2. 3. Küresel ve Yerel Dinamikler Aracılığıyla Yeni Seçkinler:
1980’lere gelindiğinde ise bir yandan yukarıda değindiğimiz gibi yeni nesil siyasal seçkinlerin oluşumunda, diğer yandan da –belki de en az siyasal seçkinler ve yeni nesil bürokratik seçkinler kadar- ekonomik seçkinlerin oluşumunda çok önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Böylece modern Türkiye’de iktidar seçkinlerini büyük ölçüde şekillendiren bürokratik, siyasal ve ekonomik seçkinler arasındaki ilişkilerin daha karmaşık bir hale geldiği bir dönemece girilmiş oldu. Bu nedenle 1980’li yıllardan itibaren ekonomik seçkinlerin oluşum ve dönüşümüne ilişkin yapılacak değerlendirmeler, dolaylı ya da doğrudan Türkiye’de ekonomik ve siyasal krizlerin sonucunda yeniden şekillenen elit konfigürasyonlarını anlamak açısından da önem taşımaktadır. Zira ekonomik yaşamı ve dolayısıyla ekonomi seçkinlerini etkileyen sistemik krizler, aynı zamanda farklı iktidar blokları arasındaki çatışmalı rekabet ilişkisini de açığa çıkarmaktadır. Bu açıdan sistemik krizler, eski ve yeni iktidar bloklarının ve buna bağlı olarak konumlanan seçkinlerin dönemsel karakteristiklerini de ortaya sermek literatüre katkılar sunabilmektedir. Özellikle Türkiye’de iktisadi gelişmeler açısından önemli dönüm noktaları olan 1913 Müslüman Boykotajı, 1924 İzmir İktisat Kongresi, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Olayları ve 1960 sonrası DPT öncülüğünde yürütülen Planlı Kalkınma dönemi ve son olarak da 24 Ocak 1980 kararları, iktisadi elit oluşumları açısından da tarihsel olarak önemli dönüm noktalarıdır.
Bu dönüm noktaları, bir yandan yeni ekonomik politikalar ve sermaye birikim stratejileri, diğer yandan da yeni örgütlenme ve kurumsallaşma süreçleri açısından da önem taşımaktadır. Nitekim savaş sonrası dönemde ve çok partili yaşamın hemen başında 1950 yılında kurulan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve 1960’lı yıllarda kurulan Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) gibi kuruluşlar ve holding biçiminde örgütlenen şirketlerin yükselişi ile birlikte düşünüldüğünde, ekonomik iktidarın Cumhuriyet’i kuran siyasal iktidar karşısında önemli kurumsal kazanımlar elde etmeye başladığını göstermektedir. İş dünyasından ve meslek örgütlerinden siyasete katılan iş adamların, siyaset seçkinleri arasındaki konumlarının ortaya çıkarılması da, elitler literatürü açısında önem taşır. Politik olarak etkisini 1970’li yılların sonunda Bülent Ecevit aleyhine gazetelere verdikleri ilanlarla gösteren TÜSİAD, ekonomik seçkinlerin en başından beri devlet ve hükümetle yürüttükleri bağımlılık ilişkisini bir ölçüde aştıklarını (Buğra 1993, 1994) ve siyaset karşısında göreli özerk bir konuma doğru evrilmeye başladıklarını da göstermektedir.
Bir yandan TÜSİAD’ın 1970’lerden itibaren siyasete artan ölçüde taraf olmaya başlaması, diğer yandan da TOBB’un bir kurum olarak ve teker teker başkanları aracılığıyla Türkiye sağ siyasetinde önemli yer tutması, bize göstermektedir ki, 1950’lerden itibaren Türkiye siyaseti artan ölçüde iş dünyası ve ekonomik elitler siyasal alanda klasik olarak işgal ettiklerinden daha fazla yer işgal etmeye başlamışlardır. 1980’ler bu açıdan bakıldığında yeni bir işadamları kuşağının ortaya çıkması ve mevcut ekonomik elitlerin güçlerini perçinlemeleri, siyasal ve bürokratik iktidar alanlarına ek olarak üçüncü alanın da ortaya çıktığını göstermektedir. Ancak bu dönem aynı zamanda ekonomik seçkinler arası bir rekabetin ve çatışmanın da yaşandığı bir dönemdir. Özellikle Anadolu’nun yeni yükselen işadamları kuşağının bu dönemde kendisine yer açmaya başladığı ve kendi kurumlarını oluşturmaya başlamaları da yakın tarihin en önemli gelişmelerinden biridir. MÜSİAD bu dönemde hem iş dünyasının daha fazla politizasyonunun, hem de kendi iç ayrışmasının bir göstergesi olarak ortaya çıkmış ve siyasal gündemi etkilemiştir. Anadolu sermayesinin ortaya çıkışı ve siyasal tercihlerini ortaya daha açık bir biçimde koymaya başlaması, ilerleyen bölümlerde daha kapsamlı bir biçimde tartışacağımız gibi, Türkiye’de bir yandan kapitalizmin taşra illerinde gelişimine, diğer yandan da yeni hegemonik bir elit kuşağının ortaya çıkışına işaret etmesi açısından önemlidir. Muhafazakar-İslami işadamları kuşağının küreselleşmenin farklı görünümleri ile eklemlenmesi, Türkiye’de İslami iktisadi seçkinlerin kurumsallaşmasında önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.
Türkiye’de burjuvazinin ve ekonomik seçkinlerin dönüşümün incelenmesi, bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, siyasal ve ekonomik krizleri izleyen dönemlerdeki yeniden yapılanma dönemlerini göz önünde bulundurmayı gerektirmektedir. Bu krizlerin analizi, daha ileri aşamalardaki çalışmalar için, Türkiye’de ekonomik olarak büyüyen ya da küçülen sektörleri, holdingleri ve ekonomik seçkinleri de tarihsel sosyolojik bir perspektiften gözlemleyebilmeyi mümkün kılacaktır. Şüphesiz bu tür makro-ekonomik ve makro-sektörel verilerin analizi, bizlere büyük kentlerde olduğu kadar Anadolu’nun gelişmekte olan illerindeki girişimciler ve büyük aile işletmelerinin akıbeti hakkında da bilgi verebilecektir. Bu değerlendirme özellikle sektörel ve bölgesel teşviklerin yeni ekonomik elitlerin ortaya çıkışını nasıl etkilediği zaman dilimleri içerisinde gözlemlemeyi de mümkün kılacaktır. Özellikle Türkiye’de endüstriyel, finansal ve ticari kapitalizmin gelişimi dönemsel olarak izlenen makro-büyüme, teşvik ve korumacılık stratejilerinden bağımsız olarak düşünülemeyeceğinden, bir yandan illerin kapitalist gelişme ve yerel girişimcilik serüvenine bakmak, diğer yandan da bu dönüşüm içerisinde eski nesil yerel seçkinlerle ortaya çıkan yeni nesil seçkinler arasında nasıl bir iş bölümünün gerçekleştiğini de görmeyi mümkün kılacaktır. Özellikle Ege, Marmara ve Akdeniz bölgelerinde tarımsal kapitalizmin güçlü olduğu illerde özellikle büyük toprak sahibi ailelerden ve kentli eşraf ailelerden gelen siyasal seçkinlerin, çok önemli bir bölümü yerel ekonomide etkisi artan ticari ve endüstriyel seçkinler karşısında gölgede kalmış bir süre sonra da, iktidarlarını paylaşmak durumunda kalmışlardır. Bazı durumlarda ise toprak sahibi seçkinlerin ve eski nesil eşraf ailelerin etkisi çok düşük düzeylere inmiştir. Aşağıdaki bölümlerde daha kapsamlı bir şekilde tartışacağımız bu dinamikler, iktidarın yerel düzeyde üretimini, paylaşımını ve yeniden üretimini de orta süreli (mezzo durée) tarihsel analize tabi tutmamıza olanak vermektedir.
Özellikle 1980’den sonra ihracata yönelik kalkınma politikaları eşliğinde yürütülen ihracatta vergi iadesi uygulamaları ve bölgesel teşvik politikalarının yeni nesil iktisadi elitlerin oluşumunda çok önemli rol oynadığı görülmektedir. Teşviklerin yanı sıra Türkiye’de izlenen özelleştirme politikalarının da ekonomik elitlerin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Daha çok büyük ölçekteki şirketlerin ve holdinglerin yararlandığı özelleştirmeler, Anadolu’da yürüttüğümüz mülakatların da gösterdiği üzere, büyük illerin kimi müteşebbislerinin kurumsallaşmasına ve ekonomik elitler olarak konumlarını yerel düzeyde güçlendirmelerine katkıda bulunmuştur. Özetlemek gerekirse 1980’lerden itibaren yerel iktisadi seçkinlerin oluşumu açısından oldukça elverişli iç ve dış koşulların ortaya çıktığı ileri sürülebilir. Çeşitli bakanlıklara bağlı olarak açılan ve altyapı yatırımlarını ilgilendiren kamu ihaleleri başta inşaat sektörü olmak üzere, yerel inşaat şirketleri ve müteahhitler için önemli gelişim alanları sağlamış; müteahhitlik sürükleyici bir sektör olarak bir yandan yerel siyasal seçkinleri, diğer yandan da devlet bürokrasisini kendi çıkarları için mobilize etmeyi başarabilmiştir. İhaleler, yatırım teşvikleri, özelleştirmeler vb. makro-iktisadi değişkenler nedeniyle Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmediği kadar büyük bir ekonomik dinamizm ortaya çıkmış ve bunun bir sonucu olarak yerel ekonomik girişimciler (ya da sınıf söylemiyle burjuvazi) yerel düzeyde siyaset ve toplum hayatında etkili olmaya başlayan aktörler olarak sivrilmişlerdir. Burada yerel ekonomik aktörlerin çıkar ve beklentilerini temsil etme ve dile getirme noktasında öne çıkan en önemli olan kurumlar Ticaret ve Sanayi Odalarıdır.
Yükselen işadamları bir yandan kişisel olarak gerçekleştirdikleri bağlantılar aracılığıyla, diğer yandan da işadamı örgütleri ile aracılığıyla yerel ve ulusal iktidar ağlarının örülmesinde ve etkin hale getirilmesinde rol oynamışlardır. Özetlemek gerekirse 1950’lerden itibaren işadamı örgütleri (TOBB, TÜSİAD gibi) ve teker teker ülke ekonomisinde başat hale gelen holding şirketleri, 1980’lere gelindiğinde ulusal ve yerel düzeyde faaliyet gösteren müteahhitlik şirketleriyle birlikte siyasal ve bürokratik seçkinler arasındaki rekabete eklenen üçüncü bir öğe olarak öne çıkmış ve çoğu durumda her iki elit kategorisini de, ya doğrudan etki altında bırakarak kendi çıkarları doğrultusunda karar almaya yönlendirmiş/yüreklendirmiştir. Bazı durumlarda ise özellikle yerel düzeyde ekonomik seçkinlerin bir bölümü siyasetle doğrudan ilgilenerek yerel yönetimlerde ya da genel seçimlerde etkinliğini arttırmıştır. Çoğu durumda, özellikle yerel siyaset söz konusu olduğunda, iş dünyasının ağırlığının kurumsal temsilciler ve tekil müteşebbisler olarak arttığını gözlemleyebiliriz.
1990’lardan itibaren Türkiye’de ortaya çıkan bir başka elit kategorisi de, kültür dünyasının bir uzantısı olarak kabul edilebilecek olan medya seçkinleridir. Daha çok özel televizyonların yaygınlaşması ile birlikte, günlük gazete ve dergilerde çalışan çok sayıda yeni nesil yazar, çizer ve program yapımcısının düşünce dünyası üzerinde etki yaratabilecek bir güce erişmiştir. Her ne kadar 1980 öncesi dönemde de gazetecilerin Türkiye siyaseti üzerinde doğrudan siyasetçiler olarak ya da dolaylı biçimde düşünce adamları olarak etkisi görülmüşse de, 1990’lardan itibaren medya seçkinlerinin yerel ve ulusal düzeylerde etkinliğini arttırdığı ve toplumsal seçkinler arasında gözle görülür bir yükselişle karşılaştıkları görülmektedir. Özellikle özel televizyon ve ulusal gazete sayısındaki artış, siyaset ve ekonomi dünyası ile medya dünyasının iç içe geçmesini kolaylaştırmış; bu yolla medya seçkinleri ve siyasal seçkinler arasındaki etkileşim daha organik hale gelmiştir. Medya seçkinlerinin önemli bir bölümü her ne kadar meslek etiği açısından tarafsız ve partiler üstü bir konum benimsemeye çalışıyor da olsalar, siyasal süreçler üzerinde doğrudan etki yaratabilecek denli politikleşmiş konum da benimseyebilmektedirler. Bunu önemli sonuçlarından biri, siyasal seçkinlere doğrudan dahil olmasalar da medya entelektüellerinin, yeni nesil seçkinler olarak diğer toplumsal seçkin kategorilerinin yanında yükselişe geçmeleridir.
3. Siyasal Elit Kuramlarını Yeniden Düşünmek:
Klasik ve Modern Tartışmalar Aracılığıyla Türkiye’ye Bakmak
3. 1. Pareto’nun Psiko-Politik ve Ahlaki Dalgaları: Elitlerin (Yeniden) Dönüşümü
Weber’e göre insanlar, yetkisinin meşru olmadığını düşündükleri kişilere itaat etmezler. Bunun sonucuna göre, bir toplumda otorite duygusunun ne zaman var olduğunu söyleyebiliriz: İnsanlar yöneticilerine gönüllü olarak itaat ettikleri zaman.
Richard Sennett (2005:30)
“Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü” (1991) adlı eseriyle elit sosyolojisi gelişimine büyük katkıda bulunan Vilfredo Pareto, kendisini önceleyen ve iktidar, bürokrasi ve yönetici sınıflar üzerine kuramlar geliştiren Marx ve Weber’in çalışmalarından farklı bir kanalda, elitlerin tarihsel dönümler (cycle) içinde yer değiştirmesi ve yeniden üretimi sorunuyla ilgilenmiştir. Buna ek olarak Pareto, erken demokrasi çağında elit yönetiminin ortaya çıkarabileceği çelişkilerin altını çizmiş, ancak yine de elit yönetiminin kaçınılmazlığı ve gerekliliğini kuramsallaştırmıştır. Bu yönüyle Pareto’nun sadece elitler sosyolojisinin kurucu isimlerinden biri olmadığı, aynı zamanda elitist bir yönetim anlayışına sahip olduğu görülmektedir. Muadili olan Gaetano Mosca ile birlikte, Pareto’nun elitler sosyolojisinin gelişimine ilham kaynaklığı yapmış bir çalışma ortaya sunduğu ortada olmakla birlikte, ancak bu katkının daha da geliştirilmesi konusunda yeterli kimi girişimlerin atılmadığı da söylenebilir. Aşağıdaki satırlarda özelde Pareto’nun genelde ise elit sosyolojisi ve iktidar sosyolojisi alanında çalışan kuramcıların çalışmalarına, bir yandan kimi kuramsal değerlendirmelere geliştirici bir eleştirellikle yaklaşılacak, diğer yandan da bu kuramların Türkiye’de yürütülen/yürütülecek iktidar ve seçkinler alanındaki çalışmalara yapabileceği katkıların neler olabileceği tartışılacaktır.
İktidar ve elitler sosyolojisinin Türkiye’deki siyasal ve toplumsal süreçlere –eleştirel bir gözden değerlendirildikten sonra- uyarlanmamış olması, elitler literatürünün pek çok açıdan havada kalmasına ve Türkiye örneğinden yeterince çıkarım yapılamamasına neden olmaktadır. Demokrasisi kimi kesintilere rağmen belli bir olgunluğa erişmiş gelişmekte olan diğer ülkelerle birlikte, Türkiye iktidar seçkinleri literatürü açısından hala çalışılmamış bir ülkedir. Çok renkli siyasal parti gelenekleri, dinsel ve seküler siyasal akımları, etnik ve mezhepsel bileşenleri ile siyasal seçkinleri bir yandan; hızlı ve eşitsiz sermaye birikim süreçleri sonunda oluşan ekonomik seçkinleri ve oligarkları diğer yandan; ve devlet geleneğini temsil eden sivil-asker bürokratik kadro ve gelenekleri ile birlikte iktidar seçkinler literatürü Türkiye’nin güncel toplumsal tarihine gerektiği kadar uyarlanmamıştır. Aşağıdaki satırlarda literatür ve Türkiye deneyimleri arasındaki muhtemel çağrışımları göz ardı etmeksizin, elitler literatürünün kimi önde gelen isimlerini ve temalarını tarayacağız.
Vilfredo Pareto’nun seçkinler sosyolojisi, bir yandan seçkin oluşumlar ile toplumsal, psikolojik ve dinsel dalgalar arasındaki ilişkilere bakarken, diğer yandan da farklı kaynaklardan beslenen rakip elit gruplarının oluşumu ve birbiriyle etkileşim sürecine eğilmektedir. Giriş bölümünde de kısaca değindiğimiz gibi Pareto 1900’lerin başlarından itibaren Avrupa’da egemen olmaya başlayan kitlesel hareketlerin ve kitlelerin iktidardan daha fazla pay istemeye başlamalarının ve daha da önemlisi işçi sınıfından ve kitle hareketlerinden beslenen bu yeni sübjektif çevrimlerin/dalgaların sosyolojisini yapmaya çalışmaktadır. Pareto’nun başlangıç önermelerinden birincisi, insan eylemlerinin kökenlerinde a) mantıksal akıl yürütme kadar b) duyguların da bulunduğudur. Pareto, iktisat kuramına özellikle de mikro iktisat alanına Pareto optimumu ve kayıtsızlık eğrisi (Pareto efficiency, indifference curve) gibi kavramlarla katkıda bulunmuş bir iktisatçı olarak, toplumsal alanı objektif ve sübjektif formların bileşimi olarak görür (p.27-8). Pareto, sosyolojik bir yasa olarak insan topluluklarının çıkarlar kadar, duygusal nedenlerle de harekete geçtiğini ifade ederek, insan eylemlerinin ardında yatan uzun dönemli etkenlerin neler olduğunu ortaya çıkarmaya çalışır. Bu etkenleri tanımlayan, Pareto’ya göre, en önemli kavram Herbert Spencer’in de gelişimine katkıda bulunduğu “ritim yasaları”dır. Ve tıpkı ekonomik krizleri anlamamıza yardımcı olan ritimler gibi, ahlak, din ve siyaset alanlarında da kitlesel hareketleri anlamamıza yardımcı olacak sentimental çevrimler vardır. Bu sentimental çevrimler, ilk bakışta kendi başına bağımsız bir değişken gibi görünen dinlerin bile üzerinde yükseldikleri bir genel duygu durumu yaratırlar; yani bir anlamda dinler belli duyguları yaratmazlar, daha ziyade Hıristiyanlık ve pek çok küçük dinsel tarikat, dönemin genel karakteristiğini şekillendiren sentimental çevrimlerin içinde şekillenirler.
Pareto, iktisat kuramına ve elitler sosyolojisine katkıda bulunan Joseph Schumpeter gibi (1939), iş dünyasını etkileyen ekonomik çevrimler gibi siyaset alanını da etkileyen çevrimlerin var olduğunu iddia eder. Dolayısıyla Pareto için sosyoloji açısından sentimental çevrimlerin, ekonomik ve ahlaki çevrimler gibi genel dönemsel dönüşümleri açıklamak için anlaşılmasını gerektirir. Bu çevrimlerin anlaşılması, yani toplumların yaşamalarında etkili sonuçlar yaratan ekonomik ve duygusal dalgaların anlaşılması, elit oluşumlarının anlaşılmasının da koşuludur; tıpkı diğer dalgalar ve çevrimler gibi, elit oluşumları da yükseliş ve düşüş eğilimleri gösterirler; ve elit çevrimleri ekonomik ve duygusal çevrimlerle etkileşim içinde şekillenirler. Bu açıdan bakıldığında Pareto’nun ilgisini çeken asıl dinamik, siyasal, ahlaki ve dinsel inanç dalgaları ve inanç çevrimlerinin ortaya çıkmasıdır; bir anlamda dinselleşmiş siyasal değerlerin anlaşılması sürecidir. Pareto, yeni toplumsal hareketlerin öncülüğünü yapan grupları bu nedenle dinsel öncüler olarak görür; zira güçlü siyasal akımlar kendilerini dinselleştirerek, yani bir tür duygusal dogmatizm/püritenlik yaratarak ancak var edebilirler. Avrupa siyaset sahnesinde son iki yüzyıldır etkili olan yurtseverlik, milliyetçilik ve sosyalizm akımlarının hepsinin ortak özelliği, bir tür dinselleşme eğilimi göstermelerinde ve daha üst bir ahlaki ilkeyi savundukları inancını yaratmalarında yatar (Pareto 1991:.42-58). Bu üst ahlaki ilke, dezavantajlı toplum katmanlarının temsilciliğinin yapılmasını yani alt-sınıflarla bir tür dayanışma ahlakının geliştirilmesini içerir. Yeni seçkinler, kendi iktidarlarını ancak ayrıcalıklardan mahrum bırakılmış toplum katmanlarının çıkarlarını kendi çıkarlarından daha fazla savunuyor göründüklerinde başarılı olabilirler (s. 36). Dolayısıyla haksızlığa uğrayanlarla dayanışmanın ve onlara liderlik edebilmenin koşulu, ahlaki olarak kendi çıkarlarının üzerinde başka katmanların haklarının savunusunu üstleniyor olmaktır.
Bu yeni dayanışma ve liderlik sayesinde farklı değerlere ve siyasal ütopyalara sahip yeni elitler ise, yeni nesil inanç çevrimlerinin/dalgalarının ortaya çıkmasından bu sayede yararlanabilirler (s.34). Tıpkı “monarşizm” karşısında “cumhuriyetçiliğin”, “milliyetçilik” karşısında “sosyalizmin” (s.35) etkili birer akım olarak ortaya çıkabilmesi gibi, yeni nesil elitler de ancak eski değerlere bağlı olan seçkinler karşısında rekabet sürecine girerler. Eski elitler dolayısıyla eski değerleri, çıkar gruplarını ve sınıfları savunan ve konumlarını yeni ahlaki sistemlere karşı savunan kesimler olarak tasvir edilirler. Duygusal ve değersel çevrimler öyle güçlü bir karakter kazanabilirler ki, devrimci/yıkıcı dinsel hareketler kadar etkili olabilir; ve eski sistemle özdeşleştirilen kurumları ve elitleri alaşağı edebilirler. Burada Paretocu yaklaşımın belki de en önemli sosyolojik katkısı, elit oluşumları ile ahlaki-duygusal-ideolojik dalgalar arasında birbirini besleyen ve güçlendiren bir bağ kurmuş olmasıdır. Pareto, bu görüşünü Tocqueveille’in Fransız Devrimi ile ilgili görüşleriyle açıklar; ve der ki “Fransız Devrimi, dinsel bir devrimmişcesine karakter kazanan siyasal bir devrimdir; ve çoğu durumda da dinsel bir devrim gibi de davranmıştır”. Fransız Devrimi, gerçekte “üst sınıflar tarafından tasarlanmış, fakat aynı zamanda onlara karşı da uygulanmış bir devrimdir; ancak sonuçta devrim iktidarı yeni bir elite teslim etmiştir, bu da burjuvazidir” (p.39). Voltaire ve Ansiklopedistler üst-sınıfların eleştirilmesine olanak tanıyan –dinsel bir inançmışçasına kitlelere mal ettikleri- “insancıl şüphecilik” sayesinde ancak, başarılı olabilmişlerdir. Dolayısıyla Pareto’ya göre devrimler, onu ancak bir dinmişçesine benimsemiş yeni elitler ve izleyicileri tarafından eski sisteme karşı bir inançsızlık dalgası yaratabildikleri için başarılı alabilirler. Burada önemli olan şey bir tür eski elitlerin ve eski inanç referanslarının bir tür inandırıcılık kriziyle karşı karşıya kalmaları ve ikna edicilik açısından doyma noktasına ulaşmış olmasıdır. O doyma noktasıdır ki, a) yeni dinselleşmiş siyasal hareketin yükselişini, b) eski elitin düşüşünü, ve c) yeni elitin yükselişini mümkün kılar.
Bu noktada, Pareto’nun elitler yaklaşımının sosyolojik olduğu kadar psikolojik bir karakter taşıdığını, bir anlamda tarihsel olarak psikolojik-ahlaki çevrimlerin ekonomi politik analizini yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Pareto, Avrupa tarihi boyunca yükselen duygusal dalgalar ve çevrimleri ana hatlarıyla dört örnek özelinde kısaca irdeler; ve bu dört çevrimin dört önemli elit dönüşümüne de tanıklık ettiğini görür. Bu çevrimler Pareto’ya göre aynı zamanda yeni elitlerin psikolojileri ile ilgili çıkarımlarda bulunmamıza yardımcı olacaktır. Duygusal çevrimler o kadar önemlidir ki, elitler yeni ahlaki-siyasal-duygusal değerlerin yoğunluğunu kendi bünyelerinde taşırlar ve elitlerin psikolojilerini de belirler. Bu dört dönemden birincisi, Roma İmparatorluğunun çok-tanrılı pagan kültürüne karşı daha çok alt-sınıfların ve kölelerin dini olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık dönemidir. Bu dönem plebler ve partisyenler arasındaki çatışmaya da denk düşen bir ayrışmanın devamıdır (s.36). Hıristiyanlık da başarı elde edip, kendisinden önceki kurumlarla eklemlenerek kendi elitlerini ve değerlerini Papalık ve kilise örgütlenmesi aracılığıyla oluşturduktan sonra muhafazakar bir elit ve dünya görüşüne dönüşmüştür. Reformasyon, bu nedenle özellikle Kuzey Avrupa’nın daha katı yaşam tarzına sahip olan halklarının ve prenslerinin etkisi altında, ikinci bir dalga olarak, muhafazakar dinsel elitlere karşı şüpheciliğin (skepticism) yaygınlaşmasının bir sonucudur. Kuzey’in üst-sınıflarının, Papalık elitlerine karşı geliştirdikleri şüphe, sonuçta yine dinsel olan ancak ulusal-yerel elitlerin inisiyatif alanını ve iktidarını güçlendiren bir başka devrimci dalganın doğmasına yol açmıştır. Bu çevrim yeni tür siyasal-dinsel elitlerin yükselişini de beraberinde getirmiştir (s.53-54). Üçüncü duygusal devrimci dalga ise demin kısaca bahsettiğimiz Fransız Devrimi ile kristalleşen ulusçuluk akımıdır; ve burjuvazi bundan güçlü bir elit grubu olarak çıkmayı başarmıştır. Aristokrasi ise bu süreçte savunma noktasında kalmış ve alt-sınıfların taleplerini karşılayamayarak, moral olarak da güç gösteriminde bulunamamıştır. İşte bu nedenle Pareto’ya göre ‘dünya tarihi, aristokratik elitlerin mezarlığıdır’.
Dördüncü akım olarak ise, Pareto sosyalizmin yükselişini bir tür duygusal-ahlaki çevrim olarak değerlendirir. Karl Marx’la başlayan ve 1900’lerin başlarından itibaren sendikacılık hareketi ile ivme kazanan sosyalizm, kendi içindeki ayrışma ve farklılıklara rağmen, Pareto’nun gözünde bir tür dinsellik-duygusallık taşıyan yeni bir çevrim olarak karşımıza çıkar. Pareto’ya göre Marxizm başarısını, bilimselliğine ve değer kuramına değil, aksine yeni çağın yeni dinsel-ahlaki değer sistemine dönüşmüş olmasına borçludur (s.99-100). Demokrasinin gelişimi ve genel oy ilkesinin benimsenmesi ile birlikte işçi sınıfının toplum ve siyaset yaşamında daha fazla söz sahibi olmaya başlaması, Pareto için, sosyalizmin yarı-dinsel dayanışma ilkeleri ile birlikte düşünüldüğünde, eski eliti tahtından edebilecek bir dinamik yaratmıştır. Burada Pareto, çekincelerle yaklaştığı Gustave Le Bon’un kitlelerin nezdinde kimi siyasal hareketlerin dinselleşmesini açıkladığı yaklaşımı benimser (s.117), ancak bir farkla Pareto Le Bon’un aksine tarihte egemen olan ilkenin elit yönetimi olduğunu ve bunun kaçınılmaz olduğunu ifade eder. Genel oy ilkesinin olanak tanıdığı bu gelişme bir taraftan aristokratik seçkinlerin, diğer yandan da burjuvazinin temsil edildiği ulusal parlamentolarda ve siyaset arenasında ciddi bir muhalefetle karşılaşmaya başladıkları anlamına gelir; böylece sosyalizm sadece bir ahlaki-değersel ilke olarak değil fakat aynı zamanda yeni bir elit grubu olarak da iktidara ortak olmaya başlayacaktır. Pareto bu gelişmeden memnun olmasa da, bunu kaçınılmaz görür. Ona göre, sendikaların etrafında örgütlenmiş ve daha büyük bir sosyal-ahlaki motivasyon ve humanizma ile teçhiz olan sosyalist elitlerin yükselişi kaçınılmaz olmuştur.
Pareto, bu tespitte bulunduktan sonra, şunu da eklemeyi unutmaz sosyalist seçkinlerin yükselişi de bir süre sonra benzeri bir akıbetle karşılaşacaktır; zira sendikaların ve işçi sınıfının içinde daha eğitimli ve daha donanımlı kalifiye mühendisler kuşağı yaratacaktır. Bu ise sıradan işçiler ve kalifiye sendikacı sosyalistler arasında bir farkın oluşmasına ve bunun kurumsallaşmasına yol açar (Pareto 1991:72-76 & 80-81). Monopolist eğilimler işçi sınıfının içinde de farklılaşmayı mümkün kılarak, örgütlü ve kalifiye işçilerle örgütsüz ve kalifiye olmayan işçiler arasında da bir farklılık yaratabilecektir. Radikal kanatların da sosyalistlerin arasından tasfiye edilmesi ile birlikte bu süreç daha da netleşir. Sendikal hareket, işçilerden aldıkları düzenli kesintiler yardımıyla kendi ekonomik dayanaklarına sahip kurumlara ve bu kurumların temsilcilerine kavuşur (s.78-79). Halk üniversiteleri ve sosyalist gazeteler de aynı şekilde, işçi sınıfının daha aktif, eğitimli ve güçlü hale gelmesini mümkün kılar; onların ahlaki olarak daha üstün olan özelliklerini kitlelere duyurur (s. 82).
Bütün bu gelişmeler toplumun farklı kesimlerini hatta üst-sınıflarından kesimleri bile bu ideolojiye doğru çeker ve sosyalistler toplumun geneli için çözüm üreten elitler olarak, burjuva elitlerin zaaflarından yararlanırlar. Pareto burada bir paradoksa da işaret eder, o da sınıfsal olarak farklı sosyo-ekonomik zemine sahip olmalarına karşın, üst-sınıflardan gelen kişi ve kesimler sosyalizmin ahlaki-humaniter mesajının etkisi altında kalırlar ve ona katılırlar. Ancak bütün bu gelişmelere ve yeni elit gruplarının iktidara doğru yürümelerine karşın, sosyalist elitler de daha önceki seçkinler gibi, kendisi de bu süreçten etkilenecek ve muhafazakarlaşacaktır. Bu ise sonuçta, sosyalist seçkinlerin de sistem içindeki diğer elitler arasına katılması; hatta onlarla belli noktalarda etkileşime girmesi sonucunu beraberinde getirecektir. Devrimci elitlerin bile eninde sonunda muhafazakarlaşacakları iddiası, Pareto’nun belki de sosyolojik yasa olarak adlandırdığı şeye bir ölçüde uymaktadır; zira Pareto insani eşitlik ve kurtuluş vaadiyle radikal toplumsal dönüşüm yaratmaya çalışan iki dinsel hareketin Budizmin ve Hıristiyanlığın, sonuçta bir Tibet ruhani sınıfı ile, Roma ruhban sınıfı yaratmaktan geri kalmadığını ve kendi dinsel-ruhani aristokrasisini de yarattığını ifade eder.
Diğer yandan Pareto Avrupa’nın pek çok ülkesinde Almanya’da Bernsteincılık, İngiltere’de Fabiancılık ve Fransa’da ise parlamentarizm aracılığıyla devrimci sosyalizmin, mevcut kurumlarla bir biçimde etkileşime girerek, devlet sosyalizmine doğru evrilmeye başladığını ve radikalizmin törpülendiğini ifade eder. Ancak bu sürecin eski elit gruplarının sosyalist elitlerce replase edilebilmesi için daha çok zaman geçmesi gerektiğini de ima eder Pareto. Zira henüz Avrupa genelinde sosyalist hareketlerin ve elitlerin diğer elit gruplarına karşı iktidarı ele geçirme süreci tamamlanmış olmaktan çok uzaktır. Bu kısmen kapitalizmin bölgesel farklılıklarından, kısmen de ülkelerin farklı siyasal seçkin konfigürasyonlarından kaynaklanır. Pareto’nun endüstriyel Milan ve Napoli’ye karşı, görece geleneksel ve ticari Floransa’yı kıyaslamasından da anlaşılacağı gibi, lokal iktidar analizi düzleminde dahi işçi sınıfının radikal organizasyonu her durumda aynı etkinliğe sahip olamamaktadır.
Gerçekten de Avrupa tarihi açısından düşündüğümüzde sendikal hareketlerin ve sosyalist liderlerin siyaset sahnesinde yer bulabilmeleri oldukça geç bir dönemde söz konusu olabilmiştir. Bunun pek çok sosyolojik ve politik nedeni olduğunu aşağıda Colin Crouch’un “Industrial Relations and European State Traditions” (2003) adlı çalışmasını tartışırken daha açık bir biçimde görebiliriz. Ancak kısaca ifade etmek gerekirse, eski elitlerin iktidarı paylaşmak konusundaki isteksizliğinin yanı sıra, sosyalist hareketlere karşı ulusalcı-sosyalist partilerin ve faşist partilerin savaş arası dönemde başarılı olmaları, demokratik kazanımları gerilettiği gibi radikal sosyalist hareketlerin seçkinlerinin de tasfiye edilmesi sürecini beraberinde getirmiştir. Almanya’da Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin ve İtalya’da Mussolini önderliğindeki faşist hareketin belki de en önemli başarılarından biri, bir yandan demokrasi güçlerini, diğer yandan da işçi sınıfı hareketinin öncülerini geriletebilmeleri ve savaş koşullarında kendi elit kadrolarını iktidara taşıyabilmeleridir.
Şimdiye kadarki anlatıya ilave olarak vurgulamamız gereken ikinci önemli katkı, Pareto’nun elitlerin psikolojisine ilişkin yaptığı değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmeler her ne kadar Nicolo Machiavelli’nin Prens’teki tilki ve aslan tipolojilerinden türetmiş olsa da, burada önemli olan nokta, siyasal stratejiler ve ahlaki-politik tavırlar açısından birbiriyle rekabet eden elit gruplarını Pareto’nun aslan ve tilki metaforları aracılığıyla açıklamasıdır. Pareto, iktidarı amaçlayan elitlerin hem sistemi koruyan ve ahlaki değerleri savunan aslanı, hem de yeniliklerin ve müzakerenin peşinden giden tilkinin karakteristiklerini aynı anda taşımaları gerekir. Eski elitler Pareto’ya göre daha yumuşak, daha kırılgan ve pozisyonunu savunmak için daha isteksiz olmakla birlikte, üzerinde egemenlik kurdukları sınıflara karşı daha ağır bir yük bindirmeye devam ederler; bu büyük öçlüde eski elitlerin yaşamlarına içkin hale gelen konformizmin bir sonucudur da (s.59-60). Eski elitler, imtiyazlarını koruma konusunda büyük istek sahibiyken, ancak bu uğurda mücadele etmek için isteksizlik geliştirmişlerdir. Ahlaki olarak bir tür pasif cesaret geliştirirler; yani savaş meydanında savaşmak ve yaşamını kaybetmek yerine Fransız Devrimi sürecinde görüldüğü gibi giyotinle ölmeyi estetize edebilirler. Yaşam tarzlarındaki aşırı rafinasyon onların iktidarın, şiddetle ayakta tutulabileceğini unutmalarına neden olur. Pareto, burada toplumun üst-sınıflarının alttan gelen tepkiler karşısında gereksiz bir hümanizma geliştirdiğini ve bunun İtalyan burjuvazisini de esir alan bir psikolojiye dönüştüğünü ileri sürer; ona göre gerektiği zaman eski elitler şiddet uygulamaktan geri kalmamalıdırlar. Pareto, bunu söylerken diğer taraftan da işçi sınıfının grevler ve sendikal mücadele boyunca gösterdiği dayanışma, cesaret ve püritenliği över ve ahlaki bir üstünlük belirtisi olarak kayda geçirir. Yeni ve yükselişe geçen bütün elit grupları gibi, sosyalist elitler de yükseliş döneminde dürüst, mütevazi ve onurlu temsilciler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Oysa eski elitler ahlaki çöküşü ve bir anlamda hedonizmi, sinsi ve taktiksel siyaset anlayışını temsil ederler.
Pareto’nun literatüre üçüncü katkısı ise elit tanımından hareketle ortaya attığı elitlerin sirkülasyonu kavramıdır. Pareto sözcüğün etimolojik anlamına sadık kalarak alanının en önde gelen figürleri olarak tanımlar –iyi ya da kötü anlam ayrımına gitmeksizin-. Ve tarihi, Marx’ın sınıf mücadelelerinin tarihi tanımlamasının aksine, elitlerin mücadelesinin olarak adlandırır. Bu büyük ölçüde elit yönetiminin kaçınılmazlığına inanmasından, ve kitle yönetimini ise tercih etmemesinden kaynaklanır. Pareto’ya göre elitlerin iktidarı ve kitlelerin yarattıkları duygusal-ahlaki enerjiler kesişerek yeni iktidar konfigürasyonlarına dönüşür. Elitler, bir yandan toplumsal statükonun savunuculuğunu yaparken, diğer yandan da eleştirel bir biçimde toplumsal dönüşümün mimarlığını üstlenirler. Böylece konsolidasyon ve innovasyon işlevlerini yerine getiren iki ayrı elit grubunun varlığı söz konusudur. Toplumsal yeniden üretim için, elitlerin her iki işlevi birden yerine getirmesi ve eksik olan işlevleri taşıyan elitleri bünyelerine dahil etmesi gerekir. Burada Pareto’nun gözettiği –neredeyse iktisadi bir genel denge ilkesinden hareketle- iki farklı siyasal arz biçiminin –statükocu ve yenilikçi elitlerin- bir denge gözetecek şekilde toplumun öncülüğünü devam ettirecek bir karma bileşime ulaşmasıdır. Eğer geleneksel elitler, yenilikçi öğeleri içermek konusunda isteksiz davranırlarsa, yani bir temsil krizine yol açarlarsa, bu sonuçta toplumsal bir devrime dahi yol açabilir: zira bir devrim, kaynakların sadece toplumun üst-tabakalarının kullanımına tahsis edilmesine bir tepki olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla elitlerin sirkülasyonunda ortaya çıkacak bir gecikme beraberinde sistemik devrimleri de tetikleyebilecektir. Bu nedenle gerek sistemik uyum açısından gerekse mevcut elitlerin bekası açısından elit sirkülasyonunun önündeki engellerin çok katı olmaması gerekir. Bu katılık, hem devrimlere hem de eski elitlerinin sonunu hazırlayan radikal kopuşlara yol açacaktır. Bu nedenle bir toplumdaki egemen elit oluşumlarının intibak kabiliyetinin yüksek olması ve kendilerine meydan okuyan elitlerin bir bölümünün taleplerine yanıt vermesi gerekir. Eğer böyle bir eklemlenme gerçekleşmez ise yönetici elitlerin zaaflarını gidermek üzere, yüksek ihtimaldir ki mevcut elitler zor yoluyla alt edilirler.
Bu tür bir içerme eski elitlerin bekası açısından başka nedenlerle de gereklidir. Klasik elitler, Pareto’ya göre, gerek savaşlar gerekse doğum oranlarını etkileyen dinamikler nedeniyle sayıca toplumun genelinden daha az oldukları için, elitlerin sayısal-demografik yeniden üretimi de önemli bir sorun olarak karşımıza çıkar (s.9). Hem çocuk sayılarının genel olarak düşük oluşu, hem de elit ailelerin buna bağlı olarak bir bölümünün ortadan kalması nedeniyle elitlerin yeniden üretimi, kitlenin yeniden üretimine göre, daha zordur. Yeni elit sektörlerinin, eski elitlerin yanında yer almaya başlaması ile birlikte fonksiyonel yenilenme kadar, sayısal zaafların da üstesinden gelinebilir. Zira eski elitler, sadece sayısal olarak değil, niteliksel olarak da düşüş eğilimi gösterirler; ve görece daha üstün yeni elit kuşaklarını kendi aralarına dahil etmeksizin iktidarı ellerinde bulundurmak isterlerse, bu köhneleşerek tamamen yok olmalarına neden olacaktır. Bu satırlardan Pareto’nun elit sirkülasyonunu açısından, bir tür exogamik sirkülasyonun endogamik sirkülasyona göre avantajlı gördüğünü ileri sürebiliriz. Her ne kadar Pareto böyle bir terminoloji kullanmasa da tilkiler ve aslanlar arasında dengeli bir oran yakalaması gerektiğini vurgulaması bize elitlerin sistemik hakimiyeti için endogamiyi stratejik olarak doğru bulmadığını düşündürmektedir. Bu noktada Pareto da Machiavelliyen geleneği devam ettirerek hayali bir egemen seçkinler grubuna, egemen kalabilmek ve daha etkin/optimum bir yönetim stratejisi izleyebilmesi için gerekli bulduğu öngörülerde bulunur. Ancak hangi durumlarda seçkinler arasında kutuplaşmanın arttığı, hangi durumlarda görece sert olmayan bir etkileşim ve eklemlenmenin ortaya çıktığı çok açık değildir; daha da önemlisi yeni ve eski seçkin sektörleri arasındaki ilişkiyi belirleyen dinamikler salt seçkinlerin iradi seçimlerinin bir sonucu mudur, yoksa zaten bu tür bir seçim yapabilecek kolektif bir aklın bulunup bulunmadığı da ayrıca sorulması gereken sorular olarak karşımızda durmaktadır.
Pareto’nun elitlerin oluşumu açısından önem atfettiği çevrimsel analiz, zihin açıcı özelliklerine karşın bünyesinde kimi zorluklar barındırmaktadır. Bu zorlukların başında şüphesiz Pareto’nun dalga analizinin uzunluğunu saymak gerekir; zira sözü edilen sentimental çevrimler -Hıristiyanlığın ortaya çıkışı, Protestanlığın başlaması, Fransız Devrimi ile tetiklenen ulusalcı akımların ve sonuçta sosyalizmin harekete geçirdiği dinamikleri içeren çevrimler- kimi iki bin yıl önce, kimi dört yüz yılda, kimi iki yüzyılda ortaya çıkmış çevrimlerdir. Dolayısıyla Pareto’nun üzerinde yoğunlaştığı çevrimle elit oluşumlarını ve dolaşımını gözlemlemek açısından oldukça elverişsiz bir uzunluğa sahip addedilebilir; zira çevrimler en az birkaç yüz yıllık sentimental mobilizasyona işaret etmektedir. Pratik açıdan, bir ülkedeki toplumsal ve siyasal seçkinlerin değişim ve dönüşüm sürecini izlemek için belki bu çevrimsel zaman dilimlerini daha kısa süreli ideolojik-kültürel dalgalar olarak algılamak ve elit oluşumlarına bu açıdan bakmak daha anlamlı olabilir. Aksi takdirde elit dönüşümlerini gözlemlemek için en az iki yüz ya da üç yüz yıl beklemek gerekecektir ki, bu çok da anlamlı görünmemektedir.
Özellikle Türkiye örneğinden hareket edecek olursak, çok da uzun erimli olmayan bir çevrimsellik algısından hareketle Osmanlı-Türk tarihine baktığımızda dalgaları/çevrimleri kısa süreli dalgalara çevirmek ve ideolojik dönüşümlerden dünya ölçeğinde etkili olan olgulara odaklanmaksızın yerel-ulusal ölçekteki ideolojik çevrimleri gözlemlemek daha anlamlı görünmektedir. Dünya-sistemik düzeyde sonuçlar yaratan çevrimlerden ziyade daha kısa erimli çevrimlere odaklanmak böylece yerel elit oluşumları ve dolaşımlarını açıklamak konusundan da bizlere daha fazla ipucu sağlayabilecektir. Türkiye tarihi üzerinden düşündüğümüzde, bu tür duygusal dalgaların kendi elit dinamiklerini de yarattığını ileri sürebiliriz. 19. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Osmanlıcılık, Türkçülük, milliyetçilik, İslamcılık-muhafazakarlık, solculuk-devrimcilik vb. ideolojik konumlanışların yirmi, otuz ya da kırk yıllık aralarla kendi elit gruplarını yarattığını söyleyebiliriz. Her ne kadar bu akımların bir bölümü dünya sistemindeki mevsimsel değişikliklerden önemli ölçüde etkilenmekte ise de, yine de yansımaların bire bir olduğu ileri sürmek güçtür. Osmanlı yurttaşlığı fikrinin 1913 Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşından sonra terk edilmesini ve Genç Türklerden bu yana izlenen çok milletli-çok dinli bir imparatorluk vatandaşlığı yaratmanın olanağını ortadan kaldırmıştır. Aynı biçimde Türkiye’de 1930’lardan itibaren yerleşen seküler ulusçuluk ideolojisi muhafazakar olan ve ülkedeki etnik azınlıklara tabi olan elitlerin önemli bir bölümünün bu ideolojik çevrim karşısında konumlanmasına yol açmıştır.
Alman faşizmi ile ittifak ihtimalinin ortadan kalkması ile birlikte bu kez Türkiye’de çok partili hayata geçiş dolayısıyla parlamentarizm ve karşıtı elit grupları arasında bir kutuplaşma yaşanabilmiştir. Soğuk Savaş yıllarının yarattığı kutuplaşma ise, öncelikle üniversite gençlik hareketlerinin liderleri arasında, daha sonra ise siyasal partiler arasında açık bir çatışmayı gündeme getirebilmiştir. Popülizm siyasal ideolojik bir dalga olarak Türkiye’de Soğuk Savaş yılları boyunca bir yandan merkez sağ partileri Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin Menderesçi ve Demirelci geleneklerini, diğer taraftan ise merkez solun 1970’lerden itibaren geliştirmeye başladığı Ecevitçi popülizmi harekete geçiren bir duygusal çevrim yaratabilmiştir. Bu tür bir popülist dalgalanma, kitlelerin işçi sınıfı liderlerinin, köylülüğü temsil iddiasıyla ortaya çıkan elitlerin ve kentli popülist-demokratların oluşturduğu bir yeni elit jenerasyonu yaratabilmiştir. Bir yandan ithal ikameciliğin ve ekonomik korumacılığın mümkün kıldığı tarımsal destekleme ve planlı sanayileşme politikaları, diğer yandan da ulusalcı-milliyetçi dış politikanın mümkün kıldığı (özellikle Kıbrıs Sorunu nedeniyle) popülist elitler döneminin başladığı ileri sürülebilir. Popülizmden sağ ve sol siyasal seçkinlerin anladığı farklılaşmakla birlikte, bunun daha çok katı devletçi bir bürokratizme ve üst-sınıfsal bir muhafazakarlığa karşı geliştirildiğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Sentimental çevrimler açısından önemli olabilecek bir başka önemli gelişme de dünyada 1968 gençlik hareketleriyle cisimleşen ve Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Abdullah Öcalan gibi siyasal figürlerin öncülüğünü yaptığı sosyalist gençlik örgütlerini ve illegal silahlı yapılanmaları sayabiliriz. Soğuk Savaş yılları içerisinde şekillenen ulusalcılığın ve sosyalizmin farklı yorumlarını eklemleyen bir gençlik ve toplum hareketi olarak oraya çıkmış, çok sayıda askeri ve bürokratik kadroyu da harekete geçirebilmiştir. Buna benzer akımların Orta Doğu’da ve dünyanın gelişmekte olan pek çok bölgesinde etkili olduğu düşünülürse, aslında daha kısa süreli bir çevrim olarak 2. Dünya Savaşı sonrası devrimci-sosyalist hareketin ve bu hareketten beslenen seçkinlerin bir tipoloji yarattığı rahatlıkla iddia edilebilir. Türkiye’de ve dünyada 1968 kuşağı olarak bilinen bu kuşak Amerika’dan Fransa’ya Çekoslovakya’dan Türkiye’ye kadar farklı tarz bir elitin ortaya çıkışına tanıklık etmiştir.
Bu kuşakla dönemsel olarak birebir örtüşmese de milliyetçi-muhafazakar bir ideolojik çevrimin ve onun ardından da İslamcı-muhafazakar bir çevrimin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Vietnam Savaşının Amerika’da 1968 kuşağının oluşumuna katkıda bulunduğu bir gerçek ise, aynı şeklide 1979 İran Devriminin ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinin de İslami radikal seçkinlerin ortaya çıkışını hızlandırdıklarından bahsedebiliriz. Sadece uluslararası konjonktürel değişiklikle açıklanamayacak olan bu gelişmenin kökeninde, kentleşme olgusunun ve İslamın alt-sınıflar başta olmak üzere, yeni kentli beyaz yakalılar tarafından da yeniden üretilmeye başlanmasını sayabiliriz. Türkiye’de muhafazakar-milliyetçiliğin genel seyri açısından bakıldığında, her ne kadar lineer olarak gelişim evrelerini tespit etmek doğru olmasa da, şunu iddia edebiliriz ki, İslamcı-muhafazakarlık yaklaşık bir asırlık modernleşme paradigmasını ve seküler modernleştirici elit kuşağını karşısına alarak, alternatif bir modernleşme modelini gündeme getirebilmiştir. Bir yandan sosyolojik ve kurumsal dinamiklerden (göç, artan okuryazarlık, tarikatların kentleşmesi vb.), diğer yandan da küresel anti-komünist dalganın da etkisiyle, Komünizmle Mücadele Derneklerinden başlayarak kimi siyasal partilere, dinsel cemaatlere ve tarikatlara kadar pek çok kurumsal yapının, muhafazakar-milliyetçi elitlerin yetişmesi için gerekli kurumsal arka-planı oluşturduğu ileri sürülebilir.
1990’lara gelindiğinde ise bir yandan Avrupa Birliği sürecine hız kazandıran gümrük birliği diğer yandan da Orta Doğu’daki gelişmeler ve küreselleşmenin ulusal egemenlik üzerinde yarattığı etkiler, artan ölçüde küreselleşme karşıtı ulusalcı bir çevrimin gelişimine neden olmuş ve küreselleşmeye karşı şüpheciliğin gelişimine tanıklık edilmiştir. Bugün Türkiye’de daha çok muhalefet seçkinleri arasında yaygınlık taşıyan bir eğilim olsa da bu; iç siyasal dinamiklerin ve ekonomik krizlerin bir sonucu olarak bunun yaygınlaşması ve iktidara ortak olması zayıf bir olasılık değildir. Türkiye’nin iç ve dış politik sorunlarının ağırlaştığı bir konjonktürde bu tür bir duygusal çevrimin artan ölçüde ulusalcı elitlerin oluşumuna katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Özellikle entelektüeller, köşe yazarları, akademisyenler ve entelijensiyanın bir bölümünün –muhalefet seçkinleri olarak- etkinlik kazandıkları ve kitlelere mal olacak belli bir popülariteye eriştikleri söylenebilir. Soğuk Savaş kutuplaşmasını ve sol mobilizasyonun bir sonucu olarak şekillenen ulusalcı-sosyalist akımlar, siyaseti daha ziyade sivil-asker dar kadroların yürüttüğü bir tür partizanlık siyaseti olarak kurgularken diğer yandan da 1960’lar ve 1970’ler boyunca izlene gelen planlı ekonomik kalkınma ve popülist toplumsal bölüşüm modellerini yeniden hayata geçirmeye çalıştırlar. Her ne kadar Pareto’nun da ayrımın yaptığı biçimde bu elitler iktidar seçkinlerinin, değil muhalefet seçkinlerinin bir parçası iseler de, yakın gelecekte iktidar konfigürasyonlarında nasıl bir konum alacaklarını şimdiden kestirmek mümkün değildir.
Dostları ilə paylaş: |