TüRKİye cumhuriyeti ankara üNİversitesi BİLİmsel araştirma projesi kesin raporu


Elitler, Politik Sınıf ve Siyasal İktidarın Denklemi



Yüklə 0,56 Mb.
səhifə6/10
tarix17.03.2018
ölçüsü0,56 Mb.
#45790
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

3. 2. Elitler, Politik Sınıf ve Siyasal İktidarın Denklemi
Elitist bir perspektiften elit literatürünün gelişimine katkıda bulunan bir diğer önemli isim ise Gaetano Mosca’dır. İngilizcesi 1939 yılında yayınlanan ‘The Ruling Class’ adlı kitabının en önemli özelliklerinden biri tıpkı Pareto gibi, elit yönetiminin kaçınılmazlığı ve yönetici azınlık ile yönetilen çoğunluk arasındaki asimetrinin tarihsel olarak kaçınılmaz olduğunu vurgulamasıdır. Mosca’nın kitabının ‘Yönetici Sınıf’ adını alması, vurgunun Marxiyen anlamda ekonomik sınıflara göndermede bulunmasından değil, daha çok kamu işlerinin yönetiminden sorumlu küçük bir yönetici azınlığı kasteder (Mosca, s.50). Mosca’ya göre yönetici sınıf, politik bir sınıftır. Tarihsel olarak yönetici sınıflar kendi içerisinde a) savaşçı bir sınıfa dayanan askeri siyasal tipe sahip toplumları, b) dinsel bir teokrasiye sahip toplumları, c) kalıtsal kastlar tarafından yönetilen toplumları, d) kalıtsal aristokrasiye sahip bu sınıflarca yönetilen toplumları ve e) ABD gibi göçmenlerden oluşan ve kalıtsal bir dinsel, askeri ve aristokratik yönetici sınıfı olmayan toplumları içerir (s. 50-69). Mosca’nın siyasal sınıf/yönetici sınıf tanımlamasının kökeninde politik bir vurgu, ekonomik bir vurgunun önündedir; ve Mosca tarih içinde siyasal tiplerin oluşumunu açıklamak için Montesquieu’nun Yasaların Ruhu’nda geliştirdiği yaklaşımı eleştirir. İddia edebiliriz ki en başından itibaren Mosca’nın kendisini kuramsal olarak karşısında konumlandırmaya çalıştığı siyasal rejim analizi Montesquieu’cu yaklaşımdır.
Ancak bununla birlikte Mosca da 20. yüzyılın başına özgü siyasal koşullara tepki olarak tıpkı Pareto gibi, elit yönetiminin kaçınılmazlığını ve gerekliliğini savunan aynı zamanda Avrupa coğrafyasında klasik siyasal kurumları zorlayarak kendilerine yer açmaya başlayan sosyal dinamikleri eleştirir. Mosca daha ileri giderek “19. yüzyılın arifesinde modern insanlık tarihinde karşılaşılan her siyasal olgunun ekonomik değerlendirmeler eşliğinde” açıklanmasını yanlış bulur (s.3). Mosca’ya göre ‘siyasal iktidarın organizasyonunu, politik ekonominin ve Auguste Comteçu sosyolojinin izinde çalışmayı da doğru bulmaz, zira siyasal otorite ancak adına siyaset bilimi dediğimiz bilim tarafından çalışılabilir’ (s.3). Sorun ancak bu noktada siyaset biliminin dahi yeterince gelişmemiş olmasında yatmaktadır, daha ziyade bu nedenle siyasal otorite gibi bir olgu başka disiplinlerin perspektifinden çalışılabilmektedir (s.6-7). Montesquieu gibi siyasal, ahlaki ve sosyal sistemleri iklimsel ve coğrafi değişkenler yardımıyla açıklamaya çalışan yaklaşımları (s.9-28) yetersiz bulur. Aynı şekilde tıpkı kimi antropologların ve sosyologların yapmaya çalıştığı gibi ilkel kabile ve toplulukları analiz etmeyi ve bu topluluklara bakarak günümüzün siyasal olgularını anlamaya çalışmayı da yanlış ve tek taraflı bulur (s.47-48). Mosca, eleştirilerinde daha da ileri giderek şunu ifade eder ki, eğer Avrupa’nın 1500 ve 1600 yılları arasında yaşadığı Katolisizm ve Protestanlık arasındaki çatışmadan ibaret sayarsak, ya da erken insanlığın tarihini Helenic demokrasi ve barbarlık arasında gerçekleşen bir çatışma olarak görecek olursak, farklı ulusların ahlaki, siyasal, dinsel ve hukuki kurumlarında kendisini gösteren psikolojik yasaları anlamakta güçlük çekeriz (s.46). Dolayısıyla bu tür ‘psikolojik sosyal güçleri’ başka yerlerde değil, ancak ‘büyük siyasal organizmalar’ içinde anlamlandırabiliriz. Bu bize, Mosca’ya göre, yönetici sınıfları çalışmak için gerekli olan tarihsel metod hakkında da yol gösterir (s. 48-49).
Mosca yukarıda da değindiğimiz gibi, bu nedenle sosyal-politik tiplere ve farklı politik tipler içerisinde oluşan elit oluşumlarına eğilir. Bir sosyal grubun en yüksek duygusal bağlılığını sağlayan ve onları bir tür siyasal farklılığın varlığına inandıran inanç sistemlerinin, aynı zamanda o topluluğun siyasal sınıfı da iktidarda en yüksek düzeyde tuttuğunu belirtir (s-70-72). Mosca, siyasal sınıfı ve toplumun geri kalanını büyük bir etki ile en etkili duygusal ve psikolojik sisteme bağlayan dinamiğe siyasal formül adını verir. Pareto’nun duygusal çevrimlerini andıran bir biçimde Mosca da bu tür güçlü duygusal-psikolojik karakteristikleri siyasal formüllerin oluşumu açısından önemser. Mosca’ya göre siyasal formül farklı sosyal tipler içinde teker teker kristalize olan ve siyasal sınıfın bekasını etkileyen dinamiklerdir. Siyasal sınıf ve yönetilen çoğunluk arasındaki ilişkiler bu formüle göre düzenlenir. Mosca’nın siyasal formül olarak adlandırdığı sistemik denge noktası öyle bir işlev ifa eder ki, bir yandan toplumun farklı kesimlerini en yüksek düzeyde dengeye getirir ve daha da önemlisi toplumun hakikat olarak addettiği şeyleri monopolize eder (s.145). Siyasal sınıfın iktidarını perçinleyen ve onun bir anlamda toplumsal meşruiyetini mümkün kılan bu formül, eğer toplumun alt-katmanlarına yani yönetilen katmanlara nüfuz edemez ise, siyasal formül tehlikeye girer. Dolayısıyla yönetici sınıfın/politik sınıfın iktidarı bu formülün toplumun büyük bölümünce benimsenmesine dayanır. Bu formül olmadan yönetici sınıf yönetemez. Dolayısıyla formül, bir toplumun yönetici sınıfları ile yönetilen sınıfları arasındaki hiyerarşiyi meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda yönetici sınıfı alt-sınıfların kitlesel tepkisinden ve direnişinden de korur; toplumun farklı katmanlarınca benimsenen bu formül çöktüğü zaman yönetici siyaset sınıfının iktidarı da son bulur. Bu kavramsallaştırma şüphesiz 1920’lerden itibaren İtalyan düşünce dünyasında Antonio Gramsci’nin popülarize ettiği hegemonya kavramını çağrıştırır, zira bünyesinde yeni yükselen sınıfların ahlaki liderliğini ve toplumun alt-katmanlarının ikna edilerek yönetilmesi fikrini içeren bir kavramdır bu.

Fransız Devrimini izleyen dönemi takip eden süreçte genel oy ilkesinin kabul edilmesi beraberinde temsil demokrasinin yerleşmesini ve alt-sınıfların da siyasete müdahale etmesini getirmiştir. Mosca, bu sürecin toplumdaki bütün değerlerin ve siyasal güçlerin de toplumun siyasal yönetimine katılımını mümkün kılmıştır. Ancak Mosca’ya göre genel oy ilkesinin eleştirilebilecek pek çok yönü de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, genel oy ilkesi ile kendi temsilcilerini seçecekleri varsayılan kitlenin, ancak kendisini seçtirmek isteyenleri seçmek gibi bir açmazla karşı karşıya kalmasıdır (s.153-4). Dolayısıyla aslında seçimi yapan kitle gibi görünmekle birlikte, seçilme durumunda olandır; ve ‘kendini bir anlamda taraftarlarına/arkadaşlarına seçtirtir’. Bir adım daha ileri giderek Mosca şunu iddia eder: seçmenin tercihleri bu nedenle sınırlıdır; ve dolayısıyla bir önceki siyasi sınıfı izlemesi muhtemel olan yeni siyasi sınıf da kendisini kitlelere değil gruplara, komitelere ve organize azınlıklara seçtirir. Bu organize gruplar kural olarak mülk ve vergi grupları kadar; maddi çıkarlar temelinde ya da aile, sınıf, din mezhep veya siyasal parti temelinde de şekillenirler (s. 155). Bununla birlikte şu da açıktır ki ‘her ne kadar seçmenlerin büyük bir çoğunluğu pasif de olsalar’, siyasal sınıf, sıradan güruhun duygu ve tutkularına da hitap edebilecek bir duyarlılık geliştirmek zorundadır; ki siyasal sınıf böylece iktidarda kalabilsin.


Ancak buna karşın bu ifadeler Mosca’nın kitlelerin temsili demokrasilerde bile gerektiği kadar temsil edilemeyecekleri fikrinden vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Mosca temsili demokrasilerdeki iktidarı meşrulaştırım işlevine rağmen, kitlelerin seçimlerden kendi temsilcilerini seçerek çıkabilecekleri görüşüne de katılmaz. Çünkü seçimlerde ancak seçilme kapasitesine sahip birey ya da gruplar aile itibarı ya da adına dayanarak ve eğitim eşitsizliklerini de kullanarak çoğu durumda da öne çıkarlar. Dolayısıyla, seçimler otomatik olarak siyasal sınıf’ın zorunlu olarak alt-sınıflardan da ve hatta orta sınıftan da seçileceği anlamına gelmez. Cumhuriyetçi Roma’da, İngiltere’de ve Fransa’da siyaseten etkili aileler ve çevreler halk adına yönetmek adı altında oligarşik bir sistemi ayakta tutmaya devam etmişlerdir (s.260-261). Temsili bir demokraside kitlelerin siyasete katılımın görece güçleştiren ikinci öğe ise bürokrasidir. Kitlelerden ve alt-sınıflardan çok orta-sınıfların bir kariyer alanı olarak gördükleri bürokratik pozisyonlar, bir tür fethedilmesi gereken alanlar ve ayrıcalıklar olarak değerlendirildiği için halk katmanlarına çok da açık değildir; çünkü bürokratik pozisyonlara seçilebilmek için gerekli kanallara ve olanaklara alt-sınıflar sahip değildir. Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın, geleneksel İngiliz gentry sınıfı gücünün bir bölümünü bir yandan seçimle gelen yeni seçkinlere, diğer yandan da bürokrasiye devrederek işlevlerinin bir bölümünden vazgeçmek durumunda kalmıştır (s.270).
Mosca yukarıdaki nedenlerle siyasal sistem tiplerini farklı ülke ve zaman dilimleri içerisinde analiz ettikten ve temsili demokrasinin kimi zaaflarını dile getirdikten sonra, seçmen kitlelere vaat ettiklerine kıyasla temsili demokrasinin içsel ve dışsal koşullar nedeniyle pek çok zaafı olduğunu ileri sürerek; gerçekte kendisinin de evrensel oy hakkına karşı olduğunu ve Roma Cumhuriyet’inin pek çok döneminde halkın ve Cumhuriyet’in en müreffeh zamanlarının diktatörlükler zamanında olduğunu da vurgular (s.492-493). Eğer siyasal sistemi ve sosyal yapıları tehdit eden mevut krizlerin üstesinden gelinmesi isteniyorsa, o halde, İtalyan yönetici sınıfı kendi yitirdikleri prestiji düşünmeli ve liderlerinin meziyetlerini daha iti takdir edebilmelidirler; enerjilerini sadece kendi hedeflerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek ve ellerindeki olanakları küçük kliklerinin çıkarına kullanmaktan vazgeçmelidirler. Mosca, mevcut siyasal sınıfın kendi lokal-sınırlı menfaatleri adına ulusun genel menfaatlerini geri plana attığını ileri sürerek şunu iddia eder: ‘bir ülkenin çoğunluğunun seçtiği ve ülkeyi yönetmek için güvendiği saygın bir azınlığa ait olabilmek için bir üniversite derecesine sahip olmak, ya da bir ticari veya sanayi işletmesinin başarılı bir yöneticisi olmak, ya da ülkesi için siperlerde kendi yaşamını tehlikeye atmış olmak yeterli değildir’ (s.493). Çünkü bütün toplumlar içinde yaşadıkları toplumu sevmeye muktedir bu tür soylu ruhlar yaratabilmişlerdir; ‘bu tür kişiler toplumun ahlaki ve entelektüel aristokrasisini oluştururlar’ ve insanlığın maddi hazlar ve bencillik içinde kokuşmasına mani olurlar; ancak maalesef bu tür kesimler çok nadiren siyasal hayatın içinde yer alırlar; umut edelim ki bu tür soylu genç öğeler toplumun ve siyasetin önünde cesaretle daha fazla yer almak olanağına sahip olabilsin.
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere Mosca’nın fikirlerinin önemli bir bölümü iki savaş arası dönemin parlamenter siyasetine ilişkin geliştirmiş olduğu şüpheci ya da doğrudan eleştirel konumdan beslenmektedir. Bu dönem hatırlanacağı gibi Almanya’da da Carl Schmidt (2006) gibi düşünürlerin de parlamentarizmi felsefi ve politik gerekçelerle eleştirdikleri bir dönemdir. Ancak burada daha ilginç olan nokta, kavramsal olarak Mosca’nın geliştirdiği ‘rıza’ ve ‘siyasal formül’ kavramlarının İtalya’da Marxist siyasetin önde gelen isimlerinden biri olan Antonio Gramsci’nin geliştirdiği kavramlarla büyük bir paralellik taşımasıdır. Her ne kadar bu tür paralelliklerin tartışılması başka bir çalışmanın konusu olsa da, Mosca’nın ‘siyasal formül’, ‘siyasal tip’ ve ‘ahlaki önderlik’ kavramlarının Gramsci’nin hegemonya, tarihsel blok ve ahlaki-politik öncülük gibi kavramları arasında önemli paraleller vardır. Mosca’nın özellikle siyasal formül ve siyasal tip kavramsallaştırması belli bir toplumsa siyasal önderliği elinde bulunduran grupların toplumla ve seçkinlerin kendi aralarındaki ilişkilerin anlamlandırılması açısından da önem taşır. Ancak Gramsci, liderlik konusunda kolektif bir özneyi –Komünist Parti’yi- tasarlarken, Mosca otoriter bir karakterin önderliğinde temsili demokrasinin zaaflarını aşmayı amaçlar.

3. 3. ‘Sağın Aristokrasisi’ ‘Solun Demokrasisi’ Oligarşi Sınavında:

Robert Michels ve Siyasal İktidarın Gerontokratik Yüzü
Elitler sosyolojisi açısından Pareto’nun literatüre getirdiği açılımı devam ettiren ve başka bir düzeyde derinleştiren bir başka eser de Robert Michels’in Political Parties adlı eseridir. Michels’in bu çalışmasının önemi birkaç nedenden kaynaklanmaktadır; bunlardan birincisi Michels’in örgütler sosyolojisini geliştiren bir perspektiften, örgütlerdeki katılım, temsil ve yönetim süreçlerine sosyolojik bir perspektiften bakmasıdır. Örgütlerin demokrasi kültürünün yükselişe geçtiği bir çağda, demokratik kural ve geleneklerin uygulanması konusunda nasıl bir kısıt ya da olanak yarattığını ortaya koymuş olmasıdır; modern örgütler ve modern demokrasi arasındaki ikircikli ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışmasıdır. İkincisi örgütler sosyolojisini, o döneme kadar yapılmamış bir şekilde siyasal partilere uygulamış olmasıdır. Siyasal birer örgüt olarak partilerin çalışma biçimleri liderlik, üyelik ve karar alma örüntülerini inceleyen bir çalışma olmasıdır. Michels parlamenter demokrasinin en önemli kurumlarından biri olan siyasal partilerin, iç örgütsel karakteristikleri itibariyle demokrasinin gelişimine ne ölçüde yardımcı olduklarını ya da ne ölçüde yeni aristokratik ve oligarşik yapılar yarattığını tartışmaya açmıştır. Özellikle işçi sınıfı partilerinin örgütsel sosyolojisine girişerek demokrasiyi alt-sınıflara da taşıma iddiasında olan işçi sınıfı örgütlerinin demokratikleşme karşısındaki paradoksal konumunu ortaya sermiş olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında siyasal parti oligarşisi ve demokrasi ideali arasındaki örtüşmezliği özellikle emekçi sınıfların siyasete katılımın önündeki bir engel olarak da görmesinden geçer.
Üçüncüsü ise Michels’in siyasal örgütler piramidinde liderler ve lider adayları arasındaki çatışmanın ve rekabetin dinamikleri konusunda da bir siyasal sosyolojik analiz sunmaya çalışmasıdır. Burada Michels farklı sınıfsal ve örgütsel deneyimlere sahip olan lider adaylarının, örgüt içerisinde izleye geldikleri stratejilerin ve liderlik için benimsedikleri pozisyonlarının analizini yapar. Bu analiz, kitleler ve partiler arasındaki ilişki kadar önemli bir ilişkidir; zira siyasal mücadele kitleler üzerinden fakat elitler aracılığıyla yürütülen bir mücadeledir de. Michels burada partilerin örgüt sosyolojisine ilave olarak, liderlik sosyolojisine de katkıda bulunur. Dördüncü ve sonuncu olarak Michels’in sosyoloji literatürü açısından önemi Max Weber’in Almanya’da geliştirdiği bürokrasi kuramını ve modernliğin demokrasi karşısındaki ikircikli ve karamsar çaresizliğini, Pareto’nun İtalya’da temellerini attığı elitler kuramı ile kesiştirmeye çalışması ve her iki ülkenin demokrasisi ve entelektüel-siyasi yaşamlarından çıkarılabilecek sorunları bir arada, ve demokratik-oligarşik siyaset ve siyasal partiler sosyolojisi açısından irdelemesidir. Michels bu anlamda Weberci ve Paretocu kuramlar kadar, Alman ve İtalyan sosyolojisinin de en önemli temalarını demokrasi kuramı açısından tartışmaya açmıştır. Ve aşağıda da tartışacağımız üzere, Michels’in eserinde altını çizdiği temaların çok önemli bir bölümü Türkiye’de siyasal partilere de ilişkin kimi sorun ve çalışma alanlarını saptamamıza yardımcı olabilecektir.
Zira Michels’in kitabının en temel önermesi mutlaki monarşiden parlamenter demokrasiye geçiş sürecinde, geleneksel aristokratik sınıfların ve genel olarak muhafazakarların kendilerini demokratik rekabet koşullarına hazırlamak adına –yüzeysel bir biçimde de olsa- kitlelerin onayını alma ihtiyacıyla hareket ettiklerini ifade ederken; diğer yandan demokratik bir ideolojinin etkisi altında kitlelerin ve işçi sınıfının sisteme daha fazla katılımını sağlamak için harekete geçen sosyalist partilerde ise aksine bir oligarşikleşme ve aristokratikleşme eğilimi ortaya çıkmaktadır. Michels, bu süreci, aristokrasinin demokratikleşmesi ve demokrasinin aristokratikleşmesi olarak adlandırır. Bu aynı zamanda muhafazakarların demokratlaşması, demokratların ise muhafazakarlaşması süreci olarak adlandırılabilecek bir süreçtir de; sağın solculaşabileceği, ve solunda sağcılaşabileceği bir süreç. Özellikle devrimci ve sosyalist partilerin, oligarşik bir yapı üretmesi ve aristokratik bir seçkin üretme eğilimine girmesi bir çelişki olarak görünür Michels’e (s.10-11).
Ancak Michels’e göre bu çelişkinin arkasında yatan dinamik sosyal-ahlaki bir dinamiktir; ve bunun kökeninde siyasal iktidarın dahi kalıtsal aktarımın mümkün olması yatar (s.12-13). Amerika gibi soyluluğun kurumlarından ve ünvanlarından bihaber olan bir toplum içinde bile zamanla –demiryolu patronlarından, petrol zenginlerinden ve sığır tüccarlarından mürekkep- bir tür zenginler aristokrasisi oluşmuştur. Dolayısıyla modern kapitalist zenginler feodal soyluğun zihniyetini, zevklerini ve yaşam tarzını taklit ederek, aristokratik zihniyete intibak ederler. İroni şuradadır ki gerek Fransa’da gerekse Almanya’da burjuvazinin aristokrasiyi taklit etme eğilimi artmasına karşın, yükselen yeni sınıf demokratik ortamın da olanaklarından yararlanarak ‘bütün insanlığın kurtuluşu’, ‘evrensel insan hakları’ gibi kavramlar atar ortaya. Michels, bu nedenle yükselen yeni sınıfların evrensel ahlaki ilkeleri benimsemelerini ya da benimsiyor görünmelerini yeni dönemi ahlaki ilkesi olarak tespit eder. Buradan hareket ederek de siyasal partilerin aslında sınırlı sınıfsal çıkarların temsiline dayan tabanlarını, en azından bütün yurttaşların kapsayacak şekilde göstermeye çalıştıklarını vurgular. Dolayısıyla çıkarların yerelliğini ve sınırlılığını, daha üst-ahlaki ve demokratik bir ilkenin ardına gizleme Michels’e göre dönemin yeni özelliğidir. Kitlelerin öncülük ve yönetim konusundaki kapasitelerinin sınırlılığı göz önünde bulundurulduğunda (s.60-61), onların çıkarlarını dile getiren liderlere şükran duymaları kaçınılmazdır. Michels kitlelerin aciz içerisinde onlar adına fedakarlık gösteren liderlere şükran duyduklarını, hatta onları daha üst bir insanlık düzeyinden gelen liderler olarak algıladıklarını vurgular. Daha da önemlisi liderlerin bu şekilde kutsanması sosyalist hareketler için de bir istisnai durum değildi (s.64-66). Michels, bütün bu kitlesel psikolojik analizden, modern toplumlarda bile etkili olan liderlik kültlerinin nasıl da bir şekilde örgütlerin sosyolojisine de yansıyabilecek bir potansiyel taşıdığını vurgulamaya çalışır; ona göre antropolojik olarak sosyalist ve demokratik liderlik de bu dinamiklerin etkisi altında şekillenir. Demokrasi de, paradoksal olarak, kitlelerin bu eğiliminden nasibini alır; geriye sadece örgütlerin bu eğilimden azami ölçüde yararlanması kalır.
Liderlik potansiyeli ile kitlelerin şükran ve hayranlık eğilimden azami faydayı sağlayacak kesim, profesyonellerdir. Entelektüel üstünlüklerinin ve formel eğitimlerinin bir sonucu olarak çok sayıda avukat, doktor ve üniversite hocası sosyalist partiler içinde profesyonel liderler olarak yer edinmeye başlamışlardır (s.80-82). Özellikle İtalya’da profesyonellerin ağırlığı gözle görülür bir biçimde fark edilebilir. Buna karşın Almanya’da ise profesyonellerden ziyade, sendikal liderler ve parti örgütünde etkili eski-işçi önderler öne çıkmaktaydı. Bu ise Almanya’da örgütsel dinamiklerin profesyonel dinamiklerden –en azından işçi sınıfı siyasal hareketi açısından- daha etkili olduğunu göstermektedir. Fakat burada her iki örnekte de öne çıkan olan nokta şudur, örgütleri içinde demokratik seçim yapan kitleler uzmanlık deneyimleri, bilgileri ve liderlik kapasiteleri nedeniyle kolektif yetkililerini bu yeni kesime devretmek durumunda kalmaktadır (s.84-86). Bu ise son kertede yönetim deneyimine ve uzmanlığa sahip –bunun çıraklığını yapmış olma imtiyazını da barındıracak şekilde- yeni bir yönetsel aristokrasinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu liderler, görev ve misyonlarının yanı sıra ‘kendi değerlerinin farkında’ olan liderlerdir de. Sonuç olarak demokratların arasından bu tür yeni bir aristokrasinin çıkması, halkın halk tarafından değil, halk adına yönetilmesi ilkesini teyidi anlamına gelir (s.88); oligarşik liderliği sosyalist ve demokrat hareketler içinde kurumsallaştıran da budur.
Michels bu eğilimi August Bebel ve Ferdinand Lassalle gibi uzun süre sosyalist hareket içinde görev yapmış liderlerin kariyerlerinde örnekler vererek tartışmaya sunar. Gerçekten de gerek sosyalist partilerin siyasal temsilcileri ve parti bürokrasisi, gerekse işçi sendikalarının yöneticilik kadroları açısından düşünülsün, çarpıcı olan olgulardan biri sosyalist liderlerin partileri içinde yaşayıp, yaşlanıp öldükleri yönündedir (s. 93-94). Özellikle Almanya örneğinde, Alman işçi sınıfının sosyalist siyasal liderliğin onlarca yıl süren bir egemenliği söz konusudur. Fransız sosyalist partilerinin aksine, der Michels, Almanya’da sosyalist liderlik oldukça istikrarlıdır; yani uzun süreler boyunca liderler kadrosu değişim özelliği göstermez. Fransa’da ise lider kadrolarının istikrarı etkileyen siyasal konjonktürel etkenler nedeniyle, başlangıçta sosyalist hareketin içinde yer alan kişiler zamanla karşıt siyasal akımların –özellikle dinsel-milliyetçi akımların- temsilciliğine soyunmuşlardır. Ancak bu gibi durumlara rağmen, parti ve liderlik kadrolarında süreklilik söz konusudur. Alman, Fransız ve İtalyan sosyalist hareketleri açısından bakıldığında 1893’ten 1910’a kadarki yaklaşık 20 yıllık bir zaman diliminde Alman delegelerin yaklaşık yüzde 30’u, Fransız delegelerin yüzde 15’i ve İtalyan delegelerin yaklaşık yüzde 35’i parti içindeki konumlarını devam ettirmişlerdir. Bu olgusal gerçeklerden hareketle Michels uzun süreli parti konumlarının demokrasinin yerleşmesine engel olduğunu parlamentoda, yerel yönetimlerde ve belediyelerde; parti delegelerinde, ulusal ve yerel kongrelerde ve benzeri kurullarda aynı aday havuzundan beslenmenin ve yinelenen isimlerle örgütün ayakta tutulmasının demokrasiye karşı, oligarşik virüsün etkili olmaya başladığını gösterdiğini ifade eder (s.98).
Michels, buradan hareketle sosyalist partilerde kadroların sürekliliğini ve sadakatini sağlayan ikincil bir öğeye, ekonomik öğeye yönelir. Almanya’da parti kadrolarının partiye bağlılığı, Avrupa’daki pek çok ülkeden farklı olarak, sosyalist hareketin içinde yer alan öncü konumundaki kadroların faaliyetlerini gönüllülük, bireysel tercih ve fedakarlık temelinde değil, bunların yanı sıra ekonomik olarak da ödüllendirilmeleri açısından farklılaşır. Bireysel idealizm ve fedakarlık kadar, partinin belli görevlerin yerine getirilmesi için sağladığı ekonomik fayda da bu bağlılığın sürdürülmesinde göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle milletvekillerinin henüz bir maaş almadığı dönemlerde, sosyalist milletvekillerinin maaşları parti tarafından ödenmekteydi; ve bu büyük ölçüde parlamenterlerin sadakatini de sağlayan bir mekanizmaydı. Partinin, gazetelerinde çalışan propagandistlerden merkez bürokrasisinde çalışan elemanlarına kadar bütün kadroları Alman sosyalist hareketine özgü olarak maaşlandırılmıştır; henüz bütçe olanakları sınırlı olan yerel parti bürolarının faaliyetler dışında, faaliyetlerin büyük çoğunluğu gönüllülük esasına göre değil, bürokratik bir profesyonelliğe dayanan ücret sistemine göre finanse edilir. Finansal bağımlılık dinamiği, sonuçta parti bürokrasisine dahil olan aktivist ve profesyonellerin parti örgütüne ve dolayısıyla parti liderliğine sadakatini de garanti altına alır. Partinin organizasyon yapısını demir zincirlerle güçlendiren bu yapı, kaçınılmaz olarak üyelerin zihniyetlerini de şekillendirecektir (s.116-117). Özellikle sendikaların ve partilerin üyelik aidatları yardımıyla ulaştıkları büyüklük onların görece büyük bir bürokrasiyi ayakta tutabilecek bir yetkinliğe ulaşmalarını da mümkün kılacaktır. Bazı durumlarda sendikaların bir bölümünün aidat gelirleri o denli yüksek bir meblağa ulaşabilir ki, bazı durumlarda kimi sendikalar küçük sosyalist partilerden daha güçlü bir finansal yapıya dahi kavuşabilirler.
Bununla birlikte sosyalist partilerde uzmanlardan ve propagandistlerden alınan hizmetler için düzenli ödemelerin yapılması iki nedenden ötürü kaçınılmazdır: bunlardan birincisi ahlaki nedenlerden ötürü, diğeri ise pratik siyasetin zorunluluklarından ötürü (s. 126-127). Öyle ki yaygın bir inanış olarak düşük ücret ödeyerek uzmanların istihdamını devam ettirmeye çalışmanın, ‘kokuşmaya ve moral bozukluğuna’ yol açacağı da düşünüldüğünde bunun gerekliliği teslim edilebilir. Ancak burada daha da kritik olan nokta, örgütlerin ekonomik özerklik kazanmaya başlamalarının –tıpkı kilisenin tarihinde de görüldüğü gibi- temsil ettikleri kitlelerden de özerkleşme anlamına geleceğini unutmamaktır. Nitekim belli bir ekonomik ve örgütsel büyüklüğe erişmiş olan sosyalist partilerin önünde duran en büyük tehlike örgütün büyük bürokratik oligarşiye dönüşmüş olma tehlikesidir. Örnek olarak Alman Sosyalist Partisinin sadece merkez matbaasında 298 kişinin istihdam edildiği düşünüldüğünde, bu kurumlarda çalışan küçük işçi ve memurlar için partiye bağlı olarak çalışmakla sıradan bir özel şirkette çalışmak arasında da bir fark olmadığı daha açık biçimde görülebilir. Nitekim matbaada da çalışanlar kurum karından pay alamadıkları ve karar alma sürecine aktif olarak katılamadıkları için aynı ölçüde piyasa koşullarına yakın çalışmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında Alman sosyalist partileri, üyelerini ezici bir ağırlıkla işçi-sınıfından devşirdikleri ve kendileri de görece büyük bir uzman ve işçi çalışan nüfus istihdam ettikleri için, Avrupa’daki başka partilerden farklı olarak burjuvalaşmakla suçlanamazlar. Aksine Almanya’da sosyalist partiler üyelerinin ve parti örgütünün sınıfsal aidiyetleri/arka planları nedeniyle değil, kurumsal olarak oligarşik bir doğrultuda evrildikleri için eleştirilebilirler. Bununla birlikte Avrupa genelinde söz konusu olan süreç sosyalist partilerin bir yandan artan ölçüde küçük burjuva ve burjuva siyasetçilere, diğer yandan da entellektüellere ve profesyonellere açık hale gelmesi dolayısıyla parti liderliğinin –ağırlıkla işçilerin elinde bulunmasına karşın- bu kökenden yeni oligarşik seçkinlerin parti aygıtını kontrollerine almalarıdır. Alman sosyalist partisi bu yola profesyonelleşmiş bir parti bürokrasisi yaratarak, propaganda uzmanlarından sosyalist gazetecilere, parti bürokratlarından parti entelektüellerine kadar geniş bir beyin-işçisi kategorisini bünyesinde barındırmaya başlamıştır (s.274-275). Sol partiler böylece işçi sınıfının bir bölümü en azından daha ayrıcalıklı bir hale getirmeyi başarır. Partinin bu yeni profesyonelleri, el-işçisine göre daha güvenceli bir işe sahip olduğu gibi, aynı zamanda meslek onuru ve prestiji de daha yüksektir. Bu profesyoneller siyasi faaliyetlerinden ötürü hapse atılacak olurlarsa, parti onların yakınlarına bakacağı gibi, bu fedakarlıkları onları ileride sosyalist resmi görevliler olarak pozisyon kazanmaları için de olanak saplayacaktır (s.275-282). Michels’in parti bürokrasisinin ve beyaz yakalı profesyonellerinin oluşumu ile ilgili yazdıkları, siyasal partilerde oligarşik eğilimlerin güçlenmesi olgusunu da önemli ölçüde açıklamaktadır.
Michels’in Political Parties adlı eserinin Türkiye siyaseti için kimi çağrışımlarına değinmek gerekirse, bunlardan her halde aklımıza gelecek ilk iki kurum sol siyasetin önde gelen partileri ve sendikalar olurdu. Her ne kadar Türkiye’de Cumhuriyet’in kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıfsal arka planı 1800’lerin sonunda kurulan ve işçi sınıfına dayanan Avrupalı sosyal demokrat sol partilerden farklılaşmakta ve sınıf karakteri CHP’ye tarihinin hiçbir döneminde damgasını vurmamış da olsa, yine de karşılaştırma açısından CHP –Bülent Ecevit döneminin DSP’si ile birlikte- merkez solun büyük iki partisinden bir olması nedeniyle belli bir kıyaslama kapasitesine sahiptir. Ancak bu kıyaslama CHP’yi sınıfsal arka plan nedeniyle değil de, daha çok Michelsçi anlamda parti oligarşisinin var olup olmadığı ya da varsa nasıl evrildiği tartışması açısından anlamlı görünmektedir. Her ne kadar CHP üzerine yapılmış belli sayıda önemli çalışma bulunsa da (Güneş-Ayata 1992), 2000’lerdeki mevcut gelişmeler ışında CHP’nin liderlik kadrolarının yani parti başkanlarının ve yardımcılarının, merkez yürütme kurullarının, milletvekilleri adaylarının ve önde gelen il yönetimlerinin analizi bizlere yeni veriler sunabilecektir. Siyasal partilerin merkez ve taşra yöneticilerinin profillerinin elde edilmesi ve parti içi rekabet dinamiklerine bakılması bu açıdan önem taşır.
Özellikle CHP’nin milletvekilli adaylarının ve meclise seçilen milletvekillerinin genel bir betimlemesi genel bir politik seçkin profilinin ortaya konulması açısından faydalı olabilecektir. Sendika deneyimi olan partililerin, ya da profesyonel beyaz yakalıların ya da toprak sahibi veya işletme sahibi siyasetçilerin diğer partilere kıyasla nasıl bir konumda olduklarını görmek, partinin merkez bürokrasisinden siyasete geçen isimleri tesbit etmek de bu açılardan önem taşır. Bu milletvekili verilerinin belki de en önemli katkısı, aşağıda tartışacağımız üzere, partilerin sınıfsal arka planının ortaya çıkarılması ve toplum içerisindeki hangi kurumsal-sınıfsal gruplara dayanarak siyaset yaptığının ortaya çıkarılması olacaktır. CHP gibi, sendikal bürokrasiden çok devlet bürokrasisi ile karşılıklı etkileşim tarihine sahip olan bir partide, devlet bürokrasisine dayanmanın sendikal bürokrasiye dayanmaktan hangi açılardan farklılaşma yaratabileceğini tespit etmek de önemli bir katkı olacaktır. Devlet bürokrasisi ve sendikal seçkinler kadar önemli, hatta dönemsel olarak 2000’ler itibarıyla daha da öne çıkan bir başka seçkin grup da parti bürokrasisinden gelen kadrolardır. Dolayısıyla CHP’nin eğer Michelsçi anlamda üzerinde yükseldiği bir parti oligarşisinden bahsedilecekse, bunu büyük ölçüde bu üçlü mekanizmadan –sendikal seçkinler daha az olmakla birlikte- beslendiği söylenebilir. Ancak oligarşik yapının en tepesinde duran ve parti örgütünü partiye oy veren seçmenlerden neredeyse özerkleştiren dinamik, parti üst yönetimidir.
Michels’in sosyolojik analizinin bu tür bir özerkleşmeyi kavramsallaştıran en önemli kavramı Bonapartizm kavramıdır (s.215-225). Michels Bonapartizm kavramını tıpkı Marx’ın 18. Brumaire’ de sunduğu gibi Fransa’da Napolyonik Savaşların ardından Napoleon Bonaparte’ın yeğeni olan Napoleon III’ün bir plebisitin yani bir demokratik seçimin ardından iktidara gelmesini fakat buna mukabil, seçimle iş başına gelmiş olsa bile bunu imparatorluğa dönüş için bir olanak olarak kullandığı tarihsel dönemi tanımlamak için kullanır. Burada Bonapart, Marx’ın kastettiği anlamda (Marx 1969), sınıf mücadeleleri dinamikleri açısından düşünüldüğünde bir biriyle rekabet halinde olan iki sınıfın –burjuvazinin ve proletaryanın- birbirleriyle mücadelelerinde yenişemedikleri ve toplumsal iktidarı tek başlarına devralamayacakları bir konjonktürde, her iki sınıfın da zaaflarından yararlanan ve her ikisinin de çıkarlarını temsil etme iddiasında bulunan üçüncü bir gücün iktidara gelmesini temsil eder. Bir tür toplumsal yenişememenin ortaya çıkardığı üçüncü iktidar bloğunu tanımlamaya çalışır. Michels ise ‘Bonapartist ideolojiden’ daha ziyade, böyle bir iktidar değişikliği sürecinde halk oyuyla iktidara gelen ancak, onu seçen kitleler karşısında özerkleşen bir oligarşik yapıyı kasteder; bir defa iktidar konumunu demokratik yollardan –bir tür plebisit ile- ele geçirdikten sonra artık kendi otonomisini yaratan liderlere ve onları ayakta tutan kurumsal yapıya işaret etmeye çalışır. Michels, Marx’ın örneğini izleyerek ancak bir adım daha ileri giderek, demokratik seçime rağmen kitlelerden/seçmenlerden farklılaşan, onlara dışsallaşan ve bir süre sonra da onlara rağmen yönetim pratiği geliştirebilen oligarşik yapılara Bonapartizm kavramı yardımıyla açıklama getirmeye çalışır. Bu tanım, aynı zamanda iktidarın bir biçimde askıda kaldığı fakat vekâleten de olsa bu konuma gelen odaklarını iktidarlarını perçinleyen bir sürece de işaret eder. Sol partiler, sendikalar vb. kuruluşların liderlik konumlarının başlangıçta seçimle belirlenmesine karşın, bir süre sonra artık seçimle dahi konumlarının değiştirilemeyecek hale gelmesi sürecidir de bu. Bonapartizm, ya da İtalya’da kullanıldığı biçimiyle de Sezarizm, özünü halk egemenliği ve kollektif irade kavramlarına borçludur ve bir süre sonra seçimle işbaşına gelen kişi/kurum, kollektif iradeyi ikame etmeye ve onun kutsallığını da taşıyan bir konuma gelir (s.216-217). Bu nedenle Bonapartistleşmiş ‘liderler, öyle bir sentez üzerinde otururlar ki, bu sentezin bir ayağı demokrasiye diğeri ise otokrasiye dayanır’; ve Bonapartizm’in başarısı ise her iki kavramı en iyi şekilde birleştirmesinde yatar.
Michels’in analizinin sol siyaset açısından önemli ikinci alanı ise, Türkiye’de sendikal yapıların ve liderliğin dönüşüm alanıdır. 1950’ler ve 1960’lardan itibaren aktif olarak örgütlenme ve grev hakkına kavuşan sendikalar, kimi kısıtlama ve baskılamalara karşın 1970’lerde ve 1980’lerin ikinci yarısında oldukça etkin bir rol oynamışlardır. Kamu İktisadi Teşekkülleri ve özel sektör işyerlerinde önemli bir örgütlenme kapasitesine erişen sendikaların, ancak, parlamentoda siyasal ağırlıkları şaşırtıcı bir şekilde oldukça düşük olmuştur. Bunda sendikal seçkinlerin siyasal partiler ve parlamenter siyasal dinamiklerle etkileşimi kadar, siyasal partilerin sendikalara karşı tutumunun da etkili olduğu ve sol partilerin önemli bir ağırlığa sahip olduğu batılı demokrasilerdekinin aksine bir politik sinerjinin yaratılamadığı söylenebilir. Michels, her ne kadar batılı ülkelerde de sol siyasetin temel karakteristiğinin, ‘işçi sınıfı tarafından değil, fakat işçi sınıfı adına siyaset’ niteliği olduğunu belirtse de, Türkiye’de sol partilerin sendikaların lider kadrolarına bu denli uzak durmaları açıklanmayı gerektiren bir durumdur. Zira CHP gibi partiler sendikal liderlere milletvekilliği listelerinde yer verseler dahi, seçilmeyi başaran sendikal liderlerin siyasal ömürleri, parti kadrolarından gelen siyasetçilere göre çok daha sınırlı olmaktadır. Dolayısıyla bu bize, Türkiye’de parti oligarşisinin sendikal aristokrasiye göre son kararı verme noktasında daha üstün olduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte sendikal liderlerin özellikle sol siyasete görece uzak durmalarını açıklarken göz önünde bulundurmamız gereken dinamiklerden bir diğeri de, sendikaların büyüklükleri, mali kapasiteleri ve lider kadrolarının genel özellikleridir. Yani bir başka deyişle Türkiye’de örgütlenme ve örgüt içi demokrasi ölçütleri açısından sendikal geleneğin nasıl oluştuğu sorusudur. Özellikle belli bir ekonomik güce ve sendikal bürokrasiye sahip olan sendikaların, sendikal liderliği nasıl yapılandırdıkları, bürokrasilerini nasıl oluşturdukları ve ekonomik kaynaklarını nasıl yönlendirdikleri liderlik mücadelesi açısından oldukça önem taşımaktadır. Bu nedenle kaynak ve olanakları yüksek olan sendikalarda liderlik mücadelesi de ona göre olmaktadır. Uzun dönemler boyunca sendikalarının başında kalmayı başaran liderlerin siyasal partilere görece mesafeli durmalarının ardında yatan etmenlerden birini de bu olduğu söylenebilir. Zira ücretsel imtiyazları açısından emek aristokrasisinin kaymağını oluşturan bu yeni sendikal seçkinler, on-yüz binlerce işçinin yönetiminden sorumlu birer beyaz yakalı profesyonel gibi –uzun dönemli yöneticiliği- tercih edebilirler. Pekala bu seçkinlerin bir kısmına bulundukları konum, belirsizliklerle dolu siyasal alandan daha cazip görünebilir.


Sendikaların 1990’lardan itibaren dünya ve Türkiye genelinde üye sayıları açısından ciddi kayıplara uğradığı ve işgücü havuzu içerisinde temsil ettikleri işçi oranı açısından da geçmişle kıyaslanamayacak bir dezavantaja itildikleri düşünüldüğünde, her şeyden önce sendikasızlaşma ve sendikasızlaştırma siyasetinin başta sendikal liderlik olmak üzere, sol siyaset açısından da önemli dezavantajlar yarattığı söylenebilir. Bunun sonucu ise kaynakları ve insan gücü daha da sınırlanan bir kurumsal çerçeve içinde sendikal liderlik için daha yüksek bir rekabet ortamına girilmesidir. Sendikal liderlik için rekabetin son derece arttığı ancak sendikaların eylem ve kapasite alanlarının daraldığı bir konjontürde, mevcut sendikaların liderlerinin de etkisi sınırlı olabilecektir. Mevcut etki de, daha çok belli büyüklüğe sahip sendikaların liderliğinde/yönetiminde kalma mücadelesine dönüşecektir. Michels’in de değindiği gibi işçi sınıfının içerisinden çıkan ve sözel-organizasyonel nitelikleri yüksek olan liderleri sendikal yönetime geçebilmekte ve sendikaların yönetiminde onlarca yıl yönetici konumunda kalabilmektedirler.
Sendikal liderlerin örgütleri içinde bu kadar uzun süre görev yapabilmelerinin en önemli nedenlerinden biri, şüphesiz sendikaların örgütler olarak üyelik profili ile yönetici profili arasında başka pek az kurumda olduğu kadar, farklılığın olmasıdır. Bir kanadı neredeyse tamamen kol-gücüne dayanan, yönetici ve uzmanları ise eski-işçilerden ve beyaz yakalı profesyonellerden oluşan bu asimetrik şema, sendikal liderlere iktidar geldikten sonra burada uzun süre kalabilme olanağı sunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’deki ‘sendikalarda iç rekabetin, çok sert olmakla birlikte daha az sayıda aday arasında geçtiği’ ve bir kez iktidarı ele geçiren sendikal liderin, diğer yönetici gruplarına göre görece daha uzun sayılabilecek bir kariyere sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla eğitimli orta-sınıflardan gelmemelerine karşın sendikal liderler, Michels’in de tespit ettiği gibi gerek parlamentodaki milletvekillerinin ortalamasından, gerekse benzeri meslek gruplarının yöneticilerinden daha az nitelikli değildirler.

Yüklə 0,56 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin