TASAVVUF NEDİR, SUFİ KİMDİR?
Tasavvuf Nedir?
“Tasavvuf, tamamıyla edeplerden ibarettir. Her vaktin, halin ve makamın kendine göre bir edebi vardır. Her kim bu vakitlerdeki edeplere uymaya devam ederse Hak dostlarının ulaştığı makama ulaşır.” (Ebu Hafs el-Haddâd k.s.)
“Tasavvuf, yüce ve güzel ahlâkın tamamını elde etmek, bozuk, düşük ahlâkın hepsini terk etmektir.” (Ebu Muhammed Cerirî k.s.)
“Tasavvuf, evveli ilim, ortası amel, sonu da Allah’tan gelecek ikram ve ihsana nail olmaktır.” (Şehabeddin Sühreverdî k.s.)
“Tasavvuf, hiçbir şeye alaka duymadan (gönlü bağlamadan) Allahu Tealâ ile beraber olmaktır.” (Cüneyd-i Bağdadî k.s.)
“Cenab-ı Hakk’ı arayan kimsenin görevlerinden biri de, bulunduğu yerde kendisini terbiye ve irşad edecek bir mürşid bulamadığı zaman, irşatla görevli zamanın kâmil mürşidine hicret etmesi, onu rehber kabul edip terbiyesine girmesi ve (olgunlaşıp) kendisine izin verilene kadar kapısının eşiğinden ayrılmamasıdır.” (Abdülkerim Kuşeyrî k.s.)
“Şeriatın (dinî hükümler bütününün) üç kısmı vardır. Bunlar, ilim, amel ve ihlâstır. İhlâsı tamamlamada tarikat ve hakikat şeriatın hizmetçisidir. Bu hakikatin kendisidir, fakat herkesin zihni idrak edemez.” (İmam-ı Rabbanî k.s.)1
Cüneyd el-Bağdâdî’ye (k.s) tasavvuf nedir? diye sorulduğunda:
‘Tasavvuf halktan bütün alakaları keserek, Allahu Teala ile beraber olmandır’, demiştir. Bu hal gönlün ilahi sevgiden başkasıyla huzur bulmamasıdır.
Ma’ruf el-Kerhî (k.s) ise tasavvufu şöyle tarif etmiştir: “Tasavvuf, gerçeklere yapışmak ve insanların elinde olan şeylerden ümidi kesmektir. Fakirliği ele geçirmeyen kimse, tasavvufun hakikatine ulaşamaz.”
Şam’daki tasavvuf büyüklerinden birine, “Gerçek tasavvuf nedir?” diye sordular, o da şöyle cevap verdi:
“Bizden önceki dervişlerin hali idi ve şöyleydi: Görünüşte dağınık görünseler bile, manen toplu ve birlik idiler. Zamanımızın sufileri ise görünüşte toplu, hakikatte ise dağınıktırlar.”
Eğer ikide bir gönlün başka yerlere gidiyorsa, yalnızlıkta bile huzur bulamazsın. Allah Tealâ’nın dışındaki şeyleri gönlünden çıkardıysan, dünya işleriyle uğraşırken bile O’nunla baş başa sayılırsın. (Şeyh Sadî Şirâzî, Gülistan)2
Tasavvuf İlminin Ortaya Çıkışı
Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.
Sahabe ve Tabiûn hazretleri zamanında tasavvuf adıyla ortaya çıkan herhangi bir ilim veya dinî bir akım yoktu. Aynı şekilde Tefsir, Fıkıh, Kelâm… adlarıyla tasnif edilmiş temel islâmî ilimler de mevcut değillerdi. Dolayısıyla bu ilimlerle irtibatlı olan amelî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmamışlardı.
Fakat gerek tasavvuf ve gerekse temel islâmî ilimlerin hepsi o devirde bir bütün olarak ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Sofilik tatbikatta vardı, fakat adı konmamıştı. Yoksa bazılarının zannettiği gibi sonradan ortaya çıkmış değildi. Zaten Saadet Devri’nde ilimler birbirinden henüz ayrışmamışlardı. Hepsi bir bütün olarak İslâm’ı oluşturmaktaydılar.
Asr-ı Saadet’te temel islâmî ilimler
Sahabe-i Kiram hazretleri, itikadî konularda Kur’an ne buyurmuş, Allah Rasulü s.a.v. neyi haber vermişse ona harfiyen iman ediyorlardı. İman hakikatlerini daha ziyade naklî delillerle ve gayet sade bir biçimde tebliğ ediyor, müşriklerin iman etmelerine vesile oluyorlardı. Fakat bu hakikatleri ihtiva eden ilme münhasıran “Kelâm” ilmi demiyorlardı. Zaten onların sade, berrak anlatımları içinde felsefe yoktu. Asr-ı Saadet müslümanları henüz doğu ve batı kaynaklı felsefeyle yüzleşmemişlerdi. O yüzden itikadî konuları felsefî bir üslupla anlatan Kelâm İlmi diye bir ilim mevzubahis olamazdı.
Fıkhî konularda da durum bundan farklı değildi. Mesela namazın nasıl kılınacağını, zekâtın hangi maldan ne kadar verileceğini, alışverişle ilgili hükümleri o günkü müslümanlar Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber’den öğrenerek tatbik ediyorlardı. Fakat İslâm’ın sadece ibadet ve muamele ile ilgili konularını mevzu edinen; sistemli, metotlu, müstakil bir “Fıkıh” ilminden söz edilmiyordu.
Tefsir İlmi de Kelâm ve Fıkıh İlmi gibi tasnif edilmiş değildi. Fakat Kur’an ayetleri nazil olur olmaz Hz. Peygamber’in emriyle vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hafızlar tarafından ezberleniyordu. Çok sayıda Kur’an hafızı yetiştirilmişti. Öyle ki, Yemame harbinde şehit olan Kur’an hafızı sahabilerin sayısı beş yüze yakındı. Bu hadise üzerine Hz. Ebubekir r.a.’ın hilafeti zamanında Kur’an-ı Kerim sayfaları toplatılarak “mushaf” haline getirilmiş, bu nüsha Hz. Osman r.a. zamanında da çoğaltılmıştı.
Hadis ilminde ise, durum biraz daha farklıydı. Batılı müsteşrikler ve onların tesiri altında kalan müslüman yazarların iddialarının aksine, hadis-i şerifler Hz. Peygamber s.a.v.’in sağlığında bazı sahabiler tarafından Kur’an gibi yazılıyor ve ezberleniyordu.
Gerçi Allah Rasulü s.a.v.’in mübarek sözlerinin yazıldığını beyan eden hadislerin yanı sıra, yazmayı yasaklayan haberler de vardır. Fakat son devrin büyük hadis alimlerinden Ahmed Muhammed Şakir’in de ifade ettiği gibi, yazmayı yasaklayan haberler sonradan neshedilmiş, yani yazma işi serbest bırakılmış veya Kur’an’la karışacak şekilde aynı sahifeye yazılması önlenmişti.
Bu hakikati doğrulayan çok sayıda haber vardır. Meselâ İbn-i Saad’ın Tabakatı’nda belirtildiğine göre, Sahabe-i Kiram’dan İbn Abbas r.a. vefat ederken geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı. Bunlar ekseriyetle Hz. Peygamber s.a.v’in hadislerini ve Sahabe kavillerini ihtiva eden kitaplardı.
Bütün temel islâmî ilimlerin ana kaynağının Kur’an’dan sonra Sünnet olması hasebiyle, hadislerin Hz. Peygamber’in sağlığında kayda geçirilmesi büyük önem arz etmekteydi. Daha sonra bu yazılı belgeler toplanıp konularına ve sıhhat derecelerine göre tasnif edildikten sonra büyük hadis mecmualarını oluşturacaktı. Sonra da ayet ve hadislere istinat eden Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf gibi ilimler ortaya çıkacak ve sistemli birer disiplin haline geleceklerdi.
Saadet Asrı’nda müslümanlar içtihat da ediyorlardı. Sahabe-i Kiram hazretleri dinî konularda birbirlerinden farklı görüşler serdedebiliyorlardı. Mesela Hz. Peygamber s.a.v. bir konuda ashabıyla istişare ediyor, görüşlerini alıyordu. Ortaya çıkan görüşler bazen Allah Rasulü’nün içtihadından farklı olabiliyordu. Ama buna dayalı olarak ayrı bir mezhep ortaya çıkmıyordu. Çünkü her şeye son noktayı koyan Hz. Peygamber s.a.v. idi. O, vahyin kontrolünde ve vahiyle iç içe idi. Hâşâ yanlış yapması hiçbir şekilde söz konusu olamazdı.
Asr-ı Saadet’te tasavvuf
Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.
Sahabi efendilerimiz de bu mevzuda peygamberlerden sonra en üst tabakayı oluşturuyorlardı. Tasavvuf ve tarikatın adı geçmemekle birlikte, en canlı tasavvufî yaşayış onların zamanında idi.
Nazil olan ayet-i kerimeler müminlerin gönül ve tefekkür dünyasında büyük vakumlar meydana getiriyor, nazarlarını Allah’a çeviriyordu. Kur’an ve hadiste tasavvufun esasını teşkil eden konulara çokça yer verilmişti. İman, kalp, tevbe, zikir, ihlâs, takva, nefs, tezkiye, mücahede, muhabbet, haşyet, sabır, şükür, tevekkül, rıza, fakr, ilm-i ledün, kibir, riya, haset gibi konular bunlardan sadece bazılarını teşkil ediyordu.
Sahabe-i Kiram hazretleri Kur’an-ı Kerim’den okudukları bu konuları önlerindeki Mürşid-i Ekmel’e bakarak yaşıyorlardı. O’nun sohbetinden aldıkları feyizle amel ediyor, nefslerini kibir, ucub, riya gibi bilumum hastalıklardan temizliyorlardı. Zikrin nuruyla kalplerini cilalayıp safileştiriyor, nafile amellerle sürekli yükseliyorlardı. Böylece ruhları kemale eriyor, tefekkür dünyaları zenginleşiyor ve marifet nurları kalplerinde tecelli ediyordu.
Allah Rasulü s.a.v. Kur’an ahlâkına sahipti. Allah’a çok şükreder, ibadet etmekten büyük zevk alır, bazen ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Kimi zaman namazında hıçkırıklarla ağlardı. Bazen günlerce oruç tutar, günün muhtelif saatlerinde zikirle meşgul olurdu. O’nun her hareketinde kıyamında, kıraatinde, oturuşunda, kalkışında edep, incelik ve marifetullaha dair sırlar zuhur ederdi. Mübarek kalbi üns ve vahdet nurlarıyla dolu idi. O İlm-i Ledün sultanı idi. Keşf ve müşahedenin en ileri derecesine sahipti. Cebrail Aleyhisselam O’na yerlerin ve göklerin esrarını bildiriyor, ebedi saadetin reçetesini haber veriyordu. Miraç’ta yedi kat semayı aşmış, meleklerin tutamadığı noktaları tutmuş, bütün makam ve menzilleri geçip Allah Tealâ’ya vasıl olmuştu. Dönüşte cennet, cehennem ve melekût âleminin acayip hallerini seyreylemişti. Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere mucizeleriyle akılları hayrete düşürmüştü.
O’nun peygamberlik sıfatından başka bir de velilik sıfatı vardı. Peygamberlik sıfatıyla diğer bütün peygamberlerin imamı ve sonu olduğu gibi, velilik sıfatıyla da, nebiler dahil, bütün beşeriyetin en efdali idi. Ayrıca İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Hz. Peygamber’in peygamberlik sıfatı velilik sıfatından üstün ve yüce idi.
Mürşid-i ekmel olan Rasul-i Ekrem s.a.v.’in birkaç dakikalık sohbetiyle Sahabe-i Kiram hazretleri bir velinin ömrünün sonuna kadar ulaşamayacağı manevi makamlara yükseliyorlardı. Elde ettikleri manevi hal ve zevk ile cenneti cehennemi görmüş gibi oluyorlardı. Huzur-u şeriflerinde iken sanki başlarında bir kuş var da uçacakmış gibi, büyük bir edep ve tam bir kalbî bağlılıkla O’nu dinliyorlardı. Huzurundan ayrıldıkları zaman da yine hayallerini Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz süslüyordu. Devamlı O’nunla birlikte imiş gibi O’nu düşünüyor, mübarek sözlerini, tavır ve davranışlarını hayal ediyor, her şeyleriyle O’na benzemeye çalışıyor, diğer bir ifadeyle rabıta yapıyorlardı. Allah Rasulü’nü sevdikleri kadar hiçbir beşeri sevmemişlerdi. O’nu kendi canlarından bile, aziz tutuyorlardı.
Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber s.a.v.’in sohbetiyle berzaha uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçiyor ve az bir zamanda Allah Tealâ’ya büyük yakınlık elde ediyorlardı. Çünkü onlar Hz. Rasulullah’ın irşadıyla velâyet-i kübraya mazhar olmuşlardı.
Gerçi Sahabe-i Kiram hazretlerinde keşif, keramet gibi hadiseler az görülürdü. Belki sonradan gelen velilerin keşif kerameti daha fazla idi. Fakat Sahabe’nin makamları sonraki velilerden çok daha yüksekti. Onlara yetişebilmek neredeyse imkansızdı.
İşte Asr-ı Saadet mslümanlarının halleri kısaca böyleydi. Yani tasavvufî hallerdi. Fakat adına henüz Tasavvuf denmiyordu.
Saadet Asrı’ndan sonra ilimler
Asr-ı Saadet’te müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf, halledilmemiş bir müşkil yoktu. Hangi konuda olursa olsun, bir müşkil olduğu zaman Hz. Peygamber s.a.v.’e müracaat edilip çözülüyordu. O dönemde akideler saf, niyetler halisti. Nübüvvet nuru tesirini devam ettiriyordu.
Fakat Hz. Peygamber’in vefatından sonra yer yer ihtilaflar baş gösterdi. Müslümanlar ilk olarak halife seçimiyle karşılaşmış ve bu mevzuda ihtilafa düşmüşlerdi. Ardından üçüncü halife Hz. Osman r.a. şehit edilmiş (h.35/m.656) ve ondan sonra Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı zuhur etmişti. Müminler üzerinde büyük tesirler ve acı hatıralar bırakan bu iç savaşlar en çok akaid problemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
Gerçi hadiseleri körükleyen bir kısım münafıklar istisna edilirse, birbiriyle savaşan iki taraf da farklı içtihatları sebebiyle hak ve hakikat adına savaşıyorlardı. Fakat sonuçta ortaya çıkan bu durum, huzursuzluğun yanı sıra akaidle ilgili yeni bir takım soruları da beraberinde getiriyordu.
Öte yandan hicrî birinci asrın sonlarında Suriye, Mısır, İran, Irak gibi büyük ülkelerin İslâm topraklarının sınırlarına dahil edilmesiyle müminler çok değişik inançlarla karşılaşmışlar, doğu ve batı felsefesiyle yüzleşmek durumunda kalmışlardı. Neticede “kader” meselesinden “imamet/halifelik” meselesine kadar bir dizi konuda itikadî ihtilaflar zuhur etmişti.
Bunlara paralel olarak Mutezile, Cebriye, Kaderiye, İmamiye (Şia) gibi Ehl-i Sünnet’in dışına çıkan birçok mezhep zuhur etmişti. Bu gibi mezheplerin sayısı alt kollarıyla birlikte sonraları yüzün üzerine çıkmıştı.
Akaid gibi, fıkıh sahasında da ortaya çıkan yeni durum ve ihtiyaçlar yeni içtihatları gerektirmiş, tabii olarak ihtilaflar da zuhur etmişti.
Neticede Fıkıh ve Akaid ilmine Hz. Peygamber s.a.v. zamanında hiç tartışılıp konuşulmayan meseleler girmiş, yeni fetvalar ortaya çıkmış, sonraki asırlarda işin içine akıl ve felsefe de bir ölçüye kadar dahil edilmişti. Bu hususlarla ilgili metot ve düşünce farklılıklarından dolayı ister istemez değişik fıkhî/itikadî akımlar da ortaya çıkmıştı.
Tabii olarak bu durum karşısında Ehl-i Sünnet akaid ve fıkhının sağlam bir şekilde tespit edilmesi zaruret halini almıştı. Ayrıca söz konusu ilimler her müslümanın sürekli meşgul olması gereken hayatî önemi haiz ilimlerdi.
Onun için devrin alimleri ilk önce bu konularda kitap ve risaleler kaleme alarak hafızalarda bulunan ilimleri tedvin ve tasnif ettiler. Tabii ki bu ilimlerin temel dayanakları Tefsir ve Hadis ilimleriydi. O yüzden hadis-i şerifler büyük bir gayretle toplanıp tasnif edilmeye başlandı. Tefsir sahasında Sahabe neslinden intikal eden berrak düşünceler kayda geçirildi. Bunların usul ve metotları belirlendi. Böylece Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi müstakil ilim dalları ortaya çıkmış oldu.
Tabii bu ilimler inkişaf ederken, içtihatlar yapılırken kolay ve sancısız olmuyordu. Yeni hareketler ortaya çıkarken yer yer cepheleşmelere de sebebiyet verebiliyordu. Hatib el-Bağdadî’nin Tarihu Bağdadî adlı eserinde belirttiğine göre, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri içtihadına akıl ve re’yi kattığı için devrin bir kısım alimlerince dışlanmıştı. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, onların ihtilafları ne kadar sert olursa olsun, kesinlikle heva ve arzularından konuşmuyorlar, dini bütün safiyetiyle korumak için gayret ediyorlardı.
Öte yandan içtihatta re’ye önem verenler de, devrin felsefesini alet olarak kullananlar da, vardıkları sonucu dinin muhkem hükümleriyle telif ediyor, konuyla ilgili Kur’an ve Sünnet’ten deliller getiriyorlardı. Sonuçta içtihat yaptıkları için isabet edemeseler bile sevaba girmiş sayılıyorlardı.
Şu da bir gerçek ki, içtihat ve ihtilaflar İslâm ümmeti için büyük bir rahmet ve genişlik olmuştur. Aksi halde günlük işlerimizin birçoğu haram ve dolayısıyla da cehennemlik sayılacaktı.
Saadet Asrı’ndan sonra tasavvuf
Yukarıda bir nebze bahsedildiği gibi, Sahabe neslinin sonları ve Tabiûn neslinin başlarına doğru iç savaşlar dolayısıyla huzursuzluklar artmış, gündemdeki meselelerle zihinler karışmıştı. Kerbelâ vakası, Haricîlerin gaddar tutumları ve Emevîler dönemindeki siyasi gelişmeler de işin tuzu, biberi olmuştu.
Öte yandan sürekli devam eden fetihler sayesinde ganimetler alınmış, refah ve zenginlik artarak müslümanların hayat standardı yükselmişti. Böylece Saadet Devri’nde görülmeyen, bir anlamda lüks sayılabilecek bir hayat tarz ve telakkisi ortaya çıkmıştı. Bu, şimdiki neslin aksine o günkü neslin hiç de alışık olmadığı bir durumdu. Saadet Devri’nde Hz. Fatıma r.a.’ın edindiği bir çul vardı. Yatarken altlarına serseler üstleri, üstlerine serseler altları açıkta kalırdı. (Bugün ise, bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, maddi imkan olmadan müminlerin imanlarını muhafaza etmeleri bile son derece zorlaşmıştır.)
Daha ziyade hicrî II./miladî VIII. asırda ortaya çıkan bu dünyevîleşme, siyasileşme, yabancılaşma, bid’atlerin zuhuru ve dine karşı bir derece lâkaytlık, devrin zühd ve takvaya önem veren müminlerini, diğer bir ifadeyle zahidleri incitmişti. Onlar, Hz. Peygamber ve Sahabe neslinin tertemiz, berrak akidelerine sarılarak dünyanın yalancı yüzünden el etek çektiler. Kendilerini ilme, ibadete, Kur’an ve Sünnet’te üzerinde durulan derunî hayata verdiler. Zühd ve takvaya bürünerek gayet sade bir hayat yaşadılar. Bu arada gayet tesirli vaazları, insanları ağlatan ateşli konuşmalarıyla halkı irşad ettiler.
Bu grubun arasında devrin büyük alimlerinden Hasan Basrî Hazretleri (ö. 110/728), mücedditlerden kabul edilen Emevîler’in devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz Hazretleri (ö. 101/719), aşıklardan Rabiatu’l-Adevî Hazretleri (ö. 185/804) gibi simalar da vardı.
Hicrî birinci-ikinci asırda yaşayan bu zahidlerin dönemine “zühd dönemi” adı verildi. Bu dönem, tasavvufun özünü ve başlangıcını oluşturuyordu. Söz konusu zahidler, aynı zamanda Sahabe devrinde zühd ve takvalarıyla öne çıkmış Ehl-i Beyt, dört büyük halife, Suffa Ashabı, Tabiûn’dan Üveys el-Karanî gibi şahıs ve zümrelerin de bir bakıma devamıydılar.
Hicrî 200/815 senelerinden itibaren olgunlaşan zühd hayatı Tasavvuf cereyanını doğurdu. Amel, ibadet, ahlâk, nefsle mücahede ve istikametin ön plâna çıktığı zühd devrinden sonra yaşadıkları manevi tecrübelerle zenginleşen sofiler, birikimlerini Kur’an ve Sünnet ekseni etrafında izah ederek, yeni kitaplar telif ettiler. Tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihatlarına kendi ruhanî tecrübelerini, aşklarını, şevklerini, vecdlerini, keşfî-manevi bilgilerini, Allah Tealâ Hazretleri’ni sevmek, tanımak ve O’na yakınlaşmakla ilgili marifetlerini de ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Sahabe ve Tabiûn devrinde olduğu gibi, amel ve ibadetleri ihlâs, itikat, marifetle birleştirerek manevi derinliği canlı bir şekilde devam ettirdiler.
Böylece, Fıkıh, Kelâm, Tefsir ve Hadis alimlerinin yaptıkları gibi, sofiler de Kur’an ve Sünnet’e dayanan amelleriyle, derunî/manevi tecrübelerinden çıkardıkları içtihatlarıyla ve yazdıkları eserleriyle özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmini sistemleştirip, müstakil bir ilim ve amel yolu haline getirdiler.
Sofi ismi, tasavvuf tarihinin ilkleri
Bu kutlu zatlar, peygamberlerin de giyindiği gayet mütevazi bir elbise olan “sûf” (yün) elbise giydikleri için, yaygın olan kanaate göre, kendilerine “sûfî” adı verildi. “Tasavvuf” kelimesi de “sûf” kelimesinin değişik istihalelerinden türeyen bir isim olarak böylece tarihe geçti.
Tarihçilerin tespitine göre, ilk sûfi (veya halk dilinde “sofi”) ismini alan zat, Ebu Haşim Sûfî’dir (ö.150/767). İlk tekke de Suriye’nin Reml şehrindeki Ebu Haşim Tekkesi’dir. Fena-beka, cezbe, sülûk ve sair bir kısım isimler de her ne kadar tasavvuf ismi gibi sonradan ortaya çıkmış ise de, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin de beyan ettiği gibi, hakikatleri itibariyle hepsi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e dayanmaktadır. Sofiler sadece bu gibi halleri anlatabilmek için muhtelif isim koymuşlardır.
O devirde İbrahim b. Edhem, Fudayl b. İyaz, Cüneyd-i Bağdadî, Bişr-i Hafî (Allah cümlesinin sırrını mübarek kılsın) gibi çevrelerinde manyetik alanlar meydana getiren büyük veliler, etraflarına halkı topluyor, sonra da Rasul-i Ekrem s.a.v.’in evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı. Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah’a teveccüh ediyordu.
Temel bir kaide olarak “Mahlukatın nefesleri adedince Hakk’a ulaştıran yollar vardır.” Hepsi Kur’an ve Sünnet’e dayanan bu yollardan bazıları giderek sistemleşmeye başlıyordu. Müteakip asırlarda bunlardan her biri, tasavvufun içerisinde birbirinden güzel kolları oluşturacaktı. Nitekim Şah Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî Hazretleri’nin yaşadığı hicrî VI. miladî XII. asırdan itibaren farklı irşad usulleriyle tarikatlar zuhur ederek Kadirîlik, Rufaîlik, Mevlevîlik, Nakşîlik gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler. Allah onlardan razı olsun.
Sonuç itibarıyla; Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis, Tasavvuf ve sair ilimlerin her biri dinin kendisinden başka bir şey değildir. Bunlar her ne kadar müstakil birer ilim haline gelseler de, tek bir tanesini bile şeriattan ayrı düşünmek dalâlettir. Zira bunlardan herhangi birini şeriattan ayrı düşünmek Kur’an ve Sünnet’in bir bölümünü yok saymaktır. Akaid veya Kelâm ilmi olmasa ortada din ve inanç esasları diye bir şey kalmaz. Fıkıh olmasa, Hakk’a nasıl ibadet edileceği ve kullar arasında nasıl muamele edileceği anlaşılmaz. Tasavvuf olmasa, bütün ibadetlerin ruhu yok olur ve ibadetler sadece şekillerden ibaret hale dönüşerek boşa gider. Nefs ve şeytanın hileleri bilinip onlara karşı tavır alınmadığı için de din-iman yıkılmaya mahkûm olur. Tefsir ve Hadis ilmi olmasa zaten diğer ilimler hiç olmaz.
O bakımdan bir müminin Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerini hiç değilse ihtiyaç miktarınca öğrenmesi farzdır. Zira dinin müstakim olarak yaşanması ancak bu ilimleri öğrenmekle mümkün olabilir.3
Tasavvufun Kaynağı
Tasavvuf, çoklarının Kur’an ve Sünnette ismini aramakla meşgul olup, aslından mahrum olduğu bir cevherdir. Aslı ve sıfatıyla tamamen nassların (âyet ve hadislerin) meyvesi olan gerçek tasavvuf, sırf bir kelime kargaşası yüzünden ihtilaf konusu olmuştur. Bazıları onu İslâmın dışında göstermeye çalışmış, bazıları ona hep endişeyle bakmış, bazıları da onunla hiç ilgilenmemiştir. İşin başında usül hatası yapanlar, ne yazık ki sonuçta doğruya isabetten mahrum olmuşlardır. Tasavvuf mürşidlerin ortaya koyduğu yeni bir din değildir; zaman içinde teşekkül etmiş bir terbiye okuludur. Her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvaya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’ân ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk ve edebtir.
Fıkhî ictihatların hepsini doğrudan Kur’ân ve sünnette aramak doğru olmadığı gibi; tasavvufun bütün usül ve edeblerini âyet ve hadislerin açık beyanlarında aramak da isabetli değildir.
Müctehidler fıkıh alanında ictihad yetkisine sahip oldukları gibi, kâmil mürşidler de ahlâk ve terbiye alanında ictihad yapmaya, yeni usüller belirlemeye ehildirler. Bunun kendine has usülleri vardır. Bu iş din adına olduğundan sevabı çok olduğu gibi, mesuliyeti de büyüktür.
Bir şeyin Kur’an ve sünnette olup olmadığını araştırırken bir usül vardır. Bazen, ictihadla elde edilen sonuçlar, ilk anda âyet ve hadislerde mevcut olmayan hükümler gibi gözükebilir. Ancak ictihad incelendiğinde veya sahibi dinlendiğinde, bunun bir şekilde âyet veya hadislere dayandığı anlaşılır. Bütün İslâmi ilim dallarında durum budur.
Mürşid Kimdir, Ne Yapar?
Takva imamı olan kâmil mürşid, âlimdir. Aynı zamanda âriftir. Feraset sahibidir. Takva nuru ile yürür. İlâhi destekle yol alır. Kalbi her an Rabbine bağlıdır. İlhama mazhardır. Müşahede sahibidir. Devamlı naz ve niyaz içindedir. Allah rızasından başka bir iddiası ve davası yoktur. Halini iyi bilir. Bildiğinin hakkını verir. Bilmediklerini öğrenir. Her şeyi bilmek durumunda ve zorunda değildir. Bütün mürşidlerin fıkıhta müctehid olması gerekmez, bir hak mezhebe göre ameli kâfidir.
Kâmil mürşidler, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için önce ayet ve hadislerin zahir ve batın manalarına son derece önem verirler. Onların işaretlerine de dikkat ederler. Bunların yanında Sahâbe-i Kirâm’ın söz ve davranışlarıyla amel eder, onları kendilerine örnek alıp usüller belirlerler. Ayrıca, İslâm âlimlerinin üzerinde icmâ ettiği, güzel bulduğu hususları değerlendirirler. Önceki sâlihlerin tecrübe, müşâhede ve tesbitlerine itimat ederler. Bunlardan başka, kıyas yoluyla yeni tesbitler yapabilirler. Dinin yasaklamadığı örf ve adetleri göz önünde tutup halkın özellik ve karakterine uygun usüller belirleyebilirler. Kâmil mürşidler ayrıca, önceki peygamberlerin söz ve gidişatından, getirdikleri dinin edeblerinden istifade yoluna gidebilirler. Buna fıkıh usulünde “Şer’u men kablenâ” yani bizden önceki şeriatlarla amel etme prensibi denir. Usulünce yapıldığında bunun da yolu açıktır.
Tasavvuftaki herhangi bir uygulamanın dindeki yeri ve hükmü araştırılırken, onun sadece hangi âyet veya hadise dayandığını sormak yeterli ve isabetli değildir. Bu uygulama hangi dini delile dayanıyor diye sormalı ve hükmü ona göre vermelidir. Meselâ âyet ve hadislerde açık olarak hükmünü bulamadığımız bir amel, sahâbenin sözüne veya uygulamasına dayanıyorsa makbuldür. Aynı şekilde İcmâ, kıyas, maslahat, istihsan gibi delillere dayanan uygulamalar da makbuldür. Hepsi dindendir, derecesine göre sevap vesilesidir.
Vird, Hatme ve Rabıtanın Dindeki Yeri
Bir kimse tasavvufta çokça üzerinde durulan vird ve hatmeyi Kur’an ve sünnette aramaya kalksa, bu isimlerle zikredilen hiç bir şey bulamaz. Bu şahıs: “Ben bütün Kur’an’ı ve Sünneti inceledim, zikir manasına gelen vird ve hatme kelimesine rastlamadım; bunların dinde yeri yoktur” dese yanılmış olur. Bu zikirler temelde yüzlerce âyet ve hadise dayanır. Kur’an’da, bir sayı ve şekil belirtilmeden “Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.” “Sabah akşam Rabbini zikret.” “Rabbini gizlice içinden zikret.” “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.” şeklinde emir ve teşvikler mevcuttur. Aynı şekilde tek başına ve halka halinde zikir yapanları öven bir çok hadis-i şerif vardır. Mürşidler bu âyet ve hadislerden hareketle bazı zikir, dua ve tesbih sözlerini bir araya getirdiler. Onları tecrübe edip faydasını gördüler ve bu usülle talebelerine zikir tavsiye ettiler. Bazıları gizli zikir usulünü fıtrat ve meşrebine uygun buldu, onu uyguladı. Bazıları açık zikri tercih ve tatbik etti. Böylece Yüce Rabbimizin zikir âyetleri yaşandı, zikrin zevki tadıldı ve zikrin nimetlerine ulaşıldı.
Kur’an ve Sünnette yeri, şekli ve zamanı belirtilen zikirler aynen uygulanır. Meselâ, farz namazların peşinden otuzüçer defa “sübhanellah” “elhamdülillah” “Allahu ekber” denilmesi ve “Lâ ilâhe illellâhu vahdehû lâ şerike lehu” zikriyle yüze tamamlanmasını Rasûlullah (A.S.) Efendimiz belirlemiştir. Bunu herkes aynen uygular. Ancak adedi ve şekli belirtilmeden sabah-akşam, gece-gündüz, her halde, gizli-açık, tek başına ve cemaat halinde yapılması istenen ve övülen zikirler, yapanın durumuna göre serbest bırakılmıştır. Bu durumda âyet veya hadislerde zikir olarak tavsiye edilen her türlü zikir makbuldür. Bu tür zikirlerde ehlince farklı tercih ve tertibler yapılabilir. Ehl-i tasavvuf da bunu yapmıştır. Şu halde, vird ve hatmenin kaynağı Kur’an ve sünnettir.
İkinci örnek râbıtadır. Râbıta tasavvuf ehlinin en çok üzerinde durduğu amellerden biridir. Râbıta, bütün vücuduyla Allahu Teâlâ’yı zikreder bir hale ulaşmış kâmil mürşidi hayaline almak ve kalben ondaki nura bağlanmaktır. Bu bir usül dairesinde yapılır, sukûnet içinde uygulanır. Râbıtanın uygulanış şekline bakıp onu diğer dinlerden devşirilmiş dış kaynaklı bir uygulama olduğunu düşünenler mevcuttur. Halbuki onu tarif ve tavsiye eden ârifler, bunun Kur’an ve sünnetin teşvik ettiği bir amel olduğunu söylemektedirler. Şöyle ki:
Allahu Teâlâ varlıklar üzerinde düşünmemizi ve onlardaki ilâhî tecellilere bakıp ibret almamızı, bu sayede zikre ulaşıp, şükre sarılmamızı emretmektedir. Hz. Rasûlullah (A.S.), Allahu Teâlâ’nın zâtının düşünülemeyeceğini, ancak nimetleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Kâmil mürşidler, düşünülecek ve ibret alınacak varlıklar içinde ilâhî tecellilere en fazla mazhar olan kimselerdir. Çünkü onlar, Allahu Teâlâ’nın dostu ve yeryüzünde halifesidirler. Veliler, kendilerine bakana Allah’ı zikrettirirler; çünkü kendileri daima zikir, tefekkür ve huzur içindedirler.
Mürşidler, farz olan tefekkür ve murakabeye bir hazırlık olarak râbıtayı tercih ve tatbik ettiler. Bunun için bazı usüller belirlediler. Râbıtadaki hedef, mürşidin şahsı değil, onda ortaya çıkan ilâhî tecelliler ve edebtir. Rabbânî aşkla boyanmış bir insan-ı kâmildeki ilâhî nur ve edebe gözünü açamayan kimsenin, etrafındaki donuk eşyadan bir şey anlaması oldukça zordur. Şu halde tasavvufta uygulanan râbıta, esası itibarıyle bir çeşit tefekkürdür. Hedefi, zikir ve edebtir. Kalble bir şeyi düşünme, sevme, özleme ve sevdiğine özenme hali, kalbi olan her insanda mevcuttur. Sadece yapılanın adı, şekli ve mahalli değişiktir. Kimisi Allah yolunda elinden tuttuğu kâmil şeyhi, kimisi de kendince tatlı bulduğu bir şeyi düşünür durur, buna bir mani de yoktur. Ancak bazı düşüncelerin sonu rahmet, birçoğunun ise azaptır. Tasavvufta uygulanan râbıta rahmet vesilesi olan bir düşünce çeşidi olup, esası ve hedefi itibariyle dinimizin teşvik ettiği bir ameldir. Yani râbıtanın kaynağı Kur’an ve sünnettir.
Sonuç olarak, dinî yaşantının özü ve ruhu olan tasavvuf, nasıl Kur’an ve Sünnette kelime olarak yer almıyor diye inkâr edilemiyorsa, dinin açık hükümleriyle çelişmeyen tasavvufî uygulamalar da reddedilemez.
Yeterli ilim sahibi olmadan bu konular üzerinde rastgele hüküm beyan edenleri insaf ve edebe davet ediyoruz.4
Yola Girmek Yolda Olmak
Tasavvuf yoluna giriş, kâmil bir mürşide intisap edip onun eğitim ve terbiye usulünü kabul etmekle olur. Bu Nakşibendî yolu başlangıçta Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in talim ve terbiyesinde yetişmiş Hz. Ebu Bekir r.a.’da “Sıddıkiye” ismini almış, sonrasında Selman-ı Farisî r.a. hazretleri, Muhammed b. Kasım, Bayezid-i Bistamî, Mevlâna Halid hazretleri (Allah sırlarını mukaddes kılsın) gibi sayısız velinin hizmetiyle günümüz kâmil mürşitlerine ulaşmıştır. Bu mürşitlerden birine bağlanmakla her müslüman başlangıcı Efendimiz s.a.v. olan bu zincire bir kenarından tutunmuş olur.
Kâmil mürşidin elini tuttuktan sonra ise yolun edebi, önce sekiz şartı yerine getirmektir. Bunların başında gelen husus taharet, yani abdest almaktır. Abdest alırken de kalbinde Allah’a tövbe etme, günahlarından temizlenme niyeti vardır. Şeyh Ahmed Gazalî hazretleri şöyle buyuruyor: Tövbe eden mürid abdest anında azalarını maddi kirlerden yıkadığı gibi, manevi kirlerden, nefs ve şeytanın telkin ettiği kötü düşüncelerden temizlenmeyi de hedefler. Gusül abdestinde de durum böyledir.
İmam Rabbanî hazretlerinin oğlu Muhammed Masum Farukî hazretleri de şöyle buyurur: İnsan hangi aza ile hangi günahı işlediğini bilir. Gusül ve abdestinde mürid, “Ya Rabbi, ben azalarımın dışını kirden yıkıyorum. Sen de onları günahlardan temizle.” diye yalvarır.
Abdesten sonra iki rekât namaz kılınır. Tasavvuf yoluna giren kişi, tadil-i erkan ve kalp huzuruyla kıldığı bu namazın birinci rekâtında Fatiha suresinden sonra Kâfirun suresini, ikinci rekatında da İhlâs suresini okur.
Bazı mürşitler bu adabın mürşide biattan önce, bazıları da biattan sonra olmasını tavsiye etmişlerdir.
Biat esnasında ise cümle günahlar göz önüne getirilir. Hem dil hem kalp ile; “Ya Rabbi, yapmış olduğum bütün günahlardan ben pişmanım. Keşke yapmasaydım. İnşallah bir daha ben yapmayacağım.” denir. Böylece mürşidin elinde söz verilir. Bu söz mürşide değil, Allah’adır. Mürşid ise bu duruma şahit ve tövbe edene duacıdır.
İntisap eden kişi bu tövbe müsafahasıyla, yani mürşidin elinden tutmayla da onu kendine rehber, mürşit, üstad olarak kabul etmiş olur. Bundan sonra gayreti, o güne kadar yapmış olduğu hataları telafi etmek içindir. Kılmadığı namazlarını, tutmadığı oruçlarını kaza eder, haksızlık ettiği kişilerin hakkını verir veya helalleşir. Bunun gibi üzerine düşen vazifelerini yerine getirir.
Mürşit elinde tövbe etmenin amacı, kâmil bir insan olmak için kendine bir yol bulmak ve ilerlemektir. “Mürşidimin duası ve terbiyesi ile Rabbime tövbemde sabit kalırım” diye niyet eder. Fakat bütün kudretin Allah Tealâ’nın elinde olduğunu, gerçek sebebin de O’nun dilemesi olduğunu bilir. Tövbe ederek mümin olmanın gereği olan takvaya ulaşılmaya çalışılır. İntisap eden kişi, tövbesinde samimiyet ve ciddiyetle birlikte Allah Tealâ’nın onu affettiği hüsnü zannı ve ümidini de taşır.
Şeyh Ahmed Gümüşhanevî hazretlerine göre mürid iki şekilde tövbe eder. Birincisi Allah Tealâ ile kendi arasında, ikincisi mürşidi ile kendi arasındadır. Birinci tövbe ile yapmış olduğu günahlardan, ikinci tövbe ile kötü insanların meclisinden ayrılıp mürşidinin meclisine dahil olur. İlk tövbe ile Allah Tealâ kişiyi affedip korumasına alırken, ikinci tövbeyle mürşit nasihat ve ilimle yolunu gösterir. Bundan sonrası ise, artık müridin gayretine bağlıdır.5
SUFİLİĞİN İÇ YÜZÜ
Gerçek sufi, Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler Sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir. Bunlardan başkası boştur.
Adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz birçok ilim dalı var. Bunların her biri konusuna göre kıymet ve önem taşıyor. İlimlerin konuları, aynı zamanda hedeflerini de gösterir. Şunu söylemek mümkün: Bir ilim veya sanat, insanla ve insan hayatıyla ne kadar ilgiliyse o derece kıymetli ve önemlidir.
İnsanı ilgilendiren en önemli ilim hangisi olabilir? Hiç şüphesiz, kendi nefsini ve Yüce Rabbi’ni öğreten ilimdir. İnsanın yaradılış gayesi de bu ilimle öğrenilir. Bu özelliği sebebiyle o, ebedi kurtuluş vesilesidir. Tefekkür nazarıyla bakılırsa anlaşılır ki, bütün gökler, yerler ve içindekiler bu ilmi öğretmek için yaratılmıştır. Bütün peygamberlerin, alimlerin, hikmet sahiplerinin öğrettiği ilim de temelde budur. Ona kısaca “marifetullah” denir.
Marifetullah, Yüce Allah’ı tanımaktır. Bu tanıma, sırf iman etmekten öte bir iştir. O gerçek bir ilim ve irfandır. Bu ilmin birinci basamağı nefsini tanımaktır. Gerçek manada nefsini tanıyan Rabbini de tanır.
Diğer bir açıdan bakıldığında, bir ilim insanı kendi özünden ve Rabbi’nden uzaklaştırıyorsa, dünyası kadar ahiretine de fayda vermiyorsa, bütün hizmeti mide ve şehvete yönelik ise, ona hayırlı ilim denmez.
Sufiler Neyle Uğraşır?
Biliyoruz ki, insanın en kıymetli cevheri kalbidir. İnsan terbiyesinde hedef nokta kalptir. Kalbin elde edeceği en büyük ilim marifetullah, en güzel sıfat ise edep ve hayadır. Bütün hayırlı ilimlerin hedefi budur.
Kalbin elde edeceği marifetullahın da, edep ve hayanın da yolu tezkiyedir. Tezkiye, manevi temizliktir. Yani kalbin inkâr, şirk, nifak, isyan, gaflet gibi manevi kirlerden temizlenmesidir. Bu temizlik, ilâhî nur ve sevgi ile gerçekleşir. Diğer bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber A.S. Efendimiz de bu temizlik için gönderilmiştir (Âl-i İmran/184, Cuma/2). Kur’an’da, ebedi saadet bu temizliğe bağlanmıştır (A’lâ/14-15, Şems/9-10).
Rasulullah A.S. Efendimiz’den sonra, kalbleri ilâhî nur, sevgi ve manevi tasarrufla temizleme görevi, onun gerçek vârislerine verilmiştir. Hz. Peygamber’le insanlığa sunulan ilâhî ilme, marifete, edep ve sevgiye vâris olmak, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Allahu Tealâ o nimeti dilediklerine verir. Bu nimet, ilâhî sevgidir, nurdur, feyizdir, edeptir, güzel ahlâktır. Bütün bunlar kalplerin ilacıdır. Kalbinin huzurunu düşünen bir insan, ona midesi kadar önem vermezse, kalbi dertten, nefsi inlemekten kurtulmaz.
Kalp temizliğini ve nefis terbiyesini hedefleyen ilme ahlâk ilmi denir. Tarih boyunca bu ilmin gerçek hakkını “sufi” ismiyle anılan kâmil veliler vermiştir. Onlar bu ilmi sadece açıklamakla kalmamış, aynı zamanda kendi nefislerinde tatbik etmişlerdir. Ayrıca bir terbiye sistemi içinde insanlara da öğretmişlerdir. Bu terbiye sistemine kısaca tasavvuf denir.
Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç âlemini oluşturan kalp, ruh, nefs ve diğer manevi cevherlerin temizlik, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir. Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlâkları konu edinir. Bundaki hedef kalbin “ihsan” mertebesine ulaşmasıdır.
İhsan, kalbin gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınması sonucu “yakîn”e ulaşmasıdır. Yakîn, kalbin Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olmasıdır. Bu hal, her mümin için bir hedeftir. Herkes ona davet edilmiştir. Rasulullah A.S. Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi din; iman, islâm ve ihsandan oluşmaktadır (Buharî, Müslim). Yani din imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.
Tasavvufta kalbin terbiyesi ve ihsan halini bulması üç safhada gerçekleştirilmektedir. Birinci safha manevi kirlerden temizlik, ikinci safha yüksek ahlâklarla güzellik, üçüncü safha ilâhî huzurda kabul ve Yüce Allah ile beraberliktir. Bundan sonrası huzur makamıdır. Arifler bu hali “kurbiyyet” olarak tarif ederler ve gerçek manada “sufi” kelimesini bu sıfatı elde etmiş kâmil insan için kullanırlar. (Sühreverdî, Avarifü’l-Mearif)
Kur’an ve Sünnet’in hizmetçisi olan tasavvufun hedefe aldığı ilim budur. Gerçek sufi, Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir. Bunlardan başkası boştur. Hakiki sufi Allah ve Rasulü’nün dostudur, Onun görevi isteyenlere bu dostluğu öğretmektir. Sufi kimdir, sufilik nedir diye merak edenlere, işin başındaki arifler şöyle derler: “Gel, gir, gör, tat ve anla!”
Bu yola ilâhî sevgi ile gelip, kendi isteği ile girenlere mürid denir. Onun güzelliğini görenlere, tadını alanlara, hedefine ulaşıp ne olduğunu anlayanlara sufi denir. Sufi, Kur’an’da veli, muttaki, muhsin, sıddık, sadık, sıfatları ile tanıtılan kâmil insandır. Kâmil insan herkese ait bir kıymet, insanlığın istifadesine sunulmuş bir cevherdir.
Sufiliğin Görünen Yüzü
Sufilik Allah’a dost olma yoludur. Bu yola girenlerin Allah rızasından başka bir hedefi olamaz. Varsa, onlara sufi denmez. Sufi ve tasavvuf kelimelerini Kur’an ve Sünnet’te bulamadım diyerek bu güzel terbiye yolunu inkâra kalkanlar da biraz insaflı olmalıdır. Çünkü Kur’an, içinde kelime manalarını arayacağımız bir lugat veya ansiklopedi değildir. O, baştan sona bir hidayet ve ahlâk kitabıdır. Kur’an, şahıs veya grupların isimlerini değil, sıfatlarını anlatır. Sıfatı Allah dostlarının sıfatlarına uyanlar, dünyada hangi isimle çağrılırsa çağrılsın, ahirette “Ey Allah’ı sevenler, sevdiğinizin huzuruna gelin!” diye çağrılacakladır. Sıfatı kâfir veya münafıkların sıfatına uyanlar da, dünyada hangi forslu ve itibarlı ismi taşırsa taşısın, ahirete onlarla beraber olacaktır.
Büyük veli Hucvirî K.S., Keşfu’l-Mahcub adlı kitabında bu konuda şu çarpıcı tesbiti yapar: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece bu ismin Kur’an’da bulunmadığını ve onun için bu kelimeyi kabul etmediklerin söylüyorlarsa, buna bir şey denmez, bu olabilir. Fakat, tasavvufun içerdiği mana ve ahlâkı inkâr ederlerse, o zaman Hz. Peygamber A.S.’ın getirdiği dinin tamamını ve onun bütün güzel ahlâklarını inkâr etmiş olurlar.”
Bu sözün manası şudur: Gerçek sufi, Allah’ın dostudur. O, dini bütün emirlerini ihlâsla yaşayan bir kimsedir, sufi, içi ve dışıyla Allah’a teslim, Hz, Peygamber A.S.’a tabi olmuştur. Onu inkâr eden tehlikeye girer. Gerçek velilerle, kendisine veli süsü veren delileri birbirinden ayırmak gerekir. Her devirde adı sufi, sıfatı sahtekâr olan kimseler çıkmıştır. Aynı şekilde, her kesimden dini dünyaya alet eden, sözünün tersine giden, dine mümin olmayandan daha çok zarar veren müslümanlar da mevcuttur. Onların hesabını ahirette Allah görecektir. Onlar bu dini temsil etmiyorlar. Tevbe ederlerse ne güzel; etmiyorlarsa onlardan uzak durmak farzdır.
Herkes hangi makama çıktığını değil, hangi güzel ahlâka ulaştığını merak etmelidir. Çıkılacak en şerefli makam, ihlâsla yaşanacak güzel ahlâktır. Bütün terbiye çeşitleri bunun içindir. Ben nasıl bir sufiyim diye merak edenlere, büyük arif Ebu Bekir el-Kettanî (k.s) şu cevabı veriyor: “Yüce Allah’a ve halka karşı nasıl davrandığına bak!..” Ve ekliyor: “Tasavvuf baştan sona güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkı senden güzel olan kimse, tasavvuf yolunda da senden ileridedir.” (Kuşeyrî, Risale)
İnsanlığın Aradığı İnsan Modeli
Günümüzde, dünyanın her yerinde insanlık farklı bir insan modelini arıyor. Çünkü kimse halden memnun değil. Birçok insanın da gönlü kendisine sıkıntı veriyor. Bunun için yüzüne bakınca kalbini rahatlatacak bir dost arıyor. Maddeyi baş üstüne koyanlar bile kendileri gibi keyfine kul, malına köle, menfaatine düşkün, şehvetine esir insanları görmekten keyif duymuyor. Herkes birinin, başka bir insanın hasretini çekiyor.
Gençler, kendilerini ve sevgilerini zayi olmaktan kurtaracak, şefkatle ellerinden tutacak, sevgiyle kalplerine girecek, hiçbir zaman kendilerine ihanet etmeyecek gerçek bir dost ile tanışmak istiyor.
Tüccarlar, özü sağlam, sözü senet, kendisi mert birisini arıyor.
Zenginler, mal için şerefini satmayan, elindeki servetle şımarmayan, sahip olduğu makamı kibir için değil, hizmet için kullanan, kalbi hür, gönlü zengin, gözü tok, sözü doğru bir insanı soruyor.
Fakirler, kendilerini görünce yüzü gülen, dertlerini dinlerken huzur bulan, kendilerini kendinden bir parça sayan ve onlarla malını paylaşan bir cömerdi özlüyor.
Cahiller, hali sözünü yalanlamayan, kalbi geniş, dili tatlı, yüzü yumuşak, ahlâkı güzel, kusurları yüze vurmayan, kendisini adam yerine koyan birisini bekliyor.
Âlimler, edebi ilminden fazla, herkese karşı samimi ve mütevazı, söylenen söze kulak veren, nefsini değil hakkı savunan, kusurunu söylene teşekkür ve hayır dua eden, muhatabını incitmeden uyaran, riya ve kibirden uzak, ihlâsının nuru yüzünde parlayan bir arifin özlemini çekiyor.
Gerçekten bu devir, insanlığın yüz akı olacak Allah dostlarına hasret. Belki bir asırdır, veli, sufi, hak aşığı, Allah dostu deyince, çoğunluğun aklına türbelerde yatan, tarihe mal olmuş insanlar gelmekte. Bugün tasavvufu sevenler de, yerenler de karşılarında gerçek bir sufiyi görememenin sıkıntısı içindeler. Onu bir görseler ve gönlüne girseler, kesinlikle sıkıntıları ortadan kalkacak.
Acaba bu yolun hiç yolcusu kalmadı mı? Gerçekten, yeryüzünde Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed A.S.’ı hayatıyla temsil eden, mihrabın ve namazın hakkını veren, ihlâsla kulluk eden, gerçek zikri çeken, malını ve canını Allah’a kurban eden sadıklar ve aşıklar tükendi mi?
Cevap tahmin ettiğiniz gibi: Hayır tükenmedi. Çünkü bu din Yüce Allah’ın koruması altındadır. Din kitaplarda yazılarak değil, gönüllerde tadılarak, hayat ile yaşanarak korunacaktır. Rasulullah A.S. Efendimiz, kıyamete kadar yeryüzünde şan ve şerefle gerçek kulluğu yapacak ve insanlığın yüz akı olacak bir grubun hiç eksik olmayacağını müjdelemiştir. (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Gerçi onlar azdır, ancak çok kıymetlidirler. Rasulullah A.S., bu dinin garip geldiğini ve garip olarak gideceğini üzülerek haber vermiştir. Fakat sözlerini şu müjde ile bitirmiştir: “O günkü gariplere ne mutlu!” (Müslim, Tirmizî, İbnu Mace)
Bu mutlu gruptan olmak için can atmalıdır. Elbette her müslüman bu gruptan olmak ister. Ancak iş, bu davayı ilme ve edebe göre temsil etmeye gelince, o noktada çoklarımız davayı kaybetmektedir. Güzel ahlâkı temsil etmekte, sufiliğe adım atanlar en önde gitmelidir. Çünkü onların diğer kesimlere göre birçok avantajı vardır.
Sufi, zaten hedef olarak güzel kulluğu seçmiş insandır. Onun dünyada tek hedefi, Yüce Allah’ın rızasıdır. Sufi bu yolda yalnız da değildir. Önünde kâmil bir mürşidi, güzel bir rehberi vardır. Yanında, Allah yolunda el ele verdiği kardeşleri mevcuttur. Hepsi birbirlerini dua ve sevgi ile desteklemektedirler. Ayrıca üzerlerinde önceki silsilenin bereketi ve büyük velilerin duası vardır. Artık bu sufiler gerçekten nasıl olmaları gerekiyorsa öyle olmalıdır. Çünkü bütün insanlar onları beklemektedir.6
Dostları ilə paylaş: |