Dair Kanunnâme, İstanbul 1263; Mekâtib-i As-ker'ıyye Nezâreti Mekteb-i Harbiyye'de Müstahdem, Ümerâ, Zâbitan ue Me'mûrîn-i Sâire-nin Defteri, İÜ Ktp., TY, nr. 8962 b; Mustafa Nuri Paşa. Netâyicü't-vuküât, İstanbul 1327, [V, 109; Mehmed Esad. Mir'ât-t Mekteb-i Harbiyye, İstanbul 1315; Lutfî. Târih, I, 196 vd.; IV, 168-169; V. 25; Vlil, 118; Cevdet, Tezâkir, IV, 4, 16, 154; Ahmed Cevad, Târîh-i Askerî-i Osmâ-nî, İÜ Ktp.. TY, nr. 4178, s. 41 vd.; Mahmud Şevket, Osmanlı Teşkilât ve Kıyâfet-i Askeriyyesi, İstanbul 1325,1, 2; a.e., İÜ Ktp., TY, nr. 9393, III, 6-8, 84-87, 145-146; Deutet-i Aliyye-i Os-mâniyye Salnamesi, İstanbul 1329, s. 258; Mekâtib-i Harbiyye'den Yetiştirilecek Zâbitan Hakkında Nizâmnâme, İstanbul 1914; Harbiye Mektebi Talimatı, İstanbul 1934; Türkiye Maarif Tarihi, l-ll, 54 vd., 501-508; III-1V, 915, 1383 vd.; Harb Okulu Tarihçesi 1834-1945, Ankara 1945; Ahmed Bedevi Kuran, Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi, İstanbul 1957; Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara 1964, tür.yer.; Alâed-din Avcı. Türkiye'de Askeri Yüksek Okullar Tarihçesi, Ankara 1968, tür.yer.; Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 93, 185, 187-191, 227; Naci Çakın - Nafiz Orhon. Türk Silâhlı Kuvvetleri Tarihi, Ankara 1978,111/ 5, s. 363 vd.; Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 82-84, 85, 179, 180, 194, 197, 244; Cemal Madanoğlu. Anılar, İstanbul 1982, s. 40; Nurettin Serin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Ankara 1990, s. 122-123; Yusuf Çam. Atatürk'ün Okuduğu Dönemde Askeri Okullar: Rüştiye, İdâdî, Harbiye, 1892-1902, Ankara 199Î, tür.yer.; İsrafil Kurtcephe-Mustafa Balcıoğlu. Kara Harp Okulu Tarihi, Ankara 1992; Abdülkadir Özcan, "Tanzimat Döneminde Öğretmen Yetiştirme Meselesi", 150. Yılında Tanzimat, Ankara 1992, s. 461-464; Takvîm-i VekâyV, sy. 99, İstanbul 1250; sy. 107 (1251]; sy. 346 (1263); Tahsin Ünal, "Harp Okulu Tarihi", BTTD, 11/8 (1968), s. 18-21; 11/9 (1968), s. 21-25; 11/10 (1968). s. 50-53; 11/11 (1968). s. 33-41; 11/12 (1968). s. 24-27; 111/13 (1968). s. 17-21; 111/15 (19681. s. 27-30; 111/16 (19691. s. 18-21; 111/17 (1969), s. 25-28; 111/18 (19691. s. 20-22; İV/19 (19691, s. 44-47; İV/20 (19691, s. 61-63; İV/21 (1969), s. 59-62; IV/22 (1969), s. 72-75; İV/23 (1969), s. 76-77; İV/24 (1969), s. 61-63; Resmî Gazete, sy. 13.927, Ankara 15.08.1972; "Harb Akademileri", TA, XVIII, 476-477; "Harbokulu", a.e., XVIII, 478-481; D. A. Rustow, "Harbiye", El2 (Fr.l. III, 209; Tülin Çoruhlu. "Mekteb-i Harbiye", DBİsLA, V, 372-
374- m
İRİ Abdülkadîr Ozcan
L
HARBİYE NEZÂRETİ
HARBİYE NEZÂRETİ ~"
Osmanlı Devleti'nde 1908 yılında kurulan
ve günümüzde
Mîllî Savunma Bakanlığı'na
tekabül eden teşkilât.
J
1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nm ilgasından sonra kurulan Bâb-ı Seraskerî, yanm asırdan fazla bir süre barış ve savaş zamanlarında askerî işlerin görüldüğü en üst makam olmuştur. Sultan Abdülaziz zamanında seraskerliğin işleri ikiye ayrıldı. 1863'te ikinci defa sadrazamlığa getirilen Keçecizâde Fuad Paşa'nın üzerinde Bâb-ı Seraskerî'nin hizmetleri de bırakılınca bürokratik işlerin görülmesi için Harbiye Nezâreti adıyla bir daire teşkil edildi. Bu makama serasker yardımcısı olarak Müşir Hurşid Paşa getirildi ve kendisine Harbiye nâzın denildi. Ancak bu makam, bilinen anlamıyla bir nazırlık değil sadece Bâb-ı Seraskerî'ye bağlı bürolardan biriydi ve gelişip teşkilâtlanama-mışti.
I. Meşrutiyet'in ilânından üç yıl sonra 1879'da Bâb-ı Seraskerî gerçek anlamda nezârete dönüştürüldü ve Harbiye nâzın seraskerin bütün yetki ve sorumluluklarını üstlendi. Ancak bu durum uzun süreli olmadı, 1884'te tekrar eski şekline çevrildi. II. Meşrutiyet'in ilânından bir gün önce (22 Temmuz 1908) Küçük Said Paşa'nın sadrazamlığı döneminde yeniden kurulan Harbiye Nezâreti varlığını imparatorluğun sonuna kadar devam ettirmiştir.
Yeni kurulan bu nezâretin başına getirilen ilk nazır Ömer Rüşdü Paşa'dır. Sadrazamlıktan sonra ikinci önemli makam özelliği kazanan Harbiye nazırlığına önceleri en kıdemli müşirler getirilirken dönemin siyasî ve askerî çalkantıları içinde bu uygulamadan vazgeçilmiş, ferik rüt-besindeki zabitlerin tayin edildiği de olmuştur. Bilhassa İttihat ve Terakki Fırka-sı'nın iktidarı döneminde Enver Paşa'nın çok genç yaşta Harbiye nazırlığına getirilmesi âdeta yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmiştir (Harbiye nazırlarının listesi için bk. TA, XXIV, 183-184). II. Meşrutiyet döneminde askerî alanda önemli yenilikler yapılırken Umum Jandarma Kumandanlığı kurulmuş ve Harbiye Nezâ-reti'ne bağlanmıştır.
1329 (1911) yılında Harbiye Nezâreti bünyesinde Şûrâ-yı Askerî, Tahrirat Dairesi, Şifre, Tercüme, Sicill-i Me'mûrîn ve Evrak kalemleriyle Hukuk Müşavirliği, Er-
119
HARBİYE NEZARETİ
kân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Dairesi, Zâ-bitan, Ahz-i Asker, Kuwe-i Umûmiyye. Fen şubeleri ve Mitralyöz Bölüğü'nden oluşan Piyade Dairesi; üç şubeye ayrılan Süvari Dairesi, Süvari Müfettişliği; biri fen olmak üzere dört şubeden teşekkül eden Sahra Topçu ve Nakliye Kıtaları Dairesi; üç şubeye ayrılan Ağır Topçu Müfettişliği Dairesi; Sicil ve Muamelât, Kuv-ve-i Umûmiyye, Ecza ve Malzeme-i Sıh-hıyye, Fen, Eczâ-yi Müdahhar şubelerinden oluşan Sıhhiye Dairesi; Umûr-ı Bay-târiyye Müfettiş-i Umumîliği: üç şubeye ayrılan Kıtaât-ı Fenniyye ve Mevâki-i Müstahkeme Müfettiş-i Umumîliği; bir tahrirat kalemi bulunan Muhâkemat Dairesi: Bütçe, Kontrol ve Tetkik, Hey'et-i Teftîşiyye ve Hesâbât-ı Atîka şubeleriyle evrak kaleminden teşekkül eden Muhâ-sebât-ı Umûmiyye Dairesi; Hey'et-i Teftîşiyye: Maaş ve Harcırah. Muayyenat, Mel-bûsat ve Teçhizat, İnşaat ve Tamirat, Sev-kiyat ve Nakliyat, Muamelât şubeleriyle İntihâb-ı Küttâb-ı Askerî Komisyonu'n-dan oluşan Levâzımât-ı Umûmiyye Dairesi; İkraz Komisyonu; Matbaa-i Askeriyye; Tahrirat Kalemi, İnzibât-ı Askerî Bölüğü, Misafirhâne-i Askerî, Tevkifhâne-i Askerî birimlerine ayrılan Dersaâdet Merkez Kumandanlığı; Terbiye ve Tedrîsât-ı Aske-rîyye Müfettiş-i Umûmîlİği"ne bağlı Er-kân-ı Harbiyye. Harbiye, Topçu, Tıbbiye ve Baytar mektepteriyle Kuleli İdâdîsi; Piyade Mekâtibi Müfettişi iği1 n in denetimindeki Piyade Endaht. İhtiyat Zâbitanı, Dersaâdet Küçük Zabit, Dersaâdet Küçük Zâ-bit-i İbtidâî; Edirne, Selanik. Beyrut, Erzincan Küçük Zabit mektepleri; Binicilik ve Küçük Zâbitan mekteplerine ayrılan Süvari Mekâtibi; Levazım Mektebi: Dâi-re-i Harbiyye Mektebi; Dersaâdet Rüşdi-ye mekteplerinin bağlı olduğu Mekâtib-i Rüşdiyye İdaresi: Taşra İdâdîve Rüşdiye mektepleri vardı. Ayrıca Dersaâdet, Tekirdağ. Kırklareli, Edirne, Selanik, Manastır, Üsküp, Şam. Erzurum, Erzincan, Van, Musul. Bağdat ve Yemen kolorduları erkânı ile Trablusgarp ve Hicaz fırkaları da Harbiye Nezâreti'ne bağlıydı. Balkan Savaşı arefesinde birçok müessese gibi Harbiye Nezâreti de bazı düzenlemelere tâbi tutulurken Jandarma Umum Kumandanlığı Dahiliye Nezâreti'ne bağlanmış ve vi-lâyetlerdekijandarma kuvvetleri valilerin emrine verilmiştir.
1336 (1917-18) yılında Harbiye Nezâreti müsteşarlık, çeşitli şubelerden oluşan Harbiye Dairesi, Muâmelât-ı Zabtiy-ye Müdüriyeti, Sıhhiye, Levâzımât-ı Umû-
120
miyye, Muhasebat daireleriyle Dersaâdet Merkez Kumandanlığı gibi her biri kendi içinde birçok şube ve memuriyetlerden oluşan birimlerden teşekkül etmekteydi.
Harbiye Nezâreti personeli, Millî Mücadele yıllarında Ankara'da Büyük Millet Meclisi hükümeti bünyesinde 3 Mayıs 1920 tarihinde teşkil edilen Müdâfaa-i Milliyye Vekâleti'ne önemli ölçüde destek olmuş, özellikle silâh, teçhizat vb. savaş malzemesinin Anadolu'ya geçirilip zaferin kazanılmasında büyük hizmetlerde bulunmuştur. Cumhuriyet döneminde bir süre Müdâfaa-i Milliyye Vekâleti adıyla varlığını sürdüren nezârete 27 Eylül 1930 tarihinde Millî Müdâfaa Vekâleti denilmiştir. Bu isim daha sonra Millî Savunma Bakanlığı şeklinde de söylenmeye başlanmış ve 1961 anayasasına girince resmiyet kazanmıştır. Hemen bütün dünya devletlerinde "savaş bakanlığı" adıyla faaliyet gösteren nezâretin adının Türkiye Curnhuriyeti'nde "millî savunma" olması manidardır ve yeni devletin politikasının savaş değil barış olmasının bir gereğidir.
Osmanlı döneminde Sultan Abdülaziz tarafından seraskerlik binası olarak inşa ettirilen yapı daha sonra Harbiye Nezâreti'ne çevrilmiştir; günümüzde İse İstanbul Üniversitesİ'nin merkez binası olarak kullanılmaktadır (bk. bâb-i SERASKERİ).
BİBLİYOGRAFYA :
Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü'l-vuküât, İstanbul 1327, IV, 109; Satnâme-İ Umümî{\329), s. 240 vd.; Devlet-i Aliyye-İ Osmâniyye Salnâ-mesi(l336), s. 434 vd.; Karal. Osmanlı Tarihi, VII. 141-142; VIII, 352, 353; Lewis. Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 82,85,97, 112,227,369, 373; S. J. Shaw - E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (trc. Mehmet Harmancı), İstanbul 1983. II, 108, 268. 332, 368; Pakalın, I, 738; İsmet Parmaksızoğlu. "Milli Savunma Bakanlığı", TA, XXIV, 182-184; Abdül-kadir Özcan. "Bâb-ı Seraskerî". DİA, IV, 364.
İm Abdülkadir Özcan P HARBİYYE
Keysâniyye'ye mensup olan Abdullah b. Amr b. Harb el-Kindî'nin
(ö. II./VIII. yüzyılın başlan) görüşlerini benimseyenlere verilen ad
(bk. KEYSÂNİYYE). L J
F HARÇ HAZİNESİ
(bk. HAZİNE).
L J
r "i
HAREKET
Cismin bir mekândan
diğer bir mekâna intikalini veya
genellikle tabiattaki çeşitli değişmeleri
ifade eden kelâm ve felsefe terimi.
l_ _I
Sözlükte "durgunluk konumundan çıkmak" anlamına gelen hareket kelimesi Kur'an'da geçmemekle birlikte bu kökten türeyen çekimli bir fiil kullanılmıştır. Burada, nazil olan vahyi çabuk öğrenmek düşüncesiyle Hz. Peygamber'e dilini oynatmaması emredilmektedir (ei-Kıyâme 75/16). Hadislerde de Resûl-i Ekrem'e vahiy geldiği zaman bunu ezberlemek için dilini hareket ettirdiği belirtilmiş ve kelime çeşitli rivayetlerde sözlük anlamında kullanılmıştır {Müsned, 1, 348; IV, 332; Buhârî, "Tefsir", 75/1).
ü KELÂM. Kelâm ilminin II. (VIII.) yüzyılda teşekkül etmeye başlaması sırasında bu ilmin kurucuları, fiziği metafizik gayelerine ulaşmanın vasıtası olarak gördüklerinden onun alanına giren meselelerle yakından ilgilenmişler, bu arada hareketi de inceleme konusu yapmışlardır. Muammer b. Abbâd ve İbn Keysân el-Esam dışındaki kelâm âlimlerinin hareketin varlığı ve tanımı konusunda birbirine yakın görüşler benimsediği söylenebilir. Kelâmcılar daha çok mekân (eyn) kategorisi üzerinde durduklarından hareketi buna uygun olarak tanımlamışlardır. Buna göre hareket, bir cevherin bir mekândan başka bir mekâna intikal etmesidir. Hareketin oluşması için iki mekâna ihtiyaç vardır. Cevherin, birinden diğerine intikali yoluyla iki ayrı mekânda iki ayrı zaman içinde bulunuşu hareketi oluşturmakta birlikte ikinci mekândaki ilk bulunuşu hareketin esasını teşkil eder. Buna "nukle" de denir.
Felsefeden etkilenen müteahhir dönem kelâmcıları, filozofların "kuvveden fiile çıkış" tarzında yaptıkları daha genel tariflere de yer vermişlerdir {et-Ta'rîfât, "hareket" md). Hareket, kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre cismin oluş (kevn) cinsinden bir arazıdır. Cismin mekânda bulunuşu hareket veya sükûn halinde olur. Onun mekânda duruşu sükûn, oradan intikali hareket adını alır ki her ikisi de birer oluştur (ibn Fûrek, s. 2lO|. Mu'-tezile âlimlerinden Nazzâm sükûnu da bir hareket olarak kabul etmiş ve buna "i'timad (dayanma) hareketi" adını vermiştir. Ona göre hareketle kevn aynı anlamı ifade eder. Bütün hareketler cismin mekâna dayanmasından ibarettir. Bun-
ların bir kısmında ikinci bir mekâna intikal vardır, bir kısmında ise intikal yoktur. Cisim bir yerden başka bir yere hareket edince hareket ilk mekânda meydana gelir ki bu da cismin ikinci mekânda oluşunu gerektiren dayanmalarıdır. Cismin ikinci mekândaki oluşu ikinci mekândaki hareketidir. Böylece bütün cisimlerin hareket halinde bulunduğunu savunan Nazzâm. hareketin intikal (nukle) hareketi ve i'timad hareketi olmak üzere iki türlü olduğunu kabul etmiştir (Eş'arî, s 325. 355). Vıne ona göre insanın bilgisi ve iradesi nefsin hareketleridir (Şehris-tânî, I, 55)- Buna karşılık Cehm b. Safvân hareketin bir cisim olduğunu ileri sürerken İbn Keysân el-Esam, hareket eden bir cismin varlığını kabul etmekle birlikte hareketin mevcudiyetini reddetmiştir. Muammer b. Abbâd da hareketin ve hareket eden cisimlerin bulunmadığını, aksine bütün cisimlerin gerçekte sükûn halinde olduğunu söylemiştir. Zira ona göre birinci mekânda sakin olan cismin ikinci mekânda da sükûn halinde bulunduğu görülür (Eş'arî, s. 343, 345; Ebû Rîde, s. 13I-132|.
Ebû Ali el-Cübbâî ve Eş'arî gibi bazı ke-lâmcılar hareketin duyularla algılandığını kabul ettiklerinden (İbn Fûrek, s. 245; jbn Hazm, V, 178; Cürcânî, Şerhu'l-Meuâ-kıf, s. 323) kanıtlanması üzerinde durmamışlardır. Fahreddin er-Râzî ile diğer bir kısım kelâmcılar ise hareketi aklî delillerle ispat etmeye çalışmışlardır. Bu konudaki delilleri şöylece özetlemek mümkündür: Bir cisim dururken hareket etmektedir, bu da hareketin mevcut olduğunu gösterir. Eğer hareket haline geçince cisimde hareket adı verilen bir durum değişikliği meydana gelmeseydi hareket etmeye başlamasından sonraki halinin öncekinin aynı olduğunu söylemek gerekirdi. Halbuki cisim hareketten önce hareket etmiyordu. Hareket eden cisimle hareket etmeyen cisim arasında fark bulunduğu açıktır. Bu da hareketin varlığını kanıtlar (Fahreddin er-Râzî, VI, 30).
Kelâmcılar, hareketle zaman ve mekân arasında ayrılması mümkün olmayan bir irtibatın bulunduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre hareketin mevcudiyeti geçmişte ve gelecekte değil şu andadır. Şu anda mevcut olan hareket zihnen dahi bölünemez. Aksi takdirde bölündüğü farze-dilen parçaların bazısının önce. bazısının sonra olması gerekirdi. Zira hareketin var sayılan parçalarının birleşmesi imkânsızdır. Bundan dolayı şu andaki hareket gibi hareketin geçmişe ve geleceğe yönelik diğer kısımları da bölünemezdir.
Geçmişteki hareketin var sayılan parçaları, geçmiş anlarda "şu an" oldukları gibi gelecekteki hareketin parçaları da gelecekteki anlarda "şu an" olacaktır. O halde hareket bölünemeyen parçalardan oluşur. Ayrıca hareket mutlaka bir mekânda gerçekleşir. Yani hareketin her parçasının hizasında mekânın da bir parçası bulunmaktadır. Hareketin cüzleri par-çalanam ayacağından mekân yani cisim de parçalanamaz. Mekânın bölünmesi halinde o cüzlere tekabül eden hareketin cüzlerinin de bölünmesi gerekir, halbuki cüzler bölünemez (a.g.e., VI, 29, 31, 46). Böylece kelâmcılar, hareket görüşleriyle atomcu nazariyelerini birleştirerek bu konuda İslâm filozoflarından ayrılmışlardır.
Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre hareket sürekli değildir; aksine bütün hareketler yok olur. Çünkü hareketin bizzat kendisi bekâsını imkânsız kılar. Onun bekası mümkün olsaydı sükûndan farkı kalmazdı. Zira bir mekânda devamlı oluş sükûndan başka bir şey değildir. Hareket ise cismin birinci mekânda bulunmasının ardından ikinci mekânda, fakat birinci zamanda oluşudur. Eğer hareket baki olsaydı ikinci mekânda ikinci zaman içinde bir oluş olurdu, böylece sükûndan farkı kalmazdı (Bağdadî, s. 50-51; Cürcânî, Şerhu'l-Meüâktf, s. 322). Hareketin aksine bazı istisnalar dışında sükûn baki olabilir.
Erken devirlerdeki kelâm âlimleri tarafından sadece yer kategorisine ilişkin hareket üzerinde durularak bütün hareketler benzer, zıt, farklı, zarurî (kasrî-ta-biî), ihtiyarî kısımlarına ayrılırken (İbn Fûrek, s. 245; İbn Hazm, V, 178-179) felsefenin etkisinde kalan müteahhir dönemlerde konunun kapsamı genişletilmiş, özellikle hareketin tanımı, tahlili, çeşitleri ve taksimine dair bilgiler büyük ölçüde felsefeden alınarak kelâma aktarılmıştır.
Kelâmcılar. maddenin ve bütünüyle kâinatın yaratılmışlığını kanıtlama amacına hizmet eden bir olay olarak kabul ettikleri hareketin hudûsu noktasında görüş birliği içindedir (İbn Fûrek. s. 245; Ebû Rîde, s. 137). İbn Teymiyye ise muhtemelen İbn Rüşd'den etkilenerek hareket nevinin kadîm olabileceğini, fakat tek tek hareketlerin hadis olduğunu ileri sürmüştür (Der'ü te'âruziVakl ue'n-nakl, IV, 132-133).
BİBLİYOGRAFYA :
et-Ta'rifât, "hareket" md.; a.mlf., Serhu'l-Me-uâktf, s. 318-336; Tehânevî, Keşşaf, "hareket" md.; Müsned, !, 348; IV, 332; Buhârî. "Tefsir", 75/1; Eş"arî, Makâlât (Ritter). s. 325, 343, 345, 347, 351, 355; Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî, el-Me-sâ'i/ fi'l-hilâf beyne'l-Başriyyîn ve't-Bağdâdiy-
HAREKET
yîn (nşr. Man Ziyâde-Rıdvân es-Seyyid). Beyrut 1979, s. 173; İbn Fûrek. Mücerredü'l-makâlât, s. 208, 210. 244, 245, 343; Bağdadî, Uşülü'd-din, s. 46-5Î; İbn Hazm, et-Faşt (Umeyre), V, 175-179; Şehristânî, e/-Mı"/e/ (Kîlânî), I, 55; Fahreddin er-Râzî, el-Metâlibü'l-'âliye mine'l-'il-mi'l-ilâhî (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Beyrut 1987, VI, 29-31, 46; İbn Teymiyye. Der'ü te'â-ruzi't-'akl ue'n-nakl (baskı yeri yok], 1978 (Dâ-rü'1-Künûzi'l-edebiyye), IV. 123, 132-133, 159; VI. 309. 31i; Elmalıh. Hak Dini, IV, 2736; Ab-durrahman Bedevi, Mezâhİbü'1-İslâ.miyyîn, Beyrut 1971, I, 234, 303, 304; Ebû Rîde, M/n Şü-yûhi'l-Mu'tezile İbrahim b. Seyyar en-Naz-zâm. Kahire 1989, s. 131-137; M. Şemseddin. "Mütekellimîn ve Atom Nazariyesi", DİFM, 1/1 (1341], s. 88-89. m
İMİ Yusuf Şevki Yavuz
D İSLÂM FELSEFESİ. Hareket konusu İslâm felsefesinde zaman, mekân gibi diğer temel kavramlarla birlikte "es-Semâü't-tabîî" (tabii bilimlerin fizik felsefesi) bölümünde incelenir. Ayrıca kozmik hareketler metafizikle ilgili görüldüğünden iiâhiyyât içinde ele alınır, ilkellerin bilimi olan tabiatın konusu cisimlerdir; ancak burada cisimler, cisim olması bakımından değil değişmeye konu olması bakımından incelenir. Değişme yani hareket cismin en temel özelliklerindendir. Bu sebeple İslâm filozoflarının tabiat felsefesi görüşlerinin merkezini hareket teorisi oluşturur. O kadar ki Kindî fizik ve metafizik ilimlerini tanımlarken birinciye "hareket edenin ilmi", ikinciye de "hareket etmeyenin İlmi" der (Resâ% s. 111). Genel olarak tabiat bilimleri ve tabiat felsefesi alanlarında en geniş eserleri yazan İbn Sînâ'nın tabiat görüşü Aristo'da olduğu gibi hareket kavramı üzerine te-meilendirilir. Burada bir bakıma tabiat kavramı ile hareket kavramı özdeş gibidir. Hatta tabiatta hareketten daha genel bir şey bulunmadığı bile söylenebilir. Bundan dolayı İlkçağ ve Ortaçağ felsefe-lerindeki tabiat nazariyesi özünde bir hareket nazariyesidir; ayrıca tabiat felsefesinin iki önemli kavramı olan zaman ve mekân da bu hareket kavramına dayanılarak açıklanır.
Kindînin "bir çeşit değişme" olarak tanımladığı hareketi {a.g.e., s. 117) İbn Sînâ Aristo'ya uyarak "kuvveden fiile çıkış" diye tanımlar {es-Semâcu't-tabfî, s. 48). Ancak hareketin tanımı için kuvveden fiile çıkış yeterli değildir. Çünkü kuvveden fiile çıkış her kategori içinde gerçekleşen bir durumdur. Kuvveden fiile çıkış ya bir anda veya tedrîcî olarak gerçekleşir. Hareket zaman içinde sürekli bir tarzda kuvveden fiile çıkıştır. Bir anda vuku bulan değişmeye ise kevn ve fesâd adı verilir. Kuvveden fiile çıkana müteharrik,
121
HAREKET
çıkma olayına da hareket denilmektedir. Ayrıca burada sükûnun hareketin karşıtı ve çelişiği değil yokluğu olduğunu belirtmek gerekir (a.g.e., s. 110-111)
Hareketin kavranılması hareket eden, hareket ettiren, hareketin başlangıç ve bitiş noktaları, hareketin içinde geçtiği yer ve zaman olmak üzere altı öğeyi içerir {a.g.e., s. 87; Ebü'l-Berekât el-Bağdâdî, II, 33). Hareket tasavvuruna dahil olan bu altı öğeden hareket ettiren ve zaman hareketin ayrılmaz unsurlarıdır; hareket eden, hareketin başlama ve bitiş noktaları ile iki nokta arasındaki mesafe ise hareketin kurucu öğeleridir. Her hareket edenin mutlaka bir hareket ettiricisi bulunur. Hareket ettirenle hareket eden arasındaki bu ilişki hareket ettiren yönünden fiil, hareket eden yönünden infialdir.
Bunun dışında hareketin birliği (vahdet) ve çokluğundan da (kesret) söz edilir. Buna göre hareketin sayı, tür, cins, yakınlık ve uzaklık gibi kategorilerle bağlantısı onun vahdeti, bu bağlantının sükûn ile kesintiye uğraması kesretidir. Hareketin vahdeti üç şeye bağlıdır: Hareket ettiricinin vahdeti, mesafenin (mekân) vahdeti, zamanın vahdeti. Bunların çokluğu hareketteki çokluğu doğurur. Zaman ve mesafe dikkate alınarak aynı cins içinde hareketler karşılaştırıldığında hareketle ilgili olarak hızlılık, yavaşlık ve eşitlik kategorileri elde edilir. Yol ve zamanla birlikte bu beş kavram hareketin analizi için gereklidir. Burada zaman hareketin süresi ve sayısı olarak tanımlanır. Kindî, on-tolojik olarak hareket, zaman ve mekândan birinin ötekinden önce gelmediğini ve bunların cisme bağlı olarak sonlu olduklarını söyler {Resâ% s. 117, 133). Nitekim İbn Sînâ da zaman ve hareketten önce sadece yüce yaratıcının varlığından söz edileceğini belirtir; zaman ve hareket arasında herhangi bir ilkliğin bulunmadığını söyler (es-Semâ'u't-tabFî, s. i 32).
Tabiattaki değişme beş kategoride gerçekleşir; bunlardan dördü fiziğin konusuna giren yer (mekân), nitelik, nicelik ve konum (vaz') kategorileri, biri de oluş ve bozuluş şeklinde metafiziğin konusuna giren cevher kategorisidir. Kindî, bu sonuncusunu da hareket kategorisi sayarak oluş ve bozuluşa zatî hareket, diğer kategorilerdeki hareketlere ise gayri zati hareket demektedir {Resâ% s. 217).
Hareket yer. nitelik, nicelik ve konum kategorilerinde meydana gelir ve bu açıdan çeşitlenir. Yer değiştirme hareketi (intikal) nicelik ve nitelikle ilgili harekete
122
göre daha belirgindir ve kolay kavranır. Bu hareket cismin merkezinin, cüzlerinin veya bütünün yer değiştirmesi olarak bilinen bir mekân değişimidir. Ayrıca bu hareketin başını, sonunu ve zamanını tayin etmek mümkündür. Nicelik kategorisi ise cismin merkeze veya merkezden çevreye doğru yer değiştirmesi, yani bir cismin artması, eksilmesi, büyümesi ve küçülmesidir. Nitelik kategorisine giren hareket cismin soğuma, ısınma, yoğunlaşma ve genleşme gibi yönlerden değişmeye uğramasıdır. Diğerlerine göre bu çeşit hareketin izahı daha zordur. Bunların sonuncusu, gök cisimlerinin yahut feleklerin hareketlerini açıklamak için kabul edilen konum hareketidir. Bu hareket feleğin kendi durumunu değiştirerek hareket etmesidir. Feleğin bu hareketi önceki üç çeşit hareketle açıklanamaz; çünkü felek hareketinin başlangıç ve bitiş noktalarını, mesafesini ve zamanını belirlemek mümkün değildir. Bu, kendi ekseni etrafında hızla dönen bir kürenin hareketi gibidir. Bundan dolayı ilk üç çeşit harekete düz (müstakim) hareket, vaz' hareketine dairevî (müstedîr) hareket de-niiir.
Hareket ayrıca muharrik ilkesi açısından da incelenir. Buna göre hareketin ilkeleri tabiat ve nefis olmak üzere ikiye ayrılır. Bu etken ilkelere göre hareket tabii, nefsânî (iradî) ve teshîrî (kasrî) olmak üzere üç kısma ayrılır. Tabiat, havaya fırlatılan taşın yere düşmesi örneğinde olduğu gibi kendisinden hareketin bilinçsiz ve iradesiz sâdır olduğu etken ilkenin adıdır (İbn Sînâ, es-Semâ'u't-tabfî, s. 30-31; a.mlf., eş-Şifâ3 et-İlâhiyyat (1), II, 257-259) Bir cismin tabiatı onu değiştiren ve hareket ettiren güçtür (İbn Sînâ, es-Se-mâcu't-tablcl, s. 34-37).
Hareketin kaynağı olan nefis kendi içinde nebatî, hayvanı, insanî ve felekî olmak üzere dörde ayrılır. Her bitkinin nefsi onun büyüme, üreme ve gelişmesini sağlayan bir hareket ilkesidir. Nebatî nefsin hareketi İrade açısından tabii harekete dahildir. Hayvânî nefis canlılardaki hareketin kaynağıdır; ancak canlılardaki asıl hareket ilkesi onların nefislerinde bulunan, ayrıca duyumlar ve içgüdüye dayanan his-sîve vehmî iradedir. İnsan hareketinin ilkesi ise bilgi, irade ve eylem gücü olarak üçe ayrılır. Bu harekette gerek akıl gerek duyu bilgisi tek başına yeterli değildir; hareketin gerçekleşmesi için organlardaki gücü harekete geçirecek iradenin bulunması gerekir. İnsanı bir şeyi elde etme yönünde hareket ettiren etkene ar-
zu (şehvet) gücü. bir şeyden uzaklaşma ve savunma yönünde harekete geçirene ise öfke (gazap) gücü denir. Yine insan eyleminin yöneldiği amaca göre bu İstek duyulardan kaynaklanıyorsa irade, akıldan kaynaklanıyorsa ihtiyar adını alır. Bunlardan iradî hareketin yöneldiği amaç zannî hayır, ihtiyarî hareketin yöneldiği amaç hakiki hayır sayılır.
Tabiat, bir hareketi ancak gayri tabii bir halin bulunmasından dolayı nicelik ve yer kategorileri çerçevesinde gerçekleştirir. Fakat gök cisimlerinin hareketi bu kategorilere dahil edilemez. Bundan dolayı durum kategorisi kabul edilmiş ve hareketin sürekli (kesintisiz) oluşundan, yani mesafesinin ve süresinin belirlenemeyeceğinden söz edilmiştir. Göklerin dairevî hareketi tabiattan kaynaklanmış değildir. Bu hareketlerin yakın ilkesi ve sebebi onun cisminin kemali ve sureti olan nefis, uzak ilkesi ise akıldır. Felek hareketinin gayesi nefsin akla benzeme arzusudur ve bu arzu gök cisminin hareketini doğurur. Onun bu hareketi bir çeşit me-lekî veya felekî ibadettir. Yönleri ve hızları açısından birbirinden farklı olan gök kürelerinin hareketlerinin insan nefsinin hareketlerine benzetilmesi suretiyle yapılan bu açıklama, bir nevi mekanik âlem anlayışının karşıtı olan ve köklerini Aristo'da bulan gâî âlem anlayışının ürünüdür.
Dostları ilə paylaş: |