Vatikan ziyareti çerçevesinde Fetullah Gülen, 8 Şubat 1998 tarihinde Roma’ya varmış ve havaalanında o dönemki Vatikan Büyükelçimizce karşılanmıştır.
Adıgeçen, 9 Şubat 1998 tarihinde saat 09.00’da, Vatikan’da Papalık Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı Kardinal Francis Arinze ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. Gülen bu görüşmede muhatabına, Şanlıurfa’nın Harran ilçesinde çeşitli dinleri inceleyen bir üniversite kurulmasını ve Filistin’in El Halil kentinde olduğu üzere, Müslüman ve Hristiyanlar için ortak bir ibadet yeri açılmasını istediklerini kaydetmiştir.
Fetullah Gülen aynı gün saat 11.00’de Papa John Paul II ile Marovitch’in tercümanlığı aracılığıyla yaklaşık yarım saat süren bir görüşme yapmıştır. Gülen bu görüşmede, Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’in, Hazreti İsa’nın 2000. doğum günü vesilesiyle Papa’yı Türkiye’ye davetini hatırlatmış, bu konuda kendilerinin de evsahipliğinde yardımcı olabileceklerini, mutasavver ziyaret sırasında şayet Kudüs’e gitmeyi de arzu ederlerse, Yaser Arafat ile bu konuda görüşebileceğini ifade etmiştir. Gülen görüşme sırasında Papa’ya ayrıca, konuşmasında dile getirdiği konuları içeren 2 sayfalık Türkçe bir mektup da tevdi etmiştir.
Papa ise inananlar arasında diyalogun önemini vurgulamış ve bu sürecin devamını dilemiştir.
Ziyaret sonrasında, Gülen’in o dönemki Vatikan Büyükelçimize, Türkiye’ye avdetinde dönemin Dışişleri Bakanına (İsmail Cem) veya Müsteşarına bu konuda bilgi sunacağını bildirdiği, Bakanlığımız kayıtlarında yer almaktadır.”
-
Diyalog Uğruna İslam İnancının Tahrif Edilmesi
İslam inancı açısından Hz. Muhammed’in, Allah’ın son peygamberi olduğu ilkesi tevhit inancının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu iki ilkeyi birbirinden ayırarak diğer din mensuplarıyla diyalog ya da farklı adlar altında ilişkiler ve birliktelikler kurma gerekçesiyle İslam’ın inanç esaslarını tahrif etmek İslam tarihinde benzeri görülmemiş bir sapmadır. Vatikan dokümanlarında, Hıristiyan cemaate hitaben, Müslümanlarla diyalog kurulurken Hıristiyanlığın temel ilkelerinin tartışma dışı tutulacağı, bunlar dışında kalan ilke ve değerler üzerinde uzlaşı aranacağı belirtilmiş iken, FETÖ’nün diyalog söylemindeki Hz. Muhammed’in peygamberliği ilkesini belirsizleştirme ve önemsizleştirme, en hafif tabiriyle ikinci plana atma çabaları, örgütün sınır, ilke ve değer tanımazlığına dair çarpıcı bir kanıt niteliği taşımaktadır. ETÖ/PDY’nin bu en temel ve yüce kavramı bile araçsallaştırdığı, Batılı çevreler nezdinde güç ve itibar elde etmek için İslam inancının temel taşlarıyla bile oynamaktan çekinmediği, buna karşılık Batı dünyasının haksız görüş ve uygulamalarına yönelik bir itiraz ve eleştiri geliştirmediği görülmüştür.
Bu çalışmaların kendi örgütüne Batılı çevreler gözünde kazandıracağı itibar ve meşruiyet uğruna, Müslüman dünyasının temel sorunlarını ve duyarlılıklarını gündeme getirmekten kaçınmasının yanında daha da kötüsü İslam’ın teolojik tasavvurunun dönüştürülmesine öncülük etmeye soyunmuştur. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığının FETÖ konulu raporunun “FETÖ/PDY Dinler Arası Diyalog Adına Din Mühendisliği Yapan ve Kelime-i Tevhidi Parçalayan Bir Harekettir” başlığı altında, İslam inancı açısından kabul edilemez bu yaklaşıma dikkat çekilmekte85 ve “Ancak diyalog adına ortak bir dinî teoloji veya dinî kültür birliği oluşturma çabası kabul edilemez. Hele bunun için kelime-i tevhid parçalanarak Hz. Muhammed’in risaleti görmezden gelinerek bir ilişki geliştirilemez. Böyle bir tutuma dinî açıdan onay vermek mümkün değildir. İslam’ın mümini olmak ancak Kelime-i Tevhid’in bütününe iman ve ikrar ile gerçekleşir.”86 denilmektedir.
Kısacası Fetullah Gülen’in dinler arası diyalog projesine, genelde Müslümanların özelde de milletimizin yararına olacak duygu ve düşüncelerle dahil olmadığı, aksine ülkemiz ve Orta Doğu üzerinde hesapları olan küresel güçlerin bir partneri olmaya ve böylece güç ve itibar devşirmeye çalıştığı anlaşılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “…şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” sözleriyle dikkat çektiği tehlikeli bir durum ile karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi büyük önem taşımaktadır.
-
Ilımlı İslam Projesi
FETÖ örgütü ülke içinde sürdürdüğü örgütsel yapılanmasını belirli bir aşamaya getirdikten sonra, dünyaya açılmaya ve küresel bir aktör olmaya karar vermiştir. Ilımlı İslam kavramı, politik ve teolojik düzlemde şiddet, sertlik yanlısı olmayan esnek, uzlaşı ve diyaloğa açık bir din anlayışını tanımlamak üzere kullanılmaktadır. Daha da açık bir anlatımla, cihat ve terör gibi yöntemlere karşı olan, bu yöntemlerin İslam’a ve Müslümanlara zarar verdiğini ileri süren, İslam’ın imajını dünyada kötü gösteren, İslam’ı ılımlı bir dille, kültür, sanat ve düşünce ürünleri üzerinden tanıtmanın doğru olduğunu savunan yaklaşımdır.
Ancak bunların dışında yer almayı hak edecek düzeyde özel bir tasarım olduğu anlaşılan ‘ılımlı İslam’ projesini anlamak için stratejik akla ihtiyaç duyulduğu açıktır.
15 Temmuz hain darbe girişiminde parmağı olduğu düşünülen ve olay sürecinde çokça adı geçen Amerikalı strateji uzmanı ve İslam-Ortadoğu üzerinde pek çok çalışmaları bulunan Graham E. Fuller üzerinde durmak gerekir. ‘İslamsız Dünya’ tanımlamasını tıpkı ‘Ilımlı İslam’ gibi ilk defa kullanan Graham E.Fuller olmuştur.87 Her ne kadar Fuller kitabında bu kavramı Orta Doğu’da olan bitenler hakkında İslam’ı aklamak için kullanmış görünse de eserinde Ilımlı İslam ile gerçekleştirilmek istenen düzenin gerçek anlamı olarak kullanılmaktadır.88 Varşova Paktı’nın tasfiye edilmesinin ardından düşmansız kalan NATO’nun kendine yeni düşman olarak İslam’ı ve Müslümanları seçtiği, nitekim bu yeni politikanın bir uygulaması olarak dünyadaki sıcak çatışma bölgelerinin neredeyse tamamının Müslüman coğrafya olduğu görülmektedir.
Dinler arası diyalog projesi yaşanan kıyım ve zulümlere karşı kutsal değerler üzerinden ortak bir tepkiyi kurumsallaştırmak yerine, İslam dininden kaynaklanan direnci kırmaya ve Müslüman kimliğini açık zülme karşı ‘ılımlılaştırma’ya çalışmıştır. FETÖ ise bu projenin bir parçası olma arzusu içinde olmuştur. Örgüt, küresel siyaset borsalarının muktedir müşterilerine kendi meşrebini yıllarca “ılımlı İslam, protestan Müslümanlık, dinler arası diyalog, hoşgörü, uzlaşmacı Müslüman vb.” ambalajlarla sunmaya çalışmıştır.89
Kendisini, radikal olarak tanımladığı Refah Partisi’nin karşısında olan, ılımlı bir İslam yorumu olarak gösteren ve bu konumlanma üzerinden Türkiye’de bazı çevrelerden ve Batı’dan destek bulan Gülen ve örgütü, siyasal alanda Erbakan’ın ve toplumsal alanda ise diğer İslamcı hareketlerin ortaya koyduğu yaklaşımlara karşı alternatif “ılımlı İslam” kavramını piyasaya sokmuş ve bu yaklaşımın Türkiye’deki laik sistem ile hiçbir kavgasının olmadığını her fırsatta dile getirerek esas hedefini perdelemiştir.90
-
Türk Okulları91 ve Türkçe Olimpiyatları Argümanı
15 Temmuz Darbe Girişimi ve 17-25 Aralık 2013 tarihlerinde yaşanan ekonomik darbe girişiminin yaşanmamış olduğu varsayıldığında, bugün FETÖ olarak tanımlanan grubun/ yapının kamuoyunun genelinde çok uzun yıllar boyunca olumlu ifadelerle anıldığını söylemek mümkündür.
Bu olumlu algının temelinde yatan temel unsurun ilk elde “din” olgusu olduğunu söylemek mümkünse de, siyasi görüş ve dini inanç düzeyi çok farklı daha geniş bir kitle tarafından “kabul görmesi”nin altında yatan ana etkenin, eğitim-öğretim alanındaki faaliyetleri olduğunu belirtmek gerekir.
“Cemaat” okullarının ülke kamuoyunda en geniş şekilde kabul ve kıymet görmesi ise, yurt dışında 1990’ların başlarında kurulmaya başlayan ve başarılı örneklerle her yıl sayılarını biraz daha artıran okullar açılmasıyla gerçekleşti.
Doksanlı yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, FETÖ/PDY, ülkemiz yöneticilerinin ve halkın desteği sayesinde, Orta Asya ülkelerinde komünizm sonrası ortaya çıkan eğitim boşluğunu doldurma ve Anadolu’nun Müslüman kimliğini oralara taşıma iddiasıyla okullar açarak faaliyetlerde bulunmuştur. FETÖ/PDY, sözde bu gayeleri gerçekleştirme görüntüsü altında, ülkemizde toplum ve yönetici desteğini arkasına almak için İslam’ı ve eğitimci imajını gizli ajandasını gerçekleştirmek üzere bir perde olarak kullanmıştır. Aslında, kurduğu bu kuruluşlar vasıtasıyla küresel güçlerin siyasi emellerini hayata geçirmenin bir aracı hâline gelmiştir. Böylece örgüt, gerek insan gerek mali kaynaklarını artırmanın ve ülkelerin yönetiminde söz sahibi olmanın yollarını kolayca elde etmiştir.92
FETÖ’nün, gerek sivil toplum (halk), gerekse siyasal toplum (devlet) nezdinde olmak üzere, Türkiye genelinde çok geniş bir ilgi ve itibar görmesinin eğitim-öğretim bağlamındaki en önemli ikinci sebebi ise Türkçe olimpiyatları olmuştur.
Öyle ki, Türkçe olimpiyatlarını, olimpiyat kavramında hareketle, sadece bir yarışma gibi algılamak ve değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. Zira içerisinde yarışmalar olsa da, bundan ziyade, okulların bulunduğu ülkelerden öğrenci çocukların Türkiye’ye getirilmesi, rengârenk mahalli kıyafetleriyle değişik marifetlerini sergilemeleri, her ırktan ve her renkten çocukların Türkçe konuşmaları, Türkçe şarkılar söylemeleri olimpiyatlara katılanların yüreğini daha çok okşamaktaydı.93 Türkçe Olimpiyatları, başka bazı prestijli organizasyonlarla birlikte, örgütün sempatizan ağını besleyip büyüten önemli icraatlardan birisi olmuştur.94
Görüldüğü gibi FETÖ eğitimi bir araç olarak kullanmış, ülke içinde ve dışında gelişen ve değişen tüm şartları fırsata çevirmiş, dini ve milli duyguları da istismar ederek büyük bir organizasyona dönüşmüştür. Tüm gücünü devletin tüm mekanizmalarını ele geçirmek üzere kurgulayan örgüt, öğrenci evlerinden, dershanelere, özel okullardan öğrenci yurtlarına kadar tüm alanlarda eğitim kurumları oluşturmuştur. Dershanelerinin yanında önemli sayıda öğrenci etüt eğitim merkezi de açan örgüt, çeşitli kurslardan motorlu taşıt sürücüleri kurslarına kadar tüm alanlarda yapılanmaya çalışmıştır. Örgütün, değişik kamu ve özerk kuruluşlarının eğitim bütçelerini de kendi yapısına aktardığına dair de önemli iddialar bulunmaktadır.
Sonuç itibariyle, yurt içindeki okullar ve dershaneler ile yurt dışındaki Türk okulları ve bağlantılı bir etkinlik olan Türkçe olimpiyatları, FETÖ’nün geri plandaki illegal faaliyet ve eylemlerini perdelemek amacıyla gözler önüne koyduğu masum faaliyetler olarak sahnelenmiştir.
-
Siyasi Konjonktüre Göre Hareket Tarzı (Fırsatçılık / Takiyye)
-
Fırsatçılık
FETÖ, yapısal özellikleri itibariyle sosyal, siyasal, kültürel ve dinî unsurlardan müteşekkil bir koalisyon hüviyetindedir. Zaman içerisinde değişen şartlar bütün bu unsurların tekrar tekrar gözden geçirilip yeniden yapılandırılması ve yeni koalisyonlar kurulması gibi bir sonuç vermiştir. Örgütün merkezindeki çekirdek yapı sabit kalmakla birlikte söylemler, projeler ve faaliyetler çok boyutlu değişim geçirmiştir.95 Bu noktada “fırsat kollama” ya da “fırsatçılık” diye ifade edilebilecek bir durum ve vaziyet alıştan söz edilebilir. Gerek Gülen’in söylemlerinde, gerekse bizzat sevk ve idare ettiği örgütün fiilî reflekslerinde değişim ve dönüşüm gibi görünen birçok husus ise tedbir (takiyye) denilen ahlaksızlık stratejisiyle yakından ilişkilidir.96
Gizli hedeflerini gerçekleştirebilmek için Gülen, zaman ve zemine göre pragmatist bir tavır takınabilmiş ve her ortama uygun bir söylem geliştirebilmiştir. Onun kırk yıllık söylem ve eylemlerine bakıldığında Sünnî, Alevî, sûfî, hurûfî, radikal, demokrat, seküler, liberal, hümanist, diyologcu, çağdaş, modernist, milliyetçi, diye nitelendirilebilecek kadar birçok maskeyi ustalıkla kullanabildiği görülür.
28 Şubat döneminde askeri vesayetin önde gelen aktörlerine “Dershaneleri istediğiniz an size devrederim” diyen örgüt lideri, 2000’li yıllarda uygun siyasi şartlarda askeri vesayetin kaldırılması adı altında ordunun çeşitli rütbelerdeki subaylarını bertaraf etmeye kalkışmış; 1980’li yıllarda “Dünyadaki şeytanın, pisliğin başı Vatikan’dır” derken, 1998’de küresel güç odaklarının onayını almak ve uluslararası ilişkiler portföyünü genişletmek maksadıyla Papa II. Jean Paul’e hitaben son derece saygılı ve mütevazı bir mektup göndermiş, bu mektupta “Dinler arası diyalog misyonunuza gönüllü olarak hizmetkâr olmaya geldik” diyebilecek bir çizgiye gelmiştir. Örgüt, her yeni durumda, önüne açılan her yeni fırsat ve imkân alanında o duruma göre kendisini yeniden yapılandırmış ve yeniden tanımlamış olup bu yönüyle belli bir ideolojik tarife sığdırılması güç bir yapıdır. Örgüt için din bir endoktrinasyon aracıdır, asal bir unsur değildir.97
-
Takiyye
Kişinin canına veya malına yönelik bir tehlike karşısında inancını gizleyip gerektiğinde aksini söylemesi anlamında bir terim olan “Takiyye”, zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir kolaylık (ruhsat) olup müminlerin kendilerinden olanları bırakıp kâfirleri dost edinmemelerini, fakat onlardan sakınıp korunma halinin bundan istisna edildiğini belirten âyete (Âl-i İmrân, 3/28) dayanmaktadır. Bunun dışında Kur’an’da, kalbi imanla huzur bulduğu halde küfür ve inkâra zorlanan kimsenin mâzur sayıldığını ifade eden âyetle (en-Nahl 16/106) Firavun’un tebaasından olup imanını gizleyen kimseden övgü ile bahsedilen âyetten (el-Mü’min 40/28) hareketle tehlike karşısında kişinin asıl inancını gizleyebileceği kabul edilmiştir.Örgütün gayr-i meşru işler çevirirken uyguladığı temel taktiklerinden biri de hedefe ulaşıncaya kadar tedbir adıyla takiyye yapmak olmuştur. Gerçek niyetlerini sürekli gizleyen örgüt elemanları, gayelerine ulaşmak için pekçok şeyi mubah addetmişler, İslam diniyle asla bağdaşmayan “ibahacı” çarpık bir anlayışı benimsemişlerdir. Örgüt, “Harp, hiledir”98 hadisini çarpıtarak gayr-i ahlâki enstrümanlar kullanmakta bir beis görmemiştir.
Bizzat Fetullah Gülen tarafından belirtilen “hizmetin bekası ümmetin bekasıdır, bundan dolayı hizmetin bekası için haramlar helaldir” prensibine göre hizmetin devamını sağlamak için haram olan alkol almak, zina yapmak, kılık kıyafette değişiklikler, lüks yaşam gibi sıradan insanın kabul edemeyeceği her türlü davranışı örgüt mensupları rahatlıkla işleyebilmektedir. Burada amaç örgüt mensubu bürokratların deşifre olmasının önüne geçmektir.99
28 Şubat sürecinde gelen bir talimatta "eşinizin başını açın saçlarını yaptırsınlar, ruj ve kuaför paralarını biz ödeyeceğiz" diyerek tedbir uygulamasına geçildiğini, namazların cem edilerek kılınması ve kimsenin namaz kıldığını belli etmemesinin istendiğini, 28 Şubat sürecinde tedbire geçmeden önce Fetullah Gülen'in "günahı bana olsa da yolumuz için eşlerin başını açın diyebilsem" dediğinin söylendiğini, cemaatin mensuplarını bu şekilde önce alıştırıp daha sonra kesin emir olarak talimatın geldiğini, herkesin eşinin başını açmasını söylediklerini, talimata uymayanların dışlandığını, cemaat üyesi bazı kadınların bu talimata uyarken çok zorlanıp psikolojik olarak rencide olduğunu söylemektedir. 100
Gülen’in kırk yıllık söylem ve eylemlerinde ikiyüzlü davranma, çift dilli konuşma boyutu o kadar çoktur ki, sırf bu hususta “Çelişkiler İnsanı” adıyla müstakil bir kitap yayınlanmış ve Gülen’in hemen her konuda yüzlerce çelişkisi ortaya konulmuştur.101
Gülen, Türkiye’de ve diğer Müslüman topluluklarda Hz. Peygamber motifini sıklıkla kullanıp istismar ederken, diyalog çalışmaları bağlamında ise Peygamber unsurunu Kelime-i Tevhid’den çıkartabilmiştir.
Söz konusu çelişkili durum, Gülen örgütünün birçok faaliyetinde gözlemlenen ikiyüzlü tutumun bir başka örneğidir. Modernizm, post-İslamizm ve diyalog vurguları Batı kamuoyuna ve yerli laik-modern kesimlere hitap ederken, gelenekçi dini tutumlar dindar taraftarları ve genel müslüman kamuoyununun manevi duygularını tatmin etmeye yöneliktir. Bazen aynı örgüt mensubunun, örneğin ABD’de yaptığı bir konuşma ile Türkiye’de yaptığı bir konuşma tamamen birbirine ters içerikler taşıyabilmektedir. Bu ikircikli tavrın arkasındaki tek motivasyonun pragmatizm olduğu açıktır.
Söz konusu durum, bilhassa neo-selefi yapıların önünü açarak küresel boyutta bir İslamofobi dalgası oluşturan, bu yolla müslümanların gelişmesini, davet örgütlenmelerini, siyasal faaliyetlerini vs. engelleyen Batılı stratejistler için eşsiz bir fırsat oluşturmuştur. Örgütü, genellikle kendilerinin kontrol ettiği terör gruplarına karşı etkili bir alternatif olarak dünyaya arzeden, yayılmasına, örgütlenmesine, okullar açmasına, kurumsallaşmasına yardım eden bu küresel güçler, kendilerine zararı dokunmayan ve hatta kullanışlı bir “İslami” yapıyı ana omurga üzerine yerleştirmeyi, böylece İslamiyet’in merkezini kontrol altında tutmayı arzu etmektedirler. Bu açıdan Gülen örgütünün, “İslamlaşmak” ile hiç alakası olmayan, sadece “İslam’ı dönüştürmek ve müslümanları kontrol etmek” amaçlı kökü dışarıda bir küresel projeye çoktandır evrildiği hususunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır.
Diğer taraftan örgütün teşkilat yapılanmasının, lider ve örgütünün dili ve düşüncesine paralel biçimde “ikili” karakterde olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikili yapı şeffaf ve gizli ağlar olarak açıklanabilir. Şeffaf ağlar, eğitim-öğretim faaliyetleri, sivil toplum ve meslek kuruluşları, uluslararası ve yerel ticari işletmeler, basın-yayın ve medya organları türünden legal yapılardan oluşmaktadır. Gizli ağlarda ise katı bir hiyerarşik yapının baskın olduğu görülür. Bu ağlar “devlete sızma” amaçlı oluşturulduğundan, gizlilik vazgeçilmez bir ilkedir. Sivil bürokrasi, yargı, kolluk kuvvetleri ve ordu bu gizli şebekenin kapsadığı farklı ağlardır. Beyin yıkama tekniklerinin uygulandığı bu ağlarda Gülen’in bir kanaat önderi olmasının ötesinde onun Mehdi-Mesih kimliği ve bu inancın etrafındaki ezoterik kurgu ön plana çıkar. Bu yüzüyle örgüt, gevşek bir “hizmet” yapısının ötesinde farklı çarkların birbirini döndürdüğü sistematik bir şekil alır.
Sözcü konumundaki kişiler bir taraftan kamuoyuna örgütün dinî bir hareket ve cemaat olmadığını deklare eder, bir taraftan da kendi tabanına takiyye icabı böyle bir deklarasyonda bulunulduğunu söyler. Yine örgütün kurmay kadrosu derin ilişkiler ağı içinde İsrail ve ABD ile görüşürken, kendi tabanına karşı İslam’ı takiyye gereği kullandığını söyler. Devasa bir yalan makinası gibi bir mekanizmaya sahip olan FETÖ’deki takiyye çok katmanlı ve çok kullanışlı bir araçtır.102
Özetle, Ahmet Davutoğlu’nun Komisyona gönderdiği 09.01.2017 tarih ve 104997 sayılı cevabi yazıda veciz bir şekilde ifade edildiği üzere “Bu yapı yıllarca, inançlı nesil yetiştirmeyi önceleyen bir dini cemaat ve hayır faaliyetleri yürüten bir sivil toplum hareketi olarak algılanmaya özel bir önem vererek, iktidarı hedefleyen gizli bir örgütsel yapılanma içerisinde olduğu gerçeğini gizlemiştir. ‘Hizmet hareketi’ tabiri iktidar odaklı hedef ve faaliyetleri en yakınlardan, toplumun genelinden ve hatta kendi mensuplarından bile saklamak için kullanılmıştır. İyiniyetli ve hayır aşığı Anadolu insanının kaynakları ilerde kullanılacak güç temerküzü için istismar edilmiştir.”
-
28 Şubat’ın Örgütün Gelişmesindeki Etkisi
70’li yıllardan itibaren FETÖ Türk siyasi hayatındaki gelişmeleri kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere kullanmıştır. Bu gelişmeler bazen gerçekleşmeden, onların yönlendirmeleriyle biçimlenmiş bazen de Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkan süreçlerin sonuçlarından kendi amaçlarına uygun fayda sağlamışlardır. 28 Şubat süreci de bunların en önemlilerinden birisidir.
Erbakan’ın Başbakan ve Tansu Çiller’in de Dışişleri Bakanı olduğu 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar tarihe “post modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecini başlatmış ve “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçilmiş bir hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. Bu maksatla, psikolojik harekât yöntemleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki demokratik yollarla seçilmiş REFAH-Yol koalisyon hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak demokrasiye müdahale edilmiştir103.
Bu süreci FETÖ’nün o zamanlardaki imamlarından olup sonradan örgütten ayrılan bir akademisyen şöyle resmetmiştir: “Çevik Bir Paşa Fetullah Gülen'in ayaklarından tutmuş bir sopa gibi Erbakan merhuma ve İslamcılara vuruyor.” 1993-1998 yılları arasında bölge imamlığı yapan söz konusu akademisyen çok daha vahim bir iddia ortaya atar: “Fetullah Gülen 1993'den sonra Türkiye'nin 28 Şubat sürecine doğru evirileceğini biliyordu. Tahmin ediyorum Askerler onu uyarmışlardı. Emekli bazı paşalar ile sürekli görüşüyordu. Görüştüklerini biliyorduk. Kendisi de bize askerin kaygılarını ve hassasiyetlerini sık sık anlatıyordu.”104 FETÖ elebaşının geçmiş darbelerdeki tutumu göz önünde bulundurulduğunda darbeleri desteklemesi sürpriz değildir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Gülen Sızıntı dergisinin Ekim sayısında “Son Karakol” adlı makalesinde, “...Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” demiştir.
12 Eylül darbecilerine selam duran FETÖ elebaşı 28 Şubat sürecindeki MGK kararlarını “yanlış olsa bile sevaptır” diye meşrulaştırmıştır. Hâlbuki bu kararlar muhafazakâr ve dindar kesimlere hayatı zorlaştıracak anti-demokratik ve özgürlük karşıtı uygulamaları içermekteydi. Nitekim 28 Şubat döneminde Müslümanların tamamı neredeyse kovuşturmaya ve soruşturmaya uğramışken FETÖ desteklenmiş ve parlatılmaya çalışılmıştır. O dönemde pek çok dindar insan ve kurum yargısız infazlarla karşı karşıya kaldığı halde 28 Şubat brifinglerinde adı geçen, okul, dershane ve üniversiteleri arasında FETÖ’nün hiçbir kurum ya da kuruluşu kapatılmamış ve kovuşturulmamıştır.
FETÖ hem 28 Şubat sürecini desteklemiş, askeri bürokrasiye ve demokrasi karşıtı hareketlere meşruiyet sağlamıştır hem de benzer tabana dayandıkları muhafazakâr ve dindar bir iktidarı zayıflatmaya destek olmuştur.105 Erbakan’dan hoşlanmadığını değişik ortamlarda ifade eden FETÖ elebaşı, il imamlarına Erbakan ve Milli Görüş hareketinden uzak olduklarını askerlere anlatması emrini vermiş, bununla kalmayarak emekli askerleri bol maaşla kendi kurumlarında istihdam etmiştir. Sahip oldukları medya organlarına meşru siyasi hükümet aleyhine çalışma emri vermiş ve kendisi de önce örgütün kendi yayın organlarında (Samanyolu TV) katıldığı programda 28 Şubatı olumlayan ve meşrulaştıran şu açıklamayı yapmıştır:
“Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi.… Ülkemiz kriz içinde. Gücü temsil edenler krizi önlemelidir. Bu hükümeti değiştirin demek daha demokratik olur. Burada 'Askeriye muhtıra verdi' diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler” (29 Mart 1997'de Samanyolu TV).
Bu açıklamanın ardından 16 Nisan 1997 tarihinde Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajda daha da ileri giderek örgüt medyası tarafından “Beceremedeniz gidin” şeklinde manşetlere çekilen şu açıklamaları yapmıştır:
"Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan."
Yine aynı programda İmam Hatip Liseleri’nin kapatılma sürecini başlatan kesintisiz 8 yıllık eğitime de destek veren Gülen, şu şekilde konuşmuştur:
“8 yıllık kesintisiz eğitim zannedildiği gibi bir tehlike değildir. İsteyen ortaokuldan sonra da İmam Hatip’e gidebilir. Şu anda İmam Hatip’lerde ihtiyacın çok üzerinde bir yığılma görülmektedir. Bu ihtiyaç fazlası farklı merkezlere yönelerek rejim için tehlike arz edebilir. Rejimi korumakla görevli kurumların haklı hassasiyeti de bu yüzdendir. Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir. Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi içtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir.” (Kanal D, 17 Nisan 1997)
Nitekim Gülen ve örgütü, darbecilere verdiği bu meşrulaştırıcı destek sonunda Refah-yol hükümetinin Başbakan Erbakan’ın istifasıyla düşmesi üzerine kurulan ANASOL-D azınlık hükümetinin kuruluşunu da kendi yayın organında “Hayırlı olsun” manşetiyle karşılamıştır.
28 Şubat’ın ilk hedefi olan meşru iktidarın 18 Haziran 1997’de devrilmesi gerçekleştirilirken, yine o sürecin dini referanslarla öne çıkan FETÖ liderinin parlatıldığı görülmektedir. Nitekim o dönemdeki pek çok dini grubun lideri aşağılanıp karalanırken FETÖ elebaşı medya aracılığıyla öne çıkarılıp topluma lanse edilmektedir. Bunun en iyi örneği, dönemin önemli haber programlarından “32. Gün”de FETÖ elebaşının hayatı ve faaliyetlerinin övücü bir şekilde aktarılarak örgütün ve elebaşının ödüllendirilmesidir.106
1998 yılı içinde ilginç bir başka gelişme ise FETÖ’nün uluslararası camiaya “malolma” ya da o camia tarafından “kabul edilme” girişimleridir. Bunlara örnek vermek gerekirse: 22 Ocak Türkiye Musevi cemaatinin önde gelen şirketlerinden Alarko Holding iftarına katılım, 23 Ocak’ta Papa II. Jean Paul’den Ramazan bayramı nedeniyle gelen kutlama mesajı, 9 Şubat’ta Vatikan’da ‘Dinlerarası diyalog’ adına Papa II. John Paul ile 30 dakika görüşme, 19 Şubat’ta Ortadoğu Barışı İçin Kiliseler Birliği’nden gelen üç kişilik heyetle görüşme, 25 Şubat’ta İsrail’den Sefarat Hahambaşı Eliyahu Bakhsi Doron ile görüşme, 7 Mart’ta semavi dinlerin önde gelenleriyle Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir araya geliş, 9 Mart’ta Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı’ndan gelen bir heyetle buluşma ki bu heyet Ankara’da Başbakan Mesut Yılmaz, Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, Meclis Başkanı Hikmet Çetin ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile de görüşmüştür. Kısacası ulusal ve uluslararası düzeyde Erbakan ve İslamcı bir parti olarak lanse edilen RP kötülenirken onun yerine ılımlı bir dini figür olarak FETÖ elebaşı pazarlanmaya başlanmıştır107.
FETÖ’yü gerçek anlamda büyüten ve basit bir cemaatten Paralel Devlet Yapılanmasına götüren sürecin ana ayaklarından biri 28 Şubat post-modern darbesinin yarattığı tahribat ve bu tahribatın FETÖ’cüler tarafından azami ölçüde değerlendirilmesidir. Örgüt, 28 Şubat sürecini desteklerken sürecin yarattığı travmadan istifade ederek özellikle 2000’li yıllarda ivme kazanacak şekilde kendi kadrolarına yer açmayı başarmıştır. Örgüt 28 şubat sürecinden hiçbir bedel ödemeden sürecin yerli ve yabancı aktörleriyle işbirliği yapmıştır. Örgüt ayrıca içerde kadrolaşmak için kadro temizliği yapmak üzere iyi bir müttefik görüntüsü verirken dışarda da giderek İslam vurgusu zayıflayan bir seküler inanç sistemi, barışçıl bir hareket görüntüsü vermiştir. 28 Şubat deneyimi bu anlamda örgütün suiistimal ettiği bir hızlandırıcı/kolaylaştırıcı rol oynamıştır. “Ilımlı İslam” kuşağı projesinin sahipleri bu yapıya sahip çıkıp desteklemiştir. Bu yapının 28 Şubat sürecinde oynadığı rolün anlaşılması yapının hakiki doğasını gösterecektir.
-
Dini, Milli ve Manevi Değerlerin Sömürülmesi
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde modernleşmenin etkisiyle Türk toplumunda din-devlet ilişkilerinde önemli değişimler ve iniş-çıkışlar yaşanmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya konulan politikalar zamanla din alanında yasaklayıcı ve sınırlayıcı sonuçlar doğurmuş, din eğitimi hem ortaöğretim hem de yükseköğretim düzeyinde bir süre kesintiye uğramıştır. Dine karşı yasaklayıcı tutum ve baskılar, bazı açılardan Türk toplumunda devlete olan güveni etkilemiş, dolayısıyla bu durum din eğitimi ve hizmetlerinin bir süre yer altına inmesine neden olmuş, sonuç olarak Türkiye’ye ve benzeri süreçleri yaşayan ülkelere özgü “cemaat” adı verilen modern bir olgunun doğuşuna neden olmuştur.
Cemaatler, din eğitiminin yer altına indiği bir dönemde dini hizmetleri ve Kur’an eğitimini yürütmeye çalışan bazı dini figürler etrafında şekillenen yapılar olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’de din eğitimi üzerindeki yasakların kısmen ortadan kalktığı 1950 ve sonrasında cemaatler dini hizmetlerin toplumun her birimine ulaştırılmasındaki yetersizlikten ve nispeten daha demokratik politikaların açtığı liberal ortamdan da yararlanarak varlıklarını korudular ve hatta giderek güçlendiler. Aslında devlet eliyle din eğitiminin verilmeye başlanması, imam-hatip okullarının ve yüksek islam enstitüleri ve ilahiyat fakültelerinin açılması cemaatlerin varlık nedenlerini yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başlamıştı. Bu sebeple cemaatlerin bu okulları kendilerine az veya çok tehdit olarak gördükleri bilinmekteydi; cemaatler toplumda din konusunda devlete olan güvenin sarsılmasının getirdiği avantajı da bir anlamda kullanarak hayatiyetlerini devam ettirmekle kalmadılar büyüme imkanı da elde ettiler. İmam-hatip okulları, yüksek islam enstitüleri ve ilahiyat fakültelerinin daha eleştirel, akılcı ve modern bir yorumu benimsemelerine karşılık cemaatler geleneksel, muhafazakar ve halkın dini duygularına hitap eden bir din anlayışını önerdikleri için halk nezdinde önemli bir alternatif olma imkanı yakaladılar.
Son on yıllarda Türkiye’deki toplumsal, demografik, ekonomik, eğitsel vb. gelişmeler birtakım cemaatlerde başlangıçta bulunmayan birtakım hastalıkları doğurmuştur. Kadrolaşma, ekonomik kazanımlar elde etme, eğitimli kadroları devşirme yoluyla bazı cemaatler kendilerine iktidar alanı açma kaygısına odaklanmıştır. Din eğitiminin uzun bir süre yasak, kısıtlı ya da yetersiz olmasının getirdiği boşlukta cemaatler bireylere “dindarlık” kazandırma yoluyla onları kendi yapılarına sorgusuz itaat eden mensuplar haline getirmiştir. Samimi duygularla din öğretme kaygısıyla ortaya çıkan cemaatler bir süre sonra mensuplarına avantaj sağlayan, mensubu olmayanları dışlayan, eleştiriye kapalı yapılara dönüşme eğilimi götermiştir. Bütün cemaatlerin aynı oranda bu hastalıklı özelliklere maruz kaldığını söylemek hakkaniyetli olmasa da cemaatlerin bu türden zaaflara açık hale geldiği gözlenebilmektedir.
Örgütü bu arkaplan çerçevesinde incelediğimizde, bu yapının görünüşte bir “cemaat” olarak yapılandığı ve cemaatlerin bireyleri gizli yöntemlerle kendilerine bağlama tekniklerini son derece başarılı bir biçimde geliştirdiği görülmektedir. Ancak 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan gerçekler ve belgeler göstermiştir ki, Gülen başlangıçtan beri ya da başlangıcından çok kısa bir süre sonra iktidar hırsına kapılmış ve mensuplarını örgütsel bir mantık ve motivasyonla dünyevi iktidar için hazırlamaya başlamıştır. Bu yönüyle FETÖ diğer cemaatlerle sadece görünüşte benzeşmektedir.
20. Yüzyılın ortalarındaki zayıflamış sığ haliyle geleneksel din eğitimini alan ve Said-i Nursi’nin öğrencileri tarafından başlatılan Nur Cemaatinin oluşturduğu bir zeminde kendisini bir lider olarak kabul ettiren Gülen önce bu cemaat içinde bir bölünmeye yol açmış, zamanla Said-i Nursi’nin eserlerini devre dışı bırakarak kendisini kült lider olarak kabul ettirmiştir.
Dostları ilə paylaş: |