Sevgili karısı Paula’nın gözünde artık bir kahraman olan Arnold Hrabowski, haberleri müthiş bir doyum hissiyle izliyor ve karısının haklı olduğunu düşünüyordu: Şef Gilbertson’u arayıp onu tekrar kadroya almasını istemeliydi.
Aklının yarısı, George Potter’ın eski rakibini nerede araması gerektiği düşüncesiyle meşgul olan Dale, Bucky ve Stacey’nin yine Çılgın Macar’ın Wendell Green’i bayılttığı sahneyi göstermeye başladığını gördü ve ufak adamı kadroya geri almasının iyi olacağını düşündü. Arnie’nin el fenerini nasıl da güzel savurduğuna bir bakar mısınız? Elinde değildi, bu darbe tüm neşesini yerine getiriyordu. Mark McGwire’i ya da Tiger Woods’u izlemek gibi bir şeydi.
Karayolunun kenarındaki karanlık, küçük evinde yapayalnız olan, arada sırada size sözünü ettiğimiz Wanda Kinderling, radyo dinliyordu. Neden radyo dinliyordu? Birkaç ay önce kablolu televizyon faturası ödemek ve bir şişe Aristokrat votka almak arasında bir seçim yapmak zorunda kalmıştı ve Bucky ile Stacey, kusura bakmayın ama Wanda kalbinin sesini dinlemişti. Kablo hizmeti olmayınca televizyonunda karlı bir görüntüden ve sürekli yukarı ilerleyip tekrar altta beliren siyah bir çizgiden fazlası görülemiyordu. Wanda zaten televizyon ekranlarında beliren her bakımlı ve mutlu görünümlü insandan olduğu gibi Bucky ve Stacey’den de nefret ederdi (Sabah haberlerinin sunucularına ve ana haber spikerlerine ayrı bir nefret besliyordu). Herkese tepeden bakan kendini beğenmiş Jack Sawyer, kocası Thorny’yi asla işlemiş olamayacağı korkunç suçlarla itham ettiğinden beri Wanda mutluluğun nasıl bir his olduğunu unutmuştu. Jack Sawyer hayatını mahvetmişti. Wanda ne bunu unutacak, ne de onu affedecekti.
O adam kocasını tuzağa düşürmüştü. Ona tuzak kurmuştu. Kendini başkalarına iyi göstermek ve böbürlenmek uğruna Thorny’nin masum adını karalamış ve zavallı kocasını hapse tıkmıştı. Wanda, Balıkçı’yı asla yakalayamayacaklarını umuyordu, çünkü bu piç kuruları Balıkçı gibi bir belayı kesinlikle hak ediyordu. Eğer kirli işlere bulaşırsanız siz de o pisliğin bir parçası olurdunuz
Cehennemin en kuytu köşelerinde yanmayı hak ederdiniz, Wanda Kinderling böyle düşünüyordu. Balıkçı, onların hak ettiği bir cezaydı, Wanda’nın fikri buydu. Wanda’ya kalırsa Balıkçı, isterse yüz tane veledi öldürebilirdi, hatta bin tane ve sonra da anne babalarını öldürmeye başlayabilirdi. Thorny, Los Angeles’taki o fahişeleri öldürmüş olamazdı. Onlar seks cinayetleriydi ve Tanrı’ya şükür, Thorny’nin sekse karşı bir ilgisi yoktu. Vücudunun geri kalanı normal bir şekilde gelişmişti, ama şeyinin boyu yaklaşık serçe parmağı kadardı. O tip kötü kadınlarla ve seksle ilgilenmesi olanaksızdı. Ama Jack Sawyer Los Angeles’ta yaşıyordu, değil mi? Öyleyse fahişeleri, orospuları o öldürmüş ve suçu Thorny’nin üzerine atmış olamaz mıydı?
Radyodaki haber spikeri, eski teğmen Jack Sawyer’ın önceki gece yaptıklarını anlatmaya başlayınca Wanda Kinderling boğazına kadar yükselen safrayı tükürdü, yatağının yanındaki masanın üzerinden bardağını aldı ve mide-sindeki yangını üç yudum votkayla söndürdü.
Wanda Kinderling gibilerini ziyaret etmesi hiç şaşırtıcı bulunmayacak olan Gorg, haberlere ilgi göstermedi. Çok uzakta, Uzaklar’daydı çünkü.
Charles Burnside, Maxton’daki yatağında uzanmış, başka bir varlığa ait, başka bir yerden doğan ve hiç görmediği bir dünyayı anlatan bir rüyayı görüyordu. Üzerlerinde yırtık pırtık giysilerle ayaklan kanayan köle çocuklar, alevlerin üzerlerinden atlayarak, kara-kırmızı gökyüzüne doğru azametle yükselen, harika yok etme makinelerine güç veren oho aha dev çarklarını çeviren çok büyük diğer çarkları döndürmeye uğraşıyorlardı. Büyük Kombinasyon! Erimiş metalin keskin kokusu ve ejder sidiği gibi gerçekten iğrenç bir başka koku, umutsuzluğun kurşun ağırlığındaki leş kokusuyla birlikte havayı sarıyordu. Kalın, titreyen kuyruklarıyla kertenkeleye benzeyen iblisler, bitkin düşmüş çocukları kamçılıyordu. Kulak tırmalayıcı çarpma ve vurma sesleriyle çok büyük gümbürtüler, kulakları cezalandırıyordu. Bunlar, Burny’nin yakın dostu ve sevgili efendisi, sonsuz ve sapkın zevklerin yaratıklarından biri olan Bay Munshun’un rüyalarıydı.
Papatya bölümünün sonunda, şık lobinin karşısında, Rebecca Vilas’a ait bölmenin ardındaki ofisinde olan Chipper Maxton’un aklı, çok daha sıradan meselelerle meşguldü. Kasanın üzerindeki rafta duran küçük televizyonda Çılgın Macar Hrabowski’nin Wendell Green’in başına ağır feneriyle indirdiği etkileyici darbe tekrar gösteriliyordu, ama Chipper bu muhteşem sahneye dikkat etmemişti bile. Bahisçisine borçlu olduğu on üç bin doları ödemesi gerekiyordu, ama elinde bu miktarın sadece yarısı vardı. Önceki gün, güzelce Bank Miller’a gitmiş ve Chipper’ın oradaki bankaya yatırdıklarının çoğunu çekmişti ve ay sonundan önce tekrar yatırmak koşuluyla kendi hesabından da bin dolar kadar kullanabilirdi. Yine de hâlâ bulması gereken altı bin dolar kalıyordu ve bunun için ciddi anlamda yaratıcı bir muhasebecilik dehası gerek çekti. Şansına, yaratıcı muhasebecilik Chipper’ın uzmanlık alanıydı ve seçenekleri gözden geçirmeye başladığında, içinde bulunduğu zor koşulu bir fır sat olarak görmeye başladı.
Sonuçta bu işe, mümkün olduğunca çok para çalmak amacıyla girmişti değil mi? Bayan Vilas’ın hizmetleri bir kenara bırakılırsa çalmak, Chipper’ı gerçek anlamda mutlu eden tek faaliyetti. Paranın miktarı hiç önemli değildi; daha önce tanık olduğumuz gibi, Çilek Festivali’nin organize edildiği gün gelen akrabaların bağış olarak bıraktıkları bozukluklar Chipper’ı devleti dolandırıp on ya da on beş bin dolara konmuş kadar mutlu ediyordu, işin zevki, yakalanmadan beladan sıyrılabilmekte yatıyordu. Altı bine ihtiyacı vardı, peki neden on bin almıyordu? Bu şekilde kendi hesabına dokunmadan gönlüne göre harcayabileceği fazladan iki bin dolara sahip olurdu. Ofisteki bilgisayarında iki ayrı defter kaydı vardı ve şirketin banka hesabından yaklaşık bir ay sonra olacak teftişte hiçbir şüphe uyandırmadan kolaylıkla para çekebilirdi. Tabii müfettişler banka kayıtlarını istemezse. Ama o zaman bile başvurabileceği birkaç hile vardı. Aslında teftişin bu kadar yakın zamanda oluşu kötüydü. Chipper çatlakları rahatça sıvamak için daha fazla vakti olsun isterdi. On üç bin doları kaybetmenin sorun olmadığını düşündü. Esas sorun, yanlış zamanda kaybetmiş olmasıydı.
Her şeyi açık seçik görmek isteyen Chipper bilgisayarın klavyesini önüne çekti ve önceki aya ait her iki defter kaydının da çıktısını almak üzere komut verdi. Bu kâğıtlar, müfettişler kontrole gelmeden önce kıyıcıyı boylayacak ve makarna halinde çıkacaktı.
Bir çılgınlık biçiminden diğerine geçmeye karar verdik. Jack giderek artan şüphelerle tozlu yolda Holiday Karavan Parkı’nın sahibinin titreyen işaret parmağıyla gösterdiği tarafa, Tansy Freneau’nun yaşadığı yere doğru ilerliyordu.
Tansy’nin Airstream’i yan yana dizilmiş dört karavanın en sonunda ve en bakımsız olanıydı. İki tanesinin çevrelerini saran, parlak çiçeklerden oluşan bahçeleri vardı ve üçüncüsünün önüne, bir eve daha çok benzemesi için yeşil bezden bir tente konmuştu. Dördüncü karavanda ne bir süsleme, ne de bir çiçek vardı. Çevresini saran kuru toprak yer yer, ölmek üzere olan çiçekler verimsiz otlarla kaplanmıştı. Perdeler çekilmişti. Karavanı içine alan havada ıs-n boşa gitmişlik ve biraz durup düşünse Jack’in, uğursuzluk, diye adlandığı iç daraltan bir kötülük vardı. Karavanın görünüşü, insanın içinde sıkıntı basıyordu. Mutsuzluk, bir insanı olabileceği gibi bu karavanı da çarpıtmıştı. Kamyonetinden inip girişe doğru yürümeye başlayan Jack’in şüpheleri iyice artmıştı. Artık buraya niçin geldiğinden emin olamıyordu. Görünüşe göre Jack’in Tansy Freneau’ya tek sunabileceği, acıma hissiydi ve bu fikir onu huzursuz ediyordu.
Sonra bu şüphelerin, karavanın içinde yarattığı rahatsızlığa dair asıl hissettiklerini gizlediğini anladı. O şeyin içine girmek istemiyordu. Ama ilerlemekten başka seçeneği yoktu. Kapının önündeki, şimdiden kaybolduğunu hissettiği sıradan dünyayı anımsatan, üzerinde ‘Hoş geldiniz’ yazısı olan paspası görünce kararlılığı birazcık olsun arttı, basamağa çıktı ve kapıyı çaldı. Hiçbir şey olmadı. Belki kadın hâlâ uyuyordu ve uyumaya devam etmek istiyordu. Tansy’nin yerinde olsaydı haftalarca yataktan çıkmazdı. Duyduğu isteksizliği bir kez daha bir kenara bırakan Jack kapıyı tekrar çaldı. “Tansy? Kalktın mı?” içeriden ince bir ses duyuldu. “Nereden kalktım mı?” Eyvah, diye düşünen Jack, ‘Yataktan,” dedi. “Ben Jack Sawyer, Tansy. Dün gece tanışmıştık. Polise yardım ediyorum. Bugün sana uğrayacağımı söylemiştim.”
Kapıya yaklaşan ayak sesleri duyuldu. “Sen bana çiçek veren adam mısın? O hoş bir adamdı.”
“Evet, benim.”
Kilit açıldı ve kapının tokmağı döndü. Kapı hafifçe aralandı, içerideki karanlıktan bakan solgun bir yüz ve parlayan tek bir göz göründü. “Senmişsin. Çabuk içeri gir. Acele et.” Bir adım geriledi ve kapıyı sadece Jack’in geçmesine yetecek kadar araladı. Jack içeri girdiği anda da hemen kapatıp tekrar kilitledi.
Pencerelerden sızan, kapalı perdelerin kenarlarını ateşten birer çizgiye Çeviren gün ışığı, uzun karavanın içindeki karanlığı daha da koyulaştırıyordu. Lavabonun üzerinde zayıf bir ışık vardı. Bir diğer solgun ışık da üzerinde bir şişe kahve brendisi, üzerinde bir çizgi film karakterinin resmi olan kirli bardak ve bir hatıra defteri olan küçük masayı aydınlatıyordu. Işık dairesi alanı içine, masanın yanında duran yıpranmış sandalyenin yarısı da giriyordu. Tansy Freneau kapıdan uzaklaşarak Jack’e doğru iki küçük, adım attı. Başını kaldırarak ellerini çenesinin altında birleştirdi. Gözlerindeki hevesli, hafife bulanık bakış, Jack’i dehşete düşürmüştü. Karşısındaki kadın, deliliğin eşiğini çoktan geçmiş, tüm keçilerini kaçırmıştı. Ona ne söyleyeceği hakkında hiçbir fikri yoktu.
“Oturmak... ister miydin?” Bir ev sahibesi edasıyla yüksek arkalıklı ahşap sandalyelerden birini işaret etti.
“Senin için bir sakıncası yoksa.”
“Neden olsun ki? Ben kendi sandalyeme oturacağım. Neden sen de şuradakine oturmuyorsun?”
“Teşekkür ederim,” dedi Jack ve kadının kilidi tekrar kontrol edişini izleyerek oturdu. Kapının kilitli olduğunu görüp tatmin olan Tansy ona parlak bir gülümsemeyle baktıktan sonra ördek zarafetine sahip bir balerin gibi sessizce kendi sandalyesine yürüdü. Oturduğunda Jack ona, “Birinin buraya gelmesinden mi korkuyorsun, Tansy?” diye sordu. “İçeri sokmak istemediğin biri mi var?”
“Oh, evet,” dedi kadın. Küçük bir kızın abartılı ciddiyetiyle kaşlarını çatıp öne eğildi. “Ama birinin değil, bir şeyin. Onu bir daha asla evime almayacağım. Asla. Ama seni alabilirim, çünkü sen çok iyi bir adamsın ve bana o güzel çiçekleri verdin. Üstelik çok da yakışıklısın.”
“İçeri sokmak istemediğin şey Gorg mu, Tansy? Gorg’dan mı korkuyorsun?”
“Evet,” dedi kadın taviz vermez bir edayla. “Bir fincan çay alır miydin?”
“Hayır, teşekkürler.”
“Ama ben içeceğim. Çok, çok güzel bir çay bu. Tadı kahveye benziyor.” Kaşlarını kaldırdı ve gözlerini iri iri açarak Jack’e sorarcasına baktı. Jack başını iki-yana salladı. Tansy yerinden kalkmadan masanın üzerindeki şişeye uzandı, kirli bardağa iki parmak brendi koyup şişeyi tekrar masaya bıraktı. Jack, bardağın üzerindeki çizgi film kahramanının Scooby-Doo olduğunu gördü. Tansy bardağından bir yudum içti. “Çok lezzetli. Bir kız arkadaşın var mı? Ben olabilirim, biliyorsun, özellikle de o güzel çiçeklerden vermeye devam edersen. Verdiklerini bir vazoya koydum.” Vazo sözcüğünü Boston’lu bir okul müdiresi gibi söylemişti. “Gördün mü?”
Ötedünyadan gelen zambaklar, mutfak tezgâhının üzerindeki yarıya kadar dolu vazonun kenarlarından sarkıyorlardı. Ötedünya’dan ayrıldıkları için renkleri iyice azalmıştı. Jack, bu dünyada baş edebileceklerinden çok daha iyi bir şekilde zehirlendiklerini düşündü. Etraflarına yaydıkları iyiliğin her zerresini hayat özlerinden çalıyordu. Tansy’nin Ötedünya’nın zambaklardaki kadın sayesinde normale yakın hareket ettiğini tahmin etmek güç değildi -zambaklar ölünce koruyucu küçük- kız karakteri yok olacak ve muhtemelen kadın, karanlığın girdabında iyice derinlere çekilecekti. Bu çılgınlığın kaynağı Gorg olmalıydı. Jack bu konuda hayatı üzerine bahse girebilirdi.
“Aslında benim bir erkek arkadaşım var, ama o sayılmaz. İsmi, Lester Moon. Beezer ve arkadaşları ona Kokmuş Peynir diyor, ama niçin öyle dediklerini bilmiyorum. Lester o kadar da kötü kokmaz. En azından ayık olduğu zamanlarda.”
“Bana Gorg’dan bahset,” dedi Jack.
Tansy, serçe parmağını havaya dikerek Scooby-Doo bardağından bir yudum daha içti. Sonra yüzünü buruşturdu. “Ah, konuşmak için fazla iğrenç bir konu o.”
“Onu mümkün olduğunca tanımak istiyorum, Tansy. Bana yardım edebi-lirsen bir daha seni asla rahatsız etmemesini sağlayabilirim.”
“Sahi mi?”
“Ve böylece kızını öldüren adamı bulmam için de yardım etmiş olacaksın.”
“O konuda henüz konuşamam. Çok üzülüyorum.” Tansy serbest eliyle kucağına düşen görünmez bir ekmek kırıntısını silkti. Yüzü buruştu ve gözlerine yeni bir ifade yerleşti. Bir an için çaresiz, korunmasız Tansy öfke ve keder dolu bir çılgınlıkla patlayacakmış gibi yüzeye çıktı.
“Gorg bir insana mı yoksa başka bir şeye mi benziyor?”
Tansy çok yavaş bir hareketle başını iki yana salladı. Tekrar kendini toparlıyor, gerçek hislerini göz ardı edebilecek bir kişiliğe bürünüyordu. “Gorg bir insana benzemiyor. Hem de hiç benzemiyor.”
“Beline taktığın tüyü sana onun verdiğini söylemiştin. Bir kuşa mı benziyor?”
“Gorg bir kuşa benzemiyor, o zaten bir kuş. Ve ne tür bir kuş, biliyor musun?” Tekrar öne eğildi ve yüzünde hayatında duyduğu en kötü şeyi söylemeye hazırlanan altı yaşında küçük bir kızın ifadesi belirdi. “Bir kuzgun. Gorg büyük, yaşlı bir kuzgun. Simsiyah. Ama pırıltılı bir siyahlık değil bu.” Gözleri, söyleyeceklerinin ciddiyetiyle irileşmişti. “Gecenin Ölüm Kıyısı’ndan geldiği. Altıncı sınıfta Bayan Normandie’nin bize öğrettiği bir şiirden. Edgar Allan Poe’nun ‘Kuzgun’ adlı şiiri.”
Tansy edebiyat tarihinden bu ufak bilgiyi sunduktan sonra doğruldu.
Jack, Bayan Normandie’nin de şu an Tansy’nin yüzünde görünen tatmin olmuş ifadeyi taşıdığını tahmin ediyordu. Ama öğretmenin gözlerinde Tansy gibi parlak, sağlıksız bir ışıltı yoktu muhtemelen.
“Gecenin Ölüm Kıyısı bu dünyanın bir parçası değil,” diye devam Tansy. “Bunu biliyor muydun? Bu dünyanın yanında ve dışında. Oraya gitmek istersen önce bir kapı bulmak zorundasın.”
Jack aniden bunun Judy Marshall ile yaptığı sohbetten farksız olduğunu anladı. Ama karşısındaki bu kadın kendini çılgınlıktan kurtaracak ruh derinliğinden ve olağanüstü cesaretten yoksun bir Judy’di. Judy Marshall aklına geldiği an, onu tekrar görmek istedi. Bu istek öylesine güçlüydü ki sanki Judy, etrafını saran bulmacayı çözmek için gerekli olan anahtardı. Eğer anahtar oysa, anahtarın açtığı kapı da o olmalıydı. Jack, Tansy’nin Airstream’inin karanlık, sapkın havasından bir an önce kurtulmayı diledi; Yıldırım Beşli ile yapacağı görüşmeyi de erteleyip kamyonetinin gazını kökleyerek tepeyi aşıp Arden’a, Judy Marshall’ın kilit altında tutulduğu koğuşta özgürlüğüne kavuştuğu karanlık hastaneye gitmek istiyordu.
“Ama ben o kapıyı bulmak istemiyorum, çünkü oraya gitmek istemiyorum,” dedi Tansy şarkı söyler gibi bir sesle. “Gecenin Ölüm Kıyısı kötü bir yer. Orada her şey alevler içinde.”
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Gorg söyledi,” diye fısıldadı çocuk-kadın. Gözlerini Jack’ten kaçırdı ve Scooby-Doo bardağına baktı. “Gorg, ateşi seviyor. Sadece onu ısıttığı için değil. Her şeyi yakabildiği için, bu onu mutlu ediyor. Gorg dedi ki...” Başını iki yana salladı ve bardağı dudaklarına götürdü. İçindeki sıvıyı içmek yerine dudaklarına kadar yükselmesine izin verdi ve dilinin ucuyla dokundu. Bakışları tekrar Jack’e çevrildi. “Sanırım çayım sihirli.”
Eminim öyledir, diye düşündü Jack ve yüreği kaybolmuş Tansy için duyduğu üzüntüyle sızladı.
“Burada ağlayamazsın,” dedi Tansy. “Ağlamak istermiş gibi görünüyor-dun ama yapamazsın. Bayan Normandie izin vermiyor. Ama beni öpebilirsin. Beni öpmek ister misin?”
“Elbette isterim,” dedi Jack. “Ama Bayan Normandie öpüşmeyi de yasaklar pekâlâ.”
Tansy dilinin ucunu yine içkisine dokundurdu. “Sonra öperim, o odadan çıktıktan sonra. Ve Lester Moon’un yaptığı gibi bana sarılabilir de. Lester’ın yaptığı her şeyi yapabilirsin. Benimle. “
“Teşekkür ederim,” dedi Jack. “Tansy, Gorg’un başka neler söylediğini bana anlatabilir misin?”
Tansy başını yana eğerek dudaklarını büzdü. “Buraya yanan bir delikten geçerek geldiğini söyledi. Kenarları geriye doğru kıvrıkmış. Benim bir anne olduğumu ve kızıma yardım etmem gerektiğini söyledi. Kızımın şiirdeki ismi Lee ama aslında adı Irma. Ve Gorg dedi ki... kötü kalpli yaşlı bir adamın bebeğimin bacağını yediğini, ama küçük Irma’nın başına çok daha beterlerinin gelebileceğini söyledi.” ! Tansy birkaç saniye boyunca kendi içine çekilip sabit yüzeyin ardında kayboldu. Ağzı yarı açıktı; gözlerini bile kırpmıyordu. Gittiği yerden dönüşünü izlemek, bir heykelin yavaşça canlanmasına tanık olmak gibiydi. Sesi neredeyse duyulamayacak kadar hafifti. “O yaşlı adamın işini bitirmeliyim. Onu ortadan kaldırmalıyım. Ama sen bana o güzelim zambakları verdin. Aradığım adam o değildi, değil mi?”
Jack’in içinde çığlık atma isteği belirmişti.
“Daha da kötü şeylerin olduğunu söyledi,” diye fısıldadı Tansy inanmazca. “Ama ne olduklarını söylemedi. Söylemek yerine, gösterdi. Ve gördüğümde, gözlerimin yanıp kül olduğunu sandım. Ama yine de hâlâ görebiliyordum.”
“Ne gördün?”
“Alevlerden oluşan çok, çok büyük bir yer,” dedi Tansy. “Çok yükseklere uzanıyor.” Sessizleşti ve içsel bir deprem, yüzünden başlayıp parmak uçlarına doğru ilerledi. “Irma orada değil. Hayır, değil. Öldü ve kötü kalpli yaşlı bir adam bacağını yedi. Bana bir mektup yolladı ama hiç elime ulaşmadı. Mektubu bana Gorg okudu. O mektubu düşünmek istemiyorum.” Üçüncü şahıstan duyduğu ya da icat ettiği bir şeyi tarif eden küçük bir kız gibiydi. Gördükleri ve duyduklarıyla Tansy’nin arasında kalın bir perde vardı ve bu perde kadının yaşamasını sağlıyordu. Jack zambaklar öldüğünde ona ne olacağını bir kez daha merak etti.
“Ve şimdi,” dedi Tansy. “Beni öpmeyeceksen gitsen iyi olur. Bir süre yalnız kalmak istiyorum.”
Gördüğü kararlılık karşısında şaşıran Jack ayağa kalktı ve kibarca anlamsız bir şeyler söylemeye çalıştı. Tansy elini sallayarak ona kapıyı işaret etti.
Dışarıda hava kötü kokular ve gözle görülemeyen kimyasal maddelerle ağırlaşmış gibiydi. Ötedünya’dan gelen zambakların gücü, Jack’in sandığından da fazlaydı. Tansy’nin karavanının içindeki havayı daha tatlı bir hala getirip saflaştırmışlardı. Jack’in üzerinde yürüdüğü toprak kupkuruydu ve hava kavrulmuş bir ekşilik kaplamıştı. Kamyonetine doğru yürüyen Jack’in, nefes almak için neredeyse kendini zorlaması gerekmişti, ama aldığı nefesler arttıkça sıradan dünyaya tekrar uyum sağlama süreci hızlanmıştı. Şimdi zehirlenmiş olduğunu hissetse de bu, onun dünyasıydı. Yapmak istediği bir şey vardı. 93. karayolunda ilerleyip tepeye tırmanarak Judy Marshall’ın sevdiği manzaralı noktayı geçmek, ilerlemeye devam etmek, Arden’a varıp hastanenin park yerine girmek, kapılardan, Dr. Spiegleman ve Bekçi Jane Bond engellerini aşmak ve sonunda Judy Marshall’ın hayat veren varlığına ulaşmak.
Neredeyse Judy Marshall’a âşık olduğunu düşünecekti. Belki de gerçekten seviyordu. Ona ihtiyacı olduğunu biliyordu: Judy onun kapısı ve anahtarıydı. Onun kapısı, onun anahtarı. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu ama gerçeğin ta kendisi olduğunu hissediyordu. Tamam, ihtiyaç duyduğu kadın, son derece hoş bir adam olan Fred Marshall ile evliydi, ama Jack onunla evlenmek istemiyordu; aslında onunla sevişmek bile istemiyordu, tam olarak değil... sadece Judy Marshall’ın karşısında durup ne olacağını görmek istiyordu. Bir şey olacaktı, orası muhakkaktı ama ne zaman gözünün önüne getirmeye çalışsa tek gördüğü bir kırmızı tüy patlaması oluyordu. Doğrusu bunun da umut ettiği görüntü olduğu söylenemezdi.
Kararsızlık içinde bir elini kamyonetin tavanına koydu ve diğeriyle kapının kolunu kavradı. İki eli de ısınan metal yüzünden yanmıştı. Ellerini bir süre havada salladı. Kamyonete bindiğinde koltuğun da çok sıcak olduğunu fark etti. Camını indirdi ve belli belirsiz bir yitirmişlik duygusuyla dünyanın yine normal kokmaya başladığını fark etti. Güzel kokuyordu. Yaz kokuşuydu. Nereye gidecekti? Bu ilginç bir soruydu, düşünmeye başladı, ama tekrar yola çıkıp elli metre kadar bile ilerlememişti ki, Sand Bar’ın alçak, gri, ahşap yapısı sol tarafında belirdi ve Jack nereye gideceğini en baştan beri biliyormuş gibi hiçbir kararsızlık göstermeden direksiyonu binanın tuhaf denebilecek kadar geniş otoparkına doğru kırdı. Gölge bir park yeri arayarak binanın arkasında yavaşça ilerlerken yeşillik namına bara ait alanda rastladığı tek bitkiyi gördü; büyük bir ağaç, park alanın diğer ucunda asfaltın içinden yükseliyordu. Kamyoneti akçaağacın gölgesine park edip camı açık bırakarak kamyonetten çıktı. Park alanındaki diğer iki araçtan ısı dalgaları yükseliyordu.
Saat 11:20’ydi. Bir fincan kahve ve marmelat sürülmüş bir dilim kızarmış ekmekten oluşan kahvaltısını edeli saatler olmuş, karnı oldukça acıkmıştı. Jake’in içinde, o günün çok uzun olacağına dair bir his vardı. Motosikletlileri izlerken öğle yemeği yiyebileceğini düşündü.
Sand Bar’ın arka kapısı, bir tarafında parlayan bir bar, diğer tarafında sağlam görünüşlü ahşap bölme olan dikdörtgen, uzun bir alana ulaşan bir boşluğa açılıyordu. Salonun ortasında iki büyük bilardo masası vardı, bir müzik kutusu da tam aralarındaki duvara yaslanmıştı. Ön tarafta, herkesin görebileceği bir yere, temiz ahşap zeminden üç metre yüksekliğe büyük bir televizyon yerleştirilmişti. Ekranda, ürünün amacını hiçbir zaman tam olarak anlatmayan reklamlardan biri görünüyordu ve ses tamamen kısılmıştı. Otoparkın göz alıcı aydınlığından sonra barın içinin karanlığı çok rahatlatıcıydı ve Jack’in gözleri içeriye kısa sürede uyum sağladı.
Jack’in, Lester “Kokmuş Peynir” Moon olduğunu tahmin ettiği barmen o içeri girince başını kaldırıp baktı, sonra barın üzerinde yayılmış duran Herald’ın o günkü baskısını okumaya devam etti. Jack bir metre kadar sağındaki tabureye oturunca Moon tekrar başını kaldırdı. Kokmuş Peynir, Jack’in tahmin ettiği kadar korkunç biri değildi. Yuvarlak, ince hatlı suratı ve tıraşlı kafasından sadece birkaç ton daha beyaz olan temiz bir gömlek giyiyordu. Moon’da, aile işinin başına geçen ama başka bir iş dalında daha başarılı olacağını düşünen birinin yarı profesyonel, yarı içerlemiş hali vardı. Jack’in sezgileri, Yıldırım Beşli’nin ona taktığı lakabın ilhamını bu bitkin öfke ve mutsuzluk havasından aldıklarını söylüyordu; Moon’da her an berbat bir kokuyla karşılaşmayı bekleyen bir insan havasına sahipti.
“Burada bir şey var mı?” diye sordu Jack.
“Hepsi listede yazılı.” Barmen yan tarafına döndü ve üzerinde mönünün yazılı olduğu yüksekçe, beyaz bir tabelayı işaret etti. Hamburger, peynirli burger, sosisli sandviç, domuz sosisi, sosis füme, patates kızartması, sandviçler, soğan halkaları. Adamın hareketi, Jack’e kendini dikkatsiz hissettirme amaçlıydı ve işe yaramıştı.
“Kusura bakmayın, tabelayı görmedim.”
Barmen omuz silkti.
“Orta pişmiş bir hamburger ve patates kızartması, lütfen.”
“Tabelada da belirtildiği gibi, öğle yemeği servisi on bir buçukta başlamıyor. Gördünüz mü?” Alaycı bir hareketle tekrar tabelayı gösterdi, “annem arkada hazırlık yapıyor. Siparişi şimdi ona veririm, hazırlıkları bitince pişirmeye başlar.
Jack adama teşekkür etti. Barmen televizyona bir göz attıktan sonra barın ucuna doğru yürüdü ve köşeyi dönerek gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra geri geldi, tekrar ekrana baktı ve Jack’e ne içmek istediğini sordu
“Zencefilli gazoz,” dedi Jack.
Gözü hâlâ televizyonda olan Lester Moon, bir hortumun ucundan bir bardağına zencefilli gazoz doldurup bardağı Jack’e doğru itti. Sonra uzakta kumandayı almak için elini barın altında bir yere soktu ve, “Sesi açmamın bir sakıncası yoktur umarım,” dedi. “Bu eski filmi izliyordum. Çok komik bir film” Kumandanın düğmesine bastı ve Jack, sol omzu üzerinde bir yerden adamın annesinin sesini duydu. Görünüşe bakılırsa Smoky bugün geç gelecek, diyordu. Küçük hergele ölçüyü kaçırmamayı bir türlü öğrenemedi.
Dostları ilə paylaş: |