Şimdi, ana dilde eğitimin düşünsel getirileri bu araştırmalar sonucunda: Birincisi, açıklık ve mantıklı düşünme yeteneği. İkincisi, çözümleme yeteneği. Üçüncüsü sentez yeteneği. Dördüncüsü, muhakeme, yürütme yeteneği. Beşincisi, eleştirme yeteneği. Altıncısı, yararlı bilgileri anımsama yeteneği. Yedincisi, imgeleme yeteneğinin gelişmesi. Sekizincisi, ezberleme yeteneği. Dokuzuncusu ise sezgisel düşüncenin gelişmesi.
Yine, dil ile zihinsel gelişim arasında sıkı bir paralellik olduğu uzmanların görüşleri çerçevesinde de ifade ediliyor. Bebek, anne karnından başlayıp doğduğu günden seslere karşı sürekli bir duyarlılık içinde, annesinin sesini diğer seslerden ayırt etmesi. Dört günlük Fransız ve iki aylık Amerikan bebeklerinin alındığı bir çalışmada bebeklerin kendi dillerine ait sözleri yabancı dilden ayırt edebildikleri gösterilmiştir. Dolayısıyla kişi ile ana dil arasındaki duygusal ilişki yaşam boyu sürecek kadar derin bağlarla örülüyor.
Yani çok sayıda bilimsel araştırma ve tez var. Ana dil eğitiminin olması hâlinde çocukların gelişimi, öğrenme yeteneği, işte ezberle yeteneği, o verilerle birlikte ayrıca tersten ana dilde eğitim görmediği zaman nasıl travmalar yaşadığı, nasıl üzüntüler yaşadığı, gelişiminin ne kadar yavaş olduğu gibi yine birçok yan etkiyi sonuçta tespit etmemiz mümkün. İlk günkü konuşmamızda ben YGS sonuçlarını getirmiştim. Ona ilişkin bütün sonuçları şüphesiz paylaşmak mümkün yani bu bir tesadüf değil, ana dilde eğitimin olmamasının sonuçları. Şimdilik kısaca bunları söyleyeyim, not almıştım.
Çok uzatmayayım, değil mi Başkan?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Evet.
Söz almak isteyen?
O zaman, ben bir şeyler söyleyeyim izniniz olursa, arkadaşlar düşünene kadar.
Şimdi, sevgili arkadaşlar, tabii, burada dört partinin de görüşleri bir şekilde bu tartışmalar ilerledikçe şekilleniyor ve belirginleşiyor. Zaten yazılı verilen bu metinde de bunlar belli fakat tabii bu tartışmaların bir noktaya kadar tüketilmesi lazım yani sürdürülmesi lazım. Usulümüz öyle ve birçok görüşün de doğru tespit edilerek zapta geçmesi lazım. Cumhuriyet Halk Partisi de sanırım bir sonraki turda daha ayrıntılı olarak görüşünü netleştirecek. Ben de BDP’nin görüşleriyle ilgili yine açıklamalarıma devam ediyorum. Dün söylediklerimi mümkün olduğu kadar tekrar etmemeye çalışarak bazı konulara değinmek istiyorum.
Ben, dün de altını çizdim yani görüşüme göre, bu tartışmalarımızın ana ekseni bilimsel olmalı ama Türkiye’deki tartışma zemini maalesef bilimsel değil, daha çok siyasi. Bilimsel olarak bunun aksini iddia eden bir görüş yok zaten ortada yani ana dil zararlıdır, çocuğa ana dilde eğitim işte verdirmeyelim veyahut da bunun şöyle şöyle sakıncaları var bulunduğu coğrafyada, böyle bir bilimsel veri yok elimizde, Allah’a şükür ki de yok yani sevindirici bir şey.
Şimdi, dolayısıyla Türkiye’deki tartışma zemini siyasi ve dünyada da bu konuyla alakalı, mesela biraz evvel Mustafa Şentop Bey de değindi, dünyadaki 50 devletin eğitim dilini incelediklerini, bunun 24’ünde değinilmediğini bu konuya anayasalarda, 23’ünde değinildiğini yani belirtildiğini, 3’ünde ise sınırlama olduğunu söyledi yani dünyada bunu yapan, içlerinden birisi de sanırım Türkiye’dir, bu 3 devletten 1’si.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Tek Türkiye, 82 Anayasası…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Evet, 82 Anayasası.
Yani dolayısıyla mevzunun ana ekseni siyasi ama biz her ne kadar “siyasi” desek de işte siyaset, bilim, bunlar bugünkü sohbette de öyle, konuşmalar da öyle, iç içe geçiyor.
Şimdi, bu iç içe geçen mevzulardan bir iki tanesinin üzerinde durmak istiyorum. Birincisi, bu azınlık meselesi yani azınlık, çoğunluk, azınlık dili, bölgesel dil, yöresel dil gibi ayrımlar.
Şimdi, sevgili arkadaşlar, herkesin ortak kabulü ki Türkiye Cumhuriyeti, bugün laik ve demokratik bir hukuk devleti olduğunu söylese bile, 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşmalarında kendini İslam hukukuna göre tanımladı ve İslam hukukuna göre savundu. Hangi noktalarda? Şu noktalarda: Millet kavramını, Müslim ve gayrimüslim zemini üzerine oturttu. Bu çok açık, net. Bu konuda bir itiraz varsa tabii ki dinleriz, “Öyle değildir.” diyen arsa dinleriz ve orada o zaman tabii Türkiye Cumhuriyeti de henüz yok yani Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış, 29 Ekim 1923’te kuruldu. Lozan Anlaşması 24 Temmuz 1923. O gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin Misakımillî hudutları olarak ilan ettiği coğrafyadaki insanları “Müslim” ve “gayrimüslim” olarak tarif etti, Müslimlerin tamamına “çoğunluk” dedi, Lozan’da “Biz, Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak buradayız.” ifadeleri zapta geçti. Bu hem oradaki anlaşma zabıtlarında var hem de başta İsmet İnönü olmak üzere birçok büyük siyasetçinin, o döneme şahitlik etmiş, tanıklık etmiş, bulunmuş, hatıratlarında var. Mesela İsmet Paşa’nın kendi anılarını yazdığı, Meclis Kütüphanesi’nde de bulunan kitabında açık bir şekilde bu ifade var “Biz Lozan’da bunları söyledik.” diye.
Şimdi, Müslim olmayanlarda topyekûn bir “gayrimüslim” işte sıfatıyla “azınlık” olarak kabul edildi yani Türkiye’deki Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar. Enteresan bir nokta, Türkiye’de ülkenin doğusunda, güneydoğusunda yaşayan Ezidiler yani Yezidiler ve Süryaniler, Nasturiler azınlık olarak da kabul edilmediler yani bunlar da es geçildi.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Kayıt dışı…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Kayıt dışı, evet, daha doğru bir tabir. Bunlar da kayıt dışı tutuldular yani burada da bir boşluk var, bir mazlumiyet söz konusu.
Şimdi, İslam hukukuna göre “azınlık” ve “çoğunluk” tanımı bu şekilde yapıldıktan sonraki bu tanım Osmanlı’nın milletler sisteminin bir devamıdır yani yeni bir şey de değildir çünkü o tarihe kadar bütün bir Osmanlı hukukunda ve coğrafyasında bu milletler hukuku bu şekilde işlemiştir, Müslim ve gayrimüslim şeklinde işlemiştir.
Şimdi, peki, bizim itirazımız niye? Bizim itirazımız şuna: Buraya kadar Kürtlere şu söyleniyor, deniliyor ki “Siz azınlık haklarını talep ediyorsunuz ama siz azınlık değilsiniz.” Kabul, biz azınlık değiliz, zaten öyle kabul etmiyoruz bunu çünkü bu ülkenin asli kurucu unsuruyuz, işte bilmem kaç bin senedir aynı topraklarda yaşamaktayız, kimsenin esiri, kölesi tarih boyunca olmadık -Türklerle ilişkilerimizi de dün uzun uzadıya anlattım, tekrarlamıyorum, sadece atıfta bulunuyorum- Malazgirt’te de, Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran’da da, Kurtuluş Savaşı’nda da bir efendi-köle ilişkisi değil, eşit, kardeş, arkadaş, komşu, Müslim, millet statüsünde. Buna bir itiraz yok yani azınlık değiliz.
Peki, İslam hukukuna göre yapılan tanıma Batı da orada rıza gösteriyor ve azınlık kabul ettiğiniz gayrimüslimlere işte “Nişantaşı Ermeni Lisesi” diye kapısında yazıyor, “Zografyon Rum Lisesi” diye kapısında yazıyor, bütün bu hakları veriyorsun. O hâlde ben asli unsursam, çoğunluğun içindeysem, çoğunluksam ve kurucu unsursam Kürtler olarak, Lozan’da da beyan edildiği gibi, İslam hukukuna göre benim haklarım ne? İşte dün de söyledik, Müslüman Müslüman’ın zimmisi olmaz. İslam hukukuna göre, bir Türk’ün, Arap’ın, İngiliz’in, Fransız’ın Müslüman olmak kaydı şartıyla hakkı neyse Kürt’ün de hakkı o. Oraya gelindiği vakit diyor ki: “Hayır, sen bu haklara da sahip değilsin yani laik hukuka göre de bir hak sahibi değilsin, İslam hukukuna göre de bir hak sahibi değilsin. Çoğunluksun, azınlık olarak kendini tanımlama ama çoğunluğun sahip olduğu haklara da sahip değilsin.” Böyle bir çelişki ve bir garabet söz konusudur.
Onun için, bu azınlık ve çoğunluk meselesini konuşan arkadaşlarımızın, bunu Sayın Başbakan da çoğu zaman yapıyor, Türk siyasetçiler de, bir demagojidir yani Kürtlere: “Siz azınlık değilsiniz, işte siz bu hakları talep ederseniz azınlık olursunuz.” Hayır, ben çoğunluğum, asli unsurum, bana çoğunluğun hakkını verin. Neye göre ver? Lozan’da kabul ettiğin İslam hukukuna göre veya Batılı anlamda gel azınlığı tekrar tanımla yani nüfusu az olana azınlık diyorsan, o zaman liberal hukuk olarak, Batı hukuku olarak gel bunu yeniden tanımla; bu bir.
İkinci bir konu, bu üniter devlet, federal devlet tartışması yani bana bir örnek gösterin ki bir devlet üniter olsun ama bu üniter devletin içerisinde farklı dillerde ana dille eğitim olsun. Bir diğer iddia da kamuoyunda budur. Bu da bu masaya geldi. İşte arkadaşlarımız çıkardılar, bunun listesi var, tekrar tekrar okutmak istemiyorum ama verebiliriz. Azerbaycan, Bulgaristan, Estonya, Hırvatistan, Polonya, Romanya, Slovakya, Ukrayna dâhil bunların tamamı kendini üniter devlet olarak tanımlıyor, tek bir resmî dili var yani iki resmî dili de yok. Dünyada 11 resmî dili olan Güney Afrika’da var, 16 resmî dili olan Hindistan’da var, 21 özerk bölgesi olan Rusya’da var. Bunları çıkaralım. Bunlar tek bir resmî dile sahip ama bu ülkelerde farklı dillerde ana dille eğitim var. Bunu da koyduk masaya.
Üçüncü bir konu, bu üniter devlet meselesine de ben gelmek istiyorum. Üniter devlet hakkında konuşmak bir tabu olarak kabul ediliyor yani sanki bu Allah’ın emridir, hiçbir şekilde dokunulamaz. Siz üniter devleti konuşmaya başladığınız an bölücüsünüz, işte ayrılıkçısınız, parçalayıcısınız. Böyle bir şey de yok, bu da tam bir yanılgı çünkü dünyada, dediğim gibi, işte 200’ün üzerinde devlet var yani yanılmıyorsam, Birleşmiş Milletlere kayıtlı 193 devlet galiba ama işte Birleşmiş Milletlere kayıtlı olmayan ve Birleşmiş Milletlerin henüz kabul etmediklerini de eğer sayarsak 200’ün üzerinde galiba bir devlet var yani aşağı yukarı.
Şimdi, bu 200 devletin yarıdan fazlası, hatta belki büyük çoğunluğu bu sizin söylediğiniz kalıplarla yönetilmiyor. Biz, burada yeri geldiği zaman yeni anayasada Türkiye’nin yeni idari yapısını da tartışacağız, başkanlık sistemini tartışacağız, yarı başkanlık sistemini tartışacağız, Başbakanın Cumhurbaşkanlığının yetkilerini belki yeniden tanımlayacağız, belki de Türkiye’de eyalet sistemini kabul edeceğiz ki Osmanlı döneminde de oldu bunlar. Mesela mutasarrıflık vardı, eyalet vardı, kaza vardı, nahiye vardı. Bunlar birkaç sefer değişti. Federal sistemler var. Bugün Almanya bir federal devlettir. Kantonel sistemler var yani bunları tartışmak, haşa bir tabuya dokunmak veya çok büyük bir isyan içerisine girmek değildir.
Dolayısıyla iki açıdan bu üniter devlet meselesi de yanlış tartışılmaktadır. Bir, üniter olan, tek resmî dili olan devletlerde de farklı dillerde ana dilde eğitim var. İşte bunları saydık. İki, üniter devlet dediğiniz yapı da bu sınırları parçalamak, dağıtmak, bölmek değil yani bugün Almanya olsun, Fransa olsun, İtalya olsun… Mesela İtalya kendini bir bölgesel devlet olarak, bölgesel idarelerin olduğu bir devlet olarak tanımlıyor. Birçok örneği var bunun, Afrika’dan, Asya’dan, işte Amerika’dan, aklınıza neresi gelirse gelsin. Biz de bunu tartışabiliriz yani bu şurada yoktu, o zaman bunu tartışamazsınız, üniter devlette yoktu. Bu iki açıdan da doğru değil. Bunların da kayda geçirilmesini istedim ki bu konuda son olarak Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun verdiği bir röportaj da enteresan -sanırım on beş, yirmi gün falan civarında oldu, tam tarihini hatırlamıyorum- o da Türkiye açısından ve bölge açısından yeni Orta Doğu meseleleri konuşulurken işte “Bu klasik anlamdaki ulus devlet formatı artık miadını doldurmuştur. Orta Doğu’nun, bölgenin yeni bir yapılanmaya, Türkiye'nin de bunu tartışmaya ihtiyacı vardır.” diye önü açık bir röportaj vermiştir. Ben de aynen katılıyorum bu tespitine yani bunları tartışmak, konuşmak…
Mesela, bir Suriye’nin toprak bütünlüğü, Irak’ın toprak bütünlüğü demek bana hiç şey gelmiyor yani çünkü bunlar cetvelle çizildi, bunların hiç birisi Allah’ın emri değil, bu yönetimleri bizler belirlemedik. Yani bizler derken bu coğrafyada yaşayan Arap, Türk, Kürt, kim varsa herkes, Müslim ve gayrimüslim, birileri geldi. İşte, kimler geldi: Sykes, Picot geldi. Sykes, İngiliz; Picot, Fransız. 1916’da Balfour Deklarasyonu yayımlandı Filistin açısından. İşte, Lübnan diye, İsrail diye, Ürdün diye, hiç tarihte olmayan şeyler devlet olarak çıktı ortaya. Bunları tartışmak ama doğru düzgün tartışmak yani böyle bir siyasal ajitasyon veya bunların hepsini yıkıp, kırıp dökmek anlamında da demiyorum; bunların arasındaki vizeler, sınırlar, yetkiler, iletişim, gümrük; bunları doğru düzgün tartışmanın da farz olduğuna inanıyorum yani bırakınız yanlış olmasını ve tehlikeli olmasını, farz olduğuna inanıyorum. Çünkü bu şekilde bu bölge böyle giderse kıyamete kadar sadece Türk, Kürt veya Arap üzerinden değil, Sünni-Şii-Alevi; işte, Yahudi-Müslüman; zengin-fakir yani dinî, mezhebî, etnik ve sınıfsal olarak kıyamete kadar savaşacak demektir. Yani kıyamete kadar bir savaş ve kaos istemiyorsak bunların hepsini konuşacağız ve bir yol bulacağız. Türkiye açısından da durum budur.
Son bir cümleyle isterseniz bitireyim. Türkiye Cumhuriyeti bölgesel olarak da, sosyal olarak da, kültürel olarak da, ekonomik olarak da, siyasi olarak da ya büyüyecektir veya da küçülecektir. Biz büyümesinden yanayız yani bütün bir bölgede bir dev olarak ayağa kalkmasından yanayız. Bunun da siyasi, ekonomik, kültürel yeni bir yapılanmadan geçtiğine inanmaktayız. Bunu yapabilirsek bu sorunu da çözeriz. İşte, ana dilde eğitimi de Kürt meselesi bağlamında tartıştık adını koysak da, koymasak da. Bu noktada yani tıpkı din, mezhep yani topyekûn inanç özgürlüğü ne kadar önemliyse, kendini ifade etme ne kadar önemliyse, zengin-fakir arasındaki sınıfsal farklılıkların giderilmesi ne kadar önemliyse bunun da bu özgürlüklerin bir parçası olduğuna yani etnik kimliklerin kendilerini ifade etmesi ve siyaset sahnesinde, tarih sahnesinde asli yapılarıyla kendilerini göstermeleri o kadar önemlidir diye inanmaktayız. Bu açıdan biz yani parti olarak, BDP olarak herkesin nitelikli ve ana dilinde eğitim ve öğrenim görmesini sağlamak devletin başta gelen ödevlerindendir teklifimizi yinelemekteyiz. Bunun yeni anayasada yer almasının bu sorunları rahatlatacağı görüşündeyiz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – İzin verirseniz özellikle bir iki ülke örneği sayıldı. Doğrudur, Azerbaycan Anayasası’nın bu konuda çok net ve açık bir hükmü var, zannediyorum 40 küsuruncu maddeydi. Şimdi, Bulgar Anayasası’nın 36’ncı maddesi aynen şöyle diyor: “Bulgarca öğrenmek ve bu dili kullanmak her Bulgar vatandaşı için hem bir ödev hem bir haktır. Ana dili Bulgarca olmayan vatandaşlar Bulgarca kullanmanın zorunlu olmadığı alanlarda kendi ana dillerini kullanabilirler. Yalnızca resmî dilin kullanılacağı durumlar kanunla belirlenir.”
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Tamam, bunda bir şey yok, bunda bir aykırı durum yok.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Yalnızca resmî dilin kullanılacağı…
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Şimdi, bakın, eğitim diliyle ilgili…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Her yerde kullanılabiliyor.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Ana dil öğretiliyor.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yani ana dil eğitimiyle ilgili bir madde olduğu kanaatinde değilim, onun örneğini vermek istiyorum. Gürcistan Anayasası’nda da… Hemen onu şuradan, eğitimle ilgili olan…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben Gürcistan’a yeni gittim, Meclis heyetiyle gittim, resmî heyetle.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Anayasa hükmünü söylüyorum yani anayasa hükmünde…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – 500 bin Azeri var, 500 bin Azeri’nin ilkokuldan üniversiteye kadar Azerice eğitim hakkı var. Yeni gittim yani yeni dediğim, işte bir buçuk ay, iki ay evvel gittim yani.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yani Anayasası’nda öyle bir hüküm hangi hüküm, onu anlayamadım?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Sizden de Reşat Doğru Bey vardı MHP adına. Meclis heyetiyle gittik.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Bakın, “Herkes eğitim alanı ve eğitim şeklini seçme hakkına sahiptir. Devlet, ulusal eğitimi sistemiyle uluslararası eğitim alanının uyumunu sağlar.” Madde 35. “Okul öncesi eğitim devlet tarafından garanti edilir. Temel eğitim zorunludur. Devlet, yasalarca önceden düzenlendiği şekilde temel eğitimi finanse eder. Vatandaşlar yasalarca önceden düzenlendiği şekilde devlet tarafından finanse edilen dinî ve yüksek eğitim alma hakkına sahiptir.” Bunun dışında bir fıkra yok. Yani bu nereden çıkıyor? Ben o sonuçların çıktığı maddeleri…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Bu işte -AK PARTİ’nin, dediğiniz- kanunla uygulanır ve kanunla uygulama şu an mesela, Gürcistan’da…
PROF. DR. HASAN TUNÇ – “Anayasalarında var.” diyorsunuz yani o iddianın doğru olmadığını söylüyorum.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır, engel yok diyoruz. Bakın, anayasaları bu.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Ana dilde eğitim görülüyor diyoruz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Orada, şimdi, bakın…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Görülüyor, bunlar fiilen yapılıyor.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Kanunlarıyla uygulanıyor diyoruz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Kullandığınız kavramları doğru ve yerinde kullanmamız gerektiğini ifade etmeye çalışıyorum.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Zaten sizin teklifinizde onu da öngörmediğiniz için bunu tartışmanın…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Resmî dil tek dil zaten buralarda, hepsinde resmî dil tek.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Bu anayasalar içerisinde; bakın, Azerbaycan Anayasası’nda bu konuda çok net bir hüküm var. 45’inci madde: “Ana Dilini Kullanma Hakkı. Herkesin ana dilini kullanma hakkı vardır. Herkesin istediği dilde eğitim ve öğrenim görme, yaratıcılıkla uğraşma hakkı vardır. Hiç kimse ana dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.”
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Bakın, siz okudunuz: “Herkesin istediği dilde eğitim ve öğretim görme…” dediniz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Bakın, sadece Azerbaycan Anayasası’nda var, diğerlerinde öyle bir düzenleme yok; onu vurgulamak istiyorum.
Teşekkür ediyorum.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ukrayna’da da var. Bakın, mesela, Rusça, Tatarca…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Biz onların şimdi orijinalini çıkarıp size getiririz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Ama Rusya bir federasyon.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır, hayır, Ukrayna. Slovakya’ya bakın.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Biz getireceğiz onları.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Getirin yani ben Anayasa hükmünü okudum.
Teşekkür ediyorum.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Buyurun Faruk Bey.
FARUK BAL (Konya) – Sayın Başkan, zatıalinizin konuşmalarını dinledim. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunu, Lozan Anlaşması’nı öyle yorumlayabilirsiniz. O yorum size aittir, ona benim bir şey diyeceğim yok ama gerçek o değil tabii.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Nedir, onu söyleyin.
FARUK BAL (Konya) – Gerçeğin o olmadığını ben size izah edeyim ama bir yerden hareket ederek izah etmeye çalışayım.
Türkiye büyüsün, tabii, hepimiz istiyoruz Türkiye'nin büyümesini. “Cetvelle biz de haritalar çizelim.” şeklinde algılanabilecek ifadeler de kullanıldı. O cetvelle çizilmiş olan Arap Yarımadası’ndaki ülkeleri sayarken… Bu, tabii, anayasayla olmaz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Bizimki de cetvelle çizildi. Demir yolu hattı hudut kabul edildi bizde de, Fransızlarla.
FARUK BAL (Konya) – Bu, anayasayla olmaz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Misakımillî de yok içinde şu an.
FARUK BAL (Konya) – Bu, anayasayla olmaz.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Niye olmaz? Hak değil mi?
FARUK BAL (Konya) – Türkiye'nin büyümesi, güçlü olması, Osmanlının çöküşünden sonraki kurulan yeni hukuki statüyü etrafındaki ülkelerle tanımlarken bunu ifade ettiniz; bu, anayasayla olmaz. Bu neyle olur? Bu, güçlü bir ekonomiyle olur, güçlü bir üretimle olur, güçlü bir orduyla olur. Eğer biz bunlardan yoksun isek anayasaya hangi argümanı getirirseniz getirin, bu hedefe ulaşamazsınız. Önümüzde bizim bir örnek var. Israrla ve inatla 21’inci yüzyılda küresel güçlerin Türkiye’ye dayatabileceği pozisyonlara, yaşadığımız örnekleri ifade ederek Osmanlıyı örnek veriyoruz. Bugün Türkiye'nin 580 milyar dolar borcu vardır; iç, dış borcu. Osmanlı çökerken de milyon altın borcu vardı. Bugün bunu Hükûmeti eleştirme adına değil, durumu tespit için ifade ediyorum. Osmanlı çöküşe girdiği zaman dört bir taraftan o zamanın finans çevreleri, bankerleri Osmanlıya borç vermek için yarışa girmiş. Osmanlı borç almış, İstanbul’daki sarayları yapmış. Peşinden Düyunu Umumiye gelmiş, arkasından toprak taksimi, vesaire gelmiştir. Şimdi, bizim, eğer ona benzer bir riski değişik alanlarda gördüğümüz gibi ekonomi alanında da gördüğümüze göre sürekli borçlanma ihtiyacı olan bir ülke olarak “Türkiye büyüsün.” lafı üzerine bir anayasa inşa etmemiz gerçekçi olmaz. Birinci ifade etmek istediğim husus bu.
İkinci olarak ifade etmek istediğim husus: “Azınlık” kavramı tek taraflı bir kavram değildir. Türkiye’deki azınlıklar Lozan Anlaşması’yla belirlenmiştir. Lozan Anlaşması’nın tarafı olan ülkeler vardır dolayısıyla burada anayasa yaparak Lozan’ı değiştirecek bir hâlimiz yoktur bizim. Diğer taraftan, tabii ki o dönemde kurtuluş mücadelesine girmiş olan Kürt kardeşlerimiz de tahrik edilerek, azınlık statüsü içerisine alınmak istenmiştir ama pek çok grup gibi bunlar da azınlık olma noktasında aktif bir talepte bulunmamış veya bazı teklifleri geri çevirmişlerdir. Bunu da bir kenara bırakıyorum.
“Madem azınlık olamadık, Ermenilerin şöyle bir okulu var, böyle bir kilisesi var; bizim niye yok?” lafını anlatmaya çalışacağım. Azınlık şudur: Osmanlının çok hukuklu rejiminden, tebaa rejiminden; kul, reaya rejiminden eşit vatandaşlığa geçmiştir Türkiye. Eşit vatandaşlığa geçerken Osmanlı düzeninin yarattığı çözülmeyi ve çöküşü engellemek için herkesi eşit kabul etmiştir; aralarında dil, din, ırk ayrımı gözetilmemesini hukuk düzeninin temel ilkesi olarak kabul etmiştir. Bu temel ilke doğrultusunda Ermenilerin, azınlık olarak kabul edilen Yahudilerin ve Rumların bütün vatandaşlarımıza tanınmış olan hakları vardır ve buna ilaveten Lozan şartları içerisinde kendi etnik ve inanç temelleri doğrultusunda hayatlarını ve sosyal yaşantılarını devam ettirebilecek artı haklar konulmuştur. Nedir bu? Etnik temele, din temeline dayalı parti kuramamak, dernek kuramamak, sendika kuramamak, siyasi faaliyette bulunamamak gibi, Osmanlının çöküş sebeplerini yasaklayan unsurları getirmiştir. İşte azınlıklar bundan istisnadır.
Diğer taraftan, elbette ki Meral Hanım’ın daha önce saydığı, bugünün güneşiyle baktığımızda hepimizin eleştiri konusu ettiğimiz, sözün başında iç ve dış konjonktürel gelişmeler nedeniyle yanlış anlamaları bir yazgı olarak gördüğümüzü ifade etmiyorum; bu yanlışlıklar olmuştur ve yapılmıştır. İşte, yapılmaması için, herkesi eşit gören, hiç kimseyi dışlamayan ve insan onuruna yakışan bir anayasa yapmaya gayret gösteriyoruz.
İşte bu anayasa yapımında da, tekrar toparlayacak ve gelecek olursak, insanlığın geliştirdiği evrensel değerler çerçevesi içerisinde temel hak ve hürriyetlerden bütün vatandaşlarımız azami derecede yararlansın, evrensel standartlara göre yararlansın ama yeni bir konjonktürel gelişme olan ve çok ciddi emareleri görülen, küresel güçlerin şehir devleti yapma, yaratma şeklindeki dünya haritasını yeniden cetvelle, pergelle çizme oyununa da bu anayasada düşmeyelim. Bunun için çare nedir? Bunun için çare, birlikte yaşamayı gönüllü olarak kabul etmiş “millet bütünlüğü” kavramından taviz vermemektir. “Millet bütünlüğü” kavramını bozabilecek olan hususların başında da ana dilde eğitim gelmektedir. Dolayısıyla, biz “ana dilde eğitim” dediğimiz, devlete hükümranlık haklarını paylaştıran bir çerçeve içerisinde, ileride Türkiye’yi Yugoslavyalılaştıracak, ileride Türkiye’yi İngiliz yüzbaşısının yerine başka yüzbaşıların eline cetvel ve kalem vererek şehir devleti yaratabilecek bir sonucu doğurabilecek anayasal zemini yaratmayalım. Bunun için de “üniter devlet” ve “millet bütünlüğü” çok önemli iki kavramdır. Bu iki kavramı…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Millet bütünlüğü ve…
FARUK BAL (Konya) – Üniter devlet çok önemli iki kavramdır. Bunlar kolay kolay bulunmuş kavramlar değildir. Bunun üzerine inşa edilen devlet anlamındaki ad da -sadece 1920’li yıllarda, 30’lu yıllarda takılıp kalmayalım- hukuk devletidir, sosyal devlettir, laik devlettir, cumhuriyetin temel nitelikleridir, din ve vicdan hürriyetidir. Buraya kadar bir süreci yaşadık biz, yaşadığımız bu süreçte edindiğimiz kazanımları, elde ettiğimiz değerleri kavram kargaşası adı altında yok etmeyelim ve anayasal bir boşluk bırakmayalım.
Evet, son cümle de işte, o Kurtuluş Savaşı’yla kurulan devlet sadece 1920’lerin, 1921’lerin, 1922’lerin, 1930’ların devleti değil 21’inci yüzyıla geldiğimizde pek çok aşamayı katederek parlamenter demokraside buluşabilen, kuvvetler ayrılığı ilkesine ulaşabilen, efendim, yargı bağımsızlığına, en azından fikir olarak herkesin benimseyebileceği bir alana ulaşabilen hukuk devletini dikkate alalım.
Dostları ilə paylaş: |