Tafa İzzet Efendi'den hat dersleri almış



Yüklə 1,2 Mb.
səhifə6/28
tarix11.01.2019
ölçüsü1,2 Mb.
#94736
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   28

Un Sema Doğan

HASEKİ SULTAN HAMAMI

Kanunî Sultan Süleyman'ın zevcesi

Haseki Hürrem Sultan'ın vakıflanna gelir sağlamak üzere

Mimar Sinan tarafından

Ayasofya Camii'nin karşısında

inşa edilen hamam

(bk. AYASOFYA).

HASEKÎYYE

J

Memlûk Devletinde sultanın seçkin maiyetini teşkil eden memlüklere



verilen ad.

L J


Memlükler'de tâcirü'l-memâlik tara­fından küçük yaşlarda satın alman, ken­dilerine eclâb veya cülbân denilen mem-lükler bir süre eğitilip yetiştirildikten sonra çeşitli görevlere dağıtılırdı. Bunla­rın en kabiliyetlileri sultan sarayında hiz­met için ayrılır ve kendilerine hasekiyye denirdi. İbn İyâs. el-Melikü'z-Zâhir Bay-bars'ın (1260-1277) 4000 memlükünün bulunduğunu, bunların sipehsâlâriyye, mefâride, dahil ve hariç hasekiyyeleri adlı dört gruba ayrıldığını belirtmekte­dir. Hasekiyyeden Memlûk kaynakların­da bazan havas ve havâşî diye de bahse­dilmektedir. Memluk olmayan kişiler de hasekiyyenin içinde yer alabilirdi. Meselâ Sultan Berkuk'un kayınpederi Ahmed b. Ali b. Ebû Bekir b. Eyyûb önceleri devle­tin başmühendisi iken daha sonra hase­ki olmuştur. Hadım Şahin el-Hasenî de hasekiyyedendi.

Memlûk devrinin başlangıcında sulta­nın yirmi dört hasekiyyesi varken bu sayı el-Melikü'n-Nâsır Muhammed b. Kala-vun zamanında (1299-1309, 1310-1341) 400'e ulaşmış, el-Melikü'1-Müeyyed Şeyh el-Mahmûdî (1412-1421) bu sayıyı sek­sene indirmiştir. Barsbay devrinde ise (1422-1438) bunların sayısı 1200'dü. XVI. yüzyılın başında 800 olan hasekiyye mevcudu Kansu Gavri döneminin sonun­da (1516) yeniden 1200'e yükselmiş­tir.

Hasekiyyeler arasında çeşitli dereceler vardı. Emirlik derecesinde olanlarla "el-hasekiyyetü'l-kibâr" denilen hasekiler si­yasî hayatta etkin rol oynarlardı. Bun­ların altında tablhâne ve aşerat emîrleri vardı. Hasekiyye emîrleri genellikle Emîr İnal el-Hasekî, Emîr Yeşbek el-Hasekî.

Emîr Devletbay el-Hasekî örneklerinde görüldüğü gibi adlarının sonuna getiri­len "el-hasekî" unvanıyla anılırlardı. Gö­revlerinin saray içinde ve dışında bulun­masına göre iki kısma ayrılan hasekiyye-lerden iç hizmette olanların görevleri sü­rekliydi. Merkezdeki hasekiyyeler gece gündüz saraydan ayrılmazlar ve istedik­leri zaman sultanın huzuruna çıkabilir­lerdi. Bunlar taşradaki memlûk ve emir­lere göre daha imtiyazlıydılar.

Hasekiyye emîrlerinin bazıları devâdâ-riyye, sükât-ı hâs, hâzindâriyye. re's-İ nev-bet-i cemdâniyye, silâhdâriyye ve baş-makdâriyye gibi devlet dairelerinde gö­rev alırlardı. Bu görevlerde bulunan emîr-ler sarayda ve eyvân-ı muazzamda ken­dilerine ayrılan yerlerde dururlardı. Bun­ların da kendilerine mahsus hasekiyyesi vardı. Hasekiyye emirleri, saray ve ey­vandaki hizmetlerin dışında mahmil-i şerifin Haremeyn'e götürülmesi ve sara­ya ait nakil hizmetleri, mühimmatın ha­zırlanması, devletin muhtelif nâiblikleri, yeni nâiblere görevlerinin tebliği, valilere hil'at ve tayin beratlarının ulaştırılması, âsi emîr ve valileri tevkif ve hapsetme, yabancı devletler ve diğer İslâm ülke hü­kümdarları nezdinde temsilcilik ve ulak­lık gibi işleri de yürütürlerdi. Nitekim Barsbay'ın Tağrîberdî el-Hicâzî el-Hase-kfyi elçi olarak II. Murad'a gönderdiği bi­linmektedir.

Sultan üzerinde büyük nüfuzları bulu­nan merkezdeki hasekiyye emirleri bu nüfuzlarını kullanarak, çok defa da ara­larında ittifak ederek sultana isteklerini yaptırırlar, hatta nâib-i saltanatı bile de­ğiştirtebilirlerdi. Sultan Barsbay, 830 (1427) yılında kendisine karşı suikast dü­zenleyen hasekiyyeden bir kısmını öl­dürtmüş, bazılarını da sürgüne gönder­miş veya hapsettirmiştir. Hasekiyye emîr-leri, saray ile taşradaki Memlûk emirleri arasında çıkan anlaşmazlıklarda sulta­nın emriyle ara buluculuk yaparlar, mem­lûk ileri gelenleri de sultanla aralarında­ki bazı meseleleri çözmek için hasekiyye­leri devreye sokarlardı. Memlûk emîrle-ri arasında bir fitne çıktığı zaman taraf­lar hasekiyye emirlerinin yardımıyla sal­tanatı ele geçirmeye çalışırlardı. Bilâdüş-şâmiyye (Suriye-Filistin) valileri hasekiyye­den tayin edilirdi. Hasekiyye, iktisadî buh­ran zamanlarında sultanın emriyle fakir halkı aralarında paylaşarak yedirip giydi­rirlerdi.

HASEKİYYE

Hasekiyyenin maaşı memâlîk-i sultâ-niyyenin aldığı ücretten fazla olur, hatta bazan yüksek rütbeli hasekiyye emîrleri vezir ve nâib-i saltanatın maaşı kadar ücret alabilirlerdi. Makrîzî el-Hıtaf mda, hasekiyyenin mukaddem emîrlerinin ma­aşlarının senede 100.000 dinar olduğu­nu, aynı rütbedeki diğer hariciye mu­kaddem emîrlerinin her birine 85.000, hasekiyye tablhâne emirlerine 40.000, aşerat emirlerine 10.000 dinar dağıtıldı­ğını, harciyenin tablhânelerinin otuzar bin, aşeratlarının ise yedişer bin dinar al­dığını belirtmektedir. Hasekiyyenin ma­aşlarının yanı sıra derecelerine göre bah­şiş ve aidatları da vardı. Sultan tarafın­dan bunlara ramazan ayında şeker ve helva, kurban bayramında ise hayvanları için "alık" adıyla hububat veya otluk tev­zi ettirilirdi. Ayrıca kendilerine yılda İki defa at verilirdi. Bazı hasekiyye mukad­dem emîrleri için bu miktar yılda 100 ata kadar varabilirdi. Bunlardan başka hasekiyyelere değerli kumaşlardan giye­cekler veya bunlara karşılık olarak para verilirdi. 842 (1438-39) yılında Memlûk sultanı hasekiyyeye 1500 dirhem "kıs­met nafakâtf dağıttırmıştı. Sultanın ha­sekiyye emirleri, genellikle aile ve köle-leriyle birlikte Kal'atülcebel'de kendile­rine tahsis edilen ve "el-büyûtü'1-kerî-me" adıyla anılan evlerde ikamet eder­lerdi.

Hasekiyye emîrleri, derecelerine göre üzerlerine sırmalı atlastan kaba (cübbe veya kaftan), başlarına "zant" denilen süs­lü bir serpuş giyip bunun etrafına tül­bent sararlar, bu tülbendin bir tarafını boğazlarının altından dolaştırırlardı; bel­lerine de altın, gümüş veya mücevherli kemerler takarlardı. Suç işleyen haseki­ler sultan tarafından hapis veya sürgün­le cezalandırılırdı. Hasekiler varlıklarını Memlûk Sultanlığı'nin sonuna kadar sür­dürmüştür.

Hasekiyye tabiri, Mısır'da Osmanlı ida­resi döneminde tamamen farklı bir an­lamda kullanılmış, sultana ait vakıflara hasekiyye vakıfları, vakfın gelir kaynağını oluşturan köylere de hasekiyye köyle­ri denmiştir. Hasekiyye vakıfları Hare­meyn'in yoksul halkının deşîşe*lerine, ulemâya ve talebelere, fakir ve muhtaç­lara sadaka olarak ayrılmıştır. Bu vakıf­lar, XVII. yüzyılın sonlarından itibaren Mısır'ın diğer müesseseleri gibi Memlûk beylerinin eline geçmiş ve bu durum XIX. yüzyıla kadar sürmüştür.

373

HASEKİYYE



BİBLİYOGRAFYA :

BA. MD, nr. 24, s. 32; nr. 33, s. 71; nr. 34, s. 86; nr. 39, s. 301; nr. 61, s. 49; MDZeyti, nr. 6, s. 74; BA, KK, nr. 70, s. 168; Makrîzî. es-Sûlûk, l/l, s. 644-645, 650-651; 1/3, s. 686, 708-709; 11/1, s. 33, 37; 11/3, s. 560, 566-567, 587, 722, 729, 736, 905; İV/1, s. 179-180; İV/2, s. 783, 799, 995, 1007; IV/3, s. 1056, 1068, 1070, 1081, 1103, , 1112, 1114, 1125, 1217;a.mlf., el-Hıfat, II, 99, 205-206, 209, 211, 214, 216-218; III, 133, 335, 353-354; İbn Hacer, Inbâ'ü't-gumr(nşr Hasan Habeşî), Kahire 1971, 1, 15; Halil b. Şahin. Zübdetü keşfi't-memâlik ve be-yânü'Muruk ue'l-mesâlik (nşr. P. Ravaisse), Paris 1894, s. 115-116, 148; İbn Tağrîberdî, en-hücümü'z-zâhire, VI, 329; VII, 179; XI, 58; Ha-tîb el-Cevherî, Nüzhetü'n-nüfûs ve't-ebdân fi teuârîhi'z-zaman (nşr. Hasan Habeşî), Kahire 1970-73, I, 35, 217, 236, 295, 405; II, 33-35, 72,84, 136, 140; III, 72, 128, 311, 367, 435; İbn İyâs. BedâYu 'z-zühûr, I, 6, 133, 244, 337; 111, 2-4; Cebert". 'AcâHbü'l-âsâr, I, 54; Uzunçarşılı, Medhal, s. 347-348, 457-458; Seyyid el-Bâz el-Arînî, el-İktâ\ı'l-harbİ fi Mışr fi zemenî seiâ(î-nn-Memâtîk, Kahire 1956, s. 153, 178; Saîd Abdülfettâh Âşûr, Mtşr fi 'aşrı devleti'l-Memâtî-ki'l-Bahınyye, Kahire 1959, s. 31, 104, 183; Ab-dülmün'im Mâcid. Nüzumü devleti selâ(îni't-Me-mâiîk ve rüsûmihim Ti Mışr, Kahire 1964-67,1, 144-145; II, 14-16, 18-19, 48, 77, 134, 165-166; Hasan el-Bâşâ, el-Fünûnü'l-Islâmİyye ve'l-vezâ'if 'ale'l-âşâri'l-'Arabiyye, Kahire 1965, I, 462-466; Hasan-ı Enverî, Işttlâhât-ı Divâni Deu-re-yi ûaznevı ve Selcûki, Tahran 1373, s. 32-33; D. Ayalon. "Studies on the Structure of the Mamluk Army", BSOAS, XV (1953). s. 213-216; a.mlf.. ■■fchâşşakiyye", El2 (ing.). IV, 1100.

İAİ Seyyid Muhammed es-Seyyid

r ~ı





HASEN




L

{bk. HÜSÜN).

J

r




~l

HASEN

Dinî konularda delil olarak kutlanılan makbul hadis çeşidi.

L J

Sözlükte "güzel olmak" anlamına gelen hüsn kökünden türemiş bir isim olup "iyi, güzel" demektir. Terim olarak genel ka­bule göre. "sahih hadisin şartlarını taşı­makla beraber râvisinin zabtı sahih ha­disin râvisine nisbetle daha az olan hadis" anlamında kullanılmaktadır. Buna göre hasen, sahih hadisle zayıf hadis arasın­da, ancak sahihe daha yakın konumda bulunmaktadır.



Hasen terimi II. (VIII.) yüzyılda sözlük anlamında kullanılırken III. (IX.) yüzyılda Ebû îsâ et-Tirmizî tarafından terim şek­linde kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüz­yılda, aralarında Tirmizî'nin hocalarının da bulunduğu bazı muhaddisler tarafın­dan isnad ve metinle ilgili olarak zikre­dilen hasen kelimesinin sözlük veya te-

374


rim anlamında kullanıldığı hususunda iki görüş ileri sürülmektedir. Bazı âlimler, hasen tabirinin gerek isnadın gerekse metnin bir vasfı gibi çokça zikredilmesin­den hareketle onun Tirmizî'den önce de terim anlamında kullanıldığını, Tirmizî'-nin ise bunu el-Câmihı'ş-şahîh'inde en çok zikreden ve tarifini ilk defa yapan kimse olduğunu söylemişlerdir (İbn Re-ceb el-Hanbelî, 1, 342-343; İbn Hacer, en-Müket, I, 426; Tehânevî, s. 100-106; Yü­cel, s. 159-160)- Diğer bir kısım âlimler de TirmizFden önce sıhhat açısından ha­dislerin sahih ve zayıf olmak üzere iki kıs­ma ayrıldığı, Tirmizî'nin hasen kelimesini ilk defa terim olarak kullanmak suretiyle üçlü taksimi başlattığı görüşündedirler (İbn Teymiyye, s. 82; Zehebî, s. 27; İbn Hacer, en-Nüket, I, 385). Hasen tabiri­nin III. (IX.) yüzyılda Tirmizî'den önce kullanılmakla birlikte belirli bîr tarifinin yapılmaması, aynı zamanda müttefekun aleyh, sahih ve zayıf hadisler hakkında da kullanılması dikkate alındığında (meselâ bk. el-Medhaiî, s. 38-56, 57, 61, 66, 84, 111, 112, 116, 144) ikinci görüşün daha isabetli olduğu anlaşılır. Ancak Rârnhür-müzî. Hâkim en-Nîsâbûrî ve Hatîb el-Bağ-dâdî gibi mütekaddimîn hadis usulcüle-rinin eserlerinde hasen terimine yer ver­memeleri, bu kelimenin özellikle İbnü's-Salâh eş-Şehrezûrî'den sonra yaygınlaş­tığını göstermektedir.

Tirmizrye göre hasen hadis, isnadında yalan söylemekle itham edilmiş bir râvi bulunmayan, şâz olmayan ve benzeri baş­ka tariklerden rivayet edilen hadistir. Ay­rıca Tirmizî el-Câmi^u'ş-şahîh'inde is­nadı muttasıl olmayan hadisleri hasen olarak nitelendirmiştir (bk. "Şalât", 124, 234, 270; "Kırâ'ât", 9; "Edeb", 40; "Menâ-kıb", 8). İbnü's-Salâh eş-Şehrezûrî ile Irâki gibi hadis usulcüleri Tirmizî'nin tari­fine itiraz etmişler ve bu tarifin hasen hadisi sahih hadisten belirgin şekilde ayır­madığını, zira râvilerin yalancılıkla suçlan­maması ve hadisin şâz olmamasının sa­hih hadis için de söz konusu edildiğini söylemişlerdir, öte yandan bu tarif Tir­mizî'nin sık sık kullandığı, "Sadece bu ve-cihten {tarikten} bildiğimiz hasen-garîb bir hadistir" hükmüne zıt düşer; çünkü hadisin garîb olması veya sadece bir ta­rikten bilinmesiyle tarifte geçen "benze­rinin başka tariklerden rivayet edilmesi" esasını bağdaştırmak mümkün değildir. Bazı hadis âlimleri ise Tirmizî'nin tarifin­de yer alan. "isnadında yalanla itham edilmiş bir râvinin bulunmaması" kay­dının hasen hadis râvilerinin sahih hadis râvileri derecesinde olmadığına delâlet ettiğini ve bu hususun hasen hadisi sa-

hih hadisten belirgin şekilde ayırdığını ileri sürmüşlerdir. Gerçekten sahih hadis râvileri hakkında kullanılan "sika" terimiy­le râvinin adalet ve zabt vasıflarını tam olarak taşıdığı ifade edilirken yalanla it­ham edilmemek kaydı ile, hasen hadis râvisinin yalancı olmamakla birlikte zabt bakımından terkedil meşini gerektirme­yecek kadar zayıf olduğu anlatılmakta ve aralarında bir fark bulunmaktadır. Bu du­rumda güvenilirlik açısından hasen hadis râvileri sahih hadis râvilerinden daha aşa­ğı derecede yer almakta ve Tirmizrye gö­re hasen hadis râvisinin bu eksiği, o ha­disin benzerinin başka tariklerden riva­yet edilmesiyle giderilmektedir. Tirmizî'­nin tarifinde yer alan "benzerinin başka tariklerden rivayet edilmesi" kaydı da ha­sen hadisi sahihten ayıran bir özelliktir. Ancak Tirmizî, başka tariklerle takviyeye ihtiyacı olmayan hadisler için bu şartı ge­rekli görmemiş (Nûreddin Itr, s. 164) ve el-Câmi'u'ş-şahîh'mde sadece bir ta­rikten rivayet edilen hadisleri de hasen olarak nitelemiştir (bk. "Hudûd", 17; "Fi-ten", 19,44, 57; "Kader", 1,6, 14). Tirmi­zî'nin tarifinde isnadın muttasıl olması kaydının bulunmaması ve bu nevi hadis­leri başka tariklerden de rivayet edilme­leri sebebiyle (Mübârekfûrî, II. 216) ha­sen diye nitelendirmesi de hasen hadisi sahihten ayıran bir başka özellik olarak değerlendirilmelidir.

Tirmizî'den sonra hasen hadisi tarif eden âlim Hattâbî*dir. Ona göre hasen ha­dis, isnadı muttasıl olup rivayet edildiği belde (mahreç) bilinen, râvileri meşhur olan, âlimlerin çoğu tarafından kabul edilen, pek çok fakihin kullandığı hadis­tir. Hattâbî bu tarifiyle mürsel, münka-tı\ müdelles gibi isnadında kopukluk bu­lunan hadislerin hasen olamayacağını be­lirtmektedir (Abdülazîz b. Ahmed el-Câ-sim, sy. 29, s. 17-18). Ancak onun bu ta­rifini İbnü's-Salâh eş-Şehrezûri, Takıyyüd-din İbn Dakiku'1-îd. Bedreddin İbn Cemâa gibi hadis usulcüleri, hasenle sahih ara­sındaki farkı açıkça ortaya koymadığı ge­rekçesiyle tenkit etmişlerdir.

Tirmizî ile Hattâbfnin tanımlarını ha­sen hadisi sahih hadisten belirgin şekil­de ayırmadığı için yeterli görmeyen İb­nü's-Salâh, muhaddislerin kullanımları esas alındığında hasen hadislerin iki kıs­ma ayrıldığını ve bunların Tirmizî ile Hat-tâbî'nin tariflerini de kapsadığını söyle­mektedir. Bunlardan birincisi, isnadında rivayete ehil olup olmadığı tam olarak bilinmeyen (mestur) bir râvi bulunmakla beraber bu râvisi dikkatsizlik ve dalgın­lık, fazla hata yapmak, kasten yalan söy-

Iemek, dinin emir ve yasaklarına pek önem vermemek gibi kusurlarla suçlan­mayan, metni de aynı veya benzeri baş­ka tariklerle rivayet edilen hadistir. Ona göre Tirmizî'nin tarifiyle kastedilen de bu­dur. İsnadında, hadis rivayetine ehliyeti tam olarak bilinmeyen bir râvi bulunma­sı sebebiyle aslında zayıf olan böyle bir ha­disin başka tariklerden rivayet edilmesi zayıflığını giderdiği için bu nevi hadisler "hasen li-gayrihr diye de adlandırılmış­tır. İbnü's-Salâh'a göre hasenin ikinci kıs­mı, râvileri doğruluk ve güven (adalet) yö­nünden meşhur olmakla birlikte, tek ba­şına rivayet ettikleri hadisler münker ka­bul edilen râvilerden daha yüksek dere­cede bulunan, ancak hafıza gücü ve titiz­lik bakımından sahih hadis râvileri seviye­sine ulaşamayan râvilerin rivayet ettiği şâz, münker ve muallel olmayan hadistir (*ülû-mü'l-hadîs, s. 31-32). Hasen olmaları için bu hadislerin aynının veya benzerinin baş­ka tariklerden rivayet edilmesine ihtiyaç bulunmadığı için bu çeşit hadisler "ha-sen li-zâtihr olarak da anılmıştır.

Hasen hadise ait tarifler içinde en çok İbn Hacer el-Askalânî'nin tarifi kabul gör­müş, daha sonraki hadis usulcüleri ge­nellikle bu tarifi benimsemişlerdir. Buna göre hasen hadis, sahih hadisin şartları­nı taşımakla beraber râvisinin zabtı sa­hih hadisin râvisi kadar kuvvetli olmayan hadistir. Hasen hadisin bunların dışında başka tarifleri de yapılmıştır. İbnü'1-Cev-zî haseni. "kendisinde bir miktar zayıf­lık bulunmakla birlikte sahih olmaya ya­kın hadis" {el-Meuiû'ât, I, 35); İbn Dihye "adalet seviyesine ulaşmayan, ancak fâ-sık da olmayan râvinin rivayet etmesi se­bebiyle bir miktar zayıflığı bulunmakla birlikte sahih olmaya yakın hadis" (İbn Hacer, en-Nüket, I, 404}; Bedreddin İbn Cemâa da "senedi muttasıl olup şâz ve muallel olmayan, isnadında rivayeti baş­ka tarikle desteklenen bir mestur veya titizlik (itkân) derecesine ulaşmayan bir meşhur râvisi bulunan hadis" {a.g.e., I, 406) şeklinde tarif etmiş, ancak bu ta­nımlar da değişik noktalardan tenkit edilmiştir (a.g.e.. I, 404-405, 407-408; Abdülazîz b. Ahmed el-Câsim, sy. 29, s. 22). Ayrıca Ferrâel-BegavTnin, "Buhârî ile Müslim'in eserlerinde mevcut olmayıp nrmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî gibi muhaddis-lerin eserlerinde yer alan hadis" şeklin­deki tanımı da Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî gibi muhaddislerin eserlerinde sahih, zayıf ve münker hadislerin de bulundu­ğu, bunlann tamamını hasen olarak ni­telemenin doğru olmayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir {Meşâbîtıu's-sünne, naşi­rin mukaddimesi, I, 61-62).

Âlimlerin çoğu hasen hadisin dinî ko­nularda delil olduğu görüşündedir. Bu açıdan değerlendirme yapan bazı âlim­ler, onun sahih hadisle aynı olup ayrı bir hadis çeşidi sayılmayacağını söylemişler­dir. İbnü'l-Kattân el-Mağribî ise hasen li -gayrihî hadisin sadece amellerin fazilet­leri konusunda delil olabileceğini ileri sür­müştür. Ona göre hasen li-gayrihî hadi­sin ahkâm konusunda delil olarak kulla­nılabilmesi için tariklerinin çok olması veya uygulamanın onu desteklemesi, ya­hut sahih hadis ve Kur'an'ın zahirine uy­gunluk şartlarını da taşıması gerekir (İbn Hacer, en-Nüket, i, 402). Alimlerin ekse­risi, tariklerin çoğalması ile hasen hadi­sin sahih hadis seviyesine ulaşacağı gö­rüşündedir (örnekleri için bk. Murtazâ ez-Zeyn Ahmed, s. 52-65).

III. (IX.) yüzyılda hasen tabiri, başta Tir­mizî olmak üzere bazı muhaddisler tara­fından {Yücel, s. 161) diğer bir kısım te­rimlerle birlikte kullanılmış, ancak söz ko­nusu dönemde hasen kelimesinin yanın­da kullanılan terimlerin anlamı hakkında herhangi bir açıklamanın yapılmaması, daha sonra bunlarla ilgili farklı görüşle­rin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Bu terimler hasen-sahih, hasen-ceyyid, ha­sen - garîb, hasen - sahih - garib ve sahih -garîb olmak üzere beş kısma ayrılır. Ha­sen-sahih terimi şu mânalarda kullanıl­mıştır: Bu hadis sahih ve İyi bir hadistir (bu ifadede hasen sözlük anlamında kul­lanılmıştır); hadis İki tarikten rivayet edilmiş olup birine göre sahih, diğerine göre hasen seviyesindedir; rivayete ehli­yetleri açısından râvilerinin bir kısmı ha­sen hadis, bir kısmı sahih hadis râvileri seviyesindedir; hadisin hasen veya sahih olması hususunda kesin bir görüşe varı­lamamıştır. Bunlardan, "Hadis iki tarik­ten rivayet edilmiş olup birine göre sahih, diğerine göre hasen seviyesindedir" tari­fi daha isabetlidir. Zira Tirmizî, hasen ha­disin birden fazla tarikinin bulunduğunu ve hasen hadis râvilerinin sahih hadis râ­vileri seviyesine ulaşamadığını belirtmiş­tir. Buna göre bir hadis hakkında "hasen -sahih" denildiğinde "sahih" kaydı ile, söz konusu hadisin râvilerinin sahih hadis râ­vileri seviyesine ulaştığı ve hadisin birkaç tarikten nakledildiği ifade edilmektedir. Bu durumda Tirmizî'nin nadiren kullan­dığı, "Bu hadis hasen-sahih olup sadece bu tarikten rivayet edilmiştir" şeklindeki açıklama, "Hadis bu lafızla sadece bu ta­rikten rivayet edilmiştir" şeklinde anlaşıl­makta olup hadisin farklı lafızlarla başka tariklerden de rivayet edildiğini gösterir. Hasen-ceyyid terimi de hasen-sahih an­lamındadır. Hasen-garîb, tek isnadla ri-

HASEN


vayet edilmiş ve hasen seviyesine ulaş­mış hadis demektir. Buna göre söz ko­nusu hadis hasen li-zâtihîdir; onun ha­sen olabilmesi için başka tariklerden ri­vayetine ihtiyaç kalmamıştır. Hasen-sa­hih-garîb, birkaç tarikten rivayet edil­miş olup sıhhat şartını taşıyan ve tarikle­rinden birinde garabet bulunan hadis­tir. Buna göre hadis birkaç tarikten riva­yet edilmesiyle hasen, sıhhat şartını ta­şıması ile sahih, tariklerinden birinin ga­rîb olması sebebiyle garîb diye nitelendi­rilmiştir. Sahih- garîb ise tek isnadla riva­yet edilmiş ve sahih seviyesine ulaşmış hadis demektir.

BİBLİYOGRAFYA :

Lisânü't-'Arab, "hsn" md.; Tirmizî, "Hudûd", 17,'Ttten", 19, 44, 57, "Kader", 1,6, 14, "Şa-Iât", 124,234, 270,"KırâJât", 9, "Edeb", 40, "Menâkıb", 8; a.mlf.. KitâbüVİleI(el-Câmi'u'ş-sahîh içinde), V, 758; Hattâbî, Mecâlimü's-sü-nen (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammedi. Beyrut 1411/1991, I, 6; Ferrâ el-Begavî, Meşâ-bihu's-sünne (nşr. Yûsuf Abdurrahman el-Mar-■aşiîvdğr), Beyrut 1407/1987, naşirin mukad­dimesi, I, 60-62; İbnü'l-Cevzî, el-Meuzûıât (nşr Abdurrahman M. Osman), (baskı yeri yok| 1403/ 1983 (Dârü'1-Fikr). I, 35; İbnüs-Salâh, 'Ulûmü'l-hadîş, s. 29-40; İbn Teymiyye, 'Ilmü't-hadîş (nşr. Mûsâ M. Ali}. Beyrut 1405/1985, s. 81-85"; Zehebî, el-Mûktza (nşr. Abdülfettâh Ebû Gud­de), Beyrut 1405, s. 2633; İbn Receb el-Hanbe-lî. Şerhu 'tleti't-Tirmizî (nşr. Nûreddin Itr), [bas­kı yeri yok] 1398/1978, I, 342-343, 384-394; Zeynüddin el-lrâki, Elfıyyetü'l-hadis (nşr. Ah­med M. Şâkir). Kahire 1408/1988, s. 38-48; İbn Hacer, Nüzhetü'n-nazar şerhu Nuhbeti'l-fıker (nşr. Nûreddin Itr], Dımaşk 1414/1993, s. 62; a.mlf., en-Nüket 'alâ kitabi Ibni'ş-Şatâh (nşr Rebî' b. Hâdî Umeyr), Riyad 1408/1988,1, 385-490; Sehâvî, Fethu'l-muğiş, I, 62-95; Sûyûtî. Tedrîbü'r-râüi, s. 86-104; Emîr es-San'ânî, 7au-zîhu'l-efkâr (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Medine, ts. (el-Mektebetü's-Selefiyye), I, 154-196, 236-246; Tehânevî, l

1995, s. 174-197; Mübârekfûrî, Tuhfetü't-ah-oezî, Beyrut 1410/1990, II, 216; Tecrid Terceme-si. I, 242-250; Nûreddin Itr. el-lmâmüt-Tirmizî ue'l-mü-vâzenetü beyne Câmi'ihî oe bey-ne'ş-Şahîhayn, Kahire 1390/1970, s. 161-199; Talât Koçyiğit. Hadis Istılahları, Ankara 1985, s. 127-128; Rebr b. Hâdî Umeyr el-Medhatî. Taksîmû'l-hadîs ilâ şahîtı ve hasen ve zacîf, Riyad 1411, s. 38-56, 57, 61, 66, 84, 111, 112, 116, 144; Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 118-121; İkrâmullah İmdâdülhak. el-lmâm'Alîb. el-Medînî ue menhecühü fi nakdi'r-rlcâl, Beyrut 1413/1992, s. 614-616; Murtazâ ez-Zeyn Ah­med, Menâhicü'l-muhaddisin ft takviyeti'l-ehâdtşi'l-hasene ve'z-ta'îfe, Riyad 1415/1995, s. 39-65; Ahmet Yücel, Hadis Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi: Hicrî İlk Üç Asır, İstanbul

1996, s. 159-161; James Robson, "Varieties of the Hasan Tradition", JSS, VI (1961). s. 47-61; Abdülazîz b. Ahmed el-Câsim. "el-Hadîsü'l-ha-sen ve hucciyyetühû", Mecettetü'ş-Şen'a ue'd-dirâsâti'l-lslâmiyye, sy. 29, Kuveyt 1417/ 1996,s.l5-55. [T]

ffll Mücteba Uğur

375

HASENE


F HASENE

İyi hal ve hareketlerle hoşa giden,

ulaşılmak istenen nimet ve İmkânları ifade eden bîr terim.

L J


Sözlükte "güzel olmak" anlamına gelen hüsn kökünden türemiş bir sıfat olan ha-sen kelimesinin müennes şeklidir; hem isim hem de sıfat olarak kullanılır. İsim olarak "iyilik, iyi hal, iyi nesne" anlamında­dır [Kamus Tercümesi, IV, 590). Fahred-din er-Râzî. dilcilerin haseneyi "tabiat ve aklın güzel bulduğu şey" diye tanımla­dıklarını belirtir [Mefâühu'l-ğayb, XIV, 184). Râgıb el-İsfahânî insanın ruhu, be­deni ve halleriyle ilgili olarak elde ettiği, kendini mutlu kılan nimet türünden her şeye hasene dendiğini, karşıtının seyyie olduğunu, bu kavramların her türlü iyilik ve güzelliği, kötülük ve çirkinliği ifade eden müşterek lafızlar durumunda bu­lunduğunu belirtmiş [et-Müfredât, "hsn" md), bu lafızlarla ifade edilen iyilik ve kötülükleri ya akıl ile dinin veya insanın doğuştan sahip olduğu zevkiselimin be­lirleyeceğini söylemiştir {a.g.e., "sv'e" md.}. Hasene kelimesi hem iyi fiilleri ve­ya özel bir fiilin iyilik niteliğini hem de amaçlanan, özlenen iyi durum ve tutum­ları ifade etmek üzere kulanılır; bu kulla­nımıyla hayır ve mâruf kavramlarının, ay­nı şekilde seyyie de şer ve münker kav­ramlarının eş anlamlısı kabul edilebilir. Ancak hayır daha çok fiilin veya amacın doğrudan iyilik yahut yararlılık vasfını, mâruf da bunların beğenilen ve genel ka­bul gören yönünü Öne çıkarırken hasene bir fiil veya gayenin hoşa giden, tatmin eden. gözü ve gönlü okşayan, hayranlık uyandıran yönünü ifade eder; böylece ah­lâk alanında kullanıldığında ahlâkın este­tikle ilgisini çağrıştırır.

Hasene kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de yir­mi sekiz âyette tekil, üç âyette de çoğul (hasenat) şekliyle geçmektedir. Gerek bu âyetlerde gerekse hadislerde ve diğer İs-lâmî literatürde hasenenin üç farklı an­lam ve kapsamda kullanıldığı görülür.


Yüklə 1,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   28




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin