“Tanrı” Vernon Little
Yazar: DBC Pierre
Çevirmen: Arzu Taşçıoğlu
Editör: Fatma Türe
Dizi: Modern Dünya Edebiyatı 7
ISBN: 975-8723-13-8
Boyut: 12,5 x 19 cm
Sayfa: 360
Fiyat: 15 YTL
plan b yayınları
En önemli edebiyat ödüllerinden Man Booker Ödülü’nü kazanan, 41 dile çevrilen “Tanrı” Vernon Little yalnızca İngiltere’de 750 bin adet sattı.
Ölüm huzurunda yazılmış bir 21. yüzyıl komedisi. Gerçek bir kara mizah. Hem adalet sistemini hem de eğitim sistemini ağır bir dille eleştiren bu “ciddi” kitabı okurken “kahkahalarla” güleceksiniz.
On beş yaşındaki Vernon’ın başı dertte. 16 sınıf arkadaşı bir katliamda öldü. Medyada kariyer edinmek için her şeyi yapabilecek bir adam ve işini kaybetmemek için bir ay içinde bir müebbet suçlusu bulmak zorunda olan Şerif Yardımcısı, Vernon’ın hayatını cehenneme çeviriyor.
“Bu müthiş kitap nasıl biliyor musunuz? Sanki Osbournelar Simpsonları bira içmeye çağırmış, Don DeLillo da geçerken uğramış, hep birlikte Eminem’e yeni bir şarkı yazıyorlarmış gibi.”
Andrew O’Hagan
“ ‘Tanrı’ Vernon Little’ı yalnızca öyküsünün tehlikeli boyuttaki gerçekçiliği için değil, parlak mizah gücü, taze ve canlı dili için de okumak gerekiyor. Yüksek doz amfetamin ve Kablo TV’ye maruz kalmış bir Flannery O’Connor gibi.”
Jonathan Lethem
DBC Pierre, ilk romanı "Tanrı" Vernon Little ile Man Booker Ödülü'nü, Whitbread İlk Roman Ödülü'nü ve Bollinger Everyman Wodehouse Komedi Ödülü'nü kazandı. İkinci romanı olan Ludmilla's Broken English, yayına hazırlanıyor.
41 dile çevrilen Man Booker ödüllü roman “Tanrı” Vernon Little Türkçe’de…
“Tanrı” Vernon Little, Amerika’yı ağır bir dille eleştiriyor olmasına karşın, Booker ödülünü aldıktan iki gün sonra Amazon.com’da 14. sıraya yükselmişti.
Man Booker ödülü
DBC Pierre, 2003 yılında, Nobel ödüllü Coetzee, Martin Amis, Margaret Atwood, Graham Swift, Tim Parks, Monica Ali gibi adayları geride bırakarak Los Angeles Times’ın deyişiyle “İngilizce Edebiyatın tartışmasız en büyük onuru” olan Man Booker Ödülü’nü kazandı. Bu ödülü daha önceki yıllarda arasında Iris Murdoch, Salman Rushdie, Nadine Gordimer, Kingsley Amis, Ben Okri, Ian McEwan gibi yazarlar almıştı.
“Tanrı” Vernon Little, Booker ödülünün yanı sıra Whitbread İlk Roman Ödülü’nü de kazandı. Whitbread jürisi romanla ilgili şu yorumu yaptı: “Bu roman insanın tüylerini ürpertiyor. En iyi tanımlayacak söz: “Fakir Beyaz Gotiği”… Elinizden bırakamadığınız ve unutamadığınız o ender romanlardan. Bir modern klasik.”
Türk basınında çıkan haberler:
Radikal Kitap, 31.10.2003
“Britanya'nın en prestijli ödülü Booker'ı bu yıl bir ilk roman kazandı. Hem de ödül, tarihinde pek az rastlanan biçimde jürinin oy birliğiyle belirlendi. 'Vernon God Little' adlı kara komedinin yazarı D.B.C Pierre (gerçek adıyla Peter Finlay) 42 yaşında Meksika kökenli bir Avustralyalı. Booker jürisi 'bizi tedirgin eden gerçekleri ve bizi büyüleyen Amerika'yı çok iyi anlattığını söyledikleri 'Vernon God Little'ı o kadar beğenmiş ki karar toplantısı bir saati bile bulmamış.”
Hürriyet, 15.10.2003
“İngiltere'nin en saygın edebiyat ödülü "Booker"ın bu yılki sahibi, ilk romanı "Vernon God Little" ile Avustralya asıllı İngiliz yazar DBC Pierre (42) oldu.”
Ntvmsnbc, 20.10.2003
“Pierre, 6 aday arasından layık görüldüğü dünya çapında saygınlığı bulunan bu ödülle, kitabının en çok satanlar listesine girmesini sağlayabilecek ünle birlikte, 50 bin Sterlin (yaklaşık 118 milyar lira) para ödülünü kazandı.
Pierre’in, ABD’nin Texas eyaletinde bir lisedeki katliamı konu aldığı eseri, ödül komitesi başkanı Profesör John Carey tarafından ‘ışıldayan bir kara mizah’ öyküsü olarak nitelendi.”
Dünya Basınında “Tanrı” Vernon Little
“Gülmekten öleceksiniz.”
Observer
“Pierre’in üslubunda sivri bir punk-rock hassasiyeti var, tamamen orijinal.”
New York Times
“Eğer Huckleberry Finn, Meksika sınırında geçseydi ve South Park’ın yaratıcıları tarafından yazılsaydı, bunun gibi bir kitap olurdu.”
John Freeman
“Vernon, Gönülçelen’in her şeyden şikayetçi genç kahramanı Holden’ın Bart Simpson tarafından baştan yazılmış hali. Ama Vernon, Holden’dan çok daha acımasız. Belki de bu kadar acımasız olmasının sebebi, annesinin, en son Nabokov’un Lolita’sında okuduğunuz canavar olması.”
Sunday Tribune
“Bu, kendine has diliyle acayip canlı bir şey; tamamen baştan çıkarıcı, derin ve kara bir komedi.”
Joseph Connolly
“Simpsonlardan daha komik… Pierre çok zeki ve -büyük olasılıkla- aşırı tehlikeli bir adam.”
Publishing News
“ ‘Tanrı’ Vernon Little her yandan saldırıyor: entelektüel, sezgisel, duygusal, komik.”
Uncut
“Hızla akan, çok güzel yazılmış ve karanlık konusuna rağmen zaman zaman acı bir şekilde komik, DBC Pierre’in romanını kaçırmamalı.”
Sarah Hughes
“Bir okul katliamından sağ çıkan ergenlik çağında bir çocuğun ağzından yazılmış saldırgan bir kara komedi olan ‘Tanrı’ Vernon Little’ın kabına sığmayan bir enerjisi ve zengin bir mizah gücü var.”
Daily Telegraph
GQ dergisi, dünyadaki en iyi 100 şey listesine aldığı “Tanrı” Vernon Little için şöyle diyor:“DBC Pierre’in anarşist romanı “Tanrı” Vernon Little, Simpsonların keskin mizahıyla büyümüş yeni neslin Gönülçelen’i.”
“Ergenlik çağı şiddetini ve cüretkar medyayı çok komik ve aynı zamanda da dokunaklı bir şekilde anlatıyor.”
Time Out New York
“Bu post-modern macerada her şey var: inanılmaz bir akıcılık, kahkahalarla güldüren bir mizah, unutulmaz bir dil ve iyi bir final. İlk romanı edebi çevrelerde büyük bir yankı uyandıran ve film hakları satılan esrarengiz yazar DBC Pierre kesinlikle olağanüstü.”
Esquire
“Vernon yaşadığı felaketi, ergenlik çağının kırılganlığını özenle gizleyen, umursamaz bir kötü çocuk havasıyla anlatıyor.”
Elle
Ölüm Huzurunda yazılmış bir 21. yüzyıl komedisi
16 çocuğun öldüğü korkunç bir lise katliamıyla ilgili komik bir roman...
İnanılmaz ama bu kitabı okurken kahkahalarınızı tutamayacaksınız.
Küçük bir şehir düşünün. O şehirde liseye giden bir çocuk. Bir gün bir sürü insan ölüyor, hepsinin ölümünden bu çocuğu suçluyorlar. Gazetelerde, televizyonlarda resimleri çıkıyor, çevresindekiler ona inanmıyor, çocuk tek başına birdenbire kocaman bir adam oluveriyor, dünyayı anlıyor. “Tanrı” Vernon Little işte Amerika’nın bir şehrinde yaşayan böyle bir çocuğun romanı.
Bütün sınıf arkadaşları ölen bir çocuk ne hisseder?
Hele katil, en yakın arkadaşıysa ve herkesi vurduktan sonra intihar ettiyse!
On beş yaşındaki Vernon’ın en yakın arkadaşı, sınıftaki bütün arkadaşlarını öldürüp kendi de intihar ediyor. Vernon tüm bunları gözleriyle görüyor. Daha bu facianın etkisinden çıkmadan tüm cinayetlerin suçu üstüne kalıyor. Ve işin kötüsü annesi bile ona inanmıyor.
Vernon, Meksika sınırında, Teksas’ta yaşıyor. Gizemli bir şekilde dul kalmış ve eşlerinin hayat sigortasıyla geçinen, hepsi de diyette olan ev kadınlarıyla dolu olan Martirio’da.
Kendini göstermek isteyen Şerif Yardımcısı ve medya, Vernon’ın iyice üzerine gelmeye başlayınca, genç kahramanımız, Meksika’ya kaçmaktan başka çaresi kalmadığını düşünüyor. Tüm hayat deneyimi TV’de seyrettiklerinden ibaret olan Vernon, filmlerde gördüğü gibi kaçması gerektiğini düşünüyor, yanında güzel bir kızla....
“Tanrı” Vernon Little’dan ALINTILAR
En iyi arkadaşı ağzına silahı sokup saçlarını havaya uçurmuş, sınıf arkadaşları ölmüş ve tüm bunlar için suçlanan, az önce de annesinin kalbini kırmış bir çocuğum ben...
***
“Komşuları için, Vernon Gregory Little normal, belki biraz geçimsiz, ergenlik çağında bir çocuktu, sokakta yürürken kimse dönüp bakmazdı. Ta ki... bugüne kadar.”
Etkileyici görüntüler ekranı kaplıyor, kararmış bir göğün altında cinayet mahallinden sahneler oynamaya başlıyor, sürüklendikleri yerlerde kan izleri bırakmış ceset torbaları, pizza peyniri gibi uzayan tükürüklerle feryat figan bağıran gözyaşları içinde hanımlar. Ardından da sırıtan bir okul fotoğrafım.
***
Ellerimi tutuyor ve yavru bir süs kedisi bir traktör kazasından sonra nasıl bakarsa, öyle bakıyor gözlerimin içine, yüzü bumburuşuk, dudaklarının arasında tükürük. “Ah, Vernon, yavrum, ah Tanrım...”
Tanıdık, vıcık vıcık bir his sarıyor içimi, ciddi bir trajedi potansiyeli ortaya çıktığında yaşanan türden. Ama hesaba kattığım tek şey, benim valide daima kanımı dondurmak ister; onu daha iyi tanıdıkça daha inandırıcı yırtınmaya başladı çünkü kanımın donma eşiği yükseldi. Yolun bu ucu resmen cereyan yapıyor. Kanım donuyor.
***
Salon aynen ilkokul birinci sınıf gibi kokuyor, insanın gözü parmak boyalarıyla yapılmış resimleri arıyor. Bunun kasıtlı olup olmadığını bilmiyorum, belki de insanı geçmişe yollayıp taklaya getirmek içindir. Doğruya doğru, herhalde mahkeme salonları ve birinci sınıflar için kullanılan bir oda kokusu var, insanı hizaya sokmak için. “Vicdan Esintisi” falan gibi bir şey, böylece daha okuldayken kendinizi mahkeme salonunda gibi hissedersiniz, mahkemeye düştüğünüzde de okula dönmüş gibi. Parmak boyası görmeye hazırlanırken karşınıza şu güdük daktilolardan birinin arkasına oturmuş bir kadın çıkar.
***
Sürekli çayırlarda yuvarlanırdı, bacakları hep açık, havaya dikilmiş haldeydi. İç çamaşırı her zaman yolunuzu aydınlatırdı. Uzaylılar kasabaya gelse, kalıbımı basarım, Ella resmen en önde koşup elbisesini havaya kaldırır.
***
“Annem aldı, çünkü pamuklu kumaş... ayy, ellerin soğukmuş...”
Oyun başlıyor. Kapıyı arkamdan kapatıp parmak uçlarıma basarak oturma odasına gidiyorum. Yeni bir koku beynime kazınıyor; turşusu kurulmuş rüyaların kokusu, kavanoza konulmuş organlar gibi. Başkalarının evlerinin kokusu, orada olmamanız gerektiğinde sizi daha çok etkiliyor. Dar koridorda Ella’nın sesine doğru ilerliyorum, başka endüstriyel kokuların doldurduğu banyoyu geçiyorum. O sırada dışarıda, bir araba sokağa sapıyor. Kalbimin sesini elimle bastırıyorum, sokakta vınlayarak uzaklaşıncaya dek; yani araba, kalbim değil. Ayaklarımı sürüyerek ilerlemeye devam ediyorum.
***
“Tanrı Baba, bizi uzun pantolon giyene kadar büyüttü sonra da adının patentini dolar banknotlarına verdi, arabanın anahtarlarını masanın üstüne bıraktı ve defolup gitti.” Göz pınarlarına yaşlar doluyor. “Yardım isteğiyle göğe bakma. Aşağı bak, biz sapık hayalcilere bak..” Omuzlarımdan tutup beni çeviriyor ve duvardaki aynaya doğru itiyor. “Tanrı sensin. Sorumluluğu al. Gücünü kullan.”
***
Bu gece hücrelerin orada Muzak çalıyor. Kahrolası müzik resmen beni tabuta koyup arkadaşlarımın yanına gömüyor. “Kusura bak-ma, sana gül bahçesi vaat etmedim as-la.” Sıcak hava hep bu boktan melodileri getirir, hep fonda, hep mono. Kader. Dikkat edin, ne zaman hayatınızda bir şey olsa, aşık falan olsanız, derhal bir melodi olaya dahil olur. Kader melodileri. Bu saçmalığa dikkat edin.
***
Telefonların orada dikilmiş, gözlerimle terminali tarıyor ve yemi kapmasını bekliyorum. Dünya tarihi boyunca biriktirilmiş olan o kesin bilgi adına bekliyorum: kızlar kötü çocukları reddedemezler. Siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum. Bunu herkes bilir, her ne kadar artık söylemenize izin verilmiyor olsa da.
***
O insanın tenine yumuşacık dokunan kader, şu anda beni Taylor’ın varlığının her bir pikseli için çığlıklar ata ata ölüme mahkum ediyor; benim kurduğum hayalin, onun kafasındakilerin yakınından bile geçmeyeceğini her gülümseyişiyle daha iyi anlıyorum, bunun binlerce korkunç ölüme neden olan bir hastalığın mikrobu olduğunu bilerek ölüyorum.
***
Senaryo bu durumdayken güne son noktayı koyan olay gerçekleşiyor, bunu tahmin etmeliydim ama unutmuşum: Bir şarkı Taylor’a bağlanıyor. Doğa kanunlarına dibine kadar gömüldüğünüzü düşündüğünüz anda, unuttuğunuz bir şey çıkar. Bundan sonraki işleyişi biliyorum. Herkes çok iyi bilir, bir kader şarkısı saplandığında onu çekip çıkarmanın imkanı yoktur. Herpes gibi. Bunlardan kurtulmanın tek yolu, gidip şarkıyı satın almak, artık hiçbir anlamı kalmayıncaya dek gece gündüz çalmaktır. Bu yalnızca kırk trilyar yıl sürer. Bunu herkes bilir, oysa okulda kader şarkılarının yok edici gücü hakkındaki bu incinin öğretildiğini hatırlamıyorum. Eğer yanılıyorsam söyleyin, belki öğrettikleri gün ben okulda değildim, belki de laboratuvardaki kurbağaları özgürlüklerine kavuşturduğum için bütün gün avluyu temizlemek zorunda kaldığımda öğretmişlerdir. Ama yok, hatırladığım kadarıyla Surinam’ı asimile etmekle o kadar meşguldük ki hayatta işimize yarayabilecek herhangi bir şey öğrenecek zamanımız yoktu, örneğin kader şarkıları gibi bir şey.
***
Gece yarısını geçtiğinde tabanlarımda en ufak bir hayat belirtisi kalmıyor. Ayaklarımı sürüye sürüye ilerliyorum ve boğazımı sıkıyorlarmış gibi bir hırıltı çıkarıyorum. Arkamda dalgalar yükseliyor, dalgaların tepesinden köpük yerine sinekler dökülüyor, öldürmem gereken sinekler, pis kümeler halinde toplanmış yenilgi düşünceleri. Dalgalarla birlikte Jesus da geliyor ama dalgalar onu içine çekiyor; boğuluyor, sinek yutuyor, sinekler onun tüm renklerini alıp onu tekrar karartmak isteyen geceye katılmışlar. Duruyorum, hiç yerinden kıpırdamamış bir kaya gibi duruyorum.
Yazar kitabıyla ilgili ne diyor?
Booker ödülünün adayları açıklandığında kendisini arayan muhabir Linda Mottram’a şöyle anlatıyor kitabını Pierre:
“Karanlık bir tema. Bir lise katliamıyla ilgili diye lanse edildi ama aslında roman katliamın sonrasında geçiyor ve katliamın yarattığı etkiyi anlatıyor, suç, ceza gibi konuları sorguluyor... Paradigmalar, değişen imajlar ve suçla masumiyetin siyahla beyazın her gün çevremizde yer değiştirişi hakkında bu kitap.”
Sunday Times’ın yaptığı bir röportajda ise şunları söylüyor DBC Pierre:
“Televizyonda, ABD’de bir okul katliamı sonrası ergenlik çağında bir çocuğu polis arabasına bindirirlerken görünce bu fikir aklıma geldi. Kameralar onu gösterirken yüzü tamamen ifadesizdi ve boş bakıyordu. O çocuğu gördüğüm anda kafamda her şey oluştu. Columbine henüz yaşanmamıştı… O görüntü beni gerçekten çok etkiledi. Çocuk, bir anlamda yaşadığımız kültürün en karanlık ucuna ait bir motif, bir simge gibi geldi. Çünkü artık bireysel yaşamlar üzerindeki ekonomik baskılar yüzünden kurallara uymak zorundasınız.
Bu da beni çocuklarla ilgili düşünmeye itti. Kurallara uymayan çocuklar ne oluyordu? Çirkin olan, şişman olan, yavaş olan, kalıba tam olarak uymayanlar?
İşte bu çocuğun tuhaf görüntüsü içimde bir yara açtı ve çocuğun nasıl bir hayatı olduğu üzerine düşünmeye başladım. Sonuçta bu kitap ortaya çıktı.”
DBC Pierre:
Gerçek adı Peter Finlay. 1961’de Avustralya’da doğdu, yedi yaşından 23 yaşına kadar Meksika’da yaşadı.
İlk romanıyla en saygın edebiyat ödüllerinden Man Booker ödülünü kazanan Pierre, gençlik yıllarında epey karanlık dönemler yaşamış. Meksika’da sınırdan araba geçirmek gibi pek de yasal olmayan bir işle ergenlik çağını geçiren Pierre bu dönemde çok renkli kişilerle tanıştı, bu kişilerden izleri Tanrı Vernon Little’ın sayfalarında görüyoruz. “Amerika’ya farklı bir bakışım vardı,” diyor yazar, “güneyden.” “Romandaki serserilerle birlikte büyüdüm. Açık söylemek gerekirse, ben de onlardan biriydim.”
Yazara DBC (Dirty But Clean - Kirli Ama Temiz) Pierre lakabını bu çılgın ergenlik döneminde ona takmışlar, hangi işe kalkışsa, planladığının tam tersi şekilde sonuçlanıyor diye.
Yazar, bir arkadaşının evini satıp parasını uyuşturucu ve kumara yatırdığını itiraf ediyor. Artık bütün bunları geride bırakıp yazmaya karar verdiğini belirtiyor. Booker ödülü olarak aldığı paranın tümünü bu arkadaşına yolladı.
DBC Pierre, "Tanrı" Vernon Little ile Man Booker Ödülü'nün yanı sıra, Whitbread İlk Roman Ödülü'nü ve Bollinger Everyman Wodehouse Komedi Ödülü'nü de kazandı. İkinci romanı olan Ludmilla's Broken English, yayına hazırlanıyor.
Çevirmen kitapla ilgili ne diyor?
Lise katliamı üzerine, ölüm üzerine bir roman “Tanrı” Vernon Little. Aileden, eğitim sistemine, adalet sisteminden medyaya kadar tüm toplumsal yapıyı kökten eleştiriyor. İşin tuhafı, bu aynı zamanda çok matrak bir kitap; gücünü belki de bu kadar komik oluşundan alıyor. Bu kadar derin bir sistem eleştirisinin böyle ince bir mizah gücüyle yapılması, çok şaşırtıcı ve etkileyici bir roman çıkarıyor ortaya. “Tanrı” Vernon Little, kült olmaya aday bir kara mizah örneği.
Pierre’in çok renkli ve eğlenceli bir anlatım tarzı var. Hikayeyi romanın kahramanı Vernon’dan dinliyoruz; 15 yaşın enerjisiyle dolu, esprili, oyunlu, kendine has bir dili var Vernon’ın. Ergenlik çağındakilere özgü o “öfkeli” hal, yaşadığı korkunç katliamın suçu üstüne yüklenince iyice büyüyor.
Çevresinde olup bitenleri sezme ve gözlemleme konusunda çok yetenekli olan Vernon, yaşadıklarından, gördüklerinden beklenmedik hayat dersleri çıkarıyor. Annesiyle olan ilişkisini şöyle tanımlıyor:
“Sanki annem, doğduğumda sırtıma bir bıçak saplamış ve ağzından çıkan her sesle bu bıçağı kanırtıyormuş gibi geliyor.”
Roman ilerledikçe bunun aileyle ilgili daha temel bir eleştiri olduğu anlaşılıyor:
“Hangi sözcüğü kullanırsanız kullanın fark etmez, o sözü bıçağınızın üstünde hissedersiniz. ‘Vay canına, arabayı gördün mü?’ ‘Yılbaşı eğlencesinde üstüne kustuğun mavi ceketi hatırlıyor musun? İşte o renk.’ Sonuçta benim anladığım, anne babalar, yaptığınız salaklıkların ve pisliklerin çetelesini tutarlar, savaş hazırlığı için. Bir saniyede işinizi bitirirler, ıskalamazlar.”
İnsanları tasvir ederken de son derece enteresan tanımlamalar yapıyor:
“ses telleri, pelur kağıdının arasına sıkıştırılmış arılardan ibaret bir resepsiyonist”
“yavru bir süs kedisi bir traktör kazasından sonra nasıl bakarsa öyle bakıyor gözlerimin içine”
“koca kafasındaki sarı saçları her an darma duman, sanki köpeğinizin bir aydır çiğnediği bir Barbie bebek gibi.” Vernon koku konusunda çok hassas. Çevresinde olup biteni anlatırken, bu hassasiyet öne çıkıyor:
“iri yarı kavgacı oğlanların, köşede sessiz sakin bir edebiyat düşkünü gördüklerinde salgıladıkları türden bir koku. Lanet bir çarmıh yapmak için kesilen kerestenin kokusu”
Mahkeme salonuna girdiğinde buranın tıpkı ilkokul birincisi sınıf gibi koktuğunu söylüyor Vernon:
“Bunun kasıtlı olup olmadığını bilmiyorum, belki de insanı geçmişe yollayıp taklaya getirmek içindir. Doğruya doğru, herhalde mahkeme salonları ve birinci sınıflar için kullanılan bir oda kokusu var, insanı hizaya sokmak için. “Vicdan Esintisi” falan gibi bir şey, böylece daha okuldayken kendinizi mahkeme salonunda gibi hissedersiniz, mahkemeye düştüğünüzde de okula dönmüş gibi. Parmak boyası görmeye hazırlanırken karşınıza şu güdük daktilolardan birinin arkasına oturmuş bir kadın çıkar.”
Bu benzetmeleri yaparken belki de sistemin daha ilkokuldan başlayarak kokuşmuş olduğunu anlatmak istiyor Pierre. Romanın başında katilin kim olduğunu biliyorsunuz. Ama onu bu noktaya getiren olayları öğrendikçe suçlunun kim olduğundan o kadar da emin olmamak gerektiğini anlıyorsunuz. Gerçek suçlu kim? Babasının tüfeğiyle bütün sınıf arkadaşlarını öldüren çocuk mu, yoksa on beş yaşında bir çocuğu bu kadar çaresiz bırakan sistem mi?
Arzu Taşçıoğlu
Arzu Taşçıoğlu
1970 İstanbul doğumlu. Genel kültür yarışmalarında soru yazarlığı, yönetmen yardımcılığı, metin yazarlığı, çevirmenlik ve editörlük yaptı. Üç yıldır Asklepios dergisinin genel yayın yönetmeni.
Frank Herbert’tan Çöl Gezegeni Dune(1997), Dune Mesihi(1997) ve Dune’un Çocukları(1998) adlı romanların, Joseph Stiglitz’den Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı ve Laura Mulvey’den Yurttaş Kane adlı incelemeleri Deniz Vural’la birlikte çevirdi. Aaa… Öyle mi? adlı ilk Türkçe trivia kitabını yine birlikte yazdılar.
Dostları ilə paylaş: |