve gidip bir duş almak ve... her şeyi unutmaktı. Ama...

"Bir terslik var," dedi ve oradan geçmekte olan bir adam onu duyarak meraklı gözlerle baktı. Trudy adamın bakışlarına gözlerini kaçırmadan karşılık verdi. "Çok büyük bir terslik var. O..."

Eğiliyor, diye düşündü ama söylemedi. Sanki söylerse devrilecekti.

Trudy Damascus o yaz kâbuslardan nasibini fazlasıyla aldı. Bazıları, yoktan var olup bacakları uzayan kadınla ilgiliydi. Bunlar kötüydü, ama en korkunçları değildi. En korkunç kâbuslarında zifiri karanlıkta olduğu, nu görüyordu. Beynini eritecekmiş hissi veren korkunç çınlamalar duyu-yor ve bir şeyin, dönüşü olmayan noktaya doğru eğildiğini hissediyordu.

DÖRTLÜK: Commala-gel-bana

Ne görüyorsun söyle?

Kaçma hissi yaratan

Hayalet mi, ayna mı yoksa?

KARŞILIK: Commala-gel-yine

Yalvarırım söyle!

Kaçma hissi yaratan

Hayalet mi, yoksa içindeki karanlık yüz mü?

4. Kıta: Susannah'nın Dogan'ı


BİR

Susannah'nın hafızası, eski bir arabanın sık arızalanan vitesi gibi sinir bozucu bir şekilde giderek daha güvenilmez oluyordu. Kurtlar'la savaşlarını ve Mia'nın çarpışma sürerken sabırla beklediğini hatırlıyordu...

Hayır, bu doğru değildi. Adil değildi. Mia sabırla beklemekten çok daha fazlasını yapmıştı. Sahip olduğu savaşçı yüreğiyle Susannah'ya (ve diğerlerine) tezahürat ederek son Kurt ölene dek onları desteklemişti. Çocuğunun vekil annesi tabaklarla ölüm saçarken bebesinin doğumunu askıya almıştı. Gerçi Kurtlar sadece birer robot olduğu için ölüm kelimesi tam olarak...

Evet, kullanılabilir. Çünkü onlar robotlardan çok daha fazlasıydı ve hepsini öldürdük Yaptıkları zulme karşı çıkıp kıçlarına tekmeyi bastık.

Ama tüm olanlar ne burada, ne oradaydı, çünkü artık sona ermişti. Ve bittiği an doğumun verdiği araya son verip güçlü bir şekilde tekrar ipleri ele aldığını hissetmişti. Dikkat etmezse çocuğu o kahrolası yolun kenarında doğuracak... ve oracıkta ölecekti çünkü açtı, Mia'nın bebesi çok active...

Bana yardım etmelisin!

Mia. Ve bu çığlığa karşılık vermemek imkânsızdı. Mia'nın onu bir kenara ittiğini (Roland'ın Detta Walker'i ittiği gibi) hissederken bile o çılgına dönmüş annenin yardım çağrısına karşılık vermemek mümkün de-ğildi. Susannah bunun bir sebebinin kendi bedenini paylaşmaları ve vücudunun bebeğin lehine karar vermiş olması olduğunu düşündü. Muhtemelen başka seçeneği yoktu. Ve böylece yardım etmişti. Mia'nın daha fazla devam edemeyeceği şeyi yapmış ve doğumu bir süreliğine daha durdurmuştu. Bunu, uzun sürmesi halinde bebeye (bu kelimenin zihnine yerleşip Mia'ya olduğu kadar ona da ait olması komikti) zarar verebileceğini bile bile yapmıştı. Columbia'da, yatakhanede, gecenin geç vakti bir pijama partisinde, sigaralarını içer ve bir şişe Wild Irish Rose'u (kesinlikle yasak, bir o kadar da tatlıydı) elden ele geçirirlerken kızlardan birinin anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Hikâye, onların yaşında, uzun bir araba yolculuğuna çıkmış ve tuvalete gitmesi gerektiğini arkadaşlarına söyleyemeyecek kadar utangaç bir kızla ilgiliydi. Hikâyeye göre kızın mesanesi patlamış ve ölmüştü. Hem duyar duymaz saçmalık olduğunu düşündüğünüz, hem de inandığınız hikâyelerden biriydi. Ve bebe de... bebek de...

Tehlike ne olursa olsun, doğumu durdurmayı başarmıştı. Çünkü buna imkân tanıyan düğmeler vardı. Bir yerde.

{Doğan'da)

Ama Dogan'daki makineler, onları kullandığı

{kullandıkları)

amaç için yapılmamıştı. Er geç fazla yüklenecekler

{patlayacaklar)

ve hepsi alev alıp yanacaktı. Alarmlar ötmeye başlayacaktı. Kontrol panelleri ve monitörler kararacaktı. Bunların olmasına daha ne kadar vardı? Susannah bilmiyordu.

Diğerlerinin dikkati zafer kutlamaları ve ölülerinin ardından tutulan yasla dağılmışken arabadan tekerlekli iskemlesini indirdiğini hayal meyal hatırlıyordu. Bacaklarının dizden aşağısı yokken tırmanıp kaldırmak hiç kolay değildi ama bazılarının düşündüğü kadar zor da değildi. Her gün karsısına çıkan sıradan engellere alışıktı elbette (tuvalete girip çıkmak ve-bir raftan kitap almak gibi-New York'taki dairesinin her odasında bu tip zorluklar için bir puf bulunurdu). Zaten Mia o sıralarda fazlasıyla ısrarcı davranıyor, bir kovboyun sürüden ayrılmış bir sığıra yaptığı gibi onu güdüyordu. Susannah böylece arabaya tırmanmış, iskemlesini yere indirmiş ve sonra arabadan doğruca iskemleye inmişti. Tereyağından kıl çekmek kadar kolay olmamıştı elbette ama vücudunun yaklaşık kırk santimlik bölümünü kaybetmesinden beri yaptığı en zor iş de değildi.

İskemle onu bir buçuk kilometre, belki biraz daha fazla taşımıştı (hiçliğin kızı Mia için bacak falan yoktu, en azından Calla'da). Sonra tekerlek bir kaya çıkıntısına çarpmış ve Susannah yere savrulmuştu. Neyse ki kollarıyla düşüşünü hafifletmiş ve karnını koruyabilmişti.

Yerden kalktığını (düzeltme; Mia'nın, Susannah Dean'iri ele geçirilmiş bedenini kaldırdığını) ve patikadan tırmanmaya başladığını hatırlıyordu. Ayrılmadan önceki saatlerde Calla'ya dair tek bir belirgin anısı vardı, o da Mia'nın Susannah'nın boynuna taktığı deri şeridi çıkarmasına engel olmaya çalışmasıydı. Deri şeritte, Eddie'nin onun için yaptığı harikulade hafif yüzük vardı. Eddie yüzüğün büyük olduğunu görünce (sürpriz yapmak istediği için parmağının ölçüsünü almamıştı) düş kırıklığına uğramış ve bir başka yüzük yapacağım söylemişti.

istersen yap ama ben hep bunu takacağım, demişti, Susannah.

Yüzüğü boynuna asmış, göğüslerinin arasında hissetmekten çok hoş-lanmıştı ve şimdi bu meçhul kadın, bu sürtük onu çıkarmaya çalışıyordu.

Detta, Mia'yla mücadele ederek öne çıkmıştı. Detta, Roland üzerinde hiçbir zaman başarılı olamamıştı ama Mia, Gilead'lı Roland değildi. Mia'nın elleri, deri şeritten uzaklaştı. Kontrolü zayıfladı. Ve zayıfladığı an, Susannah o korkunç doğum sancılarından bir başkasını hissetti ve acıyla iki büklüm oldu.

Çıkarılması gerek! diye bağırdı, Mia. Yoksa senin kokunu olduğu kadar onun kokusunu da alacaklar! Kocanın kokusunu! İnan bana, bunu kesinlikle istemezsin!

Kimler, diye sormuştu, Susannah. Kimlerden bahsediyorsun?

Boş ver, zamanımız yok. Ama peşinden gelirse -ve deneyeceğini düşündüğünü biliyorum- onun kokusunu almamalılar! Onu burada, kocanın bulabileceği bir yerde bırakacağım. Daha sonra, ka isterse tekrar takabilirsin.

Susannah, ona yüzüğü yıkayıp Eddie'nin kokusunu silebileceklerini söylemeyi düşünmüştü ama Mia'nın sadece kokudan bahsetmediğini biliyordu. O bir aşk-yüzüğüydü ve o koku, asla silinemezdi.

Ama kokuyu kim alacaktı?

Kurtlar olmalı, diye düşündü. Gerçek Kurtlar. New York'takiler. Cal-lahan'ın bahsettiği vampirler ve sığ adamlar. Yoksa başka bir şey mi vardı? Daha da kötü bir şey?

Yardım et! diye haykırdı, Mia ve Susannah, yine bu çağrıya karşılık vermeden yapamadı. Bebek Mia'nın olabilirdi ya da olmayabilirdi, bir canavar da olabilirdi ama bedeni yine de ona sahip olmak istiyordu. Gözleri, her ne ise onu görmek; kulakları, hırıltı bile olsa sesini duymak istiyordu.

Yüzüğü çıkarmış, öpmüş ve patikanın başladığı yere bırakmıştı. Eddie orada yüzüğü mutlaka görecekti. Çünkü onu en az oraya kadar takip edecekti, Susannah bundan emindi.

Sonra ne olmuştu? Bilmiyordu. Dik patikanın büyük bir bölümünü bir şeyin üzerinde aştığını hatırlar gibiydi. Geçit Mağarası'na giden patika.

Sonra karanlık.

{karanlık değil)

Hayır, zifiri karanlık değildi. Yanıp sönen ışıklar vardı. Monitörlerin hafif ışıltısı o sırada hiçbir görüntü göstermiyordu, sadece cılız bir gri ışık vardı. Motorların yumuşak mırıltısı, makinelerin tıkırtısı duyuluyordu. Burası

(Dogan'dı. Jake'in Dogan'ı)

bir çeşit kontrol odasıydı. Belki burası Susannah'nın inşa ettiği bir yer, jake'in Whye Nehri'nin batısında bulduğu Quonset kulübesinin onun hayalindeki versiyonuydu.

Daha sonra belirgin bir şekilde hatırladığı, tekrar New York'ta oluşuydu. Mia dehşete düşmüş, zavallı bir kadının ayakkabılarını çalarken gözlerinden olan biteni bir pencereden bakıyormuşçasına izlemişti.

Susannah öne çıkıp yardım istedi. Devam etmeye, kadına hastaneye gitmesi gerektiğini, bir doktora ihtiyacı olduğunu, bir bebeği olacağını ve bir sorun olduğunu söylemeye niyetlendi. Ama hiçbirini söyleyemeden bir başka sancı bedenini pençeledi ve bu sefer hissettiği acı, hayatında hissettiği en korkunç acıydı. Bacakları koptuğunda bile böyle bir acı duymamıştı. Bu...

"Ah, Tanrım," dedi ama başka bir şey söyleyemeden Mia kontrolü tekrar eline aldı. Susannah'ya doğumu durdurmasını, kaldırımdaki kadına ise polis çağıracak olursa ayakkabılardan çok daha değerli iki parçasını kaybedeceğini söyledi.

Mia, dinle beni, dedi Susannah, ona. Tekrar durdurabilirim -sanırım durdurabilirim- ama yardım etmen gerek. Bir yere oturmalısın. Eğer bir yerde sabit şekilde durmazsan bu doğumu Tanrı bile durduramaz. Anlıyor musun? Duydun mu?

Duymuştu. Bir an olduğu yerde kalıp ayakkabılarını çaldığı kadını izledi. Sonra, çekingen sayılabilecek bir sesle sordu: Nereye gideyim?

Susannah bedenini çalan kadının kendini içinde bulduğu devasa şehri, kaldırımı dolduran yayaları, yollarda her iki yöne doğru hızla ilerleyen (ve neredeyse tamamı parlak sarı renkte olan) metal araçları ve tepeleri bulutlu günlerde görülemeyecek kadar yüksek kuleleri ilk kez fark ettiğj. ni hissetti.

İki kadın, bir çift göz aracılığıyla kendilerine çok yabancı olan şehre baktı. Susannah burasının kendi şehri olduğunu biliyordu ama pek çok yönden, değilmiş gibiydi. O, New York'tan 1964'te ayrılmıştı. Peki o za-mandan bu zamana kaç yıl geçmişti? Yirmi mi? Otuz? Sonra bu konuyu düşünmeyi bıraktı. Zamanı değildi.

İki kadının birleşmiş bakışları, caddenin karşısındaki küçük parka yöneldi. Doğum sancıları o an için kesilmişti. Trudy Damascus'un zenci hayaleti (hamile bir kadın gibi görünmüyordu), trafik lambası karşıya geçebileceğini işaret edince yavaş ama sağlam adımlarla yürüdü.

Parkta, bir fıskiyeyle metal bir heykelin yanında bir bank vardı. Kaplumbağayı görmek, Susannah'yı bir nebze rahatlattı; sanki Roland ona, sigul dediği bir işaret bırakmıştı.

O da peşimden gelecek, dedi, Mia'ya. Ve ondan sakınmalısın, kadın. Kesinlikle sakınmalısın.

Yapmam gerekeni yapacağım, dedi, Mia. Kadının kâğıtlarını görmek istiyorsun. Neden?

Hangi zamanda olduğumuzu görmek için. Gazetede yazıyordur.

Kahverengi eller, bez Borders çantasının içindeki rulo edilmiş gazeteyi çıkardı, düzeltti ve o güne, kendileri gibi kahverengi olarak başlamış mavi gözlere doğru kaldırdı. Susannah tarihi gördü -1 Haziran 1999- ve hayrete düştü. Yirmi değil, otuz da değil, tam otuz beş yıl sonrasıydı. Dünyanın varlığını sürdürebilme şansını ne kadar düşük gördüğünü o ana dek fark etmemişti. Eski hayatında tanıdığı akranları (okul arkadaşları, insan hakları savunucuları, içki arkadaşları ve folk müzik seven dostları) orta yaşlarının sonlarına gelmiş olmalıydı. Bazıları ölmüştü mutlaka.

Yeter, dedi Mia ve gazeteyi kıvrılıp tekrar rulo halini aldığı çöpe attı. Çıplak ayaklarının tabanlarındaki tozları olabildiğince temizledi (Susannah, tozlar yüzünden renk değişikliğini fark etmemişti) ve çalıntı ayakkabıları giydi- Biraz sıkıydılar ve çorap olmadığı için muhtemelen fazla uzun yürüdüğü takdirde ayaklarının su toplamasına sebep olacaklardı ama-

Sana ne ki, dedi, Susannah. Ne de olsa senin ayakların değil. Ama söyler söylemez (bu bir çeşit konuşmaydı; Roland'ın görüşme dediklerinden) yanılıyor olabileceğini fark etti. Odetta Holmes'un (ve bazen de Detta Walker'in) hayatının bir bölümünde üzerinde yürüdüğü ayaklar uzun zaman önce gitmişti. Büyük ihtimalle çürüyordu veya belediyenin yakma fırınında kül olmuştu.

Ama renk değişimini fark etmedi. Daha sonra, elbette fark ettin. Fark ettin ve bu fikri hemen engelledin. Çünkü çok fazlaydı. Çok fazla, diye düşünecekti.

Kimin ayakları üzerinde olduğu sorusunun cevabı üzerine daha fazla kafa yoramadan bir başka sancı bedenini esir aldı. Bacak kasları gevşedi ve karnı taş gibi oldu. Korkutucu itme dürtüsünü ilk kez hissetti.

Durdurmalısın! diye haykırdı, Mia. Buna mecbursun, kadın! Bebenin ve bizim iyiliğimiz için!

Evet, tamam, ama nasıl?

Kapa gözlerini, dedi, Susannah.

Ne? Beni duymadın mı? Durdurman...

Duydum, dedi, Susannah. Gözlerini kapat.

Park görünmez oldu. Dünya karardı. Bir parkta, fıskiyeden sıçrayan suların ışıldamasına sebep olduğu metal bir heykelin yanındaki bankta oturan, hâlâ genç ve şüphesiz çok güzel, zenci bir genç kadındı. 1999 yılının bu ılık gününde bankta oturmuş meditasyon yapıyor olabilirdi.

Şimdi bir süreliğine gidiyorum, dedi, Susannah. Döneceğim. Bu arada, oturmaya devam et. Sessiz ol. Kıpırdama. Acının hafiflemesi gerek, başlarda şiddeti azalmasa da kıpırdamadan otur. Etrafta dolaşmak kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Anladın mı?

Mia korkuyor olabilirdi ve istediğini yapmakta kararlıydı ama aptal değildi. Tek bir soru sordu.

Nereye gidiyorsun?

Doğan'a geri dönüyorum, dedi, Susannah. Benim Doğan 'una. İçeride-kine.
İKİ

Jake'in Whye Nehri'nin karşı kıyısında bulduğu bina bir tür çok eski iletişim ve izleme karakoluydu. Çocuk, gördüğü her şeyi onlara ayrıntısıyla anlatmıştı ama yine de Susannah'nın hayal gücünün yarattığı, Jake'in New York'tan ayrılıp Orta-Dünya'ya geldiği zamandan sadece on üç yıl geri bile olsa yine de çok eski sayılacak bir teknolojiyle inşa edilmiş binayı görse tanıyamayabilirdi. Susannah'nın zamanında Lyndon Johnson başkandı ve renkli televizyon diye bir şey yoktu. Bilgisayarlar, koca binaları dolduran dev makinelerdi. Bununla birlikte Susannah, Lud şehrine gitmiş ve orada bazı mucizeler görmüştü; yani Jake, Ben Slightman ve Haberci Robot Andy'den saklandığı yeri bir ihtimal tanıyabilirdi.

Tozlu, muşamba kaplı, kırmızı siyah kareli desenli zemini, yanıp sönen minik ışıklar ve düğmelerle kaplı kontrol masasının önünde duran büro sandalyelerini tanırdı mutlaka. Lime lime olmuş üniforması içindeki iskeleti ve sırıtan suratını da hatırlardı.

Susannah odanın karşısına yürüyüp sandalyelerden birine oturdu. Başının üzerindeki siyah beyaz ekranlarda bir düzine kadar görüntü vardı. Bazıları, Calla Bryn Sturgis'dendi; toplantı salonu, Callahan'ın kilisesi, levazımatçı, kasabadan çıkıp doğuya giden yol. Bazı görüntüler ise fotoğraflar gibi donuktu: birinde Roland vardı, bir diğerinde Jake, kucağında Oy'u tutarak gülümsüyordu, bir başkasında ise (bakmaya neredeyse dayanamayacaktı) şapkasını geriye itmiş, oyma bıçağı elinde, oturan Eddie vardı.

Bir başka monitör, kaplumbağanın yanındaki bankta dizleri bitişik, gözleri kapalı, elleri kucağında, çalıntı ayakkabılar giymiş halde oturan ince, zenci kadım gösteriyordu. Artık üç çantası vardı: İkinci Cadde'deki kadından çaldığı bez torba, içinde Orizaların olduğu saz kese... ve bir bovling çantası. Sonuncunun rengi soluk kırmızıydı ve içinde köşeli bir şey vardı. Bir kutu. Ekrandaki çantaya bakan Susannah içinde öfke (ihanete uğramışlık) hissetti ama nedenini bilmiyordu.
Çanta diğer tarafta pembeydi, diye düşündü. Bu tarafa geçtiğimizde rengi değişti ama fazla değil.

Kontrol panelinin üzerindeki siyah beyaz ekrandaki kadının yüzü buruştu. Susannah, Mia'nın hissettiği acının yankısını hissetti. Hafif ve etkisizdi.

Bunu durdurmalıyım. Hemen.

Ama soru hâlâ bakiydi: nasıl?

Diğer tarafta yaptığın gibi. O, seni mağaraya elinden geldiğince süratli bir şekilde güderken olduğu gibi.

Ama aradan çok uzun zaman geçmiş, hepsi bir başka hayatta kalmış gibiydi. Neden olmayacaktı ki? Zaten bir başka hayat, bir başka dünyaydı ve oraya tekrar dönmek istiyorsa hemen yardım etmeliydi. Daha önce ne yapmıştı?

O şeyi kullandın. Kafandaki şeyi; Profesör Overmeyer'ın birinci sınıfta 'tasavvur tekniği" diye açıkladığı yöntem. Gözlerini kapa.

Susannah gözlerini kapattı. Artık iki çift göz de kapalıydı. Hem Mia'nın kontrol ettiği fiziksel gözler, hem de zihnindekiler.

Gözünde canlandır.

Yaptı. Ya da denedi.

Aç.

Gözlerini açtı. Şimdi hemen önünde, kontrol panelinde, daha önce reostaların ve yanıp sönen ışıkların olduğu yerde iki büyük düğme ve bir devre anahtarı vardı. Düğmeler, Susannah'nın büyüdüğü evde, annesinin kullandığı fırının düğmeleri gibi bakalitten yapılmışa benziyordu. Bunda şaşılacak bir şey olmadığını düşündü; tüm hayal edilenler, ne kadar çil-gmca olursa olsun, hali hazırda bilinenlerin kılık değiştirmiş hallerinden ibaretti.



Solundaki düğmenin altında, DUYGUSAL HARARET yazıyordu. Çevresindeki rakamlar 32'den 212'ye kadardı (32 mavi, 212 parlak kırmızıydı). O an 160'taydı. Ortadaki düğmenin altında ise DOĞUM ŞİDDETİ yazıyordu. Etrafındaki rakamlar O'dan 10'a kadardı ve o an, 9'u gösteriyordu. Devre anahtarının altında BEBE yazıyordu, UYANİK ve UYKUDA olmak üzere iki ayarı vardı. O an, UYANİK devredeydi.

Susannah başını kaldırdı ve ekranlardan birinin, artık rahimde bir bebeği gösterdiğini gördü. Oğlandı. Güzel bir oğlan. Minik penisi, tembelce süzülen göbekbağının altında bir yosun parçası gibi yüzüyordu. Gözleri açıktı ve görüntünün geri kalanı siyah beyaz olmasına rağmen gözleri çarpıcı bir mavilikteydi. Bebenin bakışları onu delip geçiyor gibiydi.

Bunlar Roland'ın gözleri, diye düşündü kendini şaşkınlıktan sersem-leşmiş gibi hissederek. Nasıl olabilir?

Olamazdı, elbette. Hepsi hayal gücünün, tasavvur tekniğinin ürünüydü. Ama öyle bile olsa, neden Roland'ın mavi gözlerini hayal etmişti? Neden Eddie'nin elâ gözleri değildi? Neden kocasının elâ gözleri değil?

Bunun için vakit yok. Yapman gerekeni yap.

Alt dudağını ısırarak (parkta oturan Mia'nın da alt dudağını ısırdığı ekranda görülebiliyordu) DUYGUSAL HARARET düğmesine uzandı. Bir an tereddüt ettikten sonra düğmeyi bir termostatmış gibi 72'ye gelene kadar çevirdi. Değil miydi zaten?

İçini derhal sükûnet sardı. Sandalyeye rahatça yayıldı ve dudağını ısırmayı bıraktı. Monitörden, parktaki zenci kadının da rahatladığı görülebiliyordu. Pekâlâ, o ana dek iyi gitmişti.

Eli, DOĞUM ŞİDDETİ düğmesinin üzerinde bir an duraksadıktan sonra BEBE anahtarına yöneldi. UYANiK'tan UYKUDA konumuna getirdi. Bebeğin gözleri hemen kapandı. Susannah bunun üzerine biraz rahatladı. Mavi gözler, insanı huzursuz ediyordu.

Tamam, artık DOĞUM ŞİDDETİ düğmesine dönebilirdi. Susannah en önemlisinin o olduğunu düşündü. Eddie olsa, Büyük Casino derdi. Eski tip düğmeyi tuttu, hafif bir güç uygulayarak çevirmeyi denedi ve dönmediğini görünce pek de şaşırmadı. Düğme kıpırdamak istemiyordu.

Ama döneceksin, diye düşündü, Susannah. Çünkü buna ihtiyacımız var. İhtiyacımız var.

Düğmeyi tuttu ve saat yönünün tersine çevirmeye başladı. Beynini bir acı dalgası sarınca yüzünü buruşturdu. Bir başka dalga, balık kılçığı batmışçasına boğazını sıkıştırdı ama sonra ikisi de geçti. Sağ tarafındaki ışıkların hepsi birden yanmaya başladı. Çoğu kehribar rengi, birkaçı kırmızıydı.


Yüklə 1,46 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   30




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin