«Oyuna devam etmek istiyor musunuz, efendim?» diye sordu. «Çünkü işler kesat gitmeye başladı: Aji gowarui.»
Kişikava-san başını kaldırıp baktığı zaman aklı karışmış gibiydi. Henüz dört beş taş ancak oynamışlardı, böyle bir sözün pek yeri değildi.
Üç hamle daha geçtikten sonra General Nicholai'nin ne demek istemiş olabileceğini anlamaya başladı. Doğru anlayıp anlamadığını kontrol etmek için o da bir deney yaptı. «Bence oyun korigatachi oldu. Ben hiçbir şey yapamayacak durumda sıkıştım kaldım.»
Şibumi
177/12
«Pek sayılmaz efendim. Ben bir sabaki şansı görüyorum ama, o zaman tabii hama'ya katılmanız gerekecek.»
«Bu senin için tehlikeli olmaz mı? Sonradan ko durumuna düşmez misin?»
«Daha çok uttegae olur efendim. Ama ne sizin, ne de benim onurum için başka bir çıkar yol göremiyorum.»
«Olamaz, Nikko. Çok fazla iyisin. Böyle bir jesti kabul edemem. Böyle bir hamle senin açından çok tehlikeli bir saldırı sayılır. İntihar gibi bir şey.»
«Sizden izin vermenizi istemiyorum. Sizi böyle güç bir duruma sokmak istemem. Nasıl oynayacağımı planladım bile. Yalnızca size durumu anlatmak istiyorum. Onlar kendi durumlarının tsuru no su-gomori olduğunu sanıyorlar. Oysa seki ile karşı karşıya bulunuyorlar. Sizi bir shicho ile yenmek istediler ama ben sizin shicho atari'niz olma şerefine sahibim.»
Nicholai göz ucuyla bakınca Japon nöbetçilerden birinin kaşlarının çatıldığını gördü. Herhalde oyunu biraz biliyor, bu sözlerin hiçbir anlamı olmadığını anlıyordu.
Nicholai tahta masanın üstünden uzanıp elini Generalin kolu üzerine koydu. «Üvey babam, oyun iki dakikaya kadar bitecek. İzin verin de size yol göstereyim.»
Kişikava-san'ın gözlerinde şükran yaşları parıldırıyordu. Dünkünden bile daha hassas, çıt diye kırılacakmış gibi bir hali vardı. Hem çok yaşlı, hem de çocuk gibiydi. «Ama asla izin ve...»
«Ben izinsiz iş görüyorum, efendim. Sevgi dolu bir itaatsizliğe kararımı vermiş durumdayım. Affımzı bile istemiyorum.» Kişikava-san bir an düşündükten sonra başını salladı. Hafifçe gülümsediği zaman sıkılan gözlerinden birer damla yaş kurtulup burnundan aşağıya doğru kaydı. «Göster yolu öyleyse,» dedi.
«Başınızı çevirip pencereden dışarıya bakın efendim. Her taraf puslu ve nemli. Ama kirazların mevsimi bizi bir anda kucaklayacak.»
Kişikava-san başını çevirdi, sakin sakin gökyüzünün görülebilen gri dikdörtgen parçasına baktı. Nicholai cebinden bir kurşun kalem çıkarıp parmakları arasında sıkıca tuttu. Konuşurken gözleri Gene-
178
ralin şakağındaydı. Saydam cildin altında bir atar damarın nabız gibi attığı görülüyordu.
«Kajikava çiçekleri altında yürüdüğümüz günleri hatırlıyor musunuz efendim? Onu düşünün. Yıllar önce orada kızınızla yürüdüğünüzü düşünün. Küçücük eli sizin avucunuzda. Daha önce aynı sırtlarda babanızla yürüdüğünüzü hatırlayın. Bu sefer sizin eliniz onun büyük eli içinde. Bu konulara yöneltin düşüneceklerinizi.»
Kişikava başını eğip zihnini rahat bıraktı. Nicholai bir yandan alçak sesle konuşmayı sürdürüyordu. Sesinin tekdüze mırıltısı, söylediği şeylerin anlamından daha önemliydi. Birkaç saniye sonra General Nichoiai'ye baktı. Gözlerinin köşelerinde bir gülümsemenin gölgesi seziliyordu. Başını hafifçe salladı, sonra tekrar pencereden dışarıya doğru baktı.
Nicholai yumuşak sesle konuşmayı sürdürürken Amerikalı çavuş dişlerinin arasına sıkışan bir şeyi parmaklarıyla çıkarmaya uğraşıyordu. Ama Japon nöbetçilerin daha akıllıca olanmdaki gerginliği Nicholai hissetmekte gecikmedi. Adam konuşmanın tonundan rahatsız olmuş, şaşırmış gibiydi. Birden Rus nöbetçi bir çığlıkla ileriye doğru atıldı. Çok geç kalmıştı.
Nicholai kendini, şaşkınlık içinde ve dolayısıyla şiddete eğilimli durumda olan nöbetçilere mücadelesiz ve açıklamasız teslim ettikten sonra, altı saat boyunca penceresi olmayan sorgu odasında bekletildi. Başlangıçta öfkesine hâkim olamayan Amerikalı çavuş biri omuzunun sivrisine, diğeri yüzüne olmak üzere iki kez copuyla vurmuştu. Yüzüne indirdiği cop Nicholai'nin kaşını da varmıştı. Acıyı pek duymuyordu ama kaşı fena halde kanıyor. Nichoiai'ye küçük düşme hissiyle karışık bir ıstırap veriyordu.
Tutuklunun gözleri önünde öldürülmüş olmasından kendilerinin sorumlu tutulacağını ve bu yüzden fena hırpalanacaklarını düşünen nöbetçiler, bir yandan cezaevi doktoruna haber gönderirken bir yandan da Nichoiai'ye tehditler savuruyorlardı. İşinde titiz, hareketlerinde güvensiz Japon doktor olay yerine vardığında, General için yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Nicholai'nin vuruşundan birkaç saniye sonra sinir sistemi ölmüş, bir dakika dolmadan da vücudu öl-
179
müştü. Doktor başını sallayıp dişlerinin arasından içine soluklar çekerek, yaramaz bir çocuğa bakar gibi Nicholai'nin kaşını onardı. Becerebileceği bir iş bulmaktan mutlu gibiydi.
İki yeni Japon nöbetçi Nicholai'nin başında beklerken ötekiler üstlerine haber vermişler, her biri kendisini hiç suçsuz, diğer nöbetçileri yeteneksiz ve aptal gösterecek biçimde olayı anlatıp bitirmişlerdi.
Amerikalı çavuş geri döndüğünde, yanında kendi ulusundan üç kişi daha vardı. Ne Ruslardan, ne Japonlardan kimse gelmemişti. Nicholai ile uğraşmak Amerikalıların işi olacak gibi gözüküyordu.
Nicholai'nin üstü bir ölüm sessizliği içinde arandı, kendisi soyuldu, az önce Generalin sırtında gördüğü «intihara elverişsiz» giysiden giydirildi, sonra şimdi bulunduğu bu penceresiz sorgu odasına getirilip, çıplakayak, elleri arkasından kelepçeli şekilde, yere çakılı madenî sandalyenin üstüne oturtuldu.
Hayal gücünün çığrından çıkmasına engel olmak için Nicholai iki ekolün Go ustaları arasındaki bir karşılaşmanın orta safhalarını düşünmeye başladı. Bu oyunu Otake-san'ın yanında öğrenciyken, eğitiminin bir parçası olarak ezberlemişti. Taşların dizilişini gözünün önünde canlandırdı, önce bir taraftan, sonra öbür taraftan bakar gibi düşünerek her hamlenin önemini iyice sindirmeye uğraştı. Belleğini ve konsantrasyonunu bu kadar zorlamak çevresindeki boş ve yabancı dünyayı bilincinden silmeye yetiyordu.
Kapının dışında sesler duyuldu, sonra anahtar ve sürgü sesleri geldi, ve sonunda üç adam içeriye girdi. Bir tanesi, Kişikava-san ölürken bütün çabasıyla dişlerini karıştıran çavuştu. İkincisi, gözlerindeki parlak zekâyı maddesel duygusuzluğun gölgelediği türden, yani politikacılarda, film prodüktörlerinde ve otomobil satıcılarında çok rastlanan tipten, sivil giyinmiş, iriyarı biriydi. Üçüncüsünün omuzlarında binbaşı olduğunu gösteren apoletler vardı. Katı, dikkatli bir adamdı. Kalın dudakları kansız, alt göz kapaklan sarkıktı. Nicholai'nin karşısındaki sandalyeye bu üçüncü adam geçti. İriyarı sivil, Nicholai'nin arkasında ayakta durmayı seçti. Çavuş ise, girdikleri kapının yanına dikilmişti.
«Adım Binbaşı Diamond» diye gülümsedi subay. Ama konuşma
180
sesinde bir yassılık vardı. Metalik bir ton. Amerika radyo ve televizyonlarında haber okuyan kadın spikerlerin kullandığı ses tonuna benzer bir şey.
Onların girişi esnasında Nicholai, zihninde oynadığı oyunun bir hamlesine takılıp kalmıştı. Bu hamlede bir tenuki havası sezilmekle birlikte, hamle aslında karşı oyuncunun bir önce oynadığı oyuna cevap olmaktan öteye gitmiyordu. Nicholai başını kaldırmadan önce önündeki hayalî tahtaya son bir kere bakıp taşların yerini belleğine yerleştirmeye çalıştı. Tekrar bıraktığı yerden başlayabilmek için. Ancak ondan sonra ifadesiz cam yeşili gözlerini kaldırıp Binbaşının yüzüne baktı.
«Ne dediniz?»
«Adım Binbaşı Diamond. CID.»
«Ya!» Nicholai'nin kayıtsızlığı numara değildi.
Binbaşı evrak çantasını açıp birbirine zımbalanmış üç sayfa yazı çıkardı. «Bu itirafnameyi imzalarsanız işimize devam edebiliriz.»
Nicholai kâğıtlara doğru baktı. «Herhangi bir şey imzalamak istediğimi sanmıyorum.»
Diamond'un dudakları tedirginlikle gerildi. «General Kişikava'yı öldürdüğünü inkâr mı ediyorsun?»
«Hiçbir şeyi inkâr etmiyorum. Dostuma kurtulması için yardım ettim ve...» Nicholai sustu. Bezirgan kültüründen gelen bu adama, anlamasına olanak bulunmayan bir şeyi anlatmaya çalışmanın anlamı neydi? «Binbaşı, bu konuşmaya devam etmenin yararını göremiyorum.»
Binbaşı Diamond Nicholai'nin arkasında duran iriyarı sivile baktı. İri adam öne doğru eğilip, «Dinle,» dedi. «İtirafı baştan imzalasan iyi edersin. Kızıllar hesabına giriştiğin bütün faaliyetleri biliyoruz.»
Nicholai dönüp adama bakmak zahmetine katlanmadı.
Adam, «Herhalde Albay Gorbatov'la ilişkide olduğunu da yalanlayacak değilsin.» dedi.
Nicholai derin bir soluk aldı, cevap vermedi. Durum anlatılamayacak kadar karışıktı. Zaten anlayıp anlamamalarının da bir önemi yoktu.
181
Arkadaki sivil Nicholai'nin omuzunu kavradı. «Başın büyük dertte senin,» dedi. «Ya bu kâğıdı imzalarsın, ya da...»
Binbaşı Diamond kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. Sivil hemen Nicholai'nin omuzunu bıraktı. Binbaşı ellerini dizlerine dayadı, öne eğilip Nicholai'nin gözlerinin içine, kaygılı bir merhametle baktı. «Durumu sana ben anlatmaya çalışayım,» dedi. «Şimdi senin akim karışık, bu da çok normal. General Kişikava cinayetinde Rusların parmağı olduğunu biliyoruz. Bunu neden yaptıklarını bilmediğimizi kabul etmek zorundayım. Bu konu senin yardımını istediğimiz konulardan biri. Seninle açık konuşmak istiyorum. Bir süreden beri Ruslar hesabına çalıştığını biliyoruz. Sphinx/FE'nin en gizli bölümüne sahte kimlikle sızmayı başardığım da biliyoruz. Üstünde hem Amerikan, hem Rus kimliği bulunmuş. Annenin komünist, babanın Nazi olduğunu biliyoruz. Savaş sırasında Japonya'daymışsm. İlişki kurduğun insanlar arasında Japon Hükümetinin askerî unsurları var. Bunlardan biri de General Kişikava.» Binbaşı Diamond başını sallayıp arkasına yaslandı. «Görüyorsun ya... hakkında epey bilgimiz var. Ve korkarım bu bilgilerin toplamı oldukça suçlayıcı bir düzeye ulaşıyor. Arkadaşım sana başın büyük dertte derken bunu anlatmaya çalışıyordu. Belki ben sana yardımcı olabilirim... eğer bizimle işbirliğine razı olursan. Ne dersin?»
Nicholai bu söylenenlerin ilgisizliğinden bunalıyordu. Kişikava-san ölmüştü. O kendisine düşeni, bir evlâda düşeni yapmıştı. Cezasını çekemeye hazırdı. Bundan ötesinin ne önemi vardı?
Binbaşı, «Söylediklerimi inkâr mı edeceksin?» diye sordu.
«Elinizde bir avuç gerçek bilgi var Binbaşı. Ve siz onlardan gülünç sonuçlar çıkarıyorsunuz.»
Diamond'un dudakları gerildi. «Bilgiler bize bizzat Albay Gor-batov tarafından verildi,» dedi.
«Anlıyorum.» Demek Gorbatov Nicholai'yi, kendi propaganda malzemesini elinden aldığı için cezalandırmak üzere değişik bir yol seçmişti. Amerikalılara bazı yarı doğru bilgiler verip, kendi yapması gereken kirli işi onlara yaptıracaktı. Tipik Slav iki yüzlülüğü ve kaypaklığı.
182
Diamond devam etti. «Elbette ki Rusların bize söylediği her şeyi hemen doğru kabul edecek değiliz. Bu yüzden sana hikâyeyi kendi açından anlatmak için bir şans tanıyoruz.»
«Bir hikâye yok ki.»
Sivil adam tekrar Nicholai'nin omuzuna dokundu. «General Ki-şikava'yı savaş sırasında tanıyor olduğunu inkâr mı edeceksin?
«Hayır.»
«Onun Japon askerî-sınaî mekanizmasının bir parçası olduğunu inkâr mı edeceksin?»
«O bir askerdi.» Aslında 'o bir savaşçıydı' demek daha doğruydu ama, aradaki fark bezirgan kafalı bu Amerikalılar için hiçbir şey ifade etmeyecekti.
Sivil adam, «Ona yakın olduğunu inkâr mı ediyorsun,» diye üsteledi.
«Hayır.»
Binbaşı Diamond sorgunun bundan sonrasını kendi üslendi. Sesinin tonuyla bazı konulardan emin olmadığını, Nicholai'den gerçekten yardım istediğini belli edecek biçimde konuştu.
«Kimliklerin sahteydi, değil mi Nicholai?»
«Evet.»
«Bu sahte kimlikleri almana kim yardım etti?»
Nicholai cevap vermedi.
Binbaşı gülümseyerek başını salladı. «Anlıyorum. Dostlarını güç duruma düşürmek istemiyorsun. Bunu çok iyi anlıyorum. Annen Rustu, değil mi?»
«Milliyeti Rustu. Slav kanı yoktu.»
Sivil adam söze karıştı. «Yani annenin komünist olduğunu kabul ediyorsun?»
Nicholai, Alexandra Ivanovna'yı komünist diye nitelendirmekte acı bir mizah duygusu buluyordu. «Binbaşı, annemin politikaya gösterdiği ilgi -ki bunun çok az olduğunu belirtmek isterim- onu olsa olsa Atilla taraftarı olarak nitelendirmeyi gerektirir.» Sonra Atilla kelimesini yanlış olarak, vurgusu ikinci hecede olarak bir daha tekrarladı. Amerikalılar anlasın diye.
183
«Elbette,» diye alay etti sivil. «Herhalde babanın Nazi olduğunu da inkâr edeceksin.»
«Olabilir. Anladığıma göre Nazi olabilecek kadar aptalmış. Kendisini hiç tanımadım.»
Diamond başını salladı. «Yani aslında senin söylemek istediğin şey şu, Nicholai. Hakkında yaptığımız suçlamalar genellikle doğru.»
Nicholai içini çekti, hayır anlamına bir işaret yaptı. Amerikan askerî zihniyetiyle iki yıl içice çalışmıştı ama, bu zihniyetin gerçekleri evirip çevirip ille belirli kalıplara uydurma çabasını hâlâ anlayamamıştı. «Sizi iyi anlıyorsam, Binbaşı... ki anlayıp anlamadığım da pek umrumda değil., siz beni hem komünist hem Nazi olmakla suçluyorsunuz. Üstelik size göre General Kişikava'nın hem yakın dostu, hem paralı katiliyim. Bir yandan Japon milliyetçisiyim, bir yandan Sovyet ajanıyım. Size göre Ruslar savaş suçlusu olarak yargılayıp, istedikleri gibi aşağılayabilecekleri, ve bu yolla büyük propaganda yapabilecekleri bir adamı yl:-j/ctürmek istiyorlar. Bu olasılıkların bir-araya gelmesi sizin nuntık duy ;,unuzu hiç sarsmıyor mu?»
«İşin her girimi çıkıntısını anladığımızı iddia edecek değiliz,» diye kabullendi Diamond.
«Demek öyle. Aman ne alçak gönüllülük!»
Sivil adamın pençesi omuzunu iyice sıkıştırdı. «Senin küstahlığını dinlemek niyetinde değiliz! Başın iyice belâda! Bu ülke askerî işgal altında, ve sen hiçbir yerin vatandaşı değilsin! Sana istediğimizi yaparız, hiçbir konsolosluk, hiçbir sefaret de araya giremez.»
Binbaşı gene başını iki yana salladı, sivil adam Nicholai'nin omuzunu bırakıp geri çekildi. «Bu tonda konuşmanın bize bir yaran olacağını sanmıyorum. Bç"Üi ki Nicholai kolay korkan biri değil.» Yarı utanır gibi gülümsedi, sonra konuştu. «Ama gene de arkadaşımın söyledikleri doğru. Suçun adam öldürmek. Bunun cezası ölüm. Fakat bize uluslararası komünizmle olan mücadelemizde yardımcı olabileceğin bazı yollar da var. Senden biraz işbirliği gelirse, çıkarına bir şeyler ayarlanabilir.»
Nicholai pazarlarda kullanılan dili, pazarlık dilini hemen tanıdı. Bütün Amerikalılar gibi Binbaşı da bezirgandı aslında. Her şeyin bir fiyatı vardı, ve en başarılı insan, en iyi pazarlık edebilen insandı.
184
«Beni dinliyor musun?» diye sordu Diamond.
Nicholai, «İşitiyorum,» diye düzeltti.
«Peki? İşbirliği yapacak mısın?»
«Yani itirafnameyi imzalayacak mıyım, öyle mi?»
«Hem o, hem de başka şeyler. Bu itirafname, cinayette Rusların sorumluluğunu açığa kavuşturuyor. Ayrıca senin Sphinx/FE'ye sızmana yardımcı olanların adlarını istiyoruz. Buradaki Rus istihbaratıyla ilgili bilgiler ve onların Japonlarla olan ilişkilerini bilmek istiyoruz.»
«Binbaşı. Rusların benim yaptığımla hiçbir ilgisi yoktu. İnanın ki onların politikası şu olmuş, ya da bu olmuş, bana vız gelir. Sizin politikanız da öyle. Sizler ve Ruslar, aynı şeyin biraz değişik iki örneği gibisiniz. Orta düzeydeki kişilerin zorbalığını temsil ediyorsunuz. Beni Rusları korumaya yöneltecek hiçbir neden de yok.»
«O halde itirafnameyi imzalayacak mısın?»
«Hayır.»
«Ama şimdi dedin ki...»
«Rusları korumam ve onlara yardım etmem dedim. Ama sizin tarafa da yardım etmek niyetinde değilim. İstediğinzi beni, askerî mahkeme soytarılığından geçirerek veya geçirmeyerek idam etmekse, lütfen yapın.»
«Nicholai, sana o itirafnameyi nasılsa imzalatacağız. Lütfen inan bana.»
Nicholai'nin yeşil gözleri Binbaşıya sakin sakin baktı. «Ben artık bu konuşmada taraf değilim.» Sonra bakışlarını indirdi, belleğinde dondurduğu Go taşlarını hatırlayıp o tenuki gibi gözüken harekete karşı ne yapılabileceğini düşünmeye koyuldu.
Binbaşıyla sivil adam arasında baş işaretleri geçti, sivil adam cebinden siyah deri bir mahfaza çıkardı. Kapının yanında duran çavuş yaklaşıp giysisinin kolunu sıvarken Nicholai konsantrasyonunu hiç bozmadı. Sivil adam elindeki şırıngayı, havaya fıskiye gibi ince bir sıvı püskürterek boşalttı.
Çok zaman sonra Nicholai o yetmiş iki saatlik süre içinde yer-alan olayları hatırlamaya çalıştığında ancak bölük pörçük parçalar hatırlayabildiğini, bunların da hangisinin önce, hangisinin sonra yer
185
aldığını bilmediğini gördü. Sıralama duyusu kendisine ikide bir verdikleri ilâçlardan ötürü yok olmuştu. Olup bitenleri en iyi tanımlama yolu şöyleydi. Nicholai o ara, kendisinin hem aktör hem seyirci olduğu bir film seyretmişti. Bir kısmı hızlı, bir kısmı ağır döndürülen bir film. Arada hareketsiz kareler de vardı. Ses kayıtları birbirinin üstüne alınmış gibiydi. Ya da başka sahnenin sesi, başka sahneye kaydedilmişti. Bazı sahneler net ve renkli iken aralarda uzun süre bulanık, karanlık kareler geçip gidiyordu. Buralarda konuşmalar da yavaşlatılmış, sesler bu yüzden kalınlaşmıştı.
O sıralarda Amerikan istihbaratı, yaptıkları sorgularda ilâç kullanmaya yeni başlamış olup, deneme dönemindeydi. Bu yüzden bir çok yanlışlıklar yaptılar. Bunlardan bazıları da zihni zedeleyen yanlışlardı. İriyarı sivil «doktor», birçok kimyasal maddeleri ve karışımları Nicholai üzerinde denedi. Bu arada bazen kurbanını istemeyerek isteri, nöbetlerine sürükledi, bazen de koma gibi bir kayıtsızlık içine itti. Bazı karı-şımlardaki maddeler birbirinin etkisini sildiği için Nicholai'yi sakin bırakıyordu ama, o zaman da gerçekten öylesine uzaklaşıyordu ki, sorulan sorulara istekle cevap verdiği halde, cevapların konuyla ilgisi yoktu. Üç gün süresince Nicholai ne zaman kendine gelip kişiliğini bulsa, büyük bir paniğe kapılıyordu. Bu adamlar onun zihnine saldırıyor, belki de zihnini mahvediyorlardı. Oysa Nicholai'nin genetik üstünlüğü duyularında olduğu kadar, entellektüel yeteneğindeydi de. Zihnini bozabilmeleri olasılığından çok korkuyor, yüzlerce yıllık se-lektif birleşmelerin ürünü, bu adamların düzeyinde hümanoid bir keşmekeşe dönecek diye ödü kopuyordu.
Sürenin çoğunda kendinde değildi. O zaman seyirci Nicholai, oyuncu Nicholai'ye acıyor, ama ona yardım etmek elinden gelmiyordu. Mantık yürütebildiği kısa dönemlerde, içine düştüğü kâbuslara karşı koymayıp onlarla birlikte akmaya çabalıyor, zihnindeki delice duygularla işbirliği yapmaya, onları kabul etmeye uğraşıyordu. İçinden gelen bir sezgi, bu gerçek dışı duruma karşı koymaya kalkışır, onunla mücadeleye girerse, kafasının içinden bir şeyin kopabileceğini ona fısıldıyor, bir daha eski haline dönemeyeceğini söyleyerek uyarıyordu.
186
Yetmiş iki saatlik sürenin içinde üç kez sorgucuların sabrı taştı ve çavuşun sorguyu daha alışılagelmiş, üçüncü sınıf yöntemlerle devam ettirmesine izin verdiler. Adam kendi yöntemini, içi demir parçalarıyla doldurulmuş, dokuz inç boyunda, ince uzun jüt bir torbayla uyguladı. Bu silâhın etkisi korkunçtu. Gerçi deriyi pek ender olarak yarıyordu ama, alttaki kemiklerle kasları kırabiliyordu.
Bu tür vahşete dayanamayacak kadar uygar bir insan olan Binbaşı Diamond, dayak fasıllarında odadan çıkıyor, kendi emrettiği işkenceye tanık olmuyordu. «Doktor» ise kalıyordu. Yalnızca ilâç verilmiş bir kişinin dayağa tepkilerini merak ettiği için.
Bu üç işkence faslı Nicholai'nin gözlemine değişik etkiler yaptı. Birincisini hemen hiç hatırlamıyordu. Sağ gözü şişip kapanmış olmasa, gevşeyen bir dişinden de kanlar sızmasa, böyle bir şeyin yer aldığını farketmeyecekti bile. İkinci dayak, olağanüstü acılarla doluydu. İlâçların geriye kalan etkisi o sırada öyle bir düzeydeydi ki, bütün duyuları büyük bir keskinlik kazanmıştı. Cildine giysilerin değmesi bile acı veriyor, soluduğu hava burun deliklerini yakıyordu. Bu durumunda dayak tarif edilmez bir şeydi. Bir an önce bayılıp kendinden geçmeye can atıyordu ama, çavuş onu bayıltmayacak kadar yetenekliydi.
Üçüncü dayak hiç acı vermemesine karşın, içlerinde en korkunç olanıydı. O sıra Nicholai gene ikiye ayrılmış dönemlerinden birini yaşıyordu. Hem aktör, hem seyirciydi. Olup biteni sıradan bir ilgiyle izlemekteydi. Hiçbir şey hissetmiyordu. İlâçlar sinirlerini kısa devreye sokmuştu. Ama işin korkunç yanı, dayağın sesini işitebiliyordu. Hem de sanki kasları arasındaki hoparlörlerle yükseltilmişcesine. Dokularının çıtırdayarak yarıldığını duyuyor, derisinin açıldığını duyuyor, kırılan kemik parçalarının birbirine sürtündüğünü duyuyordu. Kanın damarda dolaşırken çıkardığı ses bile kulaklarındaydı. Bilincinin aynasında, kendisi sakin bir korku içindeydi. Bütün bu olanları duyarken acısını hissetmemenin delilik olduğunu biliyor, buna karşı sakin kalmanın ise deliliğin de ötesinde olduğunu düşünüyordu.
Bir ara zihni gerçeğe doğru yüzmüş ve Nicholai Binbaşıyla ko-
187
nuşmuştu. Ona kendisinin General Kişikava'nın oğlu olduğunu ve eğer kendisini hayatta bırakırlarsa büyük bir hata yapacaklarını, çünkü bir daha elinden kurtulamayacaklarını söyledi. İlâçlardan dili şişmiş dayaktan dudakları yarılmış olduğudan, sözler ağzından ağır, değişik, yuvarlanarak çıkmıştı. Ama doğru da konuşsa bu adamlar onu nasılsa anlamayacaklardı. Çünkü farkında olmadan bunları Fransızca söylemişti.
Üç günlük sorgu boyunca birkaç kez bileklerindeki kelepçeler çıkarılmıştı. Doktor dolaşım yetersizliğinden Nicholai'nin parmaklarının beyaz ve soğuk olduğunu farketmişti çünkü. Kelepçeler birkaç dakika için çıkarılıyor, bileklerine mesaj yapılıyor, sonra yeniden takılıyordu. Nitekim Nicholai ömrünün sonuna kadar bileklerinde parlak, güneş yanığı bir çift bilezik gibi yara izleri taşıdı.
O yetmiş iki saatin sonunda Nicholai ne yaptığını bilmeden ve aldırmadan Rusları suçlayan itirafnameyi de imzaladı. Gerçekten öylesine uzaklaşmıştı ki imzasını Japon harfleriyle ve sayfanın orta yerine attı, onun titreyen elini sağ alt köşeye götürmeye boşuna uğraştılar. Bu durumda itirafname işe yaramayacak duruma geldiği için Amerikalılar sonunda Nicholai'nin imzasını taklit edecek kadar alçaldılar... ama bunu zaten en başta da yapabilirlerdi.
Bu itirafnamenin sonucu, istihbarat dünyasındaki beyhudeliği anlamak açısından dikkate değer. Birkaç ay sonra Amerikan Sphinx örgütündekiler, Ruslara bir tehdit savurma zamanının geldiğine inandılar. Binbaşı Diamond itirafnameyi alıp Albay Gorbatov'a götürdü ve Albayın çalışma masasının karşısındaki koltuğa oturup, adamın bu aktif casusluk kanıtına karşı ne tepki göstereceğini bekledi.
Albay elindeki sayfalara kayıtsız bakışlarla baktı, gözlüklerinin saplarını iki kulağı arkasından çekerek baş ve işaret parmakları arasında camları cilaladı, tekrar gözüne taktı. Elindeki kaşıkla çay fincanının dibindeki erimemiş şeker parçalarını ezip fincandan büyük bir yudum aldı, fincanı tabağının tam orta yerine bıraktı, ve en tembel sesiyle.
«Eeee. ne olmuş?» dedi.
188
Başka da hiçbir şey olmadı. Tehdit savrulmuş, karşı taraf aldırış etmemiş, bu durumun Japonya'yı işgal eden iki kuvvet arasındaki ilişkilere de hiç bir etkisi olmamıştı.
Nicholai için işkencenin son saatları karmakarışık, ama pek de kötü sayılamayacak rüyalarla doluydu. Sinir sistemi çeşitli ilâçların etkisiyle öyle hırpalanmıştı ki artık pek az etkinlik gösteriyordu. Zihni de kendi kabuğuna çekilmiş gibiydi. Gerçek dışının bir düzeyinden öbür düzeyine yüzerken, kendini Kajikawa Nehrinin yamaçlarında, kar gibi yağan kiraz çiçeklerinin altında yürür buldu. Yanında, ama epey uzağında küçük bir kız yürüyordu. Eğer General Kişi-kava orada olabilse, aralarında yürüyebilecekti. O kadar yer vardı. Nicholai bu kızı daha önce hiç görmemiş olmakla birlikte onun Generalin kızı olduğunu biliyordu. Kız ona günün birinde nasıl evlenip bir erkek evlât sahibi olacağını anlatmaktaydı. Sonra aynı sohbet sesiyle, kendisinin de, küçük oğlunun da, Tokyo bombardımanında yanarak öleceklerini söyledi. Bu sözü söyler söylemez kızın değişip Mariko olması çok doğaldı. Hiroşima'da ölen Mariko. Nicholai onu tekrar gördüğüne çok memnundu. İkisi egzersiz olsun diye bir el Go oynadılar. Kız taş yerine siyah kirazları kullanıyor, Nicholai ise kırmızılarla oynuyordu. Derken Nicholai oyun taşlarından biri oldu. Tahtanın üstündeki küçücük yerinden, karşıdaki düşman taşa baktı. Düşman taş büyüyor, büyüyor, çevresinde adetâ bir duvar oluşturuyordu. Nicholai bakışlarıyla bunu önlemeye çalıştı, başaramadı, o zaman kaçtı. Tahtanın üstünde koşarak kaçarken siyah karelerin çizgileri yanından yıldırım gibi geçiyordu. Sonunda tahtanın kenarından boşluğa düştü. Kopkoyu bir karanlığın içine. Ve sonra o karanlık eriyip bir hücre oldu...
Dostları ilə paylaş: |