152
gir haftayı kâbus gibi geçirdi. Gereksiz kırtasiyecilik işlemleri arasında, yavaşlatılmış tempoda gidip geliyor, her bürokrasi engeline tos-luyor, kendi kendine işleyen gizlilik sistemlerine, bürokratik yeteneksizliklere, kişisel kayıtsızlıklara çarpıp duruyordu. Japon Hükü-rneti nezdinde yaptığı başvurular hiçbir sonuç vermedi. Orada sistemler çok durgundu. Japonların organizasyonu aşırıya kaçırma eğilimi yüzünden, ve bir de sorumluluğu azaltmak için sürekli olarak çok kişi arasında paylaştırma yöntemi yüzünden, yeni alışmaya çalıştıkları demokratik sistem burayı büsbütün hareketsizliğe itmiş bulunuyordu.
Bunun üzerine Nicholai askerî yönetimlere döndü. Koparabildiği tek tük bilgi parçalarını mozaik işler gibi bir araya getirerek Generalin tutuklanması olayını bir dereceye kadar açıklığa kavuştura-bildi. Ama bunu elde ederken kendini tehlikeye attığının, fazla göze görünür hale getirdiğinin de farkındaydı. Her türlü vatandaşlık hak-' larından yoksun olarak, sahte kimlik belgeleriyle yaşayan bir insan için bürokratların başına belâ olmak, onları işlemeyen statüko kuralları yüzünden habire tedirgin etmek çok tehlikeli bir şeydi.
Bir haftalık araştırma, soruşturma, can sıkma çabalarından ele geçen sonuçlar pek de ahım şahım değildi. Nicholai'nin öğrenebildiğine göre Kişikava-san, Sovyetler tarafından Savaş Suçluları Komisyonuna teslim edilmişti. Bu durumda davanın savcılığını Ruslar yapacaktı. General şu anda Sugamo Cezaevinde tutuklu bulunuyordu. Savunma görevini Amerikalı bir subay üstlenmişti. O adamı uzun süre mektuplarla, telefonlarla hırpaladıktan sonra bir görüşme randevusu sağlayabildi. Sabahın erken saatlarında yeralacak ve yarım saattan fazla sürmeyecek bir görüşme.
Nicholai o sabah şafak sökmeden kalktı, kalabalık bir tramvaya binip Yotsuya bölgesine gitti. Akebonobaşi Köprüsünden, yani Şafak Köprüsünden yürüyerek geçerken gökyüzünün doğu bölümüne sı -luk gri bir sabah ışığının yayılmaya başladığını gördü. Biraz ileride İchigaya Kışlası görünüyordu. Batı adaletinin insanlık dışı makinesi.
Üç çeyrek saat, avukatın bodrum katındaki çalışma odası dışında, tahta bir kerevete oturup bekledi. Sonunda çabuk öfkelenen, ve
153
belli ki gereğinden fazla iş yüklenmiş bulunan bir sekreter göründü ve onu Yüzbaşı Thomas'm karmakarışık çalışma odasına soktu. Yüzbaşı başını önündeki kâğıtlardan kaldırmaksızın elini havada sallayarak ona oturmasını işaret etti. Ancak sayfayı okuyup bitirdikten ve dibine elle küçük bir not ekledikten sonra gözlerini kaldırıp konuğuna baktı.
«Evet?» Sesinde gerginlikten çok yorgunluk vardı. Savaş suçlularından altı tanesinin savunması ona verilmişti. Emrindeki personel az, verilen bilgi yetersizdi. Oysa savcılık bölümünün eli altında onunkine kıyasla çok geniş bir örgüt ve araştırma mekanizması hazır bulunmaktaydı. Adamın şanssızlığı, Anglosakson adaletine olan idealist inancıydı. İşini gerektiği gibi görebilmek için kendisini öyle zorluyordu ki, yorgunluk, umutsuzluk ve kadercilik her kelimesine, her hareketine sinmişti artık. Tek bir amacı kalmıştı. Bu pisliği bir an önce sona erdirip sivil hayatına geri dönmek, Vermont'daki yazıhanesinde eski günlerdeki gibi avukatlık yapabilmek.
Nicholai. General Kişikava ile ilgili bilgi istediğini anlattı.
«Neden?»
«Dostumdur.»
«Dost mu?» Yüzbaşı kuşkulu gibiydi.
«Evet efendim. Bana... Şanghay'dayken yardım etmişti.»
Yüzbaşı Thomas birbirine benzeyen bir sürü dosyanın arasından Kişikava dosyasını çekip çıkardı. «Ama o sırada siz çocuktunuz herhalde.»
«Yirmi üç yaşındayım efendim.»
Yüzbaşının kaşları hafifçe yukarıya kalktı. Nicholai'nin genç görünüşü herkesi yanılttığı gibi onu da yanıltmıştı. «Özür dilerim,» dedi. «Sizi çok daha genç sanmıştım. Kişikava bana yardım etti derken ne demek istiyorsunuz?»
«Annem öldüğü zaman bana baktı.»
«Anlıyorum. İngilizsiniz, değil mi?»
«Hayır.»
«İrlandalı mısınız?» Gene 'başka bir yerin aksanı' etkisi çıkmıştı ortaya.
154
«Hayır Yüzbaşım. SCAP'da tercüman olarak çalışıyorum.» Konuyla ilgisi olmayan vatandaşlık durumundan, daha doğrusu vatan-daşhksızhk durumundan uzaklaşmak en doğru yoldu.
«Ve Generali tanıyan biri olarak karakteri hakkında tanıklık etmek istiyorsunuz, öyle mi?»
«Nasıl yardım edebilirsem etmek istiyorum.»
Yüzbaşı Thomas başını salladı, elleriyle masanın üstünü yokla-yarak bir sigara aradı. «Açık konuşmak gerekirse, pek yardım edebileceğinizi sanmıyorum,» dedi. «Burada işimiz çok, elemanımız az. Ben de enerjimi kurtarma olasılığı gördüğüm sanıklar üzerinde toplamaya karar verdim. Kişikava'yı o gruba sokamam. Belki bu size biraz fazla soğukkanlı bir tutum gibi gözükebilir ama, bence dürüst konuşmakta yarar var.»
«Ama... General Kişikava'nın hiçbir suç işlemiş olabileceğine inanamam. Neyle suçluyorlar onu?»
«A sınıfı suçluları arasında. Yani insanlığa karşı işlenmiş büyük suçlar. Bu da her ne demekse...»
«Ama ona karşı kimler ifade verecek? Ne yapmış diyorlar?»
«Bilmiyorum. Savcılık Rusların görevi. Belgeleri ve kaynaklan dava gününden bir gün öncesine kadar bana göstermiyorlar. Sanırım suçlamalar, kendisi Şanghay'da askerî Vali iken yaptıkları üzerinde toplanacaktır. Propaganda görevlileri birkaç kere kendisinden 'Şanghay Kaplanı' diye söz etmişlerdi.»
«Şanghay Kap... Ama bu çılgınlık! O bir yöneticiydi. Su sisteminin yeniden onarılıp çalışır hale gelmesini sağlamıştı, sonra... Hastaneleri... Ona nasıl...?»
«Valiliği sırasında dört kişiyi ölüme mahkûm ettirmiş ve hükümleri infaz ettirmiş. Bunu biliyor muydunuz?»
«Hayır, ama...»
«Allah bilir o dört adam katil, hırsız ya da seks manyağı falandı. Bildiğim bir şey varsa, İngiliz işgal bölgelerinde on yıllık idam ortalaması yüzde on dört virgül altı tutuyor. Şimdi siz sanırsınız ki bu ortalama sizin Generalinizin işine yarayacak. Oysa öyle değil. Onun astırdığı dört kişi 'Halk kahramanları' diye nitelendiriliyor. Bir Vali
155
de elbette halk kahramanlarını idam ettirip de yakasını kurtaramaz. Hele adı Şanghay Kaplanı'na çıkmışsa.»
«Kimse ona öyle demezdi!»
«Şimdi diyorlar.» Yüzbaşı Thomas arkasına yaslandı, işaret parmaklarını göz çukurlarına bastırdı, sonra kendini uyandırabilmek için olacak, ellerini kül rengi saçlarının arasından geçirdi. «Üstelik bu takma adın duruşma sırasında en azından yüz kere geçeceğine de bahse girebilirsiniz. Davayı daha şimdiden kaybetmiş izlenimi yaratıyorsam özür dilerim. Ama bu seferkini kazanmanın Sovyetler için çok önemli olduğunu iyi biliyorum. Bu konuda büyük propaganda yapıyorlar. Biliyorsunuz, savaş esirlerini ülkelerine iade etmedikleri için Ruslar çok eleştiriliyordu. Ele geçirdikleri tüm esirleri Sibirya'da «Yeniden Eğitim Kampları» dedikleri yerlerde tutuyor, ve kendi inançlarına tümüyle inandırmadan hiçbir yere salıvermiyorlar. Bugüne kadar da, Kişikava hariç, bir tek savaş suçlusunu bile komisyon önüne getirmediler. Bu davayı kazanmak onları dünya kamuoyunun gözünde görevlerini yapan, Japon emperyalistlerini doğru yola çevirip dünyayı sosyalizme hazır duruma getirmeye çabalayan kişiler olarak gösterecek. Belki siz Kişikava denilen bu adamın suçsuz olduğuna inanıyor olabilirsiniz. Belki de haklısınız. Ama sizi temin ederim ki adam savaş suçlusu sayılabilecek durumda. Çünkü bir kere bu şerefe ermenin birinci şartı, kaybeden taraftan olmaktır. O da kaybeden taraftaydı.» Yüzbaşı Thomas eski sigarasının izmaritinden bir yenisini yakıp, ötekini taşmaya hazır bir kül tablasının içine attı. Ağzından keyifsiz bir gülme kurtuldu. «Eğer savaşı kazanan öteki taraf olsaydı, Roosevelt'e, ya da General Patton'a neler olabilirdi, bir düşünsenize,» dedi. «Tabii eğer karşı taraf da dürüstlük taslayıp Savaş Suçluları Komüsyonu gibi bir şey kurma yolunu seçseydi. İnanın bana suçlu gözükmekten kurtulabilecek tek tük insanlar, bizi Milletler Cemiyetinin dışında tutmaya çalışan izalasyon taraftarları olurdu. Ve herhalde onları kukla yöneticiler durumuna getirirler, bizim şimdi onlara yaptığımız numarayı onlar bize yapmaya kalkarlardı. Bu işler böyledir, evlât. Şimdi benim tekrar işime gömülmem gerek. Elimde yarın yapılacak bir duruşma var. Suçlusu kanserden ölmek
156
üzere olan bir ihtiyar. İmparatorumun emirlerine uymaktan başka hiçbir şey yapmadım, deyip duruyor. Ama duruşmada ona da herhalde 'Luzon Leoparı' ya da 'Pago Pago Puması' falan diyeceklerdir. Hem biliyor musun, evlât? Belki adam sahiden Luzon Leoparı da olabilir. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum ki! Zaten olsa da olmasa da bir şey farketmeyecek.»
«Hiç değilse onu görebilir miyim? Ziyaret edebilir miyim?»
Yüzbaşı Thomas'ın başı önüne eğikti. Daha şimdiden ertesi günkü davanın ikinci sayfasını okumaya başlamıştı bile. «Efendim?» diye sordu.
«General Kişikava'yı ziyaret etmek istiyorum. Edebilir miyim?»
«Ben o konuda bir şey yapamam. Adam Rusların tutuklusu. Onlardan izin alman gerekir.»
«Siz nasıl görüşüyorsunuz onunla?»
«Daha görüşmedim.»
«Kendisiyle konuşmadınız bile, öyle mi?»
Yüzbaşı Thomas yorgun gözlerini kaldırıp baktı. «Onun duruşmasına kadar daha altı hafta var. Luzon Leoparı ise yarın çıkarılıyor. Sen git Ruslarla görüş. Belki sana yardımcı olabilirler.»
«Kimi göreyim?»
«Ne bileyim, evlât! Hiçbir fikrim yok.»
Nicholai ayağa kalktı. «Anlıyorum,» dedi. «Teşekkür ederim.»
Tam kapıya vardığı sırada Yüzbaşı Thomas arkasından, «Üzgünüm, evlât,» diye seslendi. «Gerçekten üzgünüm.»
Nicholai başını salladı, odadan çıktı.
Aradan aylar geçtikten sonra Nicholai, Yüzbaşı Thomas'la, Rusların tarafında onun karşıtı olan Albay Gorbatov arasındaki farkları uzun uzun düşünmeye vakit bulacaktı. Süper güçlerin düşünüş biçimleri, insanlara ve sorunlara eğiliş biçimleri arasındaki genel farkların sembolleri gibiydi bu iki adam arasındaki ayrılıklar. Amerikalı konuya karşı içten ilgili, merhametli, telâş içinde, organizasyondan nasibi olmayan ve sonuç olarak tabii tümüyle yararsız biriydi. Rus ise güvensiz, kayıtsız, ama iyi hazırlanmış, bol bilgi toplamış biri olduğu için sonunda Nicholai'ye yarar sağlayabilmişti.
157
Nicholai o anda pufla minderli bir koltukta oturuyor, karşısın-daki Albaya bakıyordu. Albay elindeki çay bardağını evirip çevirerek içindeki iki parça kesme şekeri eritmeye çalışıyor, şekerler bardağın dibinde dönüp dolaşıyor, ama asla tam anlamıyla erimiyorlardı.
«Çay istemediğinizden emin misiniz?» diye sordu Albay.
«Teşekkür ederim. Hayır.» Nicholai toplumsal nezaketle zaman kaybetmeye niyetli değildi.
«Oysa ben çay tiryakisiyim. Öldüğüm zaman otopsimi yapacak adam içimi çizme derisi gibi kahverengine boyanmış bulacak.» Gor-batov kendi bayat esprisine gülümsedikten sonra bardağını madenî bardak zarfının içine koydu. Gözündeki yuvarlak maden çerçeveli gözlükleri çıkardı ve temizlemeye çalıştı. Daha doğrusu baş parmağıyla işaret parmağı arasına aldığı camları ovalayarak kirli camın her tarafına eşit biçimde dağıtmaya savaştı. Bunu yaparken uzun kirpikli gözlerini karşısında oturan genç adama dikmişti. Gorbatov hipermetrop olduğu için Nicholai'nin çocuksu yüzünü, şaşırtıcı yeşil gözlerini gözlüksüz de çok net olarak görebiliyordu. «Demek General Kişikava'nın dostusunuz,» dedi. «Onun iyiliğini isteyen bir dost. Öyle mi?»
«Evet Albayım. Olanak bulursam ona yardım etmek istiyorum.»
«Bu normal tabii. Dostluk böyle günler için değil midir?»
«En azından, onu cezaevinde ziyaret edebilmek için izin istiyorum.»
«Tabii, elbette istersiniz. Normal bir şey.» Albay gözlüklerini tekrar gözüne takıp çayından bir yudum aldı. «Rusçayı çok iyi konuşuyorsunuz, Bay Hel. Kibar bir aksanla. Çok iyi eğitilmişsiniz.»
«Bu eğitilmiş olduğum için değil. Annem Rustu.»
«Ha, elbette.»
«Rusçayı hiçbir zaman ders alarak öğrenmedim. Rusça benim için bir beşik diliydi.»
«Anlıyorum, anlıyorum.» Konuşmanın yükünü karşı tarafa taşıtmak, Gorbatov'un tipik yöntemiydi. Kendisi yalnızca küçük heceler ve kelimelerle katkıda bulunuyor, inanmadığını belli edecek kadar bir ses çıkarmakla yetiniyordu. Nicholai bu apaçık taktiğin işlemesi-
158
ne izin verdi. Çünkü artık mücadele etmekten, çıkmaz sokaklara sa-plp ters yüzü geri dönmekten usanmıştı. Ayrıca bir an önce Kişika-va-san'la ilgili bir şeyler öğrenmeye can atıyordu. Bu nedenle konuşurken gereğinden fazla bilgi veriyordu ama, daha sözler ağzından çıkarken bile, bunların kolay inanılır şeyler olmadığını kendi de far-kediyordu. Bunu anlayınca daha dikkatli anlatmaya çalışıyor, bu dikkati yüzünden, yalan söyleyen birine daha çok benziyordu.
«Benim büyüdüğüm evde Rusça, Fransızca, Almanca ve Çince hep beşik dilleriydi, Albayım.»
«Bu kadar kalabalık bir beşikte yatmak oldukça rahatsız bir şey olmalı.»
Nicholai gülmeye çalıştı ama ağzından çıkan ses zayıftı. İnandırıcılıktan da uzaktı.
Gorbatov, «Ama herhalde İngilizceyi de çok iyi konuşuyor olmalısınız,» diye devam etti. Bu sözü ingilizce olarak sormuştu. Belli belirsiz bir İngiliz aksanıyla.
Nicholai gene Rusça olarak, «Evet,» diye karşılık verdi. «Japon-cayı da. Ama bunlar sonradan öğrendiğim diller.
«Yani beşik dili değil, öyle mi?»
«Evet, öyle.» Nicholai kendi sesindeki sinirliliğe bir anda pişman oldu.
«Anlıyorum.» Albay masasının başındaki koltukta arkasına yaslandı. Moğol tipi çekik gözlerinde eğlendiğini belirten ışıklar oynaşarak Nicholai'yi süzdü. «Çok iyi eğitilmişsiniz. İnsanı gafil avlayacak kadar da genç görünüyorsunuz. Ama beşik dillerinizle beşik sonrası dillerinizin tümüne rağmen, Bay Hel, siz bir Amerikalısınız, öyle değil mi?»
«Amerikalıların yanında çalışıyorum. Tercüman olarak.»
«Ama aşağıdaki görevlilere Amerikan kimliği göstermişsiniz.»
«O kimliği bana işim nedeniyle verdiler.»
«Ha, elbette. Anlıyorum. Ama hatırladığıma göre benim size sorduğum soru kimin hesabına çalıştığınız değil, hangi ülkenin vatandaşı olduğunuz yolundaydı. Amerikalısınız, değil mi?»
«Hayır Albayım. Değilim.»
159
«Nesiniz öyleyse?»
«Şeyy... Galiba en çok Japon sayılabilirim.»
«Yaaa! Ama Japon'a pek benzemediğinizi söylersem beni mazur görür müsünüz acaba?»
«Annem Rustu. Daha önce söylediğim gibi. Babam ise Almandı.»
«Ah, o zaman durum aydınlanıyor tabii. Tipik bir Japon soyu.»
«Benim hangi ulustan olduğumun konuyla ilgisini göremiyorum.»
«Sizin görüp görmemeniz önemli değil. Lütfen soruma cevap verin.»
Konuşmanın birden soğuklaşması Nicholai'nin öfkesini ve umutsuzluğunu kontrol altına almasını sağladı. İçine derin bir soluk çekti. «Şanghay'da doğdum,» dedi. «Buraya savaş sırasında geldim. General Kişikava'nın yardımları sayesinde. Aile dostumuzdu,»
«O halde siz hangi ülkenin vatandaşısınız?»
«Hiç.»
«Sizin için ne kadar güç bir durum olmalı.»
«Evet, öyle, Kendimi geçindirebilecek bir iş bulmamı çok güçleştirmişti.»
«Bundan eminim, Bay Hel. O umutsuzluk içinde bir iş bulabilmek, biraz para kazanabilmek için ne olsa yapmaya hazır olduğunuzu çok iyi anlıyorum.»
«Albay Gorbatov, ben Amerikalıların ajanı değilim. Onların yanında çalışıyorum ama ajanları değilim.»
«Yaptığınız bu ayırımlar, itiraf edeyim ki benim ayırdedemeye-ceğim kadar ince şeyler.»
«Ama Amerikalılar neden General Kişikava ile görüşmek istesinler? Savaş boyunca genellikle idarî görevlerde bulunmuş olan bu subayla ilişki kurmak için neden bu kadar zahmete girsinler?»
«İşte ben de sizden bunu açıklamanızı bekliyorum, Bay Hel,» diye gülümsedi Albay.
Nicholai ayağa kalktı. «Belli ki bu konuşmamızda siz benden daha çok eğleniyorsunuz,» dedi. «Değerli zamanınızı boşa geçirtmek
160
istemem. Herhalde kanatlarının yolunması için sır bekleyen bir sürü sinek vardır.»
Gorbatov yüksek sesle güldü. «Yıllardan beri bu tonda bir konuşma duymamıştım,» dedi. «Kültürlü saray Rusçasıyla aşağılayıcı kibir birarada! Harika doğrusu! Otur, delikanlı. Otur yerine. Şimdi anlat bana bakalım, General Kişikava'yı neden görmek istiyorsun?»
Nicholai kendini tekrar puf minderli koltuğa bıraktı. Bezgindi. İçi boşalmış gibiydi. «Nedeni sizin inanmak istemeyeceğiniz kadar basit. Kişikava-san bir dosttur. Hemen hemen bir babadır benim için Şimdi ise yalnız. Ailesi yok. Kendisi hapiste. Ona yardım etmem gerek. Yapabilirsem tabii. En azından onu görmem gerek... konuşmam gerek.»
«Bir evlâda düşen en temel görev. Çok normal. Bir çay almak istemediğinizden emin misiniz?»
«Eminim, teşekkür ederim.»
Albay kendi bardağını tekrar doldururken masanın üstünden büyük, sarı bir zarf çekti. İçindeki kâğıtlara şöyle bir göz attı. Nicholai kendisini dışarda üç saat bekletmelerinin nedenini şimdi anlıyordu. Bu dosyayı hazırlayabilmek içindi besbelli. «Görüyorum ki sizi Sovyetler Birliği vatandaşı olarak gösteren ikinci bir kimliğiniz daha varmış. Herhalde bu durum açıklama gerektirecek kadar seyrek rastlanan bir durum.»
«SCAP örgütündeki haber alma kaynaklarınız çok iyi galiba.»
Albay omuzlarını hafifçe kaldırdı. «Fena sayılmaz.»
«Bir arkadaşım vardı. Bir bayan... Amerikalıların yanında iş bulmamı sağlamıştı. Bana Amerikan kimliğimi o çıkarttırdı ve...»
«Özür dilerim Bay Hel, bugün istediklerimi hiç iyi ifade edemiyorum galiba. Ben size Amerikan kimliğinizi sormadım. Beni ilgilendiren Rus kimliğinizdi. Sorularıma gerekli açıklığı veremediğim için özür dilerim.»
«Ben de onu anlatmaya çalışıyordum.»
«Ah, o halde affedin beni.»
«İşte bu bayan arkadaş, Amerikalıların benim gerçekte kendi
Şibumi
161/11
vatandaşları olmadığımı anlamaları halinde başımın derde girebileceğini düşündü. Böyle bir olasılığa çare olarak da, beni Rus olarak gösteren ikinci bir kimlik çıkarttırdı. Bunu gerektiğinde meraklı Amerikan zabıtalarına gösterecek ve sorgudan kurtulacaktım.»
«Böyle bir durum başınıza kaç kere geldi?»
«Hiç gelmedi.»
«Belirttiğiniz bu sıklık, başta girişilen zahmeti gereksiz kılıyor. Hem neden Rus kimliği? Neden o kalabalık beşiğinizden seçilebilecek başka herhangi bir ülkenin kimliği değil?»
«Sizin de belirttiğiniz gibi, doğulu tipim yok. Amerikalıların Alman vatandaşlarına karşı tutumları ise pek dostane sayılmaz.»
«Oysa Ruslara karşı tutumları dostane ve sevgi dolu, öyle mi?»
«Elbetteki ki hayır. Ama size güvenmiyor ve sizden korkuyorlar. Bu nedenle de Sovyet vatandaşlarına karşı sert davranmıyorlar.»
«Bu bayan arkadaşınız çok zeki biriymiş. Söyler misiniz bana, neden sizin için bunca riske girdi?»
Nicholai cevap vermedi. Bu da yeterli cevap sayılıyordu tabii.
«Ha, anlıyorum,» dedi Albay Gorbatov. «Elbette. Hem zaten Bayan Goodbody de o sıra pek ilk gençlik yıllarında sayılmazdı.»
Nicholai duyduğu öfkeden kızardığını hissetti. «Siz bütün bunları biliyordunuz!» dedi.
Gorbatov tekrar gözlüklerini çıkarıp kiri camlara eşit biçimde yaydı. «Bazı şeyleri biliyorum. Örneğin Bayan Goodbody'yle ilgili şeyleri. Sonra Asakusa Mahallesindeki evinizi. Vay, Vay, vaay. Yatağınızı paylaşan iki genç bayan, öyle mi? Gençlik işte! Annenizin Kontes Alexandra Ivanova olduğunu da biliyorum. Evet, hakkınızda bazı şeyleri bildiğim doğru.»
«Ve aslında anlatığım şeylerin hepsine de inanıyordunuz demek.»
Gorbatov omuzlarnı kaldırdı. «Daha doğrusu hikâyenizi süsleyen ayrıntılara inanıyordum demek gerek.» Dosyaya göz attı. «Bundan... bir hafta önce Salı sabahı Savaş Suçluları Komisyonundan Yüzbaşı Thomas'ı ziyaret ettiğinizi biliyorum. Herhalde size General Kişikava konusunda kendisinin yapabileceği hiçbir şey olmadığını
162
söylemiş olmalı. Çünkü adam insanlığa karşı günah işlemiş büyük bir savaş suçlusu olduktan başka, 'Yeniden Eğitim Kampı'nın baskısından sağ kurtulan tek yüksek rütbeli subay. Bu yüzden bizim için prestij ve propaganda değeri çok yüksek.» Albay gözlüğünün saplarını, iyice esneterek iki kulağının arkalarına yerleştirdi. «Korkarım General için yapabileceğiniz hiçbir şey yok, delikanlı. Ayrıca bu konuda direnirseniz Amerikan Haber Alma Örgütünün dikkatini de üstünüze çekebilirsiniz. Haber Alma kelimesi de onlara yetenek olarak değil, ancak isim olarak yakışıyor belli ki. Yani bu konuda müttefikim ve silâh arkadaşım Yüzbaşı Thomas size yardımcı olmadığına göre, benim de olamayacağım apaçık ortada. Ne de olsa o savunmayı temsil ediyor. Ben ise savcılığı. Bir çay istemediğinizden emin misiniz?
Nicholai ne koparabilirse almak niyetindeydi. «Yüzbaşı Thomas bana Generali ziyaret edebilmek için sizin vermeniz gerektiğini söyledi,» dedi.
«Bu doğru.»
«O halde?»
Albay oturduğu koltuğu çevirerek pencereden dışarıya baktı, işaret parmağını ön dişlerine vurmaya başladı. «Generalin sizin ziyaretinizi isteyeceğinden emin misiniz. Bay Hel? Ben kendisiyle konuştum. Gururlu bir insan. Bugünkü durumuyla size gözükmek istemeyebilir. İki kere kendini öldürmeye kalkıştı. Şimdi ise çok diklcatli bir kontrol altında. Durumu hiç iyi gözükmüyor.»
«Onu görmeye çalışmak zorundayım. Ona çok... çok şey borçluyum.»
Albay gözlerini pencereden ayırmaksızın başını salladı. Kendi düşünceleri arasında kaybolmuş gibi bir hali vardı.
Bir süre sonra Nicholai, «Evet?» diye sordu.
Gorbatov karşılık vermedi.
«Generali görebilir miyim?»
Bu sefer Albay uzaktan gelen, tonsuz bir sesle, «Evet, tabii görebilirsiniz, dedi. Sonra Nicholai'ye dönerek gülümsedi, «Derhal gerekli işlemleri yaptıracağım.»
163
Yamata hattının o tıklım tıklım dolu treninde kendisine değen insanlara giysilerinin ıslaklığını hissedecek kadar yakın olmakla birlikte Nicholai zihinsel bilmeceler ve kuşkular içinde yapayalnız gibiydi. İnsanların arasından önünde akan kente bakıyor, soğuk, yağışlı havanın her tarafı nasıl kurşun rengine boyadığını göremiyor-
du bile.
Albay Gorbatov'un kendisine Kişikava-san'ı görme izni verirken kullandığı o tonsuz seste kurnaz bir tehdit gizli gibiydi. Nicholai sabahtan beri kendisini uyaran önsezinin karşısında güçsüzlüğünün ve küçüklüğünün farkındaydı. Belki de Gorbatov, yapacağı ziyaretin pek iyi yüreklilik sayılamayacağını söylerken haklıydı. Ama Generali yaklaşan duruşma ve utanç döneminde nasıl yapayalnız bırakabilirdi? Kayıtsızlık olurdu bu. Nicholai bir daha kendini asla affedemez-di. Acaba kendi huzurunu kazanabilmek için mi gidiyordu Sugamo Cezaevine. Aslında bencillik miydi güttüğü amaç?
Sugamo Cezaevinden bir durak önceki Komagome durağına geldiklerinde, Nicholai apansız doğan bir içgüdüyle trenden inip eve geri dönmek istedi. Eve dönmese bile, hiç değilse bir süre sokaklarda dolaşabilir, ne yaptığını, ne yapmakta olduğunu bir kere daha gözden geçirebilirdi. Ama onu kurtarabilecek olan bu içgüdü pek geç uyanmamıştı içinde. Kendine yol açıp kapıya varıncaya kadar kapılar çatırdayarak kapandı ve tren sarsıla sarsıla yeniden yola koyuldu. Nicholai bu durakta inmesi gerektiğinden öylesine emindi ki! Buna karşın, artık başladığı yolu sonuna kadar sürdüreceğinden de emindi.
Albay Gorbatov cömert davranmış, Nicholai'nin Generalle bir saat bir arada kalabilmesini ayarlamıştı. Fakat şu anda Nicholai buz gibi soğuk bekleme odasında oturur, duvarların soyulmaya başlamış soluk yeşil boyalarını seyrederken koskoca bir saati dolduracak kadar söz bulup bulamayacağından kuşku duyuyordu. Kapıda bir Japon nöbetçisiyle bir Amerikalı askerî polis, birbirini hiç görmüyor-larmış gibi duruyorlar, Japon yere bakarken, Amerikalı da dikkatini burun deliğinden tüyler koparmaya hasrediyordu. Nicholai ziyaret
164
salonuna kabul edilmeden önce bitişik odada, insanı utandıracak bir dikkatle aranmıştı. Generale getirdiği pirinç kekleri Amerikalı asker tarafından alınmıştı. Kimliğini görünce Nicholai'yi de kendisi gibi Amerikalı sanan asker ona açıklama yapma gereğini de duymuştu. «Üzgünüm, ahbap, ama yemek getirmek yasak. Bu... adı neydi... bu guuk ('")general kendini öbür dünyaya yollamaya çabalıyor. İçinde zehir falan olması riskine giremeyiz. Kaptırdın mı?»
Nicholai kaptırdığını söyledi, askerlerle biraz da şakalaştı. Yetkililerle iyi geçinmesi, Kişikava-san'a yardımcı olabilmek açısından yararlı olacaktı herhalde. «Ne demek istediğini anlıyorum, çavuş. Bazen bu Japon subayların bu savaştan nasıl sağ çıkabildiklerine şaşıyorum. Kendilerini öldürmeye öyle meraklı oluyorlar ki!»
Dostları ilə paylaş: |