Bembeyaz bir acı.
Nabzının atışını beyninde dinliyordu. Soluma isteğinden gırtlağı kabarmıştı. Daha hızlı kes! Kes, Allah kahretsin!
Tüp fılayıp gitti. Geçerken neredeyse ayağını da götürüyordu. Derken kendi vücudu da harekete geçti. Önce bıçak kayboldu. Korkunç bir sürtünme sesiyle birlikte birşeyin başına çarptığını hissetti. Arka tarafına. Göğsündeki diyafram birden yükseldi. Hava emmek için. Kalbinin atışı çekiç vuruşları gibi inlerken kendisi döne döne köpük ve baloncuklar arasında ilerliyordu.
Balonlar... Köpük! Demek görebiliyor! Yukarı yüzmeliydi! Yukarı!
420
ALTI
TSURU
NO SUGOMORİ
oo
ETCHEBAR
Hel, Volvo'yu bomboş Etchebar Meydanına parkedip ağır ağır indi. Kapıyı kapamayı da unuttu, arabayı tekmelemeyi de. İçine derin bir soluk çekip yavaşça bıraktı, sonra kıvrılarak yükselen yoldan şatosuna doğru ilerlemeye başladı.
Yarı kapalı pancurların ardından kasaba kadınları onu izliyor, çocuklarına o gitmeden meydanda oynamamalarını söylüyorlardı. Bay Hel yanında Le Cagot ile dağlara çıkalı sekiz gün olmuştu. O korkunç, üniformalı adamlar o sıra kasabaya inmiş, Bay Hel'in şatosuna feci şeyler yapmışlardı. Ondan beri Bay Hel'i gören olmamıştı. Öldüğüne dair söylentiler dolaşmıştı çevrede. İşte şimdi harap evine dönüyordu ama, kimsenin onu selamlamaya cesareti yoktu. Bu yükseklerdeki dağ kasabasında hâlâ ilkel içgüdüler geçerliydi. Bahtsızlarla ilişki kurmanın kötü olduğunu herkes bilirdi. Bahtsızlık bulaşmasın diye. Bu korkunç şeylerin olması da zaten Tanrı'nın isteği değil miydi? Bu yabancı, doğulu bir kadınla üstelik herhalde evlilik dışı yaşadığı için cezalandırılmamış mıydı? Tanrı'nın onu daha başka neler için cezalandırdığını da kim bilebilirdi? Ha, gerçi acırdı insan böylesine... acımanın iyi olduğunu kilise de söylüyordu çünkü... ama Tanrı'nın cezalandirdiklanyla daha sıkı fıkı ilişkiler kurmak akıllıca bir şey değildi. Merhametli olmak iyiydi ama, kendini tehlikeye atacak kadarı da fazlaydı.
Ağaçlı yoldan ilerlemekte olan Hel evine ne yapılmış olduğunu
423
henüz göremiyordu. Çamlar tıkıyordu görüşünü. Ama terasın dibine vardığında hasarın büyüklüğünü gördü. Orta blokla sağ kanat gitmişti. Duvarlar yıkılmış, enkaz her tarafa dağılmıştı. Granit blokla-rıyla mermer parçaları elli metre uzaklara kadar uçmuş, çimenlerin içine yarı gömülmüş durmaktaydı. Alçak bir duvarın berisinde mahzen görünüyordu. Gölgeli, loştu. Yeraltı kaynaklarından da nemlen-mişti. Batı kanadının çoğu hâlâ ayaktaydı. Odaların arasındaki duvarlar gitmiş, çoğu yanmış, yerler çökmüştü. Kopan kirişler sallanıyordu. Bütün pencerelerin camlan kırık, terasa açılan kapılar tümüyle yanıktı. Rüzgâr hafif hafif estikçe yanık meşe kokusunu getiriyor, uçuşan kumaş parçalarını oradan oraya taşıyordu.
Hel batı kanadının ayakta kalan duvarlarını incelemek üzere ilerlerken ortalıkta rügârın çamlarda çıkardığı sesten başka çıt çıkmıyordu. Üç yerde granite oyulmuş delikler buldu. Buralara yerleştirdikleri dinamitler patlamadığı için bu kanatta yangınla yetinmek zorunda kalmıştı adamlar.
En büyük acıyı Japon bahçesine baktığı zaman duydu. Herhalde saldırganlara bu bahçeyi özellikle mahvetmeleri için talimat verilmişti. Alev bombalan kullanmışlardı burada. Ses yapan akarsu, enkaz yığınlarının arasından akıyordu, aradan bir hafta geçtiği halde üzerinde hâlâ yağlar yüzüyordu. Banyo odası ve onu çevreleyen bambu duvarlar gitmişti. Ama kararmış toprakların içinden birkaç bambu fidanı başvermeye başlamıştı bile. Dirençli bitkiydi ne de olsa bambu.
Tatami döşemeli odayla yanındaki silâh odası sağlamdı. Yalnızca karton duvarlar patlamadan yırtılmıştı. Bu odanın esnek duvaları ne fırtınalar önünde dayanmış, bükülmüş ama yıkılmamıştı.
Hel bahçede yürürken ayakkabılarının burnu incecik siyah külleri uçuruyordu. Tatami li odanın kapı eşiğine çökercesine oturdu. Ayakları eşiğin dışına sallanmaktaydı. Alçak lake masada çay takımının hazır beklemesi hazin bir görüntü yaratıyordu.
Başı yorgunluktan sarkmış durumda otururken Pierre'in yaklaştığını algıladı.
Yaşlı adamın sesi, pişmanlıktan adetâ ıslak denebilirdi. «Ah
424
M'syö! Ah M'syö! Bakın neler yaptılar bize! Zavallı Madam. Onu gördünüz mü? İyi mi?»
Hel dört gündenberi Oloron'daki hastanede, Hana'nın yanında kalmış, ancak doktorlar gerek gördüğü zaman yatağın yanından ayrılmıştı.
Efendisinin fiziksel durumunu farkeden Pierre'in nemli gözleri, duyduğunu merhametle yarı kapandı. «Ama şu halinize bakın, m'syö!» Hel'in çenesi bandajlıydı. Sargılar başının üzerinden dolaşıyordu. Yüzündeki çürükler hâlâ erik rengindeydi. Gömleğinin içinde kolunun üst kısmı bedenine sıkı sıkı bağlanmış, hareketi önlenmeye çalışılmıştı. Her iki.eli bilekten parmağın ikinci eklemine kadar sargılar içindeydi.
Hel çenesini oynatmaksızın konuştuğundan, pek boğuk bir sesle. «Sen kendin de pek iyi görünmüyorsun. Pierre.» dedi.
Pierre omuzlarını kaldırdı. «Benimki bir şey değil. Ama bakın, ellerimiz aynı!» Yanıkların üstüne sürülmüş melhemi saklamak için bağlanan sargıları gösterdi. Bir kaşının da üstü çürümüştü.
Hel, Pierre'in düğmelenmemiş gömleğinin göğsünde koyu renk bir leke farketti. Herhalde şarabı iyi tutamadığı için elinden kaydırmış olacaktı. «Başın nasıl bu hale geldi? diye sordu ona.
«Haydutlar yaptı, m'syö. Bir tanesi başıma dipçikle vurdu. Onları durdurmaya çalışırken.»
«Ne olduğunu anlat bana.»
«Ah, M'syö! Çok korkunçtu!»
«Sen anlat. Sakin ol ve anlat.»
«İsterseniz kapının yanındaki odama gidelim mi? Size bir bardak şarap ikram ederim, belki bir tane de kendim içerim. O zaman anlatabilirim belki.»
«Olur.»
Pierre'in giriş kapısı yanındaki evine yürürlerken ihtiyar bahçıvan, Bay Hel'e kendi evinde kalmasını önerdi. Haydutlar onun evine bir şey yapmamışlardı.
Hel yayları kırılmış büyük koltuğa oturdu. Pierre üstündeki hırdavatı kaldırıp konuğuna yer açmıştı. İçkisini de şişeden içiyordu. Şişeyi tutmak daha kolaydı. Dönüp pencereden vadiye doğru baktı.
425
«Çalışıyordum. M'syö,» diye anlatmaya başladı. «Binlerce işle meşguldüm. Madam, Tardets'e telefon etmiş, uçağa gitmek için taksi çağırmıştı. Bir yandan o taksinin gelmesini bekliyordum. O sırada uzaktan, dağların tepesinden gelen uğultuları duydum. Ses gittikçe yükseldi. Kocaman uçan böcekler gibi geldiler. Dağların tepesinden buraya indiler.»
«Neler geldi?»
«Haydutlar! Otojiro'lara binmişlerdi!»
«Helikopterlere mi?»
«Evet. İki helikopter. Büyük bir gürültüyle parka kondular ve içlerindeki adamları kustular. Adamların hepsinde tüfekler vardı. Şatoya doğru koşarken birbirlerine sesleniyorlardı. Peşlerinden bağırdım, onlara buradan gitmelerini söyledim. Mutfaktaki kadınlar bağırarak kasabaya doğru kaçtılar. Ben haydutların peşinden koşup derhal gitmezlerse Bay Hel'e söyleyeceğimi haykırdım. Birisi bana tüfeğiyle vurdu, yere düştüm. Büyük gürültü oldu! Patlamalar! O süre içinde otojiro'lar parkta duruyor, tepelerindeki kanatları döndürerek bekliyorlardı. Ayağa kalkabidiğim zaman şatoya koştum. Onlarla dövüşmek istiyordum M'syö. İstiyordum döğüşmeyi!»
«Biliyorum.»
«Evet. Ama o sıra onlar makinelerine doğru koşuyorlardı. Beni tekrar yere yıktılar! Şatoya vardığım zaman... Ah, M'syö! Her şey yok olmuştu! Her taraf ateş ve duman içindeydi! Her taraf! O sırada, M'syö... Ah, ulu Tanrım! Madamı gördüm. Yanmakta olan taraftaki pencerede. Çevresini alevler sarmıştı. İçeriye daldım. Tepeme ateşler yağıyordu. Yanına vardığımda öylece duruyordu. Çıkmak için yolunu bulamıyordu! Pencerelerin camı üstüne patlamıştı. Ve kırılan camlar... Ah, m'syö... camlar!» Pierre gözyaşlarını tutmaya çabalıyordu. Başından beresini çekip yüzünü onunla kapattı. Alnındaki eğri çizgi güneş yanığı yüzünü bembeyaz tepesinden belirgin biçimde ayırıyordu. Kırk yıldan beri açık havaya beresiz çıkmamıştı. Gözlerini bereyle kurulayıp yüksek sesle homurdandı, bereyi tekrar başına geçirdi. «Madamı tutup dışarıya çıkardım.» diye devam etti. «Yolumuz ateş içindeki yığıntılardan tıkanmıştı. Onları elimle çekmek zorunda kaldım. Ama onu çıkardım! Çıkardım! Ne var ki o camlar!...» Pierre daha faz-
426
la dayanamadı. Burun deliklerinden aşağıya akan gözyaşlarını yutuyordu.
Hel kalkıp ihtiyarı kucakladı. «Cesur adamsın. Pierre.» dedi.
«Ama siz yokken burada patron benim! Ve onları durdurmayı başaramadım!»
«Bir insanın yapabileceği her şeyi yaptın!»
«Onlarla dövüşmeye çalıştım!»
«Biliyorum.»
«Ya Madam? İyileşecek mi!»
«Yaşayacak.»
«Ya gözleri?»
Hel bakışlarını Pierre'den kaçırdı, derin bir soluk alıp ağır ağır bıraktı. Bir süre hiç konuşmadı. Sonra öksürüp boğazını temizleyerek, «Yapılacak işlerimiz var, Pierre,» dedi.
«Ama. M'syö. Ne iş var? Şato yok oldu!»
«Orayı temizleyeceğiz ve geriye kalanı onaracağız. Gerekli adamları tutmak ve onlara ne yapılacağını göstermek için sana ihtiyacım var.»
Pierre başını iki yana sallayıp duruyordu. Şatoyu korumayı başaramamıştı. Artık kendisine güvenilemezdi.
«Adamları senin bulmanı istiyorum,» diye devam etti. Hel. «Enkazı temizlettir. Batı kanadını, odalara rüzgâr girmeyecek biçimde onart. Kışı geçirebilmemiz için ne gerekirse yaptır. Bahar geldiğinde yeniden inşaata başlarız.»
«Ama, M'syö» Bu şatoyu yeniden yapmak sonsuza kadar sürer!»
«Bitirebiliriz dememiştim, Pierre.»
Bahçıvan bu sözü düşündü. «Peki,» dedi. «Peki. Ha, bir mektubunuz var M'syö. Bir mektup, yanında da bir paket. Buralarda bir yerlerde olmalı.» Koltukların üstüne, boş kutulara bakıyor, her tarafa yığılmış eşyaların arasında aranıp duruyordu. «Hah, işte burada. Tam sakladığım yerde.»
Mektup da, paket de Maurice de Lhandes'dan geliyordu. Pierre kendini yeni bir bardak şarapla güçlendirmeye çalışırken Hel, Maurice'in mektubunu okudu.
427
Sevgili dostum,
Mektubuma beni güldürecek ve seni utandıracak kadar melodra-matik bir sözle başlarken artık havarilik iddiamdan tümüyle vazgeçtim. Fakat söylemek istediklerimi başka türlü söylememe de olanak yok. Bu yüzden ben de o sözü kullanmak zorundayım işte.
Sen bu mektubu okurken ben ölmüş olacağım Nicholai.
(Burada hayaletimin atacağı kahkahayı dinleyerek dur ve kendi utancını geçiştirmeye çalış.)
Sana olan yakın duygularımın birçok nedeni var. Ama üç tanesini söylesem yeter. Birincisi: Sen de benim gibi hükümetlere ve şirketlere epey dert olmuş, korku salmış birisin. İkincisi: Estelle'den sonra, hayatımda tek konuştuğum insansın. Üçüncüsü de: Benim fiziksel görünümümü hiçbir zaman önemsemediğin gibi, görmezlikten gelmeye de çalışmadın. O konuda erkek erkeğe konuşmaya kalkarak duygularımı incitmedin.
Sana bir armağan gönderiyorum (Hehalde açmışsmdır bile, obur domuz seni!» Bu armağan, günün birinde sana yararı olabilecek bir şey. Amerika hakkında elimde bir şey olduğunu söylemiştim, hatırlıyor musun? Hani Hüriyet Heykelinin sırtüstü yatıp neresini istersen orasını sana sunacağı şey? İşte aşağıda!
Sana yalnızca fotokopisini yolluyorum. Orijinalini imha ettim. Ama düşman tabii imha ettiğimi bilemez. Ölü olduğumu da bilemez. (Bunu şimdiki zamanda yazmak ne kadar garip!)
Orijinallerin benim elimde, basılı düğme durumunda olmadığını bilmelerine olanak yok. Demek ki sen biraz inandırma gücü kullanarak onlara her istediğini yaptırabilirsin.
Zekâm beni ölümden sonraki hayata inanmaktan kurtarmış bulunuyor, ama ölümden sonra hâlâ can sıkabilmek mümkün. İşte bu düşünce zevk veriyor bana.
Lütfen Estelle'i arada sırada ziyaret et. Kendisini çekici hissetmesini sağla. Harika Doğulu'na da sevgilerimi söyle.
Dostça duygularla.
Not: Geçen akşam yemekte, balığın limonunun az olduğunu söylemiş miydim? Doğrusu söylemem gerekirdi.
Hel paketin ipini koparıp açtı, içindekileri gözden geçirdi. Makbuzlar, fotoğraflar, kısa notlar, plâklar... hepsi John F. Kennedy cinayetine karışmış kişilerle ve hükümet kuruluşlarıyla ilgiliydi. Bir de
428
cinayeti örtbas etme faaliyetleriyle. Özellikle üç kişinin ifadeleri ilginçti. Biri Şemsiye Adam dedikleri gibi, ikincisi Yangın Merdivenindeki Adam, üçüncüsü de Knoll Komandosu diye adlandırılandı. Hel yavaşça başını salladı. Gerçekten güçlü bir silâhtı bu paket.
Pierre'in odasında sosis, ekmek ve soğandan oluşan, şarabın yardımıyla boğazdan geçen hafif yemek yedikten sonra birlikte araziyi gezdiler. Şatodan özellikle uzak durmaya çalışıyorlardı. Akşam olmak üzereydi. Koyu renk bulutlar dağların doruklarında toplanıyor gibiydi.
Hel kendisinin birkaç gün için gitmesi gerektiğini, döner dönmez onarıma başlayabileceklerini anlattı.
«Bu iş için bana güvenebilir misiniz? M'syö Sizi koruyamadığımı bile bile?» Kendine acıyordu Pierre. O gün ayık olsa Madam'ı çok daha iyi koruyabileceğine inanmaktaydı.
Hel konuyu değiştirdi. «Yarın hava nasıl olacak. Pierre?»
Yaşlı adam gökyüzüne ilgisiz gözlerle baktı, omuz silkti. «Bilmiyorum, m'syö. Doğrusunu isterseniz ben aslında havayı okuyamam. Yalnızca öyle görünmeye çalışırım. Önemli olayım diye.»
«Ama senin tahminlerin hiç yanılmaz Pierre. Her zaman o tahminlere güvenirim ve çok da yaralandım.»
Pierre hatırlamaya çalışır gibi kaşlarını çattı. «Öyle mi. M'syö?»
«Senden öğüt almadan dağlara çıkmaya dünyada cesaret edemem.»
«Öyle mi?»
«Bu herhalde aklın, yaşla gelen tecrübenin ve Bask kanının bir karışımından geliyor. Ben de zamanla yaşlanacağım. Tecrübe de edinebilirim. Ama Bask kanı..» Hel önünden geçmekte oldukları ağaç kütüğüne bakıp içini çekti.
Pierre bir süre bu sözleri düşünerek sesiz kaldı. Sonunda, «Biliyor musunuz. Galiba haklısınız M'syö.» dedi. «Doğuştan bir yetenek bu herhalde. Ben kendim de gökteki belirtileri okuduğumu sanıyorum ama, aslında bir yetenek bu. Benim ırkıma özgü bir şey. Bakın şimdi beyaz bulutların kenarları kızıl görünüyor. Ayın bu sırada inmekte olduğunu da unutmamak gerekir. Kuşlar da sabahleyin alçaktan uçuyorlardı. Bundan kesinlikle anlayabiliriz ki yarın hava...»
429
ALOS'TAKI KİLİSE
Peder Xavier'i başı eğik, parmakları şakaklarına dayalıydı. Günah çıkarmak için bitişik kulübede oturan kadının yüzünü göremi-yordu elleri engel olduğu için. Bunu bilerek böyle yapardı. Hem karşısındakine anlayış gösteriyormuş gibi görünür, yüzüne bakmaz, hem de bu arada kendi düşüncelerine vakit ayırırdı. Karşıdaki, ufak tefek günahlarının ayrıntılarına girip Tanrıyı inandırabilmek amacıyla o uzun ve can sıkıcı konuşmayı yaparken, kocasının içki içmesini önleyemediği, Madam Ibar'm dedikodularını dinlediği, oğlunun kiliseye geleceği yerde ava çıkmasına izin verdiği için af dilerken sıkılmıyordu böylelikle.
Kadın her sustukça papazın ağzından soru tonunda bir ünlem yükseliyordu yalnızca. Zihni çok daha önemli konularla doluydu. O sabah vaazda bir batıl inançtan yararlanmış, halkın dikkatini kazanmaya, oradan da inanç ve devrim konusuna dönmeye çalışmıştı. Kendisi dağlı Bask'ların bâtıl inançlarını paylaşmayacak kadar aydındı. Ama Tanrı'nın bir askeri olduğuna göre, kilise adına eline geçen her silâhı kullanması gerekliydi. Sagarra (göğe uçuş) sırasında çan çalmasının apansız gelecek ölüme işaret ettiğini o da duymuştu. Kürsünün yanına bir saat koymuş, çalışını tam Sagarra sırasına ayarlamıştı. Cemaat saatin vurduğunu duyunca birden soluğunu tutmuş, bunu uzunca bir sessizlik izlemişti. Papaz buradan hareketle, olayın ne anlama geldiğini açıklamıştı. Ölecek olan, Bask halkına yapılan eziyetlerdi. Bir de tabii devrim hareketinin içine sızan Tanrısız etkenler. Halk üzerinde yarattığı etkiden mutluydu papaz. Daha o sabah bir sürü akşam yemeği daveti almıştı. Köy evlerinde gece yatısına kalması da istenmişti. Üstelik akşamüstü günah çıkarmaya gelenler de pek çoktu bugün. Genellikle kadınlar tabii ama bir hayli de erkek. Yaşlılar. Ama olsun.
Bu kadının günahları da hiç bitmeyecek miydi yoksa? Akşam oluyordu. Kilisenin içi pek loşlaşmıştı. Karnı gurulduyordu papazın açlıktan. İçeriye girmeden önce, bekleyen kuyruğa bir göz at-
430
mış, kadının en sonuncu kişi olduğunu farketmişti. İçini çekip kadının sözünü kesti. Ona İsa'nın her şeyi anladığını ve affettiğini söyleyip pişmanlık duaları okumasını öğütledi. Kendini önemli saysın diye.
Kadın kulübeden çıktıktan sonra papaz arkasına yaslandı, onun kiliseden de çıkmasını bekledi. Davet edildiği beleş ziyafete fazla erken gitmek yakışık almazdı. Tam kalkmaya hazırlandığı sırada perdenin hışırtısı duyuldu, bitişik kulübeye bir kişi daha girdi.
Peder sabırsızlıkla içini çekti.
Çok yumuşak bir ses. «Dua etmek için yalnızca birkaç saniyen var, Peder.» dedi.
Papaz gözlerini kısıp kafesin arasından karşı taraftakini görmeye çalıştı, birden soluğu boğazında kaldı. Karşısındaki insanın suratının etrafı bandajla sarılmıştı. Ölülerin çenesi düşmesin diye nasıl sarılırsa öyle. Bir hortlak!
Peder Xavier batıla inanmayacak kadar iyi eğitilmişti. Kafesten geri çekildi, haçı önünde tutarak, «Defol!» dedi. «Iabi!»
Yumuşak ses. «Benat Le Cagot'yu hatırlıyor musun?» diye sordu.
«Kimsin sen? Ne...»
Aradaki kafes çatır çutur kırılıp devrildi, Le Cagot'nun makila'sı papazın kaburgaları arasına daldı, kalbini deldi, onu kulübenin arka duvarına mıhladı.
Artık köy halkının Sagarra inancını sarsmaya kimsenin gücü yetmeyecekti. Kanıtlanmıştı çünkü. Birkaç ay içinde Le Cagot efsanesine yeni ve renkli parçalar eklendi. Le Cagot dağlarda kaybolmuştu. Ama Bask özgürlük mücahitleri nerede ona ihtiyaç duysa hemen orada beliriyordu. Le Cagot'nun makila'sı onun öcünü almaya karar vermiş, kendi kendine Alos'a kadar uçarak onu gammazlayan hilekâr papazı cezalandırmıştı.
431
o<
NEW YORK
Lüks özel asansörde yukarıya çıkarken Hel çenesini iki yana oynatıp duruyordu. Bu toplantıyı ayarlamaya çalıştığı sekiz gün içinde vücudu kendini iyi onarmıştı doğrusu. Gerçi çenesinde biraz katılık vardı ama artık o sargılara ihtiyacı kalmamıştı. Elleri hâlâ hassas olmakla birlikte bandajlar artık çıkmıştı. Alnındaki çürüklerin son sarı lekeleri de bitmişti bu günlerde.
Asansör durunca kapı bir dış ofise açıldı. Masanın başında oturan sekreter ayağa kalkıp onu boş bir tebessümle karşıladı. «Bay Hel! Başkan birazdan gelecek. Diğer Bay içerde bekliyor. Onun yanına girmek ister misiniz?» Sekreter genç ve yakışıklı bir erkekti. İpek gümleğinin göğsünü iliklememişti. Pantolonu dapdardı. Dokusu, penisinin biçimini belli edecek türdendi. Hel'i içerdeki resepsiyon odasına götürdü. Burası kırsal yerlerdeki evlerin salonu gibi döşenmişti. Pufla koltukların kumaşı çiçekliydi. Sonra dantel perdeler, alçak bir çay masası, iki sallanan koltuk, cam kapaklı etajerde biblolar, piyanonun üstünde bir ailenin üç kuşak fotoğrafları.
Kanapeden ayağa kalkan adamın çizgileri Sami ırkından geldiğini belirtiyordu ama, aksanı Oxford'du. «Bay Hel? Sizinle tanışmayı çok istiyordum. Adım Bay Able. Bu tür konularda OPEC'i temsil ederim.» El sıkarkenki aşırı baskısı cinsel eğilimlerini belli ediyordu. «Lütfen oturun. Bay Hel. Başkan neredeyse gelir. Son dadikada bir şey çıktı, bayanı yanımızdan birkaç dakika için uzaklaştırdı.»
Hel odadaki zevksiz koltuklardan en iyisini seçti. «Bayan mı?» Bay Able müzikli bir kahkaha attı. «Başkanın kadın olduğunu bilmiyor muydunuz?» diye sordu.
«Bilmiyordum. Kendisine neden Bayan Başkan dedirtmiyor o halde? Amerikalılar kelimeyi çirkinleştirmek pahasına bile olsa böyle durumlara bir çare bulmaya pek meraklı olurlar.»
«Siz de göreceksiniz ya... Başkan geleneğe pek aldırmaz. Dünyanın en güçlü insanlarından biri olduğu için kendisini kanıtlamak
432
zorunda değildir. Eşitlik iddiası onun durumunda aşağıya inmek sayılır.» Bay Able gülümseyip başını yana eğdi. «Biliyor musunuz. Bay Hel, Ana beni bu toplantıya çağırmadan önce sizin hakkınızda epey şey öğrendim.» dedi.
«Ana?»
«Başkana yakın olan herkes onu Ana diye çağırır. Bir aile şakası gibi. Ana Şirketin başı, adı da Ana... anlıyorsunuz ya?»
«Anlıyorum, evet.»
Dış ofisin kapısı açıldı, adaleli bir genç, enfes güneş yanığı cildiyle kapıda belirdi. Bukle bukle altın sarısı saçları vardı. Elinde bir tepsi tutuyordu. Bay Able ona.
«Şuraya bırak.» dedi, sonra Hel'e döndü. «Herhalde Ana çayı bana servis yaptıracaktır.» diye tahmin yürüttü.
Plaj cankurtaranına benzeyen genç, çay takımını masaya yerleştirdikten sonra çıktı. Takım kaba porselendendi. Desenleri mavi.
Bay Able, Hel'in fincanlara bakmakta olduğunu gözden kaçır-madı. «Ne düşündüğünüzü biliyorum.» dedi. «Ana ev eşyasına benzeyen şeyler kullanmayı sever. Renkli geçmişinizi de biliyorum. Bay Hel. Bir süre önce size ait bir brifing toplantısına katılmıştım. Tabii sizinle tanışabileceğimi hiç umamıyordum Özellikle Bay Diamond rapor verip öldüğünüzü bildirdikten sonra. İnanın ki Ana Şirket özel polisinin evinize yaptıklarını duyunca çok üzüldüm. Bence bu affedilmez bir barbarlık.»
«Öyle mi?» Hel bu gecikmeden sabırsızlanmaya başlamıştı. Vaktini bu Arap'la çene çalarak geçirmeye niyeti yoktu. Ayağa kalkıp piyanoya doğru yürüdü, çerçeve içindeki resimlere baktı.
O sırada iç ofisin kapısı açıldı, Başkan içeriye girdi.
Bay Able hemen ayağa kalktı. «Bayan Perkins, size Nicholai Hel'i takdim ederim,» dedi.
Kadın Hel'in elini tutup kendi kısa, tombul parmakları arasında sıktı. «Bilemezsiniz sizinle tanışmak için nasıl sabırsızlanıyordum, Bay Hel.» dedi. Elli beş yaş dolaylarında, tombul bir kadındı. Anne gibi açık ifadeli gözleri vardı. Boynu, kat kat çenesinin arkasına saklanmıştı. Kır saçları topuz yapılmış, çevrede bir kısmı tel tel dökül-
Şibumi
433/28
müştü. Güvercin göğüslü etli kollu, dirsekleri gamzeli bir kadın. Mor ipekli bir elbise giymişti. «Görüyorum ki aileme bakıyorsunuz,» dedi. «Onlar benim en büyük gurur ve zevk kaynağım. Şu taraftaki torunum. Çok yaramaz bir şeydir. Bu da Bay Perkins. Harikulade bir insan. Kordonblö düzeyinde aşçı ve çiçek yetiştirmeye de eli çok yatkın. Adetâ bir sihirbaz.» Resimleri süzüp başını sevgi dolu bir ifadeyle salladı. «Eh, belki işimize dönsek iyi olur,» dedi. «Çay sever misiniz, Bay Hel?» Kendini koltuğa bırakırken pofladı. «Çay olmasa ben ne yapardım, bilemiyorum!» diye ekledi.
«Size yolladığım bilgilere baktınız mı Bayan Perkins?» Bir yandan Bay Able'a bakıp elini havaya kaldırmış, poşet çay içmek istemediğini belirtmişti.
Başkan öne eğilip elini Hel'in koluna dayadı. «Bana Ana deseniz olmaz mı?» diye sordu. «Herkes öyle der.»
«Bilgilere baktınız mı, Bayan Perkins?»
Kadının yüzündeki sıcak tebessüm yok oldu. Sesi metalik bir tona büründü.
«Baktım.»
«Bu konuşmanın ön şartı olarak sizden Bay Diamond'a yaşadığımı bildirmeyeceğinize dair söz istemiştim. Hatırlıyor musunuz?»
«O ön şartı kabul etmiştim.» Kadın çabucak Bay Able'a baktı. «Bay Hel'le olan muhaberatımızı yalnızca ben okuyabilirim,» dedi. «Bu konuda herkesin bana uyması gerekli.»
«Tabii, Ana.»
«O halde?» diye sordu Hel.
«Bizi köşeye kıstırmış olduğunuzu inkâr edecek değilim, Bay Hel. Birçok nedenden ötürü şu sıra ortalığı karıştırmak istemiyoruz Hele Kongre, Gracker'in Enerji Kanununu görüşürken. Durumu doğru anlamışsam, size karşı bir harekette bulunduğumuz takdirde elinizdeki bilgileri Avrupa basınına vereceksiniz. Bilgiler şu anda Şiş-ko'nun Güve diye adlandırdığı kimsenin elinde. Öyle, değil mi?»
«Evet.»
«Demek her şey fiyat sorununda düğümleniyor, Bay Hel. Fiyatınız ne kadar?»
434
«Birkaç madde. Bir kere Wyoming'de bana ait olan bir araziyi aldınız. Onu geri istiyorum.»
Başkan tombul elini havada sallayıp bu kadar küçük bir ayrıntının önemi olmadığını belirtti.
«Size bağlı şirketlerin arazime üç yüz mil yarıçap uzaklığmdaki alan içinde bütün maden aramalarına son vermesini istiyorum.»
Bayan Perkins'in çenesi, öfkesini kontrol altına almaya çalıştığını belli edecek biçimde oynuyordu. Buz gibi gözleri Hel'e dikilmişti. Gözlerini iki kere kırptıktan sonra, «Peki,» dedi.
«İkincisi, İsviçre Bankasındaki hesabımdan aldığınız para.»
«Tabii. Tabii. Hepsi bu kadar mı?»
«Hayır. Bana verdiğiniz bu tavizleri istediğiniz zaman kolaylıkla geri alabileceğinizi biliyorum. Bu nedenle bilgileri belirsiz bir süre boyunca hazır bekleteceğim. Herhangi bir şekilde bana zararınız dokunursa mekanizma harekete geçecektir.»
Dostları ilə paylaş: |