Genç Cumhuriyet ve Yeni Siyasal Elitin Yükselişi:
TBMM 1. Dönemde milletvekilline seçilen fakat 2. Dönemde TBMM’ye tekrar seçilemeyen milletvekili sayısı 229’dur. Burada seçilememenin nedenlerini iyi çözümlemek gerektiğini söyleyebiliriz; zira bu vekillerin bir bölümü kendi iradeleri ile TBMM dışında kalmayı tercih etmiş olabilecekleri gibi, bir bölümü yaşamını yitirdiği ya da sağlık koşulları vb. özel nedenlerle tekrar TBMM’ye dönememiş olabilir. 1. TBMM’ye seçilen 417 milletvekilinden sadece 188’i ikinci kez TBMM’ye girme olanağı yakalayabilmiş, Cumhuriyet’in ilanından sonraki yeni iktidar konfigürasyonu içerisinde yaklaşık yüzde 55’lik bir seçkin grup –farklı nedenlerle- dışarıda kalmıştır. Aynı biçimde Atatürk’ün öldüğü 1938 yılına kadar ki 5 seçim döneminde, TBMM’ye seçilmiş olan 992 milletvekilinden 592’si TBMM’ye milletvekili ikinci kez aday gösterilme -ve dolayısıyla seçilme- şansını yakalayabilmiştir. Bu sayı da bize şunu göstermektedir ki, Atatürk’ün öncülüğünde şekillenen TBMM ve Cumhuriyet siyaseti içerisinde etkili olan vekil sayısı yaklaşık olarak –ikinci kez TBMM’ye seçilenlerin sayısını ölçü almak kaydıyla- yaklaşık 600 siyasal seçkindir. 1938’den 1946’kadar ki Tek Parti Dönemi yönetimi boyunca ise bu sayıya yaklaşık 510 milletvekili eklenmiş ancak bunların yine yaklaşık 260’ı TBMM’ye yeniden seçilme şansını yakalayabilmiştir.
Bu sayıların ışığında 2. Meclise tekrar seçilen vekiller ile birlikte (188 vekil), 1950 Seçimlerine kadarki süre içerisinde yaklaşık 1300 vekil Cumhuriyet’in Tek Parti Döneminin parlamentodaki seçkinlerini oluşturmuştur. 1. TBMM’den 2007 Seçimlerini müteakip geçilen 23. Döneme kadarki yaklaşık 6000 (5998) vekilin yaklaşık 1300’ü bir bölümü tek parti döneminde seçilmiştir. Dolayısıyla 1. Meclis’i oluşturan ancak TBMM’ye ikinci kez seçilemeyen yani Kemalist kadrolar arasına –siyasal nedenlerle- giremeyen seçkinler ve 1946 seçimlerinde CHP saflarından TBMM’ye girmeyen veliler bu sayıdan düşüldüğünde elimizde kalan sayı 1300 civarındadır. Bu da şu demektir bu 1300 vekil, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının omurgasını oluşturur.
Bu vekillerin mecliste ortalama kalış süresi 2,4 dönemdir. Meclise seçilme yaşları ise ortalama 46 yaş civarındadır. 1920-1950 arasındaki dönemde meclise ikinci kez seçilen milletvekillerinin seçilme yaşı ise 45’tir. Dolayısıyla görece uzun siyasetin koşulu olarak siyasete erken başlamak olduğu söylenebilir. Bu dönemde TBMM’ye en az ikinci kez seçilen vekil sayısı ise yaklaşık 850 (849)’dır. En az üç kez seçilen vekil sayısı ise 517’dir. En az dört kez seçilen vekil sayısı 317; en az beş kez seçilen vekil sayısı 195; en az altı kez seçilen vekil sayısı ise 125’tir. TBMM’de minimum altı dönem görev yapan vekillerin meclise giriş yaş ortalaması ise 40’tır. Yaklaşık olarak şunu söyleyebiliriz ki, bu dönemde (1920-1950) genel seçilme yaş ortalaması 46 iken; bir kez daha fazla seçilen vekillerde bu sayı, seçilme sıklığına bağlı olarak bir yıl geriye gitmektedir. Yani TBMM’ye altı kez seçilen vekiller 40 yaşında TBMM’ye girerlerken (46-6=40); TBMM’ye yedi kez seçilenler ise 39 yaşında (46-7=39) TBMM’ye girmişlerdir. Aynı şekilde bu dönemde TBMM’ye üç kez giren 521 milletvekilinin meclise girme yaşı ortalama 43’tür.
TBMM’ye seçilme ve tekrar seçilme sıklığı göz önünde bulundurulduğunda karşımız çıkan tablo 1920-1950 döneminde TBMM’de yer almış yaklaşık 1500 (1489) vekilin, üçte birlik bir bölümünün (521 vekil) CHP’nin tek parti hakimiyetinin ve tek parti seçkinlerinin omurgasını oluşturduğudur.
Doğum yerleri itibariyle 1920-1950 yılları arasında TBMM’de görev yapan vekillerin yaklaşık 245’i İstanbul doğumludur; ikinci büyük sayısal temsil olanağı da 43 vekil ile İzmir’den gelmektedir. Aynı şekilde Misak-ı Milli sınırları dışında doğmuş olan ve ağırlıkla Balkanlardan (Selanik, Üsküp ve Manastır’dan) ve Ege adaları doğumlu olan vekillerin sayısı da yaklaşık 50 civarındadır. Bu sayılar bize Cumhuriyet’in kurucu siyasal seçkinlerinin ağırlıkla batı Anadolu ve Balkan kökenli Türklerden oluştuğunu ve İstanbul’un bu seçkinler arasında en önde gelen konumu işgal ettiğini göstermektedir. İkinci meclisten itibaren TBMM’de yer alan vekillerin genel kompozisyonunun aksine, Birinci meclise seçilen ve TBMM’i kuran kadrolar daha Anadolu illerinden gelmektedir. Nitekim Birinci Meclis’e seçilen ancak İkinci Meclis’e seçilemeyen vekillerin önemli bir kısmı (yukarıda bu vekillerin sayısının yaklaşık 230 olduğunu belirtmiştik) çoğunlukla İç ve Doğu Anadolu illerinden gelen vekillerdir. Bu iller arasında Yozgat, Van, Tunceli, Sivas, Siirt, Mardin, İçel, Isparta, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan ve Bitlis illerini saymak gerekir. Bu illerden 5 ya da daha yukarı sayıda vekil bir sonraki meclise seçilememiştir. Buna mukabil artan ölçüde batı illerinden ve ağırlıkla İstanbul’dan vekillerin TBMM’de yerlerini aldıklarını gözlenmektedir.
TBMM’ye ikinci kez yeniden seçilemeyen vekillerin büyük bir bölümü yerel açıdan etkili toprak sahibi ve irad sahibi sınıflar (yani çiftçiler), tüccarlar ve din adamları grubudur. Aynı biçimde belli sayıda belediye başkanı ve yüksek dereceli devlet memuru da –muhtemelen taşra bürokratı da- TBMM’de bir kez daha temsil edilme olanağı bulamamıştır. Yerel siyasette güçlü bu figürlerin ikinci mecliste kendilerine yer bulamamalarının nedeni olarak Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Kemalist kadrolarla diğer seçkin grupları arasındaki farklılaşmanın artışının bir rol oynadığı söylenebilir. Ancak bu temsil eksenindeki değişmenin önemli bir sonucu TBMM’nin eskisine göre daha az Anadolu seçkinlerine ve siyasal gruplarına dayanan daha çok da Batı Anadolu’dan ve büyük illerden gelen vekillerle siyasal arenanın şekillenmeye başlamasıdır.
Ağırlıkla 1. 2. ve 3. TBMM’ye seçilen ve siyasal kariyerinden süreklilik arz eden yaklaşık 220 vekil (219 vekil) TBMM’ye en az dört kez seçilme başarısını göstermiştir. Bu vekillerin CHP’nin ve Cumhuriyet seçkinlerinin omurgasının oluşturduğunu ileri sürmek yanıltıcı olmayacaktır. Zira bu 166 vekil ortalama olarak 5,9 dönem TBMM’de görev yapmıştır (en az dört dönem ve en çok 14 dönem olmak üzere). TBMM tarihinde en uzun süreyle milletvekilliği yapmış olan vekil Atatürk’ün yakın silah arkadaşı ve 2. Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İnönü’dür. Toplam 11 dönem milletvekilliği yapmış olan İnönü’yü hemen ardından Mahmut Celal Bayar izlemektedir. Refik Koraltan, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Özlap, Avni Doğan, Faik Öztrak, Emin Sazak, Ahmet Hamndi Yalman, Ziya Başara, Halit Mengi, Şevket Ödül, Mahmut Nedim Zabcı, Edip Servet Tör, Mahmut Recep Peker, Mustafa Abdülhamit Renda, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yusuf Kemal Tengirşek, Falih Rıfkı Atay, Mahmut Esat Bozkurt, Refet Bele, Ali Çetinkaya, Kazım Karabekir, Mazhar Müfid Kansu, Ali Fethi Okyar, Yunus Nadi Abalıoğlu gibi önemli şahsiyetler en az 6, genellikle 8 dönem milletvekilliği görevini yerine getirmişlerdir. Bu liste daha da uzatılabilir ancak burada önemli addettiğimiz nokta, TBMM’nin neredeyse yarıyı aşkın sayıda milletvekili 1923-1950 dönemi içerisinde sabit kalmış ve dönemselsel sınırlı sirkülasyon dışında siyasal seçkin listesinde radikal bir değişiklik söz konusu dahi olmamıştır.
Çok daha çarpıcı bir biçimde gözlemlediğimiz olgu ise milletvekillerinin çok sınırlı bir bölümünün yani yaklaşık 285’inin 2. (1923-27) ve 7. (1944-46) Dönem TBMM’ye sadece bir kez olmak üzere vekil olarak tayin edildiğini göstermektedir. Birinci meclisten sonraki meclislere seçilemeyen yaklaşık 230 milletvekilini hesaba kattığımızda Atatürk ve İnönü dönemlerinde yaklaşık 513 milletvekiline ikinci kez TBMM’de temsil edilme şansı verilmediği görülmektedir. Bu vekillerden 2. TBMM’ye seçilemeyip siyasetin dışında kalan milletvekili sayısı 230 olduğunu ifade etmiştik; 2. Meclise ilk kez seçilen 199 yeni vekile karşın onu izleyen 3. TBMM’ye (1927-1931) seçilemeyen vekil sayısı ise, 53 olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı şekilde 3. Meclise ilk kez seçilen 122 vekil arasında 4. Meclise seçilemeyen vekil sayısı da 38 olarak karşımıza çıkmaktadır. 4. Meclise (1931-1934) ilk kez 104 vekil arasından 30 vekil ise bir sonraki meclise seçilememiştir. Atatürk’ün ölmeden önce katıldığı son seçim olan 1935 yılı 5. TBMM (1935-1938) seçimlerinde meclise ilk kez seçilen 150 milletvekilinden kendisine temsil imkanı bulamayan vekil sayısı ise 50’dir. İnönü’nün cumhurbaşkanlığında yapılan ilk seçimlerde de TBMM’ye ilk kez 150 yeni vekil girmiş ve bunların 51’i kendisine bir daha TBMM’de yer bulamamıştır. Çok partili hayata geçmeden önceki son dönem olan 7. Dönemde ise (1944-1946) TBMM’ye ilk kez giren 162 vekilin, 62’si meclis dışında kalarak siyaset arenasını terk etmek durumunda kalmıştır.
Bu sayılar bize oransal olarak milletvekillerinin yaklaşık yüzde 35-40’nın çok partili hayata geçmeden önceki dönemde yeniden seçilme şansı yakalayamadığını ve parlamenter siyaset dışına itildiğini göstermektedir. Atatürk ve İnönü dönemlerini kapsayan ve 1950’lere gelindiğinde uygulanmaya başlayan kapalı oy ve açık tasnif usulüne kadarki TBMM’de yer alan siyasilerden TBMM’ye en az iki kez seçilen vekil sayısının yaklaşık 850 olması bizlere Cumhuriyet siyasal kadrolarının oluşumu açısından daha kapsamlı incelenmeyi hak eden yeni bir elit katmanıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Sayıları yaklaşık 850’yi bulan ve en az 2 kez TBMM’ye seçilen bu seçkinler kuşağı açısından altı çizilmesi gereken ayrım şudur: resmen 1946’da fakat uygulamaları ile 1950 seçimlerinde yürürlüğe giren çok partili hayata kadarki dönemleri 2. TBMM yani Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan 1923 seçimlerinden 1938’de Atatürk’ün vefatı ile sona eren 5. Döneme kadar ki yılları bir grup olarak; İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı ile başlayan 6. TBMM döneminden Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 9. Döneme kadarki bölümü ise ikinci bölüm olarak değerlendirmek ve elit oluşumları açısından bu iki dönemi belki kendi içinde de ayrıştırmak gerekir.
Aşağıdaki bölümlerde dönemsel olarak milletvekilli nesilleri arasındaki farklılıklara daha kapsamlı bir biçimde değinileceğinden, burada bir takım sosyolojik değişkenler eşliğinde TBMM’deki milletvekillerin dönemsel özelliklerinin analizine girişilecektir. Bu değişkenlerden bir kısmı yukarıda da değindiğimiz gibi yaş ve tekrar seçilme sıklığı gibi verileri bünyesinde barındırmakta; bir diğer kısmı ise daha çok cinsiyet, eğitim, mesleki arkaplan ve kariyer rotaları gibi değişkenler etrafında TBMM aritmetiğine yoğunlaşmaktadır.
2. 2. Çok Partililik ve Seçkinlerin Ertelenmiş Ayrışımı:
Çok partili hayata geçişle birlikte elit oluşum sürecinde askeri müdahaleler yoluyla yaşanan süreksizlikler siyasal parti geleneklerinin ve siyasal elitlerin sınıfsal köken, eğitim, mesleki arka plan ve coğrafi dağılım vb. noktalarda partiler arası farklılaşma eğilimlerini görmemizi geciktirmiştir. Çok partili hayata geçiş denemelerini, bu yüzden, Türkiye'de siyasal seçkinler arasındaki rövanşist rekabet kültürünü dönüştürmenin yanı sıra yeni elitlerin kurumsallaşmış bir birarada-lık kültürü geliştirmelerini de engellemiştir. Askeri yasaklar ve müdahaleler yüzünden siyasal seçkin oluşumlarına periyodik bir biçimde müdahale edilmemiş olsa -1960, 1971, 1980 vb. dönemlerde olduğu gibi-; siyasal yasaklamalar, infazlar ve parti kapatmalar gelenekselleşmemiş olsa idi, büyük olasılıkla Türkiye’nin sınıfsal-ekonomik seçkinlerinin siyasal seçkinleri ile kurdukları bağları daha uzun erimli olarak analiz etme olanağı yakalamış olacaktık. Bir yandan bu tür sınıfsal-politik ilişkilerin süreksizliği nedeniyle, diğer yandan da sağ ve sol siyaset geleneklerinde ve parti seçkinlerinin oluşumunda yaşanan gecikmeler nedeniyle, elit grupları arasında karşılaştırmalı analiz yapmanın güçlükleri daha da belirginleşmiştir. 1946-50 arası dönem itibariyle siyasal seçkinler başta olmak üzere, iş dünyasının ve diğer toplumsal seçkin gruplarının ayrışmaya başlaması ve rekabet eden sosyal-siyasal projeler etrafında örgütlenmesi nedeniyle iktidar elitleri literatürü açısından önemli bir dönemece girilmiştir.
Demokrat Parti'nin ortaya çıkışı, bu yüzden, Türkiye'de hem kültürel hem de sınıfsal olarak daha az temsil edilen sektörlerin kendilerine siyasal arenada yer edinebilmeleri açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Özellikle bir yandan merkez-taşra ekseninde seçkinler-arası farklılaşmayı daha net bir biçimde ortaya çıkardığı, diğer yandan da Türkiye siyasetinde görece silik duran sağ-sol ayrımının temellerinin atılmasında, CHP-DP ayrışması çok önemli bir rol oynamıştır. Embriyonik gelişimini tamamlamaya çalışan Anadolu sermayesinin, siyasal olarak temsil edilme olanağı bulamayan eşraf ailelerin, örgütlenmesi hız kazanan meslek odalarının ve yeni profesyonellerin bir bölümünün sağ-sol ekseninde kendilerini konumlandırmaları bu sayede mümkün olmuştur. 1960-1961 yılları arasında ortaya çıkan kesitlere rağmen, bu dönemi Türkiye'de siyasal seçkinlerin dönüşümü ve sirkülasyonu açısından ve 1961 Anayasası ile yeniden şekillenen siyasal spektrum açısından Türkiye’de liberal, milliyetçi ve muhafazakar sağ siyasal elitlerin oluşumunda başat bir kuluçka dönemi olarak görmek yanlış olmaz. Bu kuluçka dönemi, ironik bir biçimde elit kutuplaşma sürecini de içermiştir.
1961 Anayasası ile başlayan sürecin Türkiye’de elit oluşumları açısından bir diğer önemli özelliği de, seçim sisteminin 1924 Anayasasının öngördüğü iller bazında dar bölge sisteminden, nisbi temsil sistemine doğru evrilmesidir. Seçim sisteminin değişmesinin iki önemli sonucu çıkmıştır ortaya; bunlardan birincisi ana muhalefet partisine parlamentoda –seçimlerde aldığı oyla görece oranlı olarak- daha yüksek sandalye ile temsil edilebilmesine olanak vermiş olmasıdır. Bunun doğal bir sonucu ise muhalefet partisinin yanı sıra diğer küçük partilerin de mecliste temsil edilebilmelerine olanak sağlamasıdır. Bu sayede TBMM'de iki partili bir sistemden çok partili bir temsile doğru geçiş söz konusu olmuş, özellikle iktidar partisinin gücünü sınırlayacak şekilde diğer küçük marjinal partilerin de siyaset arenasına katılımına –nisbi temsil sistemi sayesinde- olanak sağlamıştır. Böylece merkez sağ ve sol partilerin dışındaki partilerin de parlamentoya girmesi ile TBMM'nin siyasal-ideolojik yelpazesi sağ ve sol kanatlara doğru genişlemiştir. Bu dönemde bir yandan Türkiye İşçi Partisi gibi sosyalist partiler, diğer yandan ise Milli Nizam Partisi gibi İslamcı partiler siyasal spektrumu uçlara doğru sürükleme olanağı yakalayabilmişlerdir. 1961’den sonra elit oluşumları açısından önemli ikinci kurumsal dönüşüm trendi ise, Millet Meclisinin yanı sıra Cumhuriyet Senatosunun kurulmuş olması, halkın arasından çıkan siyasal ve nispi temsil sistemine göre seçilen siyasal seçkinlerin yanı sıra, senatörlerin bir denge öğesi olarak belirmesidir (Tanör 2000:394-402). Halk içinde yüksek popülerlik kazanan ve çoğunluğu ele geçiren partileri, görece daha farklı sosyo-kültürel arka plana sahip siyasal-bürokratik seçkinler aracılığıyla dizginlemeyi amaçlayan bu uygulamalar, belli ölçüde hükümetteki partinin yetkilerini kısıtlamış, ancak buna karşın kimi noktalarda yönetsel krizlerin ortaya çıkışını da hızlandırmıştır.
Bu gelişmelerin Türkiye'de iktidar ve iktidar seçkinleri analizi açısından ortaya çıkardığı sonuçlardan birincisi, nisbi temsilden kaynaklanan güçlükler nedeniyle hükümetlerin daha çok koalisyonlar aracılığıyla kurulma ihtimalinin belirmiş olmasıdır. Bu diğer yandan şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde –dar bölge sisteminin terk edilmesi ile birlikte- sağ ve sol ideolojinin uçlarına doğru açılabilen küçük partilerin sistem içindeki ağırlığının ideolojik açıdan ve parlamenter aritmetik açısından da artması sonucunu beraberinde getirmiştir. İddia edebilir ki, sağ ve sol marjda küçük partilerin yükselişi, Türkiye'de hem ideolojik, hem de siyasal elitler arasındaki farklılaşma eğilimi arttırmış, merkez partilerin sistem içindeki ağırlığını bazı açılardan azaltmıştır. Bu süreçte merkez partiler, kendi içlerinde kontrollü bir şekilde ortaya çıkabilecek parti-içi kanatlardan yoksun kalmış; partiler ideolojik olarak daha az heterojen bir yapıya bürünmüşlerdir. Heterojenliğin azalmasının önemli sonuçlarından biri, merkez kitle partilerine alternatif olarak, kadro ve doktrin partilerinin kurumsallaşmasıdır. Farklı siyasal akımlardan beslenen siyasal parti geleneklerinin oluşması bir yandan ideolojik spektrumun genişlemesine neden olmuş diğer yandan da siyasal elitler arasındaki çatışmanın şiddetini arttırmıştır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, sol kanatta TİP gibi partilerin, sağ kanatta ise CKMP, MNP vb. partilerin ortaya çıkması ve siyasal-ideolojik rekabet koşullarında küçük partilerin orantısız güç kazanmaları, özellikle koalisyon dönemlerinde kimi kurum, bakanlık ya da sektörlerde orantısız ölçüde temsil edilmelerinin önünü açmıştır. 1970’lerin Milli Cephe Hükümetlerine götüren bu eğilimler, siyasal seçkinler arasında kadroculuk ve partizanlık kültürünün yerleşmesi ve kitle siyaseti için gerekli zeminin kaybedilmeye başlamasıyla sonuçlanmıştır. Hükümetleri kurma görevi verilen partiler açısından bu durum, küçük partilerin sistemik iddia ve beklentilerinin hoş görülmesi ve alttan alınması sonucunu beraberinde getirmiştir. Özellikle aşırı sağdaki milliyetçi ve İslamcı küçük partiler için bu gözle görülür bir biçimde, koalisyonun büyük partilerinden koparılacak tavizler ve elde edilecek kolaylıklar olarak ortaya çıkmıştır. Küçük partilerin siyasal sistem içinde kazandığı bu görece ağırlık, kendisini belli coğrafi bölgelerde de yoğunlaştırabildiği ölçüde bölgesel olarak da görece özerk sosyo-kültürel değerlere/doktrinlere sahip partiler olarak var edebilmelerine olanak sağlamıştır. Ilk bakışta çoğulculaşma izlenimi yaratan bu tablo, merkez patileri kadrosal ve ideolojik olarak yoksullaştırdığı gibi, marjinalist ve radikal bir siyasal seçkin grubunun siyasi ömrünün olması ortaya gerekenden çok daha uzun olması gibi bir sonuç çıkarmıştır.
Merkez partileri zayıflatan bu tablo, marjinal partileri –özellikle de sağ partileri- birer lider partisine dönüştürmesi yanı sıra, parti başkanlarına aşırı insiyatif ve yetki tanınması nedeniyle iktidar kültürü ve siyasal seçkinlerinin kompozisyonu açısından ortaya çarpıcı sonuçlar çıkmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, gittikçe homojenleşme eğiliminde olan partilerin, başkanların etkisi altında şekillenmesidir; parti-içi ideolojik farklılıkların hoş görülmemesi ve göreli özerk radikal partizan parti ve siyasal liderlik kültürünü siyaset arenasına taşımıştır. Seçmen tabanı görece küçük olmakla birlikte, önde gelen üyeleri arasında dayanışma düzeyi yüksek olan bu tür partilerin, siyasal ve bürokratik seçkinler arasında ne ağırlıkla temsil edildiğinin daha fazla araştırmaya gereksinim vardır. Her ne kadar askeri müdahaleler/darbeler, başta büyük partiler olmak üzere, bu tür küçük partilerin lider kadrolarını da tasfiye etme eğiliminde olmuşsa da, eski nesil siyasal seçkinler çeşitli mekanizmalarla bu kesintileri telafi etmişler ve siyasal kariyerlerini genellikle profesyonel siyasetçiler olarak sonlandırabilecek kadar uzun döneme yaymayı başarmışlardır.
Her ne kadar askeri darbeleri/muhtıraları izleyen dönemlerde siyasal seçkinlerin sirkülasyonunun nasıl gerçekleştiği ile ilgili olarak, özellikle siyasal yasaklılık ve siyaset dışına itilmiş eski siyasal seçkinler ile ilgili veriler bulunsa da, siyasal yasakların ne tür yeni siyasal seçkinlerin ortaya çıkışına olanak sağladığı da sistematik olarak analiz edilmemiştir. Ancak gerek yürüttüğümüz mülakatlardan, gerekse TBMM yıllıklarından çıkardığımız veriler ışığında şunu iddia edebiliriz ki, Türkiye'de darbeler siyasal elit kuşaklarının gençleşmesine doğrudan etki yapmıştır. 1960 Darbesinin bir sonucu olarak sadece köklerin CHP’nin ilk yıllarına kadar dayanan eski nesil bir siyasal elit tasfiye olmakla kalmamıştır; aynı zamanda 27 Mayıs 1960 Darbesi ordu içerisinde emir-komuta zincirinin kırılması ile ortaya çıkmış bir hareket olduğu için, aynı zamanda siyasal sisteme gerek Cumhuriyet Senatosunda doğal üyelik yoluyla dahil olan (Tanör 2000: 395), gerekse TBMM’ye seçilmek suretiyle genç bir asker kuşağının siyasal yaşama katılmasını beraberinde getirmiştir. 1960 askeri müdahalesini ve Demokrat Parti’nin kapatılmasını izleyen yıllarda bir yandan sağ siyasetçi kuşağı, diğer yandan da ordunun politizasyonu sonucu yeni bir siyaset kuşağı ortaya çıkmıştır.
Bu ise bize askeri darbeleri izleyen dönemlerde, farklı parti gelenekleri için farklı düzeylerde olmakla birlikte, kriz dönemlerinin yaşlı kuşak siyasetçilerle genç kuşak siyasetçiler arasında geçişliliğe olanak tanıdığını söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında 1960’lı yılların üç önemli toplumsal mobilizasyon eğilimi ile başat şöyle bir sonuç ortaya çıkardığı söylenebilir: a) Başta genç subaylar olmak üzere çeşitli vesilelerle 27 Mayıs müdahalesi, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir Olayı ve 9 Mart-12 Mart girişimleri askeri seçkinlerin siyasete doğrudan müdahale ettikleri bir dönemi başladığına işaret etmektedir. Ordunun aşırı politizasyonunun önemli sonuçlarından birincisi 27 Mayıs Darbesine katılan Subayların doğal senatör olarak Milli Birlik Komitesi kontenjanından siyasete dahil olmalarıdır. Bu süreçteki ikinci önemli gelişme 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir tarafından başlatılan ordu içerisindeki farklılaşmaya da işaret eden ayaklanma ve darbe girişimidir. Bu girişimler sonunda belli sayıdaki subay emekli edilmekle kalmamış, aynı zamanda sayıları 600’ü bulan Harp Okulu öğrencisi de okuldan atılmıştır. 9 Mart girişimi de bu açıdan bakıldığında askeri seçkinlerin sistem içinde kendi aralarında da farklılaşmaya başladığına ve 12 Mart 1971 tarihinde inisiyatifi eline geçiren seçkinler 9 Mart girişimine katılanları tasfiye etmiş ve ordudan ayrılmalarına neden olmuştur. İlginç bir biçimde bu dönemde ordudan atılanların bir bölümü Türkiye kültür ve siyaset yaşamında önemli konumlara gelmişlerdir.
1960’lardan itibaren toplumsal olarak etkin hale gelen ve elit oluşumları açısından önem taşıyan bir başka alan da, b) üniversitelerde gençlik hareketlerinin yükselişi ve bu hareketlerde etkin rol alan öğrencilerin Türkiye siyaset, medya ve ekonomi yaşamında etkili olan daha sonraki kuşakları oluşturan kesitleri oluşturmasıdır. Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde 1968 gençlik hareketlerini önceleyen (Arrighi et al. 1989), ancak daha sonra bu hareketlerle paralel gelişen bu yeni toplumsal gençlik dalgası Türkiye siyasetine damgasını vuracak olan sosyalist, milliyetçi ve muhafazakar seçkinlerin gelişimine katkıda bulunmuştur. Özellikle 1950 ve 1960’ları izleyen dönemde kitlesel yüksek öğretim olanaklarının artmasıyla birlikte, daha çok kentli orta ve üst sınıflardan olmak üzere, belirli bir oranda da Anadolu taşrasından çok sayıda üniversite öğrencisi genç büyük kentlerde bu mobilizasyondan etkilenmiştir. Sağ ve sol görüşlü öğrenciler kendi politik görüşlerine uygun olan dernekleri kurmuş ve bu dernek ve platformların önemli bir bölümü birer elit fidanlığı olarak işlev kazanmıştır. Bu derneklerin bir kısmı daha sonra gizli örgütlere dönüşmüş olmakla birlikte Türkiye siyasetinde etkili olan siyasi figürlerin önemli bir bölümü bu dernek ve örgütler içerisinden çıkmıştır. Denilebilir ki 1960 gençliğinin siyasal toplumsallaşmasında bu tür gençlik yapılanmalarının çok büyük etkisi olmuştur. Gerek sağ, gerekse sol görüşteki üniversite gençlerinin önemli bir bölümü bu tür dernekler, federasyonlar ve kulüpler aracılığıyla siyaset alanına girmişlerdir. Burada önemli olan bir diğer nokta da, üniversitelerin –hocalar da dahil olmak üzere- 1961 Anayasasının tanıdığı haklar sayesinde siyasete daha doğrudan katılma olanağına kavuşmuş olmaları nedeniyle, seçkin yetiştirme açısından çok önemli bir yer işgal etmeye başlamış olduklarıdır. Özellikle 1960’ı izleyen yıllardaki kitlesel politizasyonu, beraberinde toplumun en eğitimli kesimini oluşturan üniversite gençlerinin de siyasal hareketlerle eklemlenmelerine yol açmıştır. Fikir Kulüpleri Federasyonu, Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı gibi sol kökenli, ve Milli Türk Talebe Birliği gibi sağ-muhafazakar kökenli dernekler elit oluşumunda önemli rol oynamışlardır. Sağ ve sol görüşlü üniversite öğrencilerinin siyasal anlamda karşılaşmaları kadar önemli bir diğer gelişme de görece kentli ve taşralı gençlik kültür ve alt-kültürlerinin de karşılaşmış olmalarıydı. Özellikle 1960’larda Türkiye’deki lise sayısının sınırlı olduğu ve sadece belli başlı il merkezlerinde ve büyük ilçelerde bulunduğu göz önünde bulundurulduğunda, üniversite öğrenciliğinin göreli olarak kentli üst ve orta sınıfların yararlandığı bir olanak olduğu ileri sürülebilir. Özellikle sağ milliyetçi ve sağ muhafazakar görüşlerin üniversite öğrencileri arasında yaygınlık kazanmaya başlaması, bir yandan kente göçün, diğer yandan da taşra kökenli sağ kökenli beyaz yakalı elitlerin yükselişinin de bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
1960’lardan itibaren siyasal hayatı etkileyen ve daha sınırlı ölçüde olmakla birlikte Türkiye’de elit oluşumlarına katkıda bulunan bir diğer gelişme de, c) üye sayıları ve örgütlenme kapasiteleri hızla artan işçi sendikaları ve bu sendikaların yöneticileridir. Türk-İş ve daha çok DİSK gibi sendikalar 1960’lardan itibaren bir yandan emek mücadelelerinin ve siyasetin gündemini etkilemişler, diğer yandan da sendikal deneyimi olan sendikal seçkinlerin siyaset sahnesinde kendilerine yer bulmasına da olanak sağlamıştır. Her ne kadar beyaz yakalılar ve diğer meslek grupları kadar Türkiye siyasetinde yeterince temsil edilme olanağına sahip olamamış da olsalar, 15-16 Haziran 1967 İşçi Grevlerinden başlayarak başta DİSK olmak üzere, sendikaların yöneticilerinin siyasal hareketler içinde önemli bir yer işgal etmeye başladıklarını ve siyasal partileri etkilediklerini söyleyebiliriz. DİSK başkanı Kemal Türkler TİP içinde olmak üzere, Rıdvan Budak, Şevket Yılmaz, Bayram Meral gibi isimler CHP, DSP ve AP içerisinde siyaset yapma olanağı bulmuşlardır. Aynı şeklide Türkiye Yol-İş Sendikası kurucusu Doğan Onur, Türk-İş Genel sekreteri Emin Kul, Demiryolu İşçileri Federasyonu Başkanı Mehmet Acıdereli gibi isimler 1960’ların ve 70’lerin sendikal yöneticilik konumlarında bulunmuş ve siyasal partiler aracılığıyla TBMM’ye girmiş isimlerden bazılarıdır. 1970’leri izleyen yıllarda ise sağ-muhafazakar sendikaların yükselişe geçmesi ile birlikte Necati Çelik ve Yasin Hatipoğlu gibi isimler de HAK-İŞ sendikası aracılığıyla 1980’lerde siyaset alanında etkili olmuşlardır.
1980’lere gelindiğinde ise, 12 Eylül 1980 öncesi etkin olan siyasal kadroların neredeyse tamamı siyasetten yasaklanmış ve bunun bir sonucu olarak yeni partiler yeni siyasal kadrolarla siyasete devam etmek durumunda kalmışlardır. Bu konjonktürde özellikle merkez sağın güçlü partisi olarak sivrilen ANAP, a) belli bir düzey devlet bürokrasisi deneyimi olan kadrolar ile b) özel sektör perspektifi olan ekonomik-menajeryel elitleri buluşturmuş ve teknokratik-liberal bir ideolojinin eşliğinde yeni nesil bir milliyetçi-muhafazakar-liberal siyasal seçkinler grubunu kadrolarına dahil etmiştir. Bu açıdan bakıldığında, darbeler genel olarak siyasal elitlerin sirkülasyonu, restorasyonu ve tasfiyesi açısından önemli eğilimlerin ortaya çıkarılmasına olanak sağlayabilecektir. Aynı şekilde darbeler kadar olmasa da, muhtıralar da 12 Mart 1971, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 askeri muhtıralarının bir yandan elitler arası çatışmalı ilişkiler ve siyasal kültür, diğer yandan da kadrolar arası dolaşım açısından yarattığı sonuçları irdelemek de önem taşımaktadır. Bu müdahaleler siyasal kültür kadar siyasal liderlik üzerinde ve parti gelenekleri üzerinde de doğrudan etkili olmuştur. Adnan Menderes’in 1960’ı izleyen süreçte tasfiyesini ve Süleyman Demirel’in siyasete girişini ve daha sonra Adalet Parti’sinin başına geçişini başlatan sürecin bir benzeri; 12 Eylül’ü izleyen süreçte Süleyman Demirel’in yerine Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin başına ve başbakanlığa geçişi ve 28 Şubat 1997’i izleyen ve Refah Partisinin kapatılmasını ve Necmettin Erbakan’ın siyasi yasaklı haline gelmesini izleyen dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başına geçişi ile paralellikler taşır. Benzeri bir şekilde 12 Mart’ı izleyen dönemde İsmet İnönü’nün CHP’den ayrılmasını ve Bülent Ecevit’in CHP’nin başına geçişiyle sonuçlanan süreç de muhtıraların ve darbelerin, Türkiye’de sağ liderlik ve seçkinler için daha fazla olmak üzere, sol partileri de –daha az ölçüde olmak üzere- belirli oranlarda etkilediğini ve dönüştürdüğünü göstermektedir. İlginç bir biçimde bu müdahaleler ortaya çıkardıkları sonuçlar itibariyle 76 yaşındaki Bayar’ın ve 61 yaşındaki Menderes’in yerine 41 yaşındaki Demirel’i, 73 yaşındaki Erbakan’ın yerine 48 yaşındaki Erdoğan’ı, 85 yaşındaki İnönü’nün yerine 46 yaşındaki Ecevit’i getirmiştir. Ancak ironik olarak 12 Eylül 55 yaşındaki Ecevit’in yerine Halkçı Parti’nin başkanı olarak 61 Yaşındaki Necdet Calp sol hareketin liderliğine geçmiştir. Parti liderlerinin ve lider kadrolarının kuşaksal dönüşümünü irdelemek açısından, bu tür veriler daha ileri aşamadaki veriler için dayanak olarak kullanılabilecektir.
Bu bilgilerin ışında şunu iddia edebiliriz ki, 1960 ve 1980 askeri darbelerinin, 12 Mart 1971, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 muhtıralarının Türkiye’de elit oluşumlarına etkileri ve elitlerin dolaşımında/tasfiyesinde nasıl bir ortam yarattığı ayrıntılı olarak yeterince çalışılmamıştır. Ancak TBMM albümlerinden çıkarsayabildiğimiz kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, 1961’deki seçimlerde yani TBMM’nin 11.inci dönemde mecliste bulunan milletvekillerinin çok küçük bir bölümü 12. dönemde yeniden seçilebilmiştir. 1961 müdahalesinden sonraki dönemde TBMM’ye seçilen milletvekillerinin yaklaşık 370’i ilk kez TBMM’ye girmiştir; aynı şekilde 1983 seçimlerinde TBMM’ye giren milletvekillerinin yaklaşık onda dokuzu (9/10) ilk kez parlamentoda 17. dönemde yerlerini almışlardır. Bu ise sadece 1/10 oranında eski nesil siyasetçinin, TBMM’ye girmesinin mümkün olabildiğini göstermektedir. Yasakların yanı sıra 1961 ve 1982 Anayasalarının ardından kabul edilen yeni seçim yasalarının da siyasal elit oluşumları üzerinde etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Zira 1946’dan 2007’ye kadarki süre zarfında üç farklı seçim sistemi uygulanmış (1946-1960, 1961-1980 ve 1982’den günümüze dek) ve bu seçim yasaları farklı kota ve temsil mekanizmaları nedeniyle farklı tür siyasal partilere ve farklı siyasal seçkin tiplerine siyaset yapma kolaylığı ya da güçlüğü sunmuştur.
Özellikle 1961-1980 arası dönemde yukarıdaki bölümde de değindiğimiz gibi, küçük partilerin TBMM’de temsil edilmesine olanak sağlayan seçim yasaları nedeniyle, siyasal partiler bazen bölgesel ve yerel değersel öncelikleri öne çıkaran (Güler 2008), ve bazen de sağda ve solda marjinal ve ideolojik tonu yüksek olan partiler yaşam olanağı bulabilmiştir. Bu küçük partilerin TBMM’de temsil edilmelerine de olanak tanıyan bir siyasal konfigürasyonla karşılaşılmıştır. Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Birlik Partisi (Güler 2008) gibi soldaki partilerin yanı sıra, Milli Nizam Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi partilerin de bu dönemde yüzde 3-5 civarında seçmen oyu almalarına karşın TBMM’de temsil edilme olanağı, hatta Milli Cephe hükümetleri süresince koalisyon ortağı olma olanağı yakaladıklarına işaret etmiştik. 1982 Anayasasının ortaya çıkardığı yeni seçim yasası, bu uygulamaların tam aksine küçük partilerin siyasal sistem içindeki rolünü azaltan ve onlara TBMM’de temsil olanağı tanımayan bir uygulama başlatmış, büyük partilerin daha kolay hükümet kurmalarını ve küçük partilere koalisyon ortağı olarak ihtiyaç duymadan da hareket edebilmelerinin önünü açmıştır. 1961 Anayasası merkez sağın büyük partilerinin ellerindeki yüksek parlamenter temsil oranını azaltmak amacıyla böyle bir düzenlemeye giderken, 1970’lere gelindiğinde görülmüştür ki, meclisteki büyük partiler hükümet kurabilmek için diğer partilerden bakanlık karşılığında milletvekili transfer etmek zorunda kalmışlardır (11’ler olayında da görüldüğü üzere). Daha da sorunlu kurumsal gelişme ise büyük partilerin Cumhurbaşkanı seçemeyecek bir noktaya gelmiş olmaları ve siyasal sistemin tıkanmış olmasıdır.
1982 Anayasası yürütmeyi güçlendirmek ve sağın ve solun marjinal-radikal partilerini sistemin dışında tutmak için hem ülke barajını (yüzde 10), hem de seçim bölgesi barajını getirmiş bunun bir sonucu olarak da küçük partilerin eriyeceği ve merkez partilerin güçleneceği bir siyasal sistem tahayyül etmiştir. Şüphesiz ülke genel ve yerel barajlarının önemli bir sonucu, küçük partilerin TBMM’de daha az temsil edilmeleri olmuştur; özellikle 1980’ler ve 2000’ler küçük partilerin meclis dışında kaldığı dolayısıyla siyasal seçkinlerin de yeniden seçilme stratejilerini buna göre düzenlediği yıllar olmuştur. Özellikle 1990’larda ANAP, DYP ve MHP kökenli milliyetçi-muhafazakar kökenli siyasal elitler bu üç parti aracılığıyla siyasette daha uzun süre kalmayı başarabilmiş ve partiler arası geçişler nedeniyle, siyasal seçkinler arasında farklı bir tür siyasal sadakat ve siyasal pazarlık kültürünün gelişiminin de önünü açmıştır (Turan et al 2005). Buna karşın merkez sağ ve merkez sol partiler arasında siyasal seçkinlerin dolaşımını, sadece milletvekili seçilme/tekrar seçilme beklentilerine ve faydacılığa indirgemek de yanlış olacaktır. Siyasal seçkinlerin bir bölümünün parti değiştirme eğilimleri, siyasal seçkinlerin pragmatizminden ve fırsatçılığından çok, parti içi demokrasinin yokluğuna ve siyasetin finansmanı konusunda mevcut olan sorunlara da bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir. Seçim sisteminin ve sosyo-politik dinamiklerin bir sonucu olarak siyasal partilerin kurumsal olarak ulaştıkları nokta da, en az seçim sistemi kadar, siyasal elitlerin kaderi üzerinde etkili rol oynayabilmektedir; bu partilerin kısmen özerklik kazanarak kendi iç dinamiklerinin bir sonucu olarak ürettikleri oligarşik eğilimleri kemikleştirmelerinin de bir sonucudur. Gerçekten de Türkiye’de siyasal seçkinleri inceleyen bütün çalışmaların, sınıfsal dinamikler, elit networkleri ve seçim süreçleri kadar dikkat etmesi gereken bir diğer dinamik de siyasal partilerin iç yapıları ve liderlik yapılarının da göz önünde bulundurulması gerekir.
Askeri müdahalelerin siyasal seçkin oluşuma etkisine ek ilave olarak, değinilmesi gereken bir başka önemli gelişme de, müdahaleleri izleyen dönemlerde bürokrasinin etkisinin genel olarak artmasıdır. Askeri ve sivil bürokrasinin politik seçkinlere karşı bir yönetsel alternatif olarak ileri çıktıkları bu dönemler, siyasal yasakların ve yeni kurumsal dönüşümlerin de etkisiyle, mevcut olan ancak yetki ve ayrıcalıkları görece daha sınırlı düzeyde bulunan seçkin kategorilerinden birinin yükselişine de tanıklık eder. Bürokrasinin konumundaki bu değişiklik 1971 ve 1997 muhtıralarında görüldüğü gibi siyasal alandaki de facto boşluktan kaynaklanabileceği gibi, anayasal ve yasal düzenlemelerdeki değişikliklerden de kaynaklanabilmekteydi. Genellikle askeri seçkinlerin etkisinde şekillenen yeni bürokratik seçkinler, bunla birlikte, eski siyasal seçkinlerin ve partilerin güç kazanmasıyla birlikte eski hesaplaşmaların etkisinde, bu kez sivil seçkinlerin rekabetinin kurbanı olabilmekteydiler. Müdahaleler ertesinde parti seçkinlerinin güç kazanması bu açıdan bürokrasinin kısmen eski konumuna dönüşünü ve 28 Şubat 1997 örneğinde görüldüğü gibi, izleyen yıllarda bizzat müdahalenin muhatabı olan partilerin kadrolarının elinde bazen negatif ayrımcılığa da maruz kalmalarını beraberinde getirebilmekteydi.
Bürokratların müdahalelerin hemen ertesinden siyasete katılmaları genellikle iki biçimde olabilmekteydi; bunlardan birincisi siyasal yasaklar ve parti kapatmalar nedeniyle daha önce açık siyasal bir geçmişe sahip olmayan ya da siyaseten sakıncalı kabul edilmeyen bürokratların siyasal partilerin listelerinden siyasete katılmalarının yolunun –dolaylı olarak- açılmış olmasıdır. Bakanlıklar bürokrasisinde görev alan çok sayıda üst-düzey bürokratın bu dönemlerde siyasal partilerin listelerinden aday gösterildikleri ve TBMM’ye girdikleri görülmektedir. Özellikle Özallı yıllar, siyasal yasaklar nedeniyle gerek sağ partilerden gerekse sol partilerden çok sayıda üst düzeyde bürokratın siyasete girmesinin önü açılmıştır. Örnek vermek gerekirse 17. Dönem TBMM yıllığından çıkarsadığımız kadarıyla meclise ilk kez seçilen milletvekillerinden yaklaşık 14’ü müsteşarlık ve müsteşar yardımcılığı görevinde bulunmuştur; bunlardan 2’şer vekil Halkçı Parti ve Milliyetçi Demokrasi Partisi saflarından meclise girerken diğerleri ANAP saflarından TBMM’ye girmişlerdir. Aynı dönemde çoğunluğu Milliyetçi Demokrasi Partisi saflarından olmak üzere yaklaşık 25 asker kökenli milletvekili de TBMM’ye girmiştir. Bürokrasinin rolünü arttıran diğer gelişme ise, anayasal ve yasal değişiklikler aracılığıyla yeni karar mercilerinin ihdas edilmesi ve bu çerçevede yeni bürokratik kadroların oluşturulmasıdır. Anayasa Mahkemesi, Devlet Denetleme Kurulu, Yüksek Öğretim Kurulu ve pek çok üst kurulun müdahaleleri dönemlerde kurulmuş olmaları nedeniyle, siyasal seçkinleri dengeleyici bir karakteristik taşıdıkları ileri sürülebilir. Benzeri bir süreci yani siyasetin bürokratik seçkinlerin etkisine maruz kalması olgusunu, 12 Mart’ı izleyen bürokrat hükümetinde ve diğer muhtıra ertesinde kurulan hğkğmetlerde de belli ölçüde gözlemlemek mümkündür. Özellikle 1. ve 2. Nihat Erim Hükümetlerinde, Bülent Ulusu hükümetinde dışarıdan atanan bakanların sayısı siyasetin non-paritzan ve bürokratik karakterini görece ortaya koyan örneklerdir. Bu dönemlerde aralarında Zeyyat Baykara, İlhan Öztrak, Haluk Bayülken, Ziya Müezzinoğlu, Türkan Akyol, İlhan Evliyaoğlu, Bülent Ulusu, Turgut Özal, Recai Baturalp, Cafer Tayyar Sadıklar, Cevdet Menteş, Adnan Başer Kafaoğlu, Şerif Tüten, Nemci Özgür, Hurşit Kemal Cantürk, Cihat Baban gibi isimler ya doğrudan bürokratik kadrolardan deneyimlerine binaen, ya da bürokratik deneyimlerinin yanı sıra Cumhuriyet Senatosunda belli bir süre görev yapmış olmalarından kaynaklanan nedenlerle geçiş döneminin hükümetlerinde görev almışlardır. Bürokratik seçkinlerin siyasete intikal patternlerini aşağıdaki bölümlerde ve karşılaştırmalı olarak irdeleyeceğiz, ancak geçici bir önerme olarak şunu ileri sürebiliriz ki, TBMM’de bürokrat kökenli siyasetçilerin görece çokluğu bir yandan Osmanlı-Cumhuriyet devlet geleneğinin tarihsel ağırlığının bir sonucu olarak, diğer yandan da Türk demokrasinin askeri müdahaleler nedeniyle sıklıkla kesintiye uğramış olmasından kaynaklanmaktadır. Aşağıdaki bölümlerde de değineceğimiz gibi, modern Türkiye tarihinde siyasal seçkinler ve bürokratik seçkinler arasındaki ilişki, a) bir yandan bir süreklilik ilişkisi iken yani yüksek bürokratik kariyer siyasal kariyere giden yolda –bir tür terfi mekanizması olarak- en güçlü adaylardan biri iken, b) diğer yandan da bürokratik kariyer özellikle geçiş dönemlerinde bürokratik seçkinler siyasal seçkinleri ikame eden bir mekanizma olarak ortaya çıkmışlardır.
Dostları ilə paylaş: |