Sunuş Değerli Meslektaşlarımız



Yüklə 0,77 Mb.
səhifə5/15
tarix03.01.2019
ölçüsü0,77 Mb.
#89312
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Fare, sıçan, kobay, tavşan v. b birçok canlı yaşam süresi boyunca kimyasal maddelere maruz bırakılarak yapılan farmakolojik toksisite çalışmaları uzun yıllardan beri yapılmaktadır. Fakat sucul toksisite çalışmaları farmakolojik toksikolojiye göre daha yakın zamanlarda başlamıştır. Tablo 1’ de deniz canlıları üzerinde çeşitli kimyasalların farklı yaşam evrelerindeki etkileri görülmektedir (Connell ve Miller 1984).Bu çalışmalarda, yumurtadan yeni çıkmış balık ya da diğer organizmaları olgunluğa kadar ve bunlardan elde edilen ikinci nesil de çeşitli yoğunlukta toksik madde içinde yaşatılarak etkiler gözlemlenmeye çalışılır. Elde edilen bulgular çeşitli olumsuz etkileri ortaya koymamızı ve NOEC'u belirleyebilmemizi sağlar. Birinci kuşakta uzun-sureli hayatta kalma, büyüme, tümör oluşumları veya hastalık göstergesi olan diğer göstergeler olan anormal davranış, erginlik zamanı, yumurta bırakma başarısı gibi parametreler gözlemlenebilir. İkinci kuşakta ise yumurtadan çıkma başarısı, genç bireylerde ölüm oranı, büyüme ve vücut deformiteleri gözlemlenebilir (Spraque 1970).

Erken yaşam evreleri canlıların en hassas oldukları dönemlerdir. Gelişimdeki hızlı değişim embriyo, larva hatta ilk jüvenil evrelerde yüksek mortaliteye neden olmaktadır. Bu evrelerde 1 aylık bir çalışma yeterli olmaktadır. Tam yaşam döngüsü, kısmi yaşam döngüsü ve erken yaşam evreleri ile yapılan testler su kalitesi kriterlerinin oluşturulmasında en yoğun kullanılan subletal testlerdir.

Omurgasız canlılar toksisite testlerinde oldukça yoğun kullanılmaktadır. Özellikle, Daphnia spp, Ceriodaphnia dubia, deniz kestanelerinden Paracentrotus lividus, Arbacia lixula, grubu ile testler yapılmaktadır (Cakal ve ark 2008). Örneğin, OECD, EPA gibi kuruluşların standart test olarak kabul ettiği Daphnia pulex için 14 günlük muamele süresi içinde yeni yumurtadan çıkan bireyden ergine kadar etkileri gözlemek için yeterli olmaktadır. Daphnia magna için 21-28 günlük testler uygulanmakta daha kısaları da teklif edilmektedir. Bu canlılar balıklardan daha hassas olmakla birlikte yetiştirilmeleri özel koşullar gerektirmektedir. Mysidopsis bahia'da laboratuvar koşullarına iyi uyum gösteren ve yaşam döngüsü testlerinde çok kullanılan bir omurgasızdır. Denizsel canlıların larvaları ve diğer birçok omurgasız canlı test organizması olarak teklif edilmektedir. Gammarus pulex, Hyella azteca, Paracentrotus lividus'un larval evreleri bunlardan bazılarıdır.

Ayrıca, çeşitli tek hücreli algler kullanılarak yapılan fitotoksisite çalışmaları da kısa sürede güvenilir sonuçlar verir. Plankton populasyonunun büyüme kinetiği üzerine çeşitli toksik maddelerin inhibe edici etkisinin araştırıldığı bu çalışmalarda Desmodesmus supspicatus, Selenastrum capricornutum, Chlorella vulgarisgibi türler yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu türlerin kullanıldığı standart test prosedürleri oluşturulmuştur.

Biyoenerjitik analizler, bir canlının büyüme ve üreme amacıyla enerjiyi sağlanma ve kullanımını ortaya koyar. Büyüme ve üreme aktivitesinin her ikisi de canlının ekolojik uyum sağlayarak hayatta kalmasını sağlamaktadır. Scope for Growth (SFG=Gelişim verimliliği) bu amaçla çok kullanılan bir ölçüm yöntemidir. Basit olarak bu yöntem bir canlının besinleri asimile etmesi ile ortaya çıkan enerjinin, solunum ve boşaltım için gerekli enerji sağlandıktan sonra kalan kısmının belirlenmesidir.

Yüzme performansı solunum aktivitesi ile doğrudan bağlantılı olduğundan bu parametrenin belirlenmesi yoluyla toksik etki ortaya koyulabilmektedir. Balıkların yüzme hızını ölçebilecek özel deneysel düzeneklere gerek duyulmaktadır. Diğer sucul canlılarda örneğin midyelerde sir aktivitesi, su pirelerinde (Daphnia spp) kalp atış hızları belirlenerek toksik etki ortaya koyulmaya çalışılmaktadır.

Davranışın bir ölçüm parametresi olarak testlerde kullanılması çok yaygın değildir. Balıkların ve diğer sucul canlıların davranış tepkileri henüz çok iyi bilinmemekte ve dolayısıyla toksik maddelerin subletal etkilerini de bu yolla açıklamak zor olmaktadır. Öte yandan, görünür herhangi bir fizyolojik zarara neden olmayan toksik madde konsantrasyonları populasyonları etkileyebilmektedir. Örneğin, Ohio deresinin sularında yapılan laboratuar çalışmaları sonucu elde edilen değerler arazide test edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla, çeşitli seviyede Cu ile kirletilmiş dere suları içine alınan balıklar laboratuarda emniyetli konsantrasyonda Cu içeren akvaryumlarda yumurta bırakmışlardır. Arazide farklı bir durum görülmüştür. Aynı konsantrasyonda Cu bulunan sulardaki balıklar yumurta bırakmamakta derenin daha aşağı kısımların doğru göç etmektedirler. Ancak önlerine bir bariyer konulduğunda yumurta bırakmaktadırlar. Bu da gösteriyor ki, sakınma davranışı balıklarda çeşitli streslere karşı oluşturulan en hassas göstergedir. Aynı şekilde, Corophium türleri sedimenti oyarak oluşturdukları tüpler içinde yaşamaktadırlar. Subletal konsantrasyonda toksik maddeye maruz bırakılan bu canlılar tüp oluşturamadıkları bilinmektedir.

Hayvanların doku ve hücrelerindeki anormal yapılar toksik etkiyi ve bir ölçüde de etkiyi hangi kimyasalın oluşturduğunu ortaya koyabilmek için geniş ölçüde kullanılmaktadır. Bu çalışmalar, balıklar ve diğer sucul hayvanlarda çok az yapılmıştır ve genellikle erken gelişme safhalarında çalışılmıştır. Bazı başarılı çalışmalar yapılmış olmakla birlikte, histopatoloji günümüzde sucul toksikolojinin başlıca araştırma yöntemi değildir. Örneğin, gonad olgunluğunun saptanması ve bu parametredeki azalma histopatolojik olarak yapılmaktadır. Diğer bir çalışma sahası da sucul canlılarda özellikle balıklarda tümör oluşumlarının belirlenmesidir. Bu amaçla, rutin histopatolojik çalışmalar yapılmaktadır. Balıklarda kan dokusu, balık sağlığını ortaya koymak için sıkça yapılan çalışmalardır. Örneğin, laboratuar çalışmalarında kaya balığı Gobius niger üzerine kadmiyun etkileri kan hücreleri yayma preperatlar hazırlanarak gözlemlenmiştir. Bu çalışmalarda, 2 ppm kadmiyuma maruz kalan balıkların, kırmızı kan hücrelerinin membran yapısında ve şeklinde çeşitli bozukluklar olduğu gözlenmiştir. Çeşitli derecelerde kirli ortamları olan İzmir Körfezinde araziden toplanan aynı tür balıklarda yapılmış kirlilik derecesine göre kırmızı kan hücrelerindeki deformitelerin arttığı görülmektedir (Katalay ve Parlak 2004).

Canlı hücrelerinde çeşitli kimyasaları metabolize etmek için oluşturulan çeşitli enzimlerin artmış veya azalmış olması bize önemli veriler sağlamaktadır. Bu enzimlerin, örneğin karaciğer hücrelerindeki miktarının yapılan histolojik preperatların özel boyama teknikleri kullanılarak hücredeki renk yoğunluğuna bakılarak enzimin yoğunluğu ve hücredeki lokasyonu belirlenebilmektedir.

ÇEVRESEL GÖZLEMLER (BİYOLOJİK İZLEME)

Çevresel yönetim, kirliliğin bazı türler üzerinde yapacağı zararlı etkileri yönetmek ve kontrol etmek demektir. Etkili bir kirlilik yönetimi yapmak için doğal çevrede meydana gelen zararlı etkiler ve bu etkilere sebep olan kirlilik faktörleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekmektedir. Bu amaçla yapılan çalışmalar, biyolojik izleme programının uzunluğu ve detayına göre bir istasyondan ya da istasyonlardan kısa süre içinde alınmış kalitatif ve kantitatif bulguların elde edildiği çalışma şeklinde olan Yüzeysel gözlem (Survey) veya belirli bir zaman süresince sürdürülen devamlı survey programları olup, seri halinde yapılan İzleme (Monitoring) programları şeklinde olabilir.

Ortamdaki kimyasalların tek başına bulunmadığı atıkların ve çevrenin bir karışımı olduğu, ayrıca türler arası etkileşimleri de göz önüne alırsak durum daha karmaşık hale gelmektedir. In situ biyolojik monitoring, yani doğal ortamından alınan örneklerde yapılan analizler, laboratuvarlarda standardize edilmiş durumlar yerine arazideki koşulları yansıtır ve doğal populasyonlardaki çeşitli parametreleri ölçerek yapılabilmektedir. Hopkin (1993) ’e göre dört esas yaklaşım vardır;

1.Bir bölgeden türün var ya da yok olması üzerine kirliliğin etkilerinin veya “kommunite etkisi olarak bilinen tür kompozisyonlarındaki değişikliklerin gözlenmesi,

Tür topluluğunun yapısındaki anormalliği ya da değişimi anlayabilmek için değişiklikleri zaman içinde gözlemlemek ve kirlenmemiş benzer bir ortamdaki normal ekolojik durum hakkında yeterli bilgiye sahip olmak gerekir. Bu karşılaştırma sonucu kirliliğin etkisi ortaya konur. Öte yandan, türlerin kirleticilere karşı farklı derecede hassasiyet göstermesi esasına dayanan “biyotik” yaklaşım ve kommunitedeki değişimlerin esas alındığı “diversite” yaklaşımları söz konusudur.



Çeşitlilik İndekslerinin belirlenmesi

Shannon-Weiner İndeksi (H’) = -Σ ni/N ln (ni/N)

Evenness Tür Zenginliği İndeksi (E) =H’/lnS

Margalef Tür Zenginliği İndeksi (D) = (S-1)/ lnN

S: toplam tür

N: toplam birey

ni (i: 1 den S ye) belli bir türe ait birey sayısı

Benzerlik İndekslerinin saptanması

Kommüniteler arasındaki tür kompozisyonu ve bolluk derecelerinin veya aynı kommünite içerisindeki geçici değişikliklerin karşılaştırılmasını sağlamak için kullanılır. Sadece varlık ve yokluk verilerine dayalıdırlar.

Jaccord İndeksi= (C/A+B+C) ×%100

Sorenson İndeksi=2C/ (A+B+2C) ×%100

Benzerlik Katsayısı=[C×100/ (A+B-C) ] ×%100

C; her iki kommunitede bulunan tür sayısı

A; sadece A kommunitesindeki tür sayısı

B; sadece B kommunitesinde bulunan tür sayısıdır



Anahtar Türlerin ortaya çıkarılması

Kommunite yapısının sürdürülmesinde topluluk içindeki tüm türler eşit derecede önemli değildir. Bazı türler topluluğun yapısını kontrol etmede önemli rol oynar. Bu türlere anahtar türler. Bu anahtar türler herhangi bir etki altında kaldığında, komünitenin bütününde çarpıcı değişiklikler olması beklenir. Örneğin; deniz salyangozları, kayalık habitatlarda bulunan toplulukların yapısının kontrolünde önemli olduklarından, bu habitatların anahtar türü konumundadır. Deniz salyangozlarının beslenme davranışı, kayalık sahillerdeki makroalg yoğunluğunu kontrol altında tutar. Deniz salyangozlarının ortamdan uzaklaştırılması, bölgede makroalglerin aşırı çoğalması ile sonuçlanır.



Fırsatçı Türlerin saptanması.

Bir kommünite, birbirleriyle ilişki içerisinde olan birçok türün bir araya gelmesiyle oluşmuştur ve birçok tür de su, besin, alan ve barınak bakımından aynı kaynaklardan yararlanmak durumunda kalmaktadır.

Türlerin toksik maddelere duyarlıkları çeşitlilik gösterir. Bir toksik maddenin düşük seviyeleri; öncelikle topluluk içindeki en hassas birkaç türü ve bunlara bağımlı olan diğer türleri elimine edecektir. Bu hassas türlerin eliminasyonundan sonra bu türlerin kullandığı kaynaklar, aynı kaynakları paylaşan dayanıklı türlere kalacaktır. Hassas türlerden kendilerine kalan ekstra kaynaklar sayesinde, dayanıklı türler bu avantajlardan yararlanacak ve sayılarını arttıracaklardır. Örnek olarak, poliket kurtçuğu Capitella capitata verilebilir. Düşük oksijen seviyelerine ve yoğun organik kirliliğe karşı tolerans sahibi olması nedeniyle, organik kirliliğe maruz kalmış sedimentlerin baskın türü bu kurtçuktur.

Tatlı sularda en çok kullanılan biyotik indisler Trent Biyotik Indisi (TBI), Chandler Biyotik Skoru (CBS) ve Biyolojik Monitoring Çalışma Grubu (BMWP)’dir (Walker ve diğ 2003).Bu indislerin hepsi makro omurgasızların organik kirleticilere karşı göreceli toleransı ile ilgilidir. En çok kullanılan çeşitlilik (diversite) indisi, türler arasında bireylerin dağılımı ve tür zenginliğini esas almaktadır ve bunlardan birisi Shannon-Weiner Diversite Indisidir. Birçok faktörün kommunite yapısını etkilediği bilinmekte ve bunlara ek olarak hangi indeksin diversite ölçümü için kullanılacağı ve hangi taksonomik grup ve seviyenin dikkate alınacağı konusunda tartışmalar sürmektedir.

Deniz ortamında da bentik organizmaların kommunitelerinde pollusyon kaynaklı değişimleri ölçmenin en basit yolu sediment örneklerinde türlere ait birey sayısının log normal dağılımı analiz etmektir. Denizsel fouling tür topluluklarının tür kompozisyonunun değişmesini belirlemek amacıyla, in situ olarak transplantasyonlar yani yapay yüzeyler oluşturarak sucul ortama bırakılması ve belirli zaman aralıkları ile bu yüzeylerdeki tür topluluklarının incelenmesi ile gözlemlenebilir.

Ekolojik çalışmalarda kommünite ve ekosistemin işlevleri aşağıdaki parametrelerin ölçülmesi ile belirlenebilir. Bunlar; Solunum hızı, Üretim/biyokütle oranı (P/B), Üretim/solunum oranı (P/R), Besin döngüsü, Ayrışma hızıdır.



2.Gösterge veya belirleyici türlerin çeşitli dokuları veya tümünde bulunan kirleticilerin konsantrasyonlarının ölçülmesi,

Organizmalardaki kirleticiler ölçülerek o zamana kadar canlıdaki madde birikimi belirlenir ve bu veriler predatörler veya o canlının bir üst trofik seviyesine olabilecek etkileri öngörmemizi sağlar. Örneğin, nehir ağızlarındaki iki kabuklu (bivalvia) yumuşakçalar ile beslenen su kuşları için “Kritik Emniyetli Doz” sediment, su ve kendi vucutlarında bulundurduğu madde miktarından çok iki kabuklu yumuşakçalar dikkate alınarak saptanması önerilmektedir. Yumuşakçalar, analiz edilerek abiyotik ortamdan kuşlar üzerindeki etkiler konusunda fikir sahibi olmak olasıdır.

Organizmalar doğrudan araziden toplanır veya kafesler içinde kirli ve temiz bölgelere yerleştirilerek, biyo-alınabilirlik, belirli süre sonunda canlıdaki madde miktarı analiz edilerek belirlenebilir. Bu gibi çalışmalarda Gammarus pulex’in çok kullanıldığı görülmektedir. Yanısıra, kirleticilerin konsantrasyonlarının gözlenmesi için balıklar da kullanılmaktadır.

En yoğun çalışmalar deniz yumuşakçaları kullanılarak yapılır. Çünkü birçok yumuşakca türü predatör omurgalılar ve kısmen de kuşlar için besin kaynağıdır.Dünyada yaygın olarak bulunur, sedenter (deniz tabanı üzerinde tesbit olmuş durumda) yaşadıkları için bir defada çok sayıda örnek toplanabilir. Suyu süzerek içindeki besinler ile (Filter feeder) beslendikleri için çok büyük hacimlerdeki su vücutlarından geçer bu sırada kirleticileri sürekli olarak biriktirir. Biyolojileri çok iyi bilinmekte olduğundan elde edilen sonuçların ekotoksikolojik olarak yorumu yapılabilmektedir.

Midye Mytilus edulis, yaygın ve küresel dağılım gösterdiği için en çok analiz edilen türdür. Midye ile çalışmalar o kadar çoktur ki küresel “mussel watch (midye gözlemi)” programları oluşturulmuştur. Bu şekilde birçok kirleticinin varlığı saptanmış ve alınan önlemler ile azaldığı görülmüştür. Birçok organik ve inorganik kirleticinin bivalvler tarafından biyoalınabilirliği uzun zaman süresince ölçülerek değişim şekli veya yönü belirlenmiş olur.

Toksik maddelerin etkisini o bölgede kirlenme olmadan önceki veriler olmaksızın veya benzer özelliklere sahip kirlenmemiş bir bölge ile karşılaştırma yapılmadan ortaya koymak olanaksızdır.



3.Organizmalar üzerinde kirleticilerin etkilerinin belirlenmesi ve aynı kirleticinin bu organizmalarda ve diğer biyotik ve abiyotik göstergelerdeki konsantrasyonları ile ilişkilendirilmesi,

Ekotoksikologların amacı kirleticilerin organizma ve ekosistem üzerine etkilerinin ortaya koymaktır. Çevresel gözlem için bir araç olan bu çalışmaların temeli biyokimyasal, hücresel, fizyolojik ve morfolojik paramemetreler olup “biyoişaret =biomarker’lar olarak adlandırılmaktadır.



Biyoişaretçi=Biyomarker; toksik maddenin canlıya geçtiğini, dokuları içinde dağıldığını ve hedef organlarda toksik etkiler yaptığını ortaya koyabilecek hassas belirleyicilerdir. Kimyasal kirleticilerin biyolojik organizasyon basamaklarındaki hücresel veya moleküler seviyede oluşturduğu değişiklikler “Biyoişaretçi” olarak tanımlanır. İki gruba ayrılır;

Kirleticilere maruz kalmayı gösteren biyoişaretçiler: Bu biyoişaretçiler geneldir ve neden olandır. Kimyasal madde, metabolitleri ya da biyolojik molekülle etkileşim sonucu oluşan reaksiyon ürünlerinin vücut sıvılarında veya dokularda ölçülmesi esasına dayanır. Çok düşük düzeydeki metabolitler bile ölçülebilir. Hepatik, hematolojik, nefrotoksisite, nörotoksisite, solunum toksisitesi ve osmoregülasyon, üreme biyoişaretleri gibi. En önemli olanları; GSH, oksidatif stres biyoişaretleri (örn. Sitokrom P-450), Stres proteinleri, genotoksisite (DNA katılım, mikronukleus oluşumu vb, Arslan, 2008)ve ACTH esteraz inhibisyonu gibi.

Etkiyi gösteren biyoişaretçiler; Doğrudan hasarın tanımlanması, olası risklerin değerlendirilmesi, doz-yanıt ilişkilerinin belirlenmesi için kullanılabilir. Gelişen bir patolojinin belirleyicisi olanlardır (örn, hücrede zarar meydana getiren süreçler gibi) veya fizyolojik homeostaside oluşan bozukluklardır.

Canlı vücudundaki kimyasal konsantrasyonunun ölçülmesi canlıdaki etkileri ortaya koymaz. Ancak biyoişaret ölçümleri bir organizmanın o toksik maddeye maruz kaldığını ve detoksifiye edemeyecek veya etkisini ortadan kaldıramayacağı seviyede olduğunu ortaya koyar. Hedef moleküler veya hücresel tepkiler oluşur. Bu bakımdan biyoişaretlerin ölçülmesi çeşitli avantajlar sağlamaktadır

Koordineli araştırma programlarında biyoişaret ölçümleri kommünite ve populasyon verilerini daha iyi yorumlamamızı sağlar.

Biyoişaretler vücutta biriktirilmeden çabucak metabolize edilerek atılan [organofosfat ve polinükleer aromatik hidrokarbonlar (PAH) ] bileşiklere maruz kalıp kalmadığını gösteren deliller sunar.

Kompleks kirleticilerin etkisini ortaya koyar.

Populasyon biyolojik gözlemlerinden elde edilen veriler ekolojik etkinin en son göstergesidir. Elde edilen veriler populasyon ve kommunite etkilenip zarar gördükten sonraki zamana ait olup geç kalınmış önlemler alınmasına neden olur. Oysa biyoişaret ölçülerek yapılan biyolojik gözlemler daha hassas ve kesin göstergelerdir. Etkinin sebebini de ortaya koymamıza yardımcı olur.



4.Kirleticilere karşı tepki olarak meydana gelen direnç kazanan genetik olarak farklılaşmış türlerin saptanması,

Populasyon üzerindeki çalışmaların bir kısmı populasyon genetiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Gen havuzunda (populasyondaki bütün genlerin toplamı) meydana gelen değişiklikler populasyonun yapısını etkilemektedir.

Doğal seleksiyonu etkileyen çevresel karakteristiklere seçilim baskısı denir. Çevresel ortama toksik maddelerin girişi çok kuvvetli bir seçilim baskısı yaratmakta ve bazı genetik özellikler lehine veya aleyhine iş görerek populasyonda değişimlere neden olabilmektedir.

Çevresel streslerin insan sağlığı ve ekosistemin sürdürülebilirliği üzerine olumsuz etkileri bilinmektedir. Son 30 yılda bilim camiası ve yasa yapıcılar uzun vadeli etkiler konusunda kuşku duymaya başlamışlardır. Bu çevresel baskıların doğal populasyonlarda biyolojik ve genetik çeşitliliğin azalması ve türlerin yok olmasına neden olduğu konusunda fikir birliği oluşmuştur. Türlerin yok olması veya evrimleşerek yeni türlerin oluşması doğal bir süreç olmasına karşılık bilinen çevresel baskılar nedeniyle 10-1000 kat artış göstermiştir. Çevresel kirliliğin uzun süreli ve nesilden nesile geçen etkileri giderek daha da önem kazanmaya başlamıştır. En önemli kuşaktan kuşağa aktarılan etkiler, mutasyonlar, doğrudan ya da dolaylı seçilim yoluyla ortaya çıkan genetik çeşitlilik ve populasyonun allel frekanslarındaki değişiklikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu etkileri araştıran bilim dalı ―evrimsel toksikoloji‖ olarak tanımlanmaktadır (Birkham et al. 2000) Çeşitli güncel medya veya bilimsel literatürde ―”bakteriler antibiyotiklere direnç kazandı” veya ―”böcekler pestisitlere direnç kazandı” veya ―”organizmalar kirleticilere tolerans geliştirdi” gibi başlıklara sıkça rastlanmaktadır. En iyi bilinen fenomen uzun yıllar böcek, özellikle sivrisinek mücadelesi için kullanılan DDT (dikloro difenol trikloroethan) ‘ye dirençli sivrisineklerin ortaya çıkmasıdır. Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisineklerin üremesini önlemek için dünya çapında yapılan DDT mücadelesi çok önemli sonuçlar alınmasını sağlamıştır. Örneğin, 1948 yılında Sir Lank‘da DDT kullanılmadan önce 2. 8 milyon insan sıtma hastası iken 1963 yılında yalnızca 17 kişiye kadar düşmüştür. Ancak, bu iyileşme 1960’ların sonlarına kadar sürmüş, 1969 yılında hastalık sayısı artarak yeniden 2. 5 milyona ulaşmıştır. Bundan sonra, önce Amerika daha sonra dünyanın diğer ülkelerinde DDT kullanımı yasaklanmış olmasına karşın hala dünyada 800 milyon sıtma hastası olduğu ve her yıl 8.2 milyon insanın öldüğü rapor edilmektedir (Gooden 1991).DDT‘ ye karşı dirençli olan bu sivrisineklerin daha başka pestisitlere de direnç kazandığı görüldüğünden yeni kimyasalların araştırılmasını zorunlu kılmaktadır.



Kaynaklar

  1. Arslan OC, Parlak H,2008, Effects of bisphenol-A an the embryological development of the sea Urchin Arbacia Lixula (Linnaeus, 1758), Fresenius Environmental Bulletin, 17 (2),127-130,

  2. Connell DW, Miller GJ.1984. Chemistry & Ecotoxicology of Pollution. A Wiley- Interscience Publication USA, p.39.

  3. Arslan OC, Parlak H, Katalay S, Boyacioglu M,Karaaslan MA, Guner H.2009, Detecting micronuclear frequency in some aquatic organisms for monitoring pollution of İzmir Bay (Western Turkey), Environmental Monitoring and Assessment, DOI: 10.0007/s10661-009-0926-5.

  4. Bickham JW, Sandhu S, Hebert P, Chikhi L, Athwal R. 2000 Effects of chemical contaminants on genetic diversity in natural populations: implications for biomonitoring and ecotoxicology. Mutation Research. 463 (35),33–51.

  5. Boyacioglu M, Parlak H, Oral R, Çakal O. 2008 Mutaenicity of sediment and water samples from Nif Brook (Western Turkey).Fresenius Environmental Bulletin.17-No.0; 9-15.

  6. Cairns JJr, Kenneth LD, MakiAW.1979. Estimating the hazard of chemical substances to aquatic life. Hydrobiologia 64, 2, pp.057-166.

  7. Connell DW, MillerGJ, 1984. Chemistry and Ecotoxicology of Pollution. A Wiley- Interscience Publication USA p. 39

  8. Hopkin SP. In situ biological monitoring of pollution in terrestrial and aquatic ecosystems. In. Handbook of Ecotoxicology, Oxford: Blackwell, 1993; 1,397-427

  9. Katalay S,Parlak H,2004. Su Kirliliğinin gobius niger Linn, 1758 (Pisces, Gobiidae)’nin kan parametreleri üzerine etkileri E. Ü. Su Ürünleri Dergisi 21 (1-2) pp.013-117

  10. Krebs C, 1985. Ecology. The experimental analysis of distribution and abundance. Harper&Row, NewYork

  11. Parlak H,Cakal AO, Boyacıoğlu M,Karaaslan M.,2009. Ekotoksikoloj. Ders Kitabı. Ege Üniversitesi Su ürünleri Fakültesi Yayınları No79.

  12. Spraque JB. 1970.The measurement of pollutant toxicity to fish-II. Utilizing and applying bioassay results. Wat. Res. 3, 3-32

  13. TwardowskaI. 2004.Ecotoxicology, environmental safety, and sustainable development-challenges of the 3rd millennium. Ecotoxicology and Environmental Safety 58, pp. 3-6

  14. Walker CH, Hopkin SP, Sibly RM, Peakall DB. 2003. Principles of Ecotoxicology. 2nd Edition. Taylor and Francis, London. p.022



İçme Suyu Dezenfeksiyonunda Sağlık Riskleri




Prof. Dr. Hüseyin Öztürk

İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi



1963 Giresun doğumludur. İ.Ü. Yerbilimleri Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümünden 1985 yılında mezun oldu. 1991’deDoktor, 1999’daDoçent, 2005’teProfesör ünvanı aldı. Jeoloji Müh. Bölümünde Maden Yatakları, Çevre Jeolojisi, Türkiye Metalik Maden Yatakları, Cevher Mineralojisi, Duyarlı İzotoplar, Asil Metal Yatakları, Süperjen Jeolojisi ve Jeokimyası derslerini vermektedir. Ulusal ve uluslar arası düzeyde pekçok yayını mevcuttur.

İstanbul Üniversitesi, Çevre Sorunları Araştırma Uygulama Merkezi Müdür Yardımcılığı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği, Türkiye Demir Çalışma Grubu Başkan Yardımcılığı, İ.Ü. Teknik Bilimler MYO Müdürlüğü, İ.Ü. Senato Üyeliği, Türkiye Kurşun - Çinko Çalışma Grubu Başkanlığı yapmıştır. 10. ve 11. dönem Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı seçilmiştir. Halen İ.Ü. Jeoloji Müh. Böl. Maden Yatakları-Jeokimya Anabilim Dalı Başkanıdır. Evli ve 2 kız çocuğu vardır.

İletişim: İstanbul Üniv. Jeoloji Müh. Bölümü, Avcılar Kampüsü, 34320, Avcılar-İstanbul

E-mail: ozturkh@istanbul.edu.tr


c:\users\ser\desktop\toks 2014 ozet kitabi\h ozturk\10.jpg

Yüklə 0,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin