SADAKA YERİNİ BULDU MU?
S. M. Hocafendi, halka şöyle anlatıyordu:
İmâm A'zam Efendimiz mescidde konuşuyormuş:
- Sadaka veriniz, sadaka! Verilen sadaka mutlaka yerini bulur. Verilen sadaka, sadakayı alan kişinin derdine derman olur.
Dinleyenlerden biri mescidden çıkarken, İmâm A'zam Efen-dimizin sözünü hatırlar ve kapının önünde bekleyen dilencilerden birine, bir günlük yiyeceği kadar para verir. Daha sonra da "Sada-ka yerini bulacak mı?" diye dilenciyi takibe koyulur.
Ne olsa iyi?
Dilenci parayı aldığı gibi meyhânenin yolunu tutar. İçmeye başlar. İçer, içer, içer.
Sadakayı veren; "Bizim verdiğimiz para, yerini bulmadı, içkiye dönüşerek mideye indi," der ve çok üzülür.
Ertesi hafta İmam aynı konuda, yine sadaka konusunda; "Verilen sadakalar mutlaka yerini bulur, tasaddukta bulunan kimse de ecrini alır," diye konuşmasına devam etmektedir. Ayyaş dilen-ciye para veren kimse namazın sonunu zor getirir ve İmâm A'zam Efendimizi çıkışta bekler ve sorar:
- Yâ İmam! Geçen hafta da aynı vaazınızı yapıyor, sadaka konusunu işliyordunuz ve "Verilen sadaka, mutlaka yerini bulur!" diyordunuz. Geçen hafta ben denemesini yaptım. Verdiğim, sada-ka yerini bulmadı, meyhânede şarap olarak dilencinin midesine indi, diyerek üzüntüsünü belirtir.
Bunun üzerine, İmâm A'zam Edendimiz; "Bir de ben deneyeyim, bakalım sadakam yerini bulacak mı?" der.
Caminin önünde, eski hırkası sırtında iki büklüm olmuş "Allah rızası için bir sadaka! Allah rızası için …" diyen birine, bir sadaka verir. Eline, fazla miktarda sadaka tutuşturulan dilenci, sevinçle doğrulunca hırkasının altından ölü, kesilmemiş bir tavuk yere yuvarlanır.
Bu, gayri ihtiyarî olarak, ayıbının ortaya çıktığını gören dilenci mabcup olurken, İmâm A'zam Efendimiz sorar:
- Bu tavuk ölüsü de, neyin nesi?
Dilenci cevap verir:
- Ben kenar mahallede oturuyorum. Uzun zamandır da has-tayım. Çocuklar üç gündür aç. Bugün dilenmeye karar verdim. Yolda gelirken bu ölü tavuğu gördüm. Eğer, yiyecek satın alacak para bulamazsam, bu tavuğu çocuklara yedirecektim.
İmâm A'zam Efendimiz muhatabına döner ve sorar:
- Sadaka yerini buldu mu?
* * *
Niyâz
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın!
Kalbimde zikrim, dilimde tercümânımsın!
Sen benim canımda, cân mihmânımsın!
Gönlümün yârisin, yabancı mısın?34
F. İLİMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ
1. İLİM VE BİLGİ İLE İLGİLİ ÖRNEKLER
Çok Tekrarladığı Sözler
Bilgi insanın ufkunu açar, dünyayı genişletir.
Âlim ile düşüp kalkan âlim olur.
Öğrenmenin yaşı, başı yoktur.
Bilen, sıkıntılara katlanmasını da bilir.
Bilgi insanı rahatlatır.
Bilmekten değil, bilmemekten korkmalı.
İlmin sonu yoktur.
İlimle İlgili Kelâm-ı Kibârlar ve Örnekler
Bir gün, Muâz (R.A.) ağlıyordu. Sebebini sordular: “İnsan iki fırkadır. Biri cennetlik, biri cehennemlik; ben hangisinden olaca-ğım? diye ağlıyorum.”
Muâz Hazretleri rivâyet eder: “Siz istediğiniz ilmi ta'lim ediniz (öğreniniz). Fakat âmil olmayınca (ilmi yaşama geçirmeyin-ce) faydasızdır. Siz ilmi ta'lim ediniz.”
İlimden bahs etmek cihattır. Bilmeyenlere öğretme sadakadır. Zira; helâl ile haramı, hayır ile şerri tefrik ettiren (ayır-tan) ilimdir.
İlim; karanlık yolda yıldız, vahşet zamanında dost, gurbette arkadaş ve yalnızlık hâlinde mutluluk kaynağı, güçlük ve kolaylık hâlinde delil ve düşmana silahtır. İlim her fazilete vesiledir. Hâlık Teâlâ kulun değerini ilimle yücelte-rek, içerisine hayr doldurur. İlim sahibi olan kulun eserleri doğru yolla olur.
Muaz, "Nice, bir gece ibâdet bütün dünyadan efdaldır. İn-sanlardan hayâ etmeyen (utanmayan), Allah'tan utanmaz," buyur-dular. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 134).
Laklak ile ziyan etme ömrünü,
Geçirme hebâya güzel gününü,
Sa’yedip dünyada öğren işini,
Kaçırma elinden bâkî kârını.
Gençlik kuvvetini verme hevâya,
Uğratma başını türlü belâya,
Ömrünün evvelinde kurma gâile,
En son emeklerin verme fenâya.35
Selmânı Fârisî: hikmeti, kâfirin bile olsa alınız.
Ashâbı kirâmın fukahâsından birisi de Selmânı Fârisî'dir. Hanımını bir hizmete yollarsa, ekmek hamurunu kendisi yoğururdu. ... Soyunun değerli olmasına güvenerek takvâyı terk etme! Sel-mân'ın kadrini yücelten İslâm dinidir. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 134).
Bir gün Ebu'd-Derdâ radıya'llahü anh, Selmânı Fârisî'ye “Arz-ı Mukaddese git,” diye yazdı. Selmân, "Arz insanı mukaddes yapmaz. İnsanı mukaddes eden â'mâli sâlihası ve güzel ahlâkıdır."
“Ameli sâlih nedir?” diye sordular: "Herkese salâm ver. Muhtacı yemek yedirerek, doyur. Gece yarısı, insanlar uyurken sen ibâdetle meşgul ol," buyurdu.
Bir gün Hazreti Hatice ile (Selman) gayri müslim, kıptî bir kadının annesine gittiler. İhtiyar kadına hitaben, "Burada namaz kılacak temiz yer var mı?" dediler. Kıptiyye, "Kalbini temizle ve istediğin yerde namaz kıl," dedi. (Selman;) "Siz hikmeti, kâfirin bile olsa alınız. Mümin, dünyada yanında tabip bulunan hasta gibi-dir ki tabip, hastalığın tedavisini sağlar ve ilâcını bilir.
Bunun gibi mümin âhiret hastasıdır. Cenâbı Hak tabiptir. Müminlerin ilâcını bilir ve zararlı olan fenalıklardan onları men eder. Mahşerde insanların en çok günahkâr olanları dünyada mas'iyetle hemhâl bulunanlardır. Âhiret için lazım olan hazırlıkları, uzun yola çıkacak yolcu gibi eder.
Bir saat kadar çalışma, Allahu Teâlâ’yı tefekkür etmek, sabaha kadar ibâdet etmekten efdaldır.
Eğer siz ölümden sonra olacak hallere vâkıf olsa idiniz lez-zetle ne ekmek yer ve ne su içerdiniz. Sâdık dostunu bir kabâ-hattan dolayı terk etme! Zira, bir yerde fenalık eder, bir yerde iyilik etmesi muhtemeldir." buyurdular. ( S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 139).
Ebu'd-Derdâ Radıya'llahü Anhü;
"Nebiy (S.A.) zamanı saâdette, ticaret ile ibadeti birlikte yapmak istedim, nasîp olmadı. Nihâyet ticareti terk ile mahşer gününde azabın şiddetiden ve hesapdan kurtulmak için malımın tamamını tasadduk eyledim. 'Allah'ı görür gibi’ ibâdet ederek 'nefsini meyyit' (ölü gibi) say! İyilik kaybolmaz, fenalık unutulmaz. İlmi artırma ve eksiltme, yararlı olan işlerdendir. İnsanları ibâdete sevk et. İyilik edersen şükreden ol. Âsî olduğun zaman istiğfâr ile zerre kadar dahi haramlardan kaçınma inanç gereği bir sakınma-dır. Hayır işi ne kadar ufak olsa, yine işle! İlim sahibinin yok olma-sından önce ilmi talep ediniz. İlim olmayınca insan muttakî olamaz (Allah'dan korkamaz). Bir âlim, âmil olmadığı (bilgi-sine göre yaşamadağı) halde ilim sahibi sayılmaz. Müminin buğzundan (nefretinden, sevmemesinden) kendini sakın"
Fakir-mevt-marazî; bunların üçünü de severim. Mevti, Allah'a kavuşmaya özlemim olduğundan; fakiri tevâzudan (alçak gönüllü olmasından); marazî (hastalığı) günâhların kefâreti oldu-ğundan severim.
Bir kavim, nevsi hevâsına tâbi olup, ahlâkını değiştirmeyince helâk olmaz.
Müptela olduğun belâdan şikâyetin olmaması, dine bağlılık ve zühd sayılır. Zira, öyle bir hareket büyük zarardır. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 136).
İmâm A'zam: Vakti boşa geçirme!
Fenalığın büyüğü, vakti faydasız geçirmektir. Bir hâkim rüş-vet alırsa işinden çıkarılır. İnsan ne kadar ibâdet etmiş olsa karnına giden lokmanın helâl veya haram olduğunu, bilemeyince hükmü yoktur.
“Elli senedir, nâs ile ünsiyyet ettim. Ne günahlarımı afv ede-cek bir dost, ne de gazabımı teskin ve ayıbımı örtecek bir sevgili bulamadım. Esas ilimleri ve faydası olan şeyleri bırakıp da câhil ve hevesine göre hareket eden ile sohbete koyulmak ahmak gibidir. Câhiller ile ünsiyet (dostluk) elîm (acı) bir azâbtır."
İmâm Şâfiî'ye, bir gün Mâlik İbn Enes, "Ya Şafiî! Ce-nâbı Hak sana nur ilmini ihsan etti, ma'siyetle ita etme. Ömründe nerede olsam cuma gaslini terk etmedim. On altı senedir, karnımı tamamen doyurmadım. Tıp ilmi, nâfile namazdan efdaldır. Dünya ve âhireti arzu eden ilmi rehber ittihâz eden; refîk, sadık arkadaşı-nın hüzün ve sevincine ortak olandır. (S. M. Sezen, a.g.e., s. 137).
İki kişi beraber bulunduktan sonra birbirinin ayıbını ortaya çıkarmak münafık alametidir. İlim menfaat verendir. Ulemânın fa-kiri katlanılan, cahillerinki ise ızdıraptır. İlim öyle bir meziyettir ki, sahibi o ilimden koparılamadığı gibi, ilim de kişinin zâtından aslâ ayrılmaz. Kötülüğe meyli fazla olanlar ıbadetle meşgul olmalıdırlar. Kalbinin münevver (aydınlanmış) olmasını isteyenler az yemek yemeli ve dış görünüşüne değer verenlerin yanlarına gitmemelidir. Müddeti ömrümde ne doğru, ne yalan yere yemin etmedim.
Buyurdular: Bir gün sokakta gezerken birinin diğerine söv-düğünü gördü. Yanındakilere, "Çabuk geçiniz. İşitmekle biz de âsî oluruz," buyurdular.
"Dünya ile muhabbette, (dünya malını sever ve ondan ziyâ-desiyle yararlanırken) Allah’ın yardımını alırdım," iddiâsında bulun-mak "kizb-i mahzdır (katkısız yalandır), " derler.
"Sadâkat ederse, kurtuluşa erer. Dine riâyette bulunan her belâdan emindir," buyurdular.
“Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker (İyiliği emr ve kötülükten kaçınma) eylemekten hâlî olma (geri kalma)!”
"İnsan ne vakit âlim olur?" diye sordular: "Bir ilmi öğrendik-çe, kendi kusurunu daha ziyâde anladığı vakit, olur."
İmam Ebu Yusuf, eimme-i Hanefiyye'dendir (Hanefî önderlerindendir). Nimet, dünyada üçtür. Onlar da: Nimeti islâm, nimeti âkibet (âhiret nimeti), nimeti gınâyı nefistir (nefis bıkkınlığı, usancıdır).
Günde yüz rek'at namaz kılardı.
Bir gün İmam Ebu Yusuf, kemâli depdebe ile ata binmiş süvâri olarak çarşıda gezerken biri:
"Ya İmam! 'Siz, altun ve gümüş isti'mâli (kullanılması) câiz değildir.' buyurursunuz. Halbuki, atlarınızın nalı bile (neredeyse) altun. Bu nasıl olur? (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 138).
Hazreti İmam, "Bunları zevk almak ve tekebbür (büyükle-nmek) için kullanmayız. İnsanların dünya süsüne rağbetleri malum-dur. 'Bu, yer ekmediği halde, zengin olduysa; bu kadar servete, ilim-irfan sayesinde nâil oldu,' desinler de, ilim tahsiline çalışsınlar," diye buyurdu.
Namus sahibi olmayan bir adam ile sohbet etmek, ken-dini bilen için ardır (ayıp, utanç, utanmadır).
Sen vücudunu ilim için feda etmeyince, ilim sana kurtuluş veremez. Vefat edeceği vakit, "Ya Rabbi! Sen bilirsin ki, ben bilerek haram yemedim. ... Ya Rabbi! Beni mağfiret eyle!" dedi.
İmâm A'zam, nasihatı münâzara buyurdular: "Yalan söy-lemekten kaçın! Hatır için müdâhale etme! İnsanların toplanmış olarak gelip geçtiği yerlerde oturma! Senden üstün âlim var iken, bilmediğin bir şeye müdahalede bulunma! Sokaklarda gezip zama-nını boşa harczma! Yol kenarında oturma, mescidde otur! Çeşitli elbise giyme! Hanımın ile çok kimse lâf etmeye! Birinin, kötü olan hal ve gidişini zevcene söyle! İlimden âciz olursan ibâdet ile meşgul ol!" (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 139).
İmâm A'zam Hazretleri’nin ders halkasında yetişmiş biri İmâm Hümâm’dır: “Büyüklük, nesep ile görevi tam yapmakladır. Sâdık, ve iyi arkadaş seni hayra teşvik edendir. Afv, aklın zekâtı-dır. Adalet, insanlığın korunması amacını taşır. Güzel terbiyeyi, ‘körükörüne soya bağlılık’ yok eder. Kendi nefsini beğenmek kadar ahmaklık olamaz. Bir toplulukta ilim, irfan varlığnı hissetti-rirse, orada dirilik, tazelik ve verimlilik olur.”
İmâm Muhammed geceyi üçe ayırmışlardır. Bir kısmında namaz kılar, diğer kısmında uyur. Son kısımda da mütâlaa ile meşgul olurdu. Dört yanı, daima kitap ile çevrilmiş bulunurdu. Uyku galebe ettiği vakit, "Ah! Ben, bu gafletten nasıl kurtulaca-ğım," der, ağlardı.
Bir gün tâbiıyyûndan (tabiatçılardan-tanrısızlardan) birisi, Hârunu'r-Reşit'in huzuruna gelerek, kâinâtın hâlıkının mevcudiyye-tine (evrenin yaratıcısının varlığına) delil istedi. Derhal İmâm Muhammed'in celbi emr olundu. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 141).
İmam Hazretleri dört saat sonra hükümdârın huzuruna dâhil oldu.
Soru soran, bir tarafda oturuyor idi. Hârun Reşit, Hazreti İmam’a, geç kalmasının sebebini sordu. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 142).
Hazreti İmam buyurdu ki:
"Ya Halife! ‘Hânemin (evimin) nehrin karşı kenarında’ olduğunu bilirsiniz. Hânemden çıkarken, bir gördüm ki, ufak bir yelken gemisi nehrin üzerinde rüzgârın esmesine mukâvemet ede-meyerek, dalgaların şiddetinden parça parça oldu. Aradan çok geçmedi, parçalanan gemi, hiç bir ferdi zâyi olmadan evvelki hâline geldi. Ben de bindim, o nehri geçtim. Tabii dört saat kadar geç kalmışım. Bunda beni ma'zur görünüz," deyince, tâbiuyyûndan (ataist) olan herif İmam'ın bu sözüne ziyadece gülerek, Hârunu'r-Reşit'e hitâben;
"Ya Halife! Senin bana, yol göstermesi için tavsiye edeceğin zat bu mudur? Hiçbir gemi parçalanır da, bir sânı' (ustası) olma-dan, önceki sağlam durumuna gelir mi?" dedi.
Hazreti İmam, adı geçene hitaben;
"Ya! Bir gemi parçalandıknan sonra hiç bir ferdi zâyi ol-maksızın evvelki hâline gelmez de, bu kadar kâinat hâliksız (yara-tanı olmadan) vücuda gelir mi?" diye buyurdu.
Herif, hayret ve şaşırmış halde kaldığından huzurdan tard edilmiştir.36
2. CEHÂLET
ﻦﻴﻠﻫﺎﺟﻠﺍ ﻦﻋ ﺾﺮﻋﺃﻮ “... Ve ağriz an’il-câhilîne...” “Affa sarıl, iyilikle emret. Cahillerden yüz çevir.” (Ârâf, 199.).
Onların (cahillerin) konuşmalarını duymamış gibi ol. Onların kötü muamelelerine kötülükle mukabelede bulunma, haklarında selâmet ve hidâyet temennisi lûtfunda bulun. Onların kötü ahlâkına karşı sabırdan, hayırdan ayrılma.
İnsanlarla konuşurken şiddet ve kötü sözleri terketmek, onlara güzel, nazikâne bir surette hitapta bulunmak ve onlarla hik-metli bir şekilde konuşmak lazımdır.
ﻡﻬﺑﻃﺎﺧ ﺍذﺇ ﻮ ﺎﻧﻮﻫ ﺾﺮﻻﺍ ﻰﻠﻋ ﻦﻮﺸﻤﻴ ﻦﻴذﻠﺍ ﻦﻤﺣﺮﻠﺍ ﺪﺎﺑﻋﻮ
ﺎﻤﻼﺳ ﺍﻮﻠﺎﻗ ﻦﻮﻠﻫﺎﺟﻠﺍ “Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevâzu içinde yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldık-ları zaman onlara incitmeden ‘selâm’ deyip geçerler.” (Furkân, 63.)
Bir takım sefihler, o mütevâzî zatlara karşı hoş görülmeye-cek lakırdılarda bulundukları zaman, o muhterem zatlar, fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar. Belki, “Haydi işinize gidiniz, sizin-le bizim aramızda ne hayır ve ne de şer vardır. Biz sizden selâmet-te bulunmaktayız. Siz de ıslâhı hâl ederek selâmete kavuşunuz.” deyip geçerler.
Konu ile İlgili Kelâm-ı Kibârlar ve Çok Tekrarladığı Sözler:
Cahilin imanına güven olmaz.
Cahille yola çıkılmaz, yarı yolda bırakır.
Cahille düşüp kalkılmaz. Cahille ahmağa güvenilmez!
Cahil âyeti masal zanneder.
Cahilin cehaletine sığınması küfürdür. Cahilin, “Ben cahilim, ben bilmem,” demesi küfürdür. Cahilin cehaletine rıza göstermesi küfürdür.
Cahil haramı helâli farkedemez.
Cahilin aklı nefsidir. Cahil menfaatını düşünür. Cahil karnın-dan konuşur. Cahil midesini düşünür. Cahilin dini, donu yoktur.
Cahili kandırması kolay olur.
Cahil kendi kusuruna bakmaz.
Cahil korkak olur.
Cahil cehaletini bilmez.
Cahil masaldan, hurâfeden anlar.
Cahil kibirlidir, kendisini dev aynasında (en büyük) görür.
Cahilin silahı küfürdür.
Cahilin sanatı kavgadır.
Yemin, cahilin şahididir.
Cahilin cehaleti en büyük belasıdır.
Cahil ne yaptığının farkında değildir.
Cahil cehaletinin gitmesinden korkar.
Cahil çok bildiğini sanır.
Cahil, bilgiye kulak tıkar.
Cahil, kendisini en akıllı olarak görür.
Cahil, bilgi verene düşman olarak bakar.
Cahile dünya çok dardır.
3. AKILLI VE AHMAK
İnsanı, “akıl ve şuurla hareket eden bir yaratıktır.” diye tanımlar. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 79).
Konu ile İlgili Kelâm-ı Kibârlar ve Çok Tekrarladığı Sözler:
Akıllı zararını, kârını bilir. Akıllı vara da, yoğa da çapa salla-maz.
Takke düşmeden kel görünmez. İşini zamanında yap, aklını başına topla! Takke düşmeden aklın başına gelsin! Kel görünme-den başına sahip ol!
Başın önüne eğilmeden işini hallet, gerekeni yap ki yiğitlik sende kalsın!
“Akıllı düşmandan zarar gelmez.”
“Akıllı düşman, akılsız dosttan iyidir.”
Akıllı kimseden zarar gelmez.
“Akılsız adam değirmene yoğurt üğütmeye gider.”
“Pire yüzünden yorgan yakılmaz.”
Akılsızla pazarlık yapılmaz. Deli ile pazarlık olmaz. Deli ile pazarlık olur mu?
Ahmakla düşüp kalkılmaz, zararı faydasından çoktur. Ahmakla pazarlık olmaz. Ahmak şeytanı melek zanneder. Ahmağa güvenilmez!
“Eşek anıra anıra kurdu buldu,” derler.
Zamansız öten horozun boynunu koparırlar.
Havlamasını bilmeyen köpek sürüye kurt getirir.
Çemkürmesini bilmeyen zağar, kurda yem olur.
İLMİN FAZİLETİ37
Mukâtil’den rivâyet edilen habere göre, hikmet (ilim) Kur’an’da dört manaya gelir:
-
Kur’ân’ın vaz-u nasihatları, öğütleri manasına... (Bakara s., Nisâ, 113.
-
Hikmet, anlayış ve ilim manasındadır. (Meryem, Lokman, 12. En’âm, 89).
-
Peygamberlik manasınadır. (Nisa, 54. Sad, 20. Bakara, 251).
-
Hikmet, Kur’an manasına gelmektedir. (Nahl, 125. Bakara, 269).
İlmin değerinin, adedinin ve müddetinin sınırı yoktur. Hele hele onunla elde edilecek saâdetlerin hiç sınırı yoktur. İşte bu da ilmin faziletini gösterir.
“De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9).
Kur’an; pis ile temiz (Mâide, 100), gören ile görmeyen, karanlıklarla nûr bir olur mu? (Ra’d, 16) diyerek birbirinin arasını ayırmıştır. Düşünüldüğü zaman bütün bunların âlim ile cahil arasındaki farktan alındığı görülür.
“Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan ulu’l-emre itaat edi-niz” (Nisa, 59). Âyetteki “ulu’l-emir”den murat, en sahih görüşe göre âlimlerdir. Çünkü âlimlere itaat etmek meliklere de (hükümdârlara da) vacibtir. Bunun aksi olmaz. ‘Âl-i İmrân, 7, 18 ve Ra’d, 43. âyetlerinde ilim sahipleri birinci mertebede anıl-mıştır.38
Allahu Teâlâ, “Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır.” (Mücadele, 11) buyu-rur.
Allahu Teâlâ, “Allah’dan ancak âlim kulları hakkıyla kor-kar” (Fâtır, 28) buyurmuştur.
Allahü Teâlâ âlimi Kur’ân-ı Kerîm’de beş vasıfla nitelemiş-tir:
“Allah kendinden başka ilâh olmadığına şehadet eder. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ederler” (Â. İmrân, 18).
“Onlar ağlayarak, çeneleri üzerine kapanırlar.” (İsrâ, 109).
“Daha önce ilim verilmiş olanlara âyetler okunduğu zaman, onlar çeneleri üstü secdeye kapanırlar.” (İsra, 107).
“Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar.” (Fâtır, 28).
İbnu’l-Mübârek şöyle demiştir: Bu ümmetin bozulması, ancak havas tarafından olur. Bu havas beş kısımdır:
Ulemâ, peygamberlerin mirasçılarıdır.
Gâziler, yeryüzünde Allah’ın ordularıdır.
Zâhidler, yeryüzündekilerin direkleridir.
Tâcirler, Allah’ın yeryüzündeki güvenilir kullarıdır.
İdareciler de çobanlarıdır.
III. AHLÂK KURALLARI VE SOSYAL
PRENSİPLER
Dostları ilə paylaş: |