“stratejik ziHNİyetin deriNLİĞİ”


“STRATEJİ” NEDİR, TARİHSEL OLARAK SAHİP OLUNAN BİR “STRATEJİK ZİHNİYET”İN ANLAMI NEDİR?



Yüklə 394,31 Kb.
səhifə4/15
tarix18.01.2018
ölçüsü394,31 Kb.
#38953
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

“STRATEJİ” NEDİR, TARİHSEL OLARAK SAHİP OLUNAN BİR “STRATEJİK ZİHNİYET”İN ANLAMI NEDİR?

Yaşamı devam ettirme mücadelesinin özü nedir? Belirli bir hedefe ulaşabilmek için-yani önüne çıkan bir problemi çözebilmek için- plan yaparak amaca giden yolda ilerlemek değil midir? İşte, her durumda, karşılaşılan bir problemi çözmeye çalışırken yapılan planı hayata geçirmenin-onu gerçekleştirmenin- yollarına, yöntemlerine strateji adını veriyoruz. Bilişsel Bilim terminolojisinde buna “Algorithm” deniyor. Ama bu yetmez, yani belirli bir amacı gerçekleştirmek için plan yaparak belirli stratejiler belirleyip bunları hayata geçirmek için kararlar almak yetmez; aynı zamanda planın uygulanması, yani stratejinin hayata geçirilebilmesi için belirli araçlara da ihtiyaç vardır. Gene Bilişsel Bilim terminolojisinde bunlara da “Operator” deniyor. Ayrıca, esas hedefe-amaca-ulaşabilmek için süreç “ara aşamalara”-basamaklara da bölünebilir. Bu durumda her ara aşama, kendi içinde bir sonraki aşamaya ilişkin çözüm potansiyelini de taşıdığından, “problem”, amaca ulaşmak için yol boyunca gerekli olan bütün stratejilerin toplamından başka birşey olmayan belirli bir “programı” uygulayarak adım adım çözülür ve hedefe ulaşılır.


İsterseniz hemen bir örnek verelim. Örneğin, daha önceden nasıl pişirildiğini bilmediğiniz, tarifini yeni öğrendiğiniz bir yemeği pişirmek istiyorsunuz. Beyinde önce bu karar oluşur. Kim veriyor bu kararı? “Ben”, yani bir sistem olarak organizmanızın temsilcisi olan instanz8. Böylece, gerçekleşmesini istediğiniz şey sizin için bir amaç olarak belirlenmiş oluyor. Sonra ne yaparsınız peki? Bu amaca ulaşmak için bir plan yaparsınız. Nasıl yaparsınız bu planı? Gerçekleşmesini istediğiniz amaçla ilişkili olan bütün “bilgileri” belleğinizden (“uzun süreli bellekten”) çalışmabelleğine indirirsiniz. Burada o an, pişirmek istediğiniz yemeğe ait nesnelere ilişkin nöronal modeller de bulunur. “Plan yapmak” dediğimiz şey, eldeki bilgilerle (belleğinizden çalışmabelleğine indirdiğiniz bilgilerle, ya da, herhangi bir yemek pişirme kitabından okuyarak çalışmabelleğinde tutacağınız bilgilerle) malzemeyi işleyerek, istenilen sonuca nasıl ulaşılacağına dair nöronal bir model geliştirmektir. Ki bunun da özü, sahip olunan bilgiler, malzemeler ve amaca ulaşma isteğini temsil eden nöronal ağ’lar (netz) arasındaki etkileşmedir. Günlük yaşantımız içinde “düşünmek” olarak da adlandırdığımız mekanizmanın özü budur.
Her ne ise, planı yaptınız-amaca ilişkin belirli bir stratejiyi oluşturdunuz-yani, yemeği nasıl pişireceğinizi artık biliyorsunuz. Çalışmabelleğinizde buna ilişkin bir nöronal model oluştu. Sonra ne yaparsınız? Bu nöronal modeli uygulanması için organizmanızın “motor sistemine” verirsiniz, o da bunu uygular. “Motor sistem”’in ne olduğu açık! Beyninizdeki, elinize, ayağınıza, tad almak için (yemeğin tadına bakarız) dilinize, koku alma organınıza-burnunuza, gözünüze (kısacası bütün organlarınıza) ilişkin komuta-yönetim merkezidir burası. Buradan organlarınıza iletilen emirlerle de plan gerçekleştirilir..
Şimdi, strateji nedir onu gördük- anladık, peki “stratejik zihniyet” ne oluyor? Önce, zihniyet nedir onu da görelim isterseniz:
Zihniyetin Almancası “Mentalität”, İngilizcesi “Mentality”.. Düşünme yöntemi, dünyaya bakış açısı, bilişsel bilim diliyle de, “informasyon işleme tarzı” anlamına geliyor. Peki bir insanın, ya da insanların-toplumların nasıl düşüneceklerini-dünyaya nasıl bakacaklarını, çevreden gelen informasyonları nasıl işleyip değerlendireceklerini belirleyen nedir?
İşte tam bu noktada kimlikle zihniyet arasındaki ilişki ortaya çıkıyor.
Varolmak, çevrenin etkilerine karşıkoyabilmek demektir. Yani, belirli bir denge durumunu ayakta tutabilme çabasıdır varolmak. En azından böyle (bu çabayla) başlar. Çevre, yani bizim dışımızdaki ilişki halinde olduğumuz şeyler (objeler, nesneler) bizi etkiler, bizim organizmamız da, mevcut durumunu-dengeyi korumak için bu etkilere karşı bir reaksiyon-tepki- oluşturur, olay bu kadar basittir! İşte bu reaksiyonlar zinciridir ki, adına benlik-nefs-self dediğimiz organizmal varlığımızı temsil eden instanzın gerçekleşme biçimi-varoluş fonksiyonu bunlardır ve buraya kadar insanla hayvan arasında hiçbir fark yoktur!. Bu şekilde ortaya çıkan kimliğe-varoluş biçimine “duygusal kimlik”, duygusal varoluş hali diyoruz.
Peki, “duygusal reaksiyonlar” düzeyinden bilişsel bilgi üretme düzeyine-bilişsel kimliğe nasıl geçiliyor:
Bilişsel anlamda bilgi üretimi sürecinde, o an’a kadar doğanın karşısında edilgen-“reaksiyoner” durumda olan organizmanın, artık bu pasif konumunu bırakarak, belirleyici, aktif unsur haline geldiğini görüyoruz.9 Plan yapan ve problem çözen aktif bir unsurdur artık organizma. Sistemin aktif, dominant (baskın-belirleyici) unsuru olarak nesneyle etkileşir, onu değiştirir (processing) ve ürün adını verdiğimiz bir sentezin oluşmasına yol açar. Bu ürün, bilgi olarak önce beyinde oluşur. Çünkü, etkileşme önce beyinde gerçekleşir. Sonra da, organizma bu bilgiyi motor sistemi (organlar ve onlar tarafından kullanılan üretim araçları) aracılığıyla işleyerek maddi bir gerçeklik haline getirir”.
Peki, nasıl gerçekleşiyor bu süreç (bilgi üretimi süreci)? Duygusal deneyim-reaksiyonlar zemini olmadan, bir üst katta gerçekleşen bilgi üretimi (cognitive processing) olabilir mi? Hayır olamaz! Bilgi üretimi mekanizmasının harekete geçebilmesi için, önce, çevreden gelen etkiye karşı “duygusal reaksiyon” adını verdiğimiz, bilinçdışı olarak organizmayı temsil eden nöronal bir reaksiyon modelinin ortaya çıkması-oluşması gerekiyor (nefsin-benliğin oluşumu). Önce bu zemin, bu esas var oluş biçimi gerçekleşecek ki, ancak ondan sonra, var olan bir şeyin (organizmayı temsil eden bir zeminin) bilgi üretmek için nesneyle çalışmabelleğinde ikinci kez etkileşmesi sözkonusu olabilsin. Yani, duygusal benlik (nefs-self) olmadan, oluşmadan, bilgi üretimi süreci (cognitive processing) de olmaz. Bilgi üretimi süreci, bir binanın ikinci katı gibidir. Duygusal benlik ise, binanın temelini ve birinci katını oluşturur”.

Duygusal benlik-nefs-self-, dışardan gelen etkiye-girdiye- karşı organizmanın tepkisi-reaksiyonu- olarak tek yanlıdır. Bu durumda bir, dışardan gelen etkinin kaynağı olan nesne (ya da olay) vardır ortada, bir de, buna karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve organizmal varlığı temsil eden nöronal etkinlik (nefs). Yani “o” ve “ben”! Dünya bu iki unsurdan oluşmaktadır! Böyle bir ortamda “ben”, kaçınılmaz olarak, “dünyaya” kendi varlığını temel alan bir koordinat sisteminden bakacağı için, sübjektif olarak, kendisini, varlığı “kendinde şey” olan “mutlak bir gerçeklik” olarak görecektir. Varlığının “ona” göre (yani dışardan gelen girdiye göre) izafi olduğunu, onun etkisine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıktığını anlayamaz nefs. Anlayamaz, çünkü anlamak dediğimiz şey olayları ve süreçleri belirli bir koordinat sisteminin değerlerine göre ele alabilmek demektir. Bu durumda ise tek bir koordinat sistemi vardır ortada ki o da “ben”i temel alarak bu “ben”le birlikte gerçekleşmektedir.
Bilişsel benlik ise bambaşkadır. O, ancak üretim süreciyle birlikte, onun içinde ortaya çıkar. Ürün, organizma nesne etkileşmesinin bir sonucu-sentez- olduğu için, üretim süreci, nefsin ve nesnenin yanı sıra üçüncü bir varlığı temsil eden yeni bir koordinat sisteminin daha ortaya çıktığı bir süreçtir. İşte, bilişsel benlik, sürece ürünü temel alan bu üçüncü koordinat sisteminden bakabilen benliktir (insan, üretirken, kendini-kendi kimliğini de yeniden üretir). Bu nedenle o (yani bilişsel benlik), kendi içimizde oturan insana ilişkin biliminsanının kimliğidir!
Evet aynen böyle! Tıpkı ata binmiş bir jokey gibi kendi içindeki hayvanla birlikte varolan insan, bilişsel kimliğiyle, olaylara ve süreçlere objektif olarak bakarak, onları biliminsanı gibi görebilen bir varlıktır. Çünkü, insanla ve onun içinde bulunduğu üretim faaliyetiyle birlikte kendi kendini üreterek kendi bilincine varan aslında doğadır. İşte zaten bu anlamdadır ki insan doğanın “biliminstanzı” oluyor. İnsanı insan yapan, onu kendi içindeki hayvandan ayıran yan da onun bu “biliminstanzı” olma yanı değil midir?
Toplumsal varlık da öyle, o da gene iki katlı bir bina gibidir! İnsanın, alt katında kendi içindeki hayvanın otururduğu iki katlı bir bina gibi olduğunu söylemiştik! Tek bir elementin (insanın) yapısı böyle olunca, bu türden elementlerin (insanların) oluşturduğu insan toplumu adını verdiğimiz sistemin yapısı da buna uygun oluyor. Yani insan toplumları da gene öyle iki katlı bir bina gibi oluşuyorlar. Alt katta gene bir hayvan, bu sefer toplumsal bir hayvan oturuyor! İnsan toplumu ise, bilgi üretme yeteneğiyle gene üst kattaki komşudur! Gene aynı şekilde, alt kattaki toplumsal hayvan duygusal benliğiyle gerçekleşmeden üst kattaki bilişsel bir varlık olan insan toplumu da gerçekleşemiyor. Tasavvuf bilgini atalarımızın insanı kendi atına binmiş bir jokeye benzetmelerinin esası budur.
Bu ön açıklamalardan sonra şimdi tekrar “zihniyet” konusuna dönersek:
Her insan-her toplum çevreyle etkileşim içinde kendi varlığını-kimliğini- oluştururken, bir informasyon işleme sistemi olarak çevreden gelen informasyonları belirli bir tarzda-şekilde işleyerek gerçekleşmiş olur. İşte “zihniyet” denilen sistemin işleyiş tarzı bu şekilde ortaya çıkıyor. Demek ki öyle kendinde şey mutlak bir mekanizma değil bu da!. Çevreyle etkileşim içinde ortaya çıkan bir mekanizma. Çevre değişince izafi bir instanz olarak onunla etkileşim içinde oluşan kimlik değişirken, bir informasyon işleme instanzı olarak bu kimliğin işleyiş biçimi, yani varoluş tarzı da değişmiş oluyor. Yani, ne öyle mutlak, değişmeyen bir kimlik sözkonusudur, ne de değişmez bir zihniyet!. Böyle birşey olamaz, çünkü, değişen çevre koşullarıyla birlikte ulaşılmak istenilen hedef-amaç da değişeceği için, bu amaca ulaşmak için gerekli olan yollar da-yani strateji-ve bu stratejiyi yaratan zihniyet de değişmiş olur. İşte Davutoğlu’nun “Stratejik Zihniyet”ine girişin özeti budur!
Şimdi sıra Davutoğlu’nda. Bakalım o ne söylüyor bu konuda:
“Bir akışın ya da sürecin anlamlandırılması zaman idrakine dayanan bir tarih derinliğini ve mekan idrakine dayanan bir coğrafya derinliğini gerektirir. Tarih derinliği olayların ruhuna, coğrafya derinliği de bu ruhun üzerinde tecessüm ettiği maddi alanın kıvrımlarına nüfuz edebilmemizi sağlar. Hele hele gerek tarihi gerekse fiili etki alanı itibariyle bulunduğu coğrafya ile sınırlandırılması güç toplumların uluslararası konumlarını tesbit etmeye çalışmak, bu çift yönlü derinliği analitik ve sistematik bir bakış açısının merkezine yerleştirir. Tarihi derinlikten yoksun bir analiz birbirleriyle irtibatlandırılması güç, kopuk kopuk olguları, coğrafi derinlikten yoksun bir analiz de mikro-makro bağlantısını kuramayan yüzeysel genellemeleri beraberinde getirir. Bu kopuk kopuk mikro ünitelerden sisstematik bir bütünlüğe ulaşabilmek de sözkonusu olamaz..” “..anlamak, zaman ve mekan derinliğine nüfuz etmek ve bu derinlik ile zihinsel imajlar arasında bir tür irtibat kurmakla başlar. Anlamlandırma çerçevesi ise bu mekan ve zaman derinliğine nüfuz etmekle kalmaz;getirdiği teorik çerçeve ile bu derinliğe yeni anlam boyutları katar”10
Bir toplumun stratejik zihniyeti; içinde kültürel, psikolojik,dini ve sosyal değerler dünyasını da barındıran tarihi birikim ile bu birikimin oluştuğu ve yansıdığı coğrafi hayat alanının ortak ürünü olan bir bilincin, o toplumun dünya üzerindeki yerine bakış tarzını belirlemesinin ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında, zihniyet ile strateji arasındaki ilişki, coğrafi verilere dayalı mekan algılaması ile tarih bilincine dayalı zaman algılamasının kesişim alanında ortaya çıkar. Farklı toplumların farklı stratejik bakış açılarına sahip olmaları, aslında, bu mekan ve zaman boyutlarına dayanan farklı dünya algılamalarının ürünüdür.
Toplumların kendi coğrafi konumlarını eksen edinen mekan algılamaları ile kendi tarihi tecrübelerini eksen edinen zaman algılamaları, yönelişleri ve dış politika yapımını etkileyen zihniyet altyapısını oluşturur. Milleti ezeli bir siyasi birlik ya da hemen değişebilir bir insan topluluğu olmaktan çok, istikrarlı bir tarih sürecinin ürünü olan ve uzun tarih dilimleri içinde oluşan bir birliktelik olarak kabul edersek stratejik ziniyetin aynı zamanda bir kimlik bilincinin tarihi süreç içinde biçimlenmesinin ve yeniden şekillenmesinin sonucunda ortaya çıktığını ve geçici siyasi dalgalanmaların ötesinde bir süreklilik arzettiğini görürüz.11
Mesela Alman stratejik zihniyeti, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun, kökenleri 9.yüzyıla kadar giden tarihi serüveni ile modern ulus-devletin felsefi temellerinin, tarihi gerçeklik alanıyla buluşarak ideolojik bir altyapı kazandığı 19.yüzyıla kadar uzanan bir tarihi bilincin eseridir. Bu bilinç Ortaçağ feodal-dini birikimi ile modern seküler-ideolojik birikimin unsurlarını birlikte barındırır. Hegel’in Alman bilincinin tarihi kökenlerini ortaya koyduğu tarih yorumu ile Hitler’in III.Reich kavramı arasındaki paralellik böylesi bir stratejik zihniyet sürekliliğinin ürünüdür12.
Aynı şekilde Ortodoks Rus Çarlığı ile ateist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin stratejik öncelikleri arasındaki paralellik ve süreklilik de toplumların stratejik zihniyetlerinin tarih ve coğrafya gibi sabit veriler tarafından ne ölçüde belirlenmekte olduğunun bir göstergesidir. Rus kimlik bilincinin evrensel ideolojik kimlik tanımlamaları öngören sosyalist ideolojiye rağmen varlığını sürdürebilmesi ve Soğuk Savaş sonrası dönemde eski Marksistlerin yönlendirdiği yeni milliyetçi akımlarda kendini tekrar siyasi bir kimlik olarak üretebilmesi bu stratejik zihniyet sürekliliğinin sonucudur. Siyasi kariyerini bir sosyalist olarak oluşturan Miliseviç’in Soğuk Savaş sonrası dönemde radikal ırkçılığa dönüşen Sırp milliyetçiliğinin lideri konumuna gelmesi de bu açıdan ilginç bir misal teşkil etmektedir.
Kendi tarihimizden misal vermek gerekirse, Söğüt civarında göçer Türkmenlerin oluşturduğu küçük bir beylikten başlayarak zamanla antik yerel medeniyet havzalarının tümüne yayılan ve insanlık tarihinin en renkli, sinkretik ve karmaşık siyasi yapılarından biri haline dönüşen Osmanlı Devleti’ni kuran ana unsur da böylesi bir stratejik zihniyetin altyapısını dokuyan zaman ve mekan bilincidir. Bu stratejik zihniyet hem Osmanlı Devleti’nin atılım gücünü, hem de bu atılım gücünün oluşturduğu Osmanlı düzeninin (pax Ottomanica) istikrarını sağlamıştır. Geçmişi kuşatan kadim kavramı da, geleceği belirleyeceği iddiasını taşıyan Devlet-i Ebed müddet kavramı da bu stratejik zihniyetin muhtevasını dokuyan bir tarih ve kimlik bilincini yansıtmaktadır.
Gerek Osmanlı Devleti’nin çözülme sürecinde, gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana karşı karşıya kalınan uluslararası problemlerde ortaya çıkan en önemli gerilim alanı, bu stratejik bilincin süreklilik unsurları (buradaki “süreklilik” kavramının altını çiziyorum! M.A) ile cari uluslararası güç dengelerindeki13 konum arasındaki farkın doğurduğu psikolojik gerilim ve değişim yönleriyle yeniden tartışılması, yüzleşmemiz gereken en önemli meselelerden birisidir”.14
Şimdi bakın, Davutoğlu’nun “stratejik zihniyet” anlayışının ne olduğunu tesbit edebilmek için yukardaki paragrafları bir kere daha okuyun lütfen!. Dikkat ederseniz Davutoğlu’na göre ortada “Alman stratejik zihniyeti”, “Rus stratejik zihniyeti”, “Osmanlı-Türk stratejik zihniyeti” diye, daha başından beri varolan, sonra (“cari şartlara göre”) biçim değiştirse bile özünde değişmeden kalan birşey vardır! Ve o, uzun uzun anlatıyor bunu, bunun nedenlerini..Aslında bütün bir kitabın-Davutoğlu zihniyetinin-özü işte tam bu noktada ortaya çıkıyor diyebiliriz. Bir yerde, Davutoğlu’nun böyle bir kitabı kaleme almasının nedeni bile bu aslında, bu “ stratejik zihniyet” anlayışını somutlaştırmak ve onu aktüel politika yapımının merkezi-zemini haline getirmek!.
Örneğin “Alman stratejik zihniyetini” ele alalım: Şimdi tamam, Marks’ın da dediği gibi “Ölü kuşakların geleneği, olanca ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker ve onlar kendileriyle birlikte kendi dışlarındaki dünyayı bir başka biçime dönüştürmekle, yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründükleri zaman bile .. geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar”; ama bu ne anlama geliyor, yani buradan nasıl bir sonuç çıkarmak gerekiyor?
Varoluşun” ne anlama geldiğini, kimliğin ne olduğunu, nasıl oluştuğunu daha önce ele almaya çalıştık. Duygusal kimlikle bilişsel kimlik arasındaki bağı da gördük. Burada en önemli nokta kimlik-ya da zihniyet-oluşumunun öyle mutlak-kendinde şey, yani değişmez bir nöronal yapı olmadığıdır. Her dönemde çevreyle ilişki-etkileşme içinde oluşan izafi nöronal etkinliklerdir bunlar. Yani, etkileştiğin çevre-dış dünya-ve orada geçerli olan paradigma değişince senin kimliğin ve “stratejik zihniyetin” de değişir. Tamam, her durumda ortaya çıkan “yeni” kimlik daima bir önceki kimliğin içinden çıkıp geldiği için onun kültürel kodlarını da içinde taşır, bu açık; ama burada belirleyici olan bilinç dışı bu kodlar değildir artık. Yaşanılan an’ın maddi varoluş koşulları içinde oluşan kimlik gene o an’a damgasını vuran geçerli küresel paradigmaya göre stratejik bir zihniyetle birlikte oluşur.
Şimdi, Hitler dönemi Almanya’sının “stratejik zihniyetinin” genel olarak mevcut olduğu söylenen bir “Alman stratejik zihniyle” olan ilişkisini söyleyin bana lütfen!!
Hitler Almanyasının “stratejik zihniyetini” belirleyen nedir? Germenler vs.midir, onların Batı Roma karşısındaki ruh hali midir, yoksa, Almanya’nın kapitalizme geç girişi, sonra da, Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanununa göre birden öne fırlayarak diğer kapitalist ülkeler tarafından paylaşılmış olan dünya pazarlarında kendisine daha çok pay elde edebilmek için bir anlayış-dünya görüşü yaratması-geliştirmesi midir? Elbette ki ikincisidir. Ama Hitler ve çevresi olayı böyle koymuyorlardı tabi!. Onlar olayı-“stratejik zihniyetlerinin” oluşumunu ta o Germenlere falan dayandırarak üstün ırk olmalarını vs. açıklayabilmek için Germenlerin ilkel komünal toplum kalıntısı özelliklerini öne çıkarıyorlardı!! Soruyorum ben şimdi Davutoğlu’na, “Alman stratejik zihniyetini” belirleyen Germenlerin ilkel komünal toplum kalıntısı yanları mıdır, yoksa Hitler dönemi Almanya’sının tarihe geç girmiş olma ve kaçan treni yakalama sendromu mudur?
“Hitler Almanya’sının stratejik zihniyetini” belirleyen sadece Almanların kapitalizme geç girmeleri ve Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanunu da değildir tabi!. Buna bir de bu dönemin (19 ve 20.yüzyılların) ulus devletlerden oluşan dünya sisteminin paradigmasını ilave etmek gerekir. Sermayenin dünya pazarlarında daha çok pay elde edebilmesi için güçlü bir ulus devlete ve orduya ihtiyacı vardı bu dönemde. Başka türlüsü mümkün değildi. Alman sanayicileri-kapitalistleri istedikleri kadar daha iyi kalitede malları diğerlerinden daha ucuza üretsinler gene de Alman ulus devletinin egemenlik alanının dışında dünya pazarlarında kendilerine daha fazla pazar payı yaratamazlardı. Çünkü o dönemin koşullarında dünya pazarlarında belirleyici olan ilke serbest rekabet değil, ulus devlet hegemonyasına dayanan tekelcilikti. Pazar payını belirleyen ulus devletin egemenlik alanı idi. Ulus devlet gücüne göre ortaya çıkan nüfuz bölgeleriydi.
Tamam, diyeceksiniz ki, videoyu geriye doğru işletirsek, Almanlar’ın kapitalizme geç girmelerini, Alman Birliği’nin geç sağlanmasını falan da işin içine katarak bu işi ta başlangıcına kadar-Germenlere kadar götürmek gerekmez mi? Yani, bu durumda “Alman stratejik zihniyetinin” kökenlerini ta o Germenler döneminde falan aramak gerekmez mi? Bakın işte mesele burada rayından çıkıyor! Elbette ki bugün dünün içinden çıkıp geliyor, bu açık!. Bu açıdan bakınca bir insanın kişiliğinin oluşturan bilinç dışı yapı taşları da onun ilk üç-beş yaşları arasında oluşuyor. Bu açıdan bakınca, yetişkin bir insanın stratejik zihniyetinin kökenlerinde de mutlaka bu dönemin izleri vardır. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama burada-her durumda- belirleyici olan daima yaşanılan an’ın maddi varoluş koşullarıyla birlikte geçerli olan paradigma oluyor. Örneğin, eğer Hitler döneminde 19 ve 20.yüzyılların ulus devletler dünyasına damgasını vuran paradigma değil de 21.yüzyıla damgasını vuran paradigma geçerli olsaydı, arkasında güçlü ordusu ve ulus devleti olanın değil de daha fazla bilgiye sahip olarak daha iyi kalitede malları daha ucuza üretebilenin pazar payının daha fazla olacağı ilkesi geçerli olsaydı, bir Hitler çıkar mıydı ortaya!! O zaman da Almanlar gene aynı “stratejik zihniyete”mi sahip olurlardı acaba? Böyle bir ortamda Alman kapitalistleri bütün güçlerini silahlanmaya, faşist bir ideoloji geliştirmeye mi harcarlardı, yoksa daha iyi kalitede malları daha ucuza üretmek için araştırmaya geliştirmeye mi!!
Kısacası, o dönemde Naziler’in geliştirdiği ve temsil ettiği “Alman stratejik zihniyeti” Germenlerden beri varolan bir zihniyetin uzantısı olmayıp, dönemin somut koşulları içinde şekillenen bir varoluş anlayışının ürünüdür. Yani aslında Naziler kendilerinden ve yaşanılan dönemden bağımsız bir şekilde daha önceden varolan kendinde şey bir “Alman stratejik zihniyetini” (gene Davutoğlu’nun deyimiyle) “yanlış bir siyasi irade” ile uygulamaya koymuş olmuyorlardı!! Dünyaya bakış açısı anlamına gelen “stratejik zihniyet”, varolan objektif bir dünya içinde gerçekleşen yaşamı devam ettirme mücadelesinin ürünü olur. Bu nedenle, Nazilerin temsil ettiği “Alman stratejik zihniyeti” de o dönemde Alman toplumunun dizginlerini ele geçirmeyi başarmış olan Alman finans kapitalinin dünya görüşü-yaşamı devam ettirme mücadelesinin ürünü olmaktan başka bir anlam ifade edemez!..
Gelelim Türkiye’ye, “Osmanlı-Türk stratejik zihniyetine”:
Osmanlı Devleti’ni kuran atalarımızın stratejik zihniyeti” diye başlıyor Davutoğlu ve bunu, “stratejik süreklilik” yanı baki kalmak kaydıyla günümüze kadar getiriyor. Şu sözler ona ait: “bu stratejik bilincin süreklilik unsurları (buradaki “süreklilik” kavramının altını çiziyorum! M.A) ile cari uluslararası güç dengelerindeki konum arasındaki farkın doğurduğu psikolojik gerilim ve değişim yönleriyle yeniden tartışılması, yüzleşmemiz gereken en önemli meselelerden birisidir”.
Yani diyor ki Davutoğlu, tıpkı Almanlarda olduğu gibi bizde de, devleti kuran atalarımızdan bize miras kalan bir “stratejik zihniyet” vardır. Şimdi gerçi “cari koşullar” çok farklıdır ama, bu zihniyetin “süreklilik unsuru” halâ bakidir, bu değişmez. Şimdi yapılması gereken şey, bu gerçeği unutmadan, değişen “cari koşulları” da15 hesaba katarak onu tekrar tartışıp günümüze ilişkin bir şekilde yeniden formüle edebilmektir!.Ama tabi bunu yaparken Hitler dönemi Almanya’sında olduğu gibi “yanlış bir siyasi irade” ile yanlış yollara sapmadan başarabilmeliyiz demeyi de ihmal etmiyor!!.Yani, ona göre bütün mesele, önceden varolan kendinde şey bir “stratejik zihniyeti” “doğru bir siyasi irade” ile hayata geçirebilmeye kalıyor! Bu yolda bize ışık tutacak olan esas unsurstratejik zihniyetimizin altyapısını oluşturan Osmanlı gerçeğinin zaman ve mekan bilinci..” olduğundan, eğer siz bu zaman ve mekan bilincine sahipseniz, böyle bir bilinci “doğru bir siyasi irade” haline getirebilmişseniz artık korkulacak birşey yoktur ortada!!..
Yani Davutoğlu diyor ki, devleti kuran atalarımızın “stratejik bir zihniyeti” vardı (bu “zihniyet” nedir, nasıl oluşmuştur falan bunlar yok onun tahlillerinde). Zaten devletin kurulmasının başlıca nedeni-iradi faktörü de bu “zihniyet”tir. Daha sonra devletle birlikte ortaya çıkan tarih ve coğrafya derinliğiyle de (“stratejik derinliğimiz”) zenginleşip bütünleşerek elle tutulur maddi bir gerçeklik haline gelen bu “zihniyet” bize kalan mirasın da özünü oluşturmaktadır. Şimdi bize düşen, bu “stratejik zihniyetin” “sürekliliğine” temel teşkil eden “zaman ve mekan bilincini öne çıkararak” onu “geçerli cari koşullar” altında yeniden formüle etmeye çalışmaktır. Yani, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Orta Doğu’dan kuzey Afrika’ya kadar olan bütün o Osmanlı coğrafyasını- mülkünü- arka bahçesini- ortak bir tarihi geçmişe dayanan zaman bilinciyle birlikte ata yadigarı bir “derinlik” mirası olarak görerek bunu “cari koşullara” uygun bir şekilde yeniden formüle edeceğimiz “stratejik zihniyetimizin” maddi temeli haline getirmeliyiz!. Dikkat ederseniz burada da gene “Alman stratejik zihniyetini” tanımlarken kullanılan aynı mantık geçerli. Almanlar sözkonusu olunca Davutoğlu bu işi Germenlerden başlatırken, Türkler’de de Osmanlı devleti’ni kuran o ilk kurucu atalarımızdan (Albler’den-Gaziler’den) başlatıyor. Onların “zihniyetinin” “süreklilik” yanının “bugünün cari koşulları” altında yeniden ete kemiğe büründürülmesi gerektiğini söylüyor.
Şurası doğrudur: Almanlarla Türklerin tarihinin ortak bir yanı vardır. Almanların atası olan Germen barbarları Batı Roma İmparatorluğu’na karşı bir tarihsel devrim gücü olarak tarih sahnesine çıkarlarken, Türkler de Doğu Roma İmparatorluğu’na (Bizans) karşı gene bir tarihsel devrim gücü olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Fetihçi Germenler Batı Roma’ya karşı olan zaferlerini “Büyük Roma Germen İmparatorluğu” olarak taçlandırırlarken, Türkler de Osmanlı Devleti’ni kurarak adlarını tarihe yazdırırlar. Öyle ki, Bizans’ı fetheden Fatih bir ara kendisini “Kaiser-i Rum” yani Roma İmparatoru olarak bile görmeye başlar-adlandırır16.
Peki o zaman önce onu araştıralım biz de, bakalım ne imiş atalarımızdan bize kalan mirasın “stratejik olarak derin” olan o özü?
Osmanlı Devleti’ni kuran atalarımız, Moğol saldırısından kurtulmak için kaçarak Orta Asya’dan Anadoluya gelip yerleşen, göçebe bir hayat yaşayan- kabuğundan yeni çıkmış o civciv gibi- henüz daha bir yanlarıyla içinden çıkıp geldikleri ilkel komünal toplum yaşam tarzına bağlı olan (yazılı olmayan bir anayasaya göre- “töre”- yaşamı organize eden) “Horasan erenleri” denilen insanlardır. Yani bu işin başında o insanların öyle devlet kurmak falan gibi bir “stratejik zihniyetleri” yoktur!. Yaşamı devam ettirme mücadelesidir onları Anadoluya taşıyan!.
Ama, hepsi bu kadar değil tabi, madalyonun bir de başka yanı var!

Yüklə 394,31 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin