1. 5. 1. Araştırmanın Zamandizinsel ve Metodolojik Önemi Üzerine:
Araştırma, dönemin genel karakteristikleri göz önünde bulundurulduğunda, birkaç önemli siyasal dönüm noktasından geçildiği ve bunun araştırmada önem atfettiğimiz ve yanıtlarını aradığımız kimi sorulara verilen yanıtlar açısından önemli sayılabilecek kimi bulgular çıkarmıştır ortaya. Bu dönüm noktalarından birincisi Şubat 2007 itibariyle başlayan ve 27 Nisan 2007 tarihinde tepe noktasına çıkan ve Genel Kurmay Başkanlığının resmi internet sitesinde yayınlanan bildiriyle somutlanmıştır. 27 Nisan’ı izleyen dönemde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminin bitmesini müteakip yapılması planlanan TBMM Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Anayasa Mahkemesi tarafından geçersiz kabul edilmesi ve toplantı yeter sayısının 367 olarak tespit edilmesi nedeniyle, TBMM cumhurbaşkanını seçemez hale gelmiştir. Eğer bu süreci ikinci önemli dönüm noktası olarak değerlendirecek olursak, Anayasa Mahkemesinin kararının bir sonucu olarak 22 Temmuz 2007 tarihinde genel seçimlere gidilmesini ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 47’lik bir seçim başarısı göstererek seçimlerden birinci parti olarak çıkmasını da 2007 yılının üçüncü önemli dönüm noktası olarak tespite edebiliriz. Bu seçimlerin ardından parlamentoda temsil edilme hakkı kazanan AKP, CHP ve MHP’nin önüne tekrar Cumhurbaşkanlığı seçimi ve toplantı yeter sayısı olan 367 sayısı gelmiş ve MHP’nin AKP ile birlikte hareket etmesi sayesinde 367 koşulu sağlanmış ve 23. Dönem Kayseri milletvekili olan Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Seçim süresince AKP ve MHP arasındaki kutuplaşmaya rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu krizin aşılması ve devlet başkanının TBMM içinden seçilmesi, dördüncü dönüm noktası olarak tespit edilebilir.
Bütün bu siyasal sürecin soru setinden yer alan partiler arası ilişkiler -özellikle sağ ve sol partiler arası ilişkiler-, demokratikleşme, siyasal kültür ve Türkiye’de iktidarın kurucu kurumlarının neler olduğu soruları açısından ortaya çıkardığı sorunlar beklentilerin bir yönüyle karşılanmaması sonucu doğurmuştur. Zira konjonktürel siyasal değişimin hızı alınan yanıtların ve gündemin psiko-kültürel havasının değişimine yol açmıştır. 22 Temmuz 2008 genel seçimlerine girerken ve seçimlerin hemen ardından da gerek partili seçkinlerinin rakip ve kendi parti liderleri için yaptıkları değerlendirmeler; gerekse ülkedeki kurumlar-arası ilişkiler konusundaki yorum ve söylemlerinde önemli değişiklikler/kırılmalar ortaya çıkmıştır. Şubat-Nisan 2008’den Ekim 2008’e kadar ki dönemde sadece iktidar ve ana muhalefet partileri arasındaki çatışmalı ilişki değil, aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetleri, Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Mitinglerinin düzenlenmesinde çok etkin rol oynayan Atatürkçü Düşünce Derneği gibi sivil toplum kuruluşları da siyasal gündemin birer parçası haline gelmişlerdir.
Ancak soru setinin böylesi bir siyasal konjonktürde ve zaman diliminde farklı sonuçlar üretir hale gelmesi, her ne kadar öngörülmüş bir durum olmasa da; ve verilerin bir bölümünün güncel gelişmeler ortaya çıkmadan önce oluşturulmuş olması nedeniyle kimi asimetriler ortaya çıkabilmiştir. Ancak bu kısmi asimetriyi, zorunlu olarak bir dezavantaj olarak değil, aynı zamanda dinamik bir analiz için de elverişli bulduğumuzu belirtmek isterim. Her ne kadar burada söz konusu olan toplumsal elitler odaklı bir panel çalışması olmasa da, bazı parti gelenekleri ve meslek gruplarının zaman içerisinde değişebilen yaklaşımları konusunda da görüş sahibi olabilmek mümkün olmuştur. Elitlerin toplumsal profillerinin çıkarılmasında bu kritik dönem süresince elde edilen asimetrik verilerin de önemli bir yer oynayacağını söyleyebiliriz. Zira bu kriz döneminde bir yandan Türkiye iktidar matriksinden etkili olduğu düşünülen kurumlar hiyerarşisinde değişimler olmaya başlamış, diğer yandan da bu kurumlar arasındaki çatışma eğilimleri artmıştır. Dolayısıyla kurumlar ve seçkin grupları arasındaki çatışmalı ilişkiyi görece daha kristalize formlarda gözlemleyebilmek için 2004-2007 yılları arasında bu çalışmanın yürütülmüş olmasını bir avantaj olarak da değerlendiriyoruz.
Özellikle 2007 Temmuz seçimlerinin ardından siyasal iktidar alanı, beraberinde üst-düzey devlet kurumlarını, ekonomi ve medya alanını da dönüştürmeye başlamıştır. Yakın tarihimizde bu türlü bir iktidar matriksi dönüşümünü 1983 seçimlerini izleyen yıllarda Anavatan Partisi aracılığıyla gözlemleme olanağı bulmuştuk. ANAP’ın iktidar seçkinleri ve matriksi açısından AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren ortaya çıkan süreçten farkı, ANAP’ıın bu dönüşümü 1980 askeri darbesinin ortaya çıkardığı koşullar sayesinde gerçekleştirirken; AKP’nin bunu TSK da dahil olmak üzere üst-düzey bürokratik kurumlara rağmen gerçekleştirmesidir. Bu açıdan bakıldığında bu dönemin de iktidar piramidinin dönüşümü, yeni iktidar martiksinin ortaya çıkışı ve yeni elit oluşumları açısından –sosyal bilimsel araştırmalara konu olacak- çok verimli bir alan açtığını belirtmek gerekir. Her ne kadar bu alanın açılışı beraberinde siyasal sistem krizlerini ve elit grupları ve toplum katmanları arasında karşılıklı restleşmeyi ve sıfır-toplamlı rekabet kültürünü getirse de, bu dönüşümün toplumsal iktidarın yeniden paylaşımı sorunu ve toplumsal elitlerin de yeniden harmanlanması (elite reshuffling) anlamında emsalsiz bir tarihsel olanak sunmuştur bize.
Bu araştırmanın başladığı tarihten itibaren Türkiye’de siyasal elitler-arası krizin derinleşmesi, bu yönüyle bir yandan iktidar sosyolojisi açısından, diğer yandan ise Türkiye’de demokrasinin krizlerinin aşılmasında ya da derinleşmesinde seçkinlerin oynadığı muhtemel işlevlerin ortaya çıkarılması açısından da önemli veriler sunmaktadır. Dolayısıyla 2007 seçimleri ile hızlanan süreç Türkiye’de elit dolaşımı, elitlerin kutuplaşması, demokrasinin krizi ve toplumsal iktidarın yeniden paylaşımı gibi temalar altında tartışılmayı ve kuramsallaştırılmayı bekliyor. Elit dolaşımındaki (circulation) bu netlik, Türkiye’de birkaç on yıl içinde ortaya çıkan bu gelişmelerin seçkinler sosyolojisi alanındaki diğer çalışmalarla birlikte değerlendirilmek ve karşılaştırmalı politik bir değerlendirmeye tabi tutulmak üzere alanda yapılacak diğer araştırmaları da –bir anlamda- davet etmektedir. Özellikle demokratikleşme sürecine elitlerin içinde ağırlıklı bir rol oynadığı bir toplum süreç olarak yaklaşan kuramlar açısından (Gill 2000; Etzioni-Halevy 1993:1-50; Schumpeter 1950), Türkiye deneyimi özellikle daha derinlemesine çalışılmayı ve kavramsallaştırılmayı beklemektedir. Elit oluşumlarının siyasal alan içerisinde göreli özerkliğe sahip olduğu savını dillendiren siyaset bilimciler, demokratikleşme sürecinin önemli bir bileşeni olarak elitlerin değerlerini, siyasal kültürlerini ve stratejilerini öne çıkarırlar (Knight 1998:29-45; Dogan & Higley 1998:3-27). Siyasal elitlerin profilleri ya da Norbert Elias’ın kavramları ile siyasal habitus’unun ortaya çıkarılması, demokrasi karşısındaki/içindeki reflekslerini, söylem ve pratiklerini çözümlemek için de önem taşımaktadır.
-
Türkiye Tarihinin Elit Oluşumları Açısından Önemli Dönüm Noktaları
2. 1. İmparatorluktan Cumhuriyete Geçişler: Seçkin Oluşumları
Türkiye’de iktidar tipolojilerinin farklılaşmasını ve farklı seçkin kategorilerinin ortaya çıkışını inceleyebilmek ancak siyaset sosyolojisinin ve tarihsel sosyolojinin olanaklarını bir arada kullanarak gerçekleştirilebilecek bir görevdir. Böyle bir yaklaşım Türkiye’de iktidarın toplumsal kaynaklarına, tarihsel dönüşümüne ve dönemsel niteliğine bakmak, bir yandan iktidar olgusunu anlamamıza yarayabileceği gibi, diğer yandan Türkiye deneyiminden yola çıkarak seçkinler sosyolojisi alanında çıkarımlarda bulunmayı amaçlayan yaklaşımlar için de önemli katkılar sunacaktır. Türkiye tarihinde toplumsal iktidarın, iktidar seçkinlerinin ve seçkin oluşumlarının geçirdiği dönüşümü ortaya çıkarabilmek açısından özellikle Osmanlı İmparatorluğunun son döneminden itibaren Cumhuriyet’e geçiş yıllarını göz önünde bulundurmayı ve Cumhuriyet’in yeni siyasal kadrolarının ve ekonomik seçkinlerinin oluşumunu da göz önünde bulundurmak bir gerekliliktir.
Jön Türk muhalefetinin özgürlük ve daha fazla temsil talebiyle geleneksel Osmanlı bürokrasisiyle karşı karşıya kalmasıyla başlayan elitler-arası farklılaşma, 1908 Devrimini izleyen dönemde İttihat ve Terakki kadrolarının iktidarda etkili olmaları ile elitler arası ayrışma ve çatışma eğilimleri artmıştır. Mutlaki monarşiden meşruti monarşiye geçiş beraberinde sadece politik iktidar biçiminin dönüşümünü değil, aynı zamanda yeni bir elit formasyonunun da ortaya çıkmasını getirmiştir. 1908 Devriminin başarıya ulaşması ve Meclisi Mebusan’ın yeniden açılması ile birlikte, Jön Türk ittifakı ayrışarak farklı siyasal projelerine angaje olan elit kuşakları arasında çetin bir çatışma başlamıştır. 20. yüzyılın özellikle ilk çeyreğinde bir yandan Hürriyet ve İtilaf ve İttihat ve Terakki Partileri arasında diğer yandan da, farklı ulusalcı gruplar arasında kutuplaşmalar yaşanmıştır. Elitler arasındaki bu çatışmalar, bir yönüyle çok dinli ve çok etnili bir imparatorlukta siyasal temsil olanaklarını gerçekleştirmek için, diğer yandan da farklı siyasal akımlara ait olmalarından kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkmışlardır.
İmparatorluğun 19. yüzyıldan itibaren hızla başlayan bu dönüşüm süreci, bir yandan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile gayr-ı Müslim tebaayı da içerecek şekilde Osmanlı yurttaşlığı anlayışını içeren bir formül geliştirmeye çalışırken, dinler arası eşitlik ilkesinden hareketle Müslüman siyasal-bürokratik seçkinlerinin yanı sıra gayr-ı Müslim elitlerin de siyasal iktidarı paylaşmasını mümkün kılabilecek Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun deneyimini çağrıştıran- bir emperyal-karma (Keiserreich Nationalismus) formül geliştirmeye çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda dinsel-etnik kompozisyona uygun olarak demokratik temsil ilkesinin yerleşmeye başlaması ile birlikte imparatorluğa damgasını vuran İslami patrimonyal seçkin yetiştirme geleneği [kul bürokrasisine dayanan Enderun] aşamalı olarak terk edilmeye başlanmıştır. Bir yandan batılı modern askeri, idari ve eğitsel kurumlarının geleneksel Osmanlı kurumlarını ikame etmeye başlaması, diğer yandan da milletler sisteminin demokratik temsil ilkeleri gereğince 1876’da kurulan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na dahil edilmesiyle birlikte, ömrü kısa da olsa meşruti monarşi zeminde yeni bir iktidar paylaşımı ve elit oluşumuna tanıklık edilmiştir. Bu 1877 ve 1908 Meclislerine çok sayıda gayr-ı Müslim mebus da girerek imparatorluğun siyasal kurumlarındaki elit kompozisyonu etnik ve dinsel hatlar boyunca değişmeye başlamıştır.
Elit kompozisyonundaki bu geçiş, şüphesiz, 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı toplumunda şekillenmeye başlayan sınıfsal ve kültürel ayrışmanın hızlanmasının bir sonucudur. Ve bu dönüşüm ikili bir süreçle kesişmiştir; batı vilayetleri başta olmak üzere gelişmeye başlayan gayr-ı Müslim ticaret burjuvazisinin yükselişiyle ve batıdan hızla doğuya doğru yayılan ve Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının etkilemeye başlayan ulusçuluk ideolojisinin temsilcisi yeni nesil entelektüellerle. Reformcu Osmanlı yönetici seçkinleri karşısında siyasi-kültürel haklar talep eden gayr-ı Müslim tebaanın bu taleplerine kısa süren 1876’daki başarısız anayasal meşrutiyet girişiminin ardından en başarılı yanıt 1908’de verilmiştir. İkinci kez açılan 1908’deki Meclis-i Mebusan ise çok dinli ve çok etnili bir imparatorluğun toplumsal yapısını karakterize edecek şekilde (Demir 2007) şekillenmişti. İmparatorluğun dağılma sürecinde siyasal ve ekonomik elitlerin çok etnili yapısı sona erecek, tehcirler ve nüfus mübadeleleri aracılığıyla Cumhuriyet daha az heterojen bir etnik-dinsel elit oluşumu ile karşı karşıya kalacaktır. Böylelikle toplumsal iktidarın ekonomik-ticari ayağını oluşturan gayr-ı Müslim burjuvazi, beyaz yakalı profesyoneller ve zanaatkarlar yerlerini onlarca yılda doldurmaya çalışacak olan Türk-Müslüman muadillerine bırakacaktır.
İttihat ve Terakki Partisinin 1913’te Balkan Savaşları sırasında başlayan Müslüman Boykotajı’nın özellikle Müslüman tüccarları Hıristiyan tüccarlar aleyhine boykot etmeye çağıran propagandaları göz önüne alındığında, bu çatışmanın aynı zamanda siyasal-bürokratik iktidarı elinde bulunduran Türk-Müslüman elitler ile ekonomik-finansal iktidarı kontrol eden gayr-ı Müslim elitler arasındaki bir çatışma eksenini de bünyesinde barındırmıştır. Bu açıdan bakıldığında özellikle ulusçuluk ideolojisinin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki döneminden itibaren ekonomik-ticari seçkinler yaratma projesini de bünyesinde barındırdığı görülebilir. İfade etmeye gerek yok ki gayr-ı Müslim Osmanlı yurttaşlarını 1856'dan itibaren sisteme entegre etmeye çalışan siyasi-bürokratik seçkinler açısından ciddi bir meydan okuma anlamına da gelmektedir. Zira bu seçkinler, sadece ekonomik-finansal dünyada temsil edilmediklerini düşünmekle kalmamış, aynı zamanda gayr-ı Müslim nüfusun ve onların organik elitlerinin politizasyonu ile ortaya çıktığı gibi kimi siyasal süreçlerde de eski ayrıcalıklı konumlarını yitirdiklerini düşünmüşlerdir. Bu farklılaşma, aynı zamanda siyasal ve ekonomik elitler arasında yaşanan görece radikal kutuplaşmanın ve çatışmanın aşılmasına yönelik çabaların da sonuçsuz kalışına işaret etmektedir.
Ulusçuluk ideolojisinin imparatorluğun bütün anasırları (etnik grupları) arasında yaygınlaşması Osmanlı İmparatorluğunda devlet oluşumu, sınıf oluşumu ve seçkin oluşumu açısından radikal sonuçlar yaratmış ve farklı elit sektörleri, çok etnili bir siyasal sistemi ayakta tutmaya çalışmak yerine, dikey olarak mücadele etmeyi ve bağımsızlık mücadelesine girmeyi tercih etmiştir. İmparatorluğun 20. yüzyıl başlarındaki elit konfigürasyonunun dikey olarak bölünmesi ve ayrışması bu açıdan bakıldığında, Türkiye tarihinde elit oluşumları çalışmalarının karşılaşacağı en önemli kırılma noktalarından biri olarak adlandırılabilir. Elitler arasındaki, hem sektörel (ekonomik ve siyasal sektörler) hem de etnik-dinsel kutuplaşma, beraberinde belli elit oluşumlarının on yıllık zaman dilimleri içerisinde tasfiyesini ve yer değiştirmesini beraberinde getirmiştir. Bizatihi uluslaşmanın bütün etnik gruplar arasında yükselişi gayr-ı Müslim yurttaşların ve seçkinlerin devlet bürokrasisinde ve ordusunda eşit haklarla ve daha fazla temsil edilmesine olanak sağlayacak olan yeni projeyi geçersiz kılmıştır. Bu nedenle klasik patrimonyal Millet sistemi aşılamadan çökmüştür; ve ulusçuluk ideolojisinin yükselişi ile temsil süreci tersine çevrilmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1908-1913 arasındaki dönemde izlediği Osmanlı-Türk nufusu burjuvalaştırma hedefini aynı zamanda, imparatorluğun dikey olarak ayrışan iktidar seçkinleri arasındaki rekabetin/mücadelenin bir uzantısı olarak özünde yeni bir Müslüman-Türk seçkin tabakası yaratması isteğinin dışa vurumuydu. Bu ise Müslüman-Türk seçkinlere ait olan siyaset alanının iktisadileşmesini, bir diğer deyişle Türk ekonomik seçkinlerin yaratılmasının bir hedef olarak seçilmesini beraberinde getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında ticari açıdan güçlü gayr-i Müslim ailelerin mübadele ve tehcir gibi siyasal-demografik süreçler sonunda yerlerini değiştirmeleri imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde iktisadi elitlerin oluşumunu/dolaşımını çalışmayı olanaksız kılmaktadır. Eğer bu konudaki kopuşlar bu denli radikal biçimde ortaya çıkmış olmasaydı, ekonomik iktidar yapılarını daha uzun dönemli bir biçimde ve aile tarihiyle iç içe geçirerek açıklama olanağı bulunabilirdi. Azınlık elitlerinin siyasal ve ekonomik iktidar alanlarından çeyrek yüzyıllık bir süreç içinde tasfiye edilmeleri, çağdaş Türkiye’de iktidar yapılarının ve seçkinlerinin uzun erimli (longue durée) analizini neredeyse olanaksız kılmaktadır. Ekonomik elitlerin oluşumundaki bu radikal kopuş/süreksizlik aynı zamanda sosyal sermayenin de nasıl üretildiğini –küçük birkaç örnek dışında- anlamamızı mümkün kılmamaktadır.
Hipotetik olarak şunu iddia edilebiliriz ki, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde gayrı Müslim elitler açısından ortaya bu denli radikal bir sınıfsal-kadrosal kopuş gerçekleşmemiş olsaydı, yani göç-tehcir-mübadele gibi radikal siyasal-demografik süreçler ortaya çıkmamış olsaydı; 20. yüzyılın başlarından itibaren Türkiye'de toplumsal iktidarın kaynaklarını ve yeniden üretimini dönemsel geçişleri de içererek çalışmak mümkün kılabilecekti. Aşağıda daha kapsamlı bir şekilde de tartışacağımız üzere, Charles Wright Mills’in (1959) ABD’deki iktidar seçkinlerini ve John Scott’un (1991) İngiltere’deki sınıfsal yapıların değişimini irdelediği çalışmalarında bu tarihsel sosyolojik arka plan zengin bir biçimde sunulmuş ve gerek kurumlar, gerekse sektörler (finansal, endüstriyel, aristokratik, politik vb.) ve yönetici elitler arasındaki geçişlilikler ve süreksizlikler birkaç yüzyıllık süreyi kapsayacak şekilde kapsamlı olarak ele alınmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyetinin ve Cumhuriyetin kurucu kadroları arasında da yer almış olan Celal Bayar'ın 1950’lerde "her mahalleye bir milyoner" sloganında da ifade ettiği, bu telafi edilememiş süreksizlik, özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren gerçekleştirmeye çalıştığı yeni bir ekonomik elit yaratma hedefinin o dönem itibariyle de ortaya koymaktadır. İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçiş bu yönüyle, bir yandan siyasal-bürokratik seçkinlerin ekonomik-ticari seçkinlere [tasfiye ederek] dönüşme çabasını, diğer yandan da gayrı Müslim tüccar-eşraf elitin [ulusal bağımsızlığını arayarak] siyasal elitlere dönüşme eğilimini ortaya serer. Bu eğilim, tasfiyeci ve ikameci bir rekabet biçimi olarak bizleri bir yandan Vilfredo Pareto gibi klasik elit kuramcılarının altını çizdiği elitlerin dolaşımı [elit circulation] literatürüne, diğer yandan da Pierre Bourdieu'nun kuramsal olarak ipuçlarını sunduğu "sermayenin biçimleri" arasındaki farklılaşma ve muhtemel geçişlilikleri vurguladığı literatüre götürür. Bu açıdan baktığımızda, Batı’daki benzerlerinden farklı olarak İmparatorluğun göç-tehcir-mübadele gibi radikal ve kitlesel nüfus hareketlerinin iktisadi, politik ve entellektüel sermayenin yeniden üretimini ve elitlerin sirkülasyonunu analiz etme açısından ortaya önemli güçlükler çıkardığını görüyoruz.
Ekonomik sınıfların ve ekonomik seçkinlerin oluşumunda yaşanan kesintinin bir başka örneğini, siyasal elitlerin oluşumunda da gözlemek mümkündür. Özellikle Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan’a seçilen gayr-ı Müslim Osmanlı vatandaşlarının çok önemli bir bölümü Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte yeni Türkiye’de siyasal elit olma özelliklerini yitirmişlerdir. Jön Türk hareketinin içinde etkili rol oynayan figürler dahi zamanla arka sıralara düşmüş ve 1920’leri izleyen on yıllık dilim içinde tamamen siyaset sahnesinden silinmişlerdir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan (OS.M.M.) TBMM’ye çok yüksek sayıda bir milletvekili (yaklaşık 93 milletvekili) intikal etmiş ve bunların yaklaşık üçte birlik bölümü en az bir kez, geriye kalan yaklaşık 2/3’lük kesim ise en az iki kez TBMM’de milletvekilliklerini yerine getirmişlerdir (TBMM ALBÜMÜ 1994). Siyasal kariyeri Osmanlı Meclisi Mebusan’ından TBMM’ye geçen milletvekillerinden (yaklaşık 53 milletvekili) 23 Nisan 1920’de açılan ilk TBMM’de görev almışlardır. Bu ise bize Müslüman-Türk Osmanlı siyasal seçkinlerinin çok önemli bir bölümünün Türkiye Cumhuriyetinin ilanından sonra da parlamenter siyasetle iştigal ettiklerini, buna karşın gerek Kurtuluş Savaşı’na başından karşı olan, gerekse Kemalist Rejim’le açık siyasal çatışma içinde bulunan kadroların TBMM içinde temsil edilmediğini göstermektedir. Toplamda 90’ı aşkın mebusun TBMM’ye de katılmış olması bizlere Jön Türk siyasi kadrolarının tamamının olmasa da, önemli bir bölümünün Cumhuriyet’in yeni siyasal kadroları içerisinde yer aldığını göstermektedir. Bu dönemin çok da şaşırtıcı olmayan bir diğer özelliği ise, TBMM’nin ilk dönemlerinde siyasal seçkinler arasında çok az sayıda gayr-ı Müslim siyasal figürün yer almasıdır.
Cumhuriyet'in ilanı bu açıdan baktığımızda devlet ve sınıf oluşum süreçleri kadar, seçkin oluşum süreçleri açısından da önemli kopuşlara işaret eder. Seçkin oluşumları açısından bu tarihsel dönemeç, iki temel kopuş momentini bünyesinde barındırır. Bunlardan birincisi yukarıda değindiğimiz ve daha net biçimde gözlemleyebildiğimiz gayrı Müslim sermayenin aşamalı olarak sönümlen(diril)mesi iken; ikincisi ise Osmanlı siyasal seçkinlerinin önemli bir bölümünün TBMM’ye intikal etmesidir. Burada çarpıcı olarak ortaya çıkan nokta, yeni Cumhuriyet’in siyasal kadrolarının önemli bir bölümünün daha önce de demokratik seçim mekanizması aracılığıyla meclislere seçilmiş milletvekilleri olmalarıdır. Siyasal meşruiyetin kaynağını göstermesi açısından bakıldığında Son Osmanlı Meclis’i Mebusanı’ndan itibaren Türkiye Cumhuriyet’inin de parlamenter demokrasiye ve genel seçimlere dayalı bir meşruiyet modelini dışlamadığını göstermektedir.
Burada çarpıcı bir biçimde göze batan nokta TBMM’de temsil edilmek için Anadolu’nun farklı illerinde gerçekleştirilen ilk seçimlerde 360’ı aşkın milletvekili ilk defa TBMM’ye girmiş ve Cumhuriyetin ilanı sürecinde önemli kararlar alan siyasal seçkinlerin önemli bir bölümü Osmanlı Meclis’i Mebusanı’ndan gelen diğer milletvekilleriyle birlikte Cumhuriyet’e geçiş döneminin siyasal seçkinlerini oluşturmuştur. Bu seçkinlerin önemli bir kısmı Anadolu’nun toprak sahibi sınıflarından (yaklaşık 50’si), tüccarlardan (yaklaşık 30’u), din adamlarından (yaklaşık 30’u), silahlı kuvvetler mensuplarından (yaklaşık 50’si), yüksek devlet görevlilerinden (yaklaşık 60’ı), öğretmen, memur ve öğretim görevlilerinden (yaklaşık 55’i) ve çeşitli görevler ifa eden hukukçulardan (yaklaşık 55) oluşmaktaydı. Bu veriler bize kurucu milli iradenin arkasında yer alan sosyal güçlerin ve seçkinlerin arka planına ilişkin önemli ipuçları sağlamaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu dönemin siyasal seçkinlerin ve iktidarın oluşumu açısından bir geçiş dönemi olduğunu gözden kaçırılmamasıdır. Nitekim TBMM’nin 1920-23 dönemi arasında görev alan kadrolarından 200’ü aşkın milletvekili 1924 Anayasasını yapan ikinci dönem TBMM’de görev almamıştır. Bu sayı ise Birinci TBMM’deki 410’u aşkın milletvekilinin, ancak 190’ının 1923 seçimlerinden sonra İkinci TBMM’de görev alabildiğini göstermektedir. 1923-27 döneminde ise yaklaşık 200 milletvekili ilk kez TBMM’de temsil edilme olanağı bulmuştur.
Bu sayıya ilave olarak, TBMM’nin 1. Dönem Milletvekillerinin 93’ü aynı zamanda geçmişte Osmanlı Meclisi Mebusan’ı üyesi olarak görev yapmış olmaları nedeniyle her iki mecliste de görev yapmış bir siyasetçi kuşağı olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu ise Osmanlı Anayasal Meşrutiyetinden Cumhuriyet’e geçiş sürecinden önemli kopuşlar olduğu kadar süreklilikler olduğunu da göstermektedir. Kadrosal olarak önemli sayıdaki Osmanlı siyasal eliti Cumhuriyet’in kuruluşunda rol oynamış ve siyasal kariyerlerini devam ettirmişlerdir. Bahsi geçen kadroların askeri ve bürokratik kadrolar değil, fakat Osmanlı meclislerinde görev almış olan siyasi figürler olduğu düşünüldüğünde bu vurgunun önemi bir kez daha çıkar ortaya. Ancak bununla birlikte, Cumhuriyet seçkinleri arasına girmiş olan bu kadroların daha önceki iktidar bloğunun ne kadar içinde yer aldığını söyleyebilmek için iki iktidar networkünün çerçevesine odaklanmak gerekir. Bunlardan birincisi padişah ve saraya yakın olan iktidar bloğu, diğer ise daha çok İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafından dönen ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında iktidarı neredeyse tamamen eline geçiren asker-bürokrat-siyasetçi bloğudur. Şüphesiz TBMM’ye katılan kadrolar arasında, bu iki grubun en azından çekirdek kadrolarının bulunduğunu söylemek çok da doğru olmaz. En azından birkaç istisna dışında çoğunluğun ikinci grupla bağlantılı olsa bile, merkez kadrolarda yer almadığını ve doğrudan savaşın yürütülmesinden sorumlu seçkinler bloğuna birinci elden dahil olmadıkları söylenebilir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu neslin bir geçiş nesli olduğunu ve önemli sayıda eski siyasal figürü de TBMM’ye taşıdığını söyleyebiliriz. Buna mukabil aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ya da Osmanlı askeri bürokrasisinden Cumhuriyet’e naklolan siyasal seçkinlerin önemli bir bölümü zamanla siyaseten geri konuma düşecek ve Kemalist kadrolar Osmanlı bakiyesi sayılabilecek İttihatçı kadroları zamanla ikame edeceklerdir. Özellikle Terakkiperver Halk Fırkası kadrolarının Atatürk’le yolunu ayırması bunun bir göstergesidir. Aşağıda da göreceğimiz üzere, Atatürk’ün 1938 yılında ölümünü izleyen TBMM seçimlerinde ise, artık Cumhurbaşkanlığı makamına geçmiş olan İsmet İnönü’nün siyasal elitlerin kamusal alana dahil edilmesi konusunda bir tür tazmin edici bir restorasyona öncülük ettiği görülebilecektir.
Ayrıntıları daha açık olarak aşağıda tartışacağımız üzere, Cumhuriyet’e naklolan bu Osmanlı siyasal seçkinlerinden sadece 28’i TBMM’de bir dönem görev almışlardır; 15’i TBMM’de 2 dönem; 20’si 3 dönem; 11’i 4 dönem; 6’sı 5 dönem; 7’si 6 dönem; 4’ü 7 dönem ve 2’si 8’er dönem milletvekilliği yapmışlardır. Dolayısıyla Osmanlı Meclis’i Mebusan’ına da seçilmiş olup da TBMM çatısı altında görev yapan milletvekillerinin ortalama görev süresi 2,98 dönemdir; yani yaklaşık 3 dönemdir. Bu kuşağın doğum yılları itibariyle ağırlıkla 1875 ve 1880 yılları arasında doğduğunu söyleyebiliriz. Os.M.M. kökenli milletvekilleri arasında bulunan ve ardından TBMM’ye girerek uzun süre Türk siyaset seçkinleri arasında konumu koruyan isimlerden önemli sayılabilecek birkaç isim saymamız gerekirse şu isimleri –TBMM’de görev yapma süreleri itibariyle şöyle- sıralayabiliriz: İbrahim Süreyya Yiğit, Hacı Muhittin Çarıklı (8’er dönem); Mehmet Çağıl, Mazhar Müfid Kansu, Yusuf Kemal Tengirşek, Hamdullah Suphi Tanrıöver (7’şer dönem); Halil Hulki Aydın, Münib Boya, Ali Münif Yegena, Ali Çetinkaya, Yunus Nadi Abalı oğlu, Rafet Canıtez, Refet Bele (6’şar dönem); İsmail Kemal Alpsar, Hüseyin Cahit Yalçın, Tahsin Uzer, Mehmet Şemsettin Günaltay, Halil Menteşe, Mithat Şükrü Bleda, Asım Sirel, Mehmet Sabri Toprak, Hilmi Tunalı (4’er ve 5’er dönem).
Bu milletvekillerinin TBMM’ye seçilme yaş ortalamasının yaklaşık 45-46 yaş civarında olduğunu görmekteyiz; ve siyasette kalma süresi yaklaşık 3 dönem olduğu için de (seçimlerin 7. döneme kadarki süre zarfında yaklaşık 4 yılda bir yapıldığı gerçeğinden hareketle) yaklaşık 12 yıl olarak tahmin edilebilmekte; bu verilerin ışığında ise TBMM’de yer alan vekillerin siyasetten ayrılma yaşı yaklaşık olarak 57-58 yaşları civarında olmaktadır. En azından Os.M.M. kökenli milletvekilleri için bu rakamsal değerlerin geçerli olduğu görülmektedir. Daha sonra sunacağımız, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait istatistikler ve TBMM genel istatistikleri ışığında bu verileri tekrar yeniden değerlendirmeye tabii tutmamız mümkün olacaktır.
Siyasal seçkinlerin sirkülasyonuna bakıldığında Osmanlı İmparatorluğunun dağılma sürecine müdahale etmeye çalışan ve savaş döneminin politikalarına damgasını vuran İttihat ve Terakki’nin üst-düzey kadroları ile Anadolu Kurtuluş hareketini ortaya çıkaran Kemalist kadrolar arasında kopuşlar ve kimi süreklilikler bulunduğunu teslim etmek gerekir. Cumhuriyeti kuran yeni siyasal seçkinlerin bu açıdan bakıldığında, hem Osmanlı sosyal yapısından kaynaklanan etnik-dinsel kırılmaların, hem de son nesil Türk
siyasal-bürokratik seçkinleri içerisindeki elit kırılmalarının sonucunda ortaya çıktığını ve yeni bir iktidar konfigürasyonu yarattığını görmekteyiz. Cumhuriyetin ilk yılları boyunca, Kemalist seçkinler bir yandan muhafazakar İslamcı-hilafetçi elitlerle diğer taraftan da İttihatçı kadrolarla arasında, diğer yandan da TBMM’deki Birinci ve İkinci Gruplar arasındaki ayrışmada kendisini daha net olarak ortaya çıkarmıştır. Benzeri bir şekilde 1946 yılında İsmet İnönü ve Celal Bayar arasındaki 12 Temmuz mutabakatını izleyen dönemde çok partili hayata geçiş daha önce en az iki kez iç ayrışmaya uğrayan Türk siyasal seçkinlerinin üçüncü kez, ancak bu defa iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin içeriden bölünmesinden ötürü, yeni bir siyasal seçkin neslinin doğuşuna tanıklık etmiştir. 1946 ve 1950 Genel Seçimlerinin ardından 1923 yılından itibaren iktidarı elinde bulunduran siyasal seçkinlerin önemli bir bölümü iktidar konfigürasyonunun dışında kalmıştır.
-
Dostları ilə paylaş: |