Türkiye’de Çağdaş Anlamda


Sosyal Açıdan Millî Mücadeleye ve Müdafaa-İ Hukuk Cemiyetlerine Genel Bir Bakış / Yrd. Doç. Dr. Bayram Sakallı [s.718-725]



Yüklə 13,38 Mb.
səhifə73/106
tarix26.08.2018
ölçüsü13,38 Mb.
#74397
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   ...   106

Sosyal Açıdan Millî Mücadeleye ve Müdafaa-İ Hukuk Cemiyetlerine Genel Bir Bakış / Yrd. Doç. Dr. Bayram Sakallı [s.718-725]


Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Medeniyet bütünlüğü içinde, her türlü kültür ve milletin ayrı bir yeri ve orijinal bir tarafı mutlaka bulunur. Her millet ve kültür bu özelliklerini muhafaza ederek geliştir, geliştirerek muhafaza eder” ise, medeniyete ve insanlığa katkıda bulunduğu gibi, milli varlığını ve kimliğini de devam ettirir. Biz tarihe baktığımızda milletler ve kültürler arası mücadelelerle dolu olduğunu görürüz ve mücadelelerde, bazı milletler-kültürler, diğerlerine yaşama imkanı tanımak istememişler ve çoğu zaman da tanımamışlardır. Bazılarının bu bencil ve sömürgeci tavırları, diğer toplumlarda tepki meydana getirmektedir. Milli mücadelelerin “zihni hazırlık safhası” veya “milli şuur uyanışı” da denilebilecek düşünce ve fikir alanında meydana gelen bu tepkiler, genellikle barış zamanında ortaya çıkar. İşte söz konusu milli şuurun yabancı ve zararlı olanlarına karşı vermek zorunda kaldığı silahlı mücadelelere çağımızda “İstiklal Savaşları” denildiği bilinmektedir.

Asırlardır var olan istiklalini, milli şahsiyetini, vatanını ve devletini saldırıdan, istiladan kurtarmak gayesiyle Türk milletinin, 1918-1922 yılları arasında büyük bir mücadele verdiği bilinen bir gerçektir. Şuurlu olarak yapılan bu hareketin adına, bizzat yapanlar tarafından “Milli Mücadele” denmiştir. Bu harekette Türk milletinin istiklali ve Türk vatanının muhafazası söz konusudur.

Milli Mücadele Dönemi ile ilgi pek çok yayın yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı ile ilgili yerli ve yabancı yayınların büyük bölümü, bu dönüşümü Mustafa Kemal’in düşünce ve eylemleri ekseninde ele almıştır. Liderlik öncesinde ya da önderlik etkisi dışında oluşan toplumsal canlılık ise büyük çapta göz ardı edilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta, ulusal direnişin başlangıcı olarak Samsun’a çıktığı tarihi (19 Mayıs 1919) alması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Mustafa Kemal burada, kendisinin içinde yer aldığı gelişmeleri anlatmakta, bir tarih kitabı sunmaktadır. Fakat önder eksenli bir resmi tarihçiliğin esas olarak buradan kaynaklandığı da söylenebilir. Bu yüzdendir ki, Türk devrim tarihi litarütürü ve özellikle ders kitapları, büyük ölçüde bir “Nutuk Şerhi kimliği taşıya gelmişlerdir.”1

Bir yabancı araştırıcı da Mustafa Kemal Paşa’nın “resmi olarak azdıklarının tümü, söylevleri, tamimleri, telgraf ve beyannameleri” ile belli başlı bazı “otobiyografik malzemeye dayanan bir tarih geleneği oluşturduğunu” ileri sürerek, kaynakların sınırlandırıldığı, aynı şeylerin tekrarlandığı verimsiz bir “resmi tarih” anlayışının ortaya çıktığını, böylece de “Ortodoks Kemalist Versiyonu” adı verilen resmi bir statü haline geldiğini iddia etmektedir. Yine bu tür mevcut biyografik eserlere bakıldığında, “hepsinin bir tek kaynağa dayandığını görürüz: Mustafa Kemal’in kendisi.” demektedir.2

Söz konusu bu görüşün doğruluğunu teyit eden şu fikirle dikkat çekicidir. “Çünkü Türkiye’nin tarihte eşi olmayan bir kuruluş, uyanış, yükseliş hareketi, yine tarihte eşi olmayan büyük bir kahramanın, Atatürk’ün eseridir; tarihi realiteye sadık kalmak için, Türk İnkılabı tarihinin tetkikinde mutlaka bu esastan başlamak, bu görüş zaviyesinden bakmak, araştırmaları bu merkez etrafında toplamak lazımdır. Çünkü Atatürk hadiseleri yaratan bir baştır.” diyen Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün yazdıkları dikkat çekicidir.3

Toplumun büyük bir kısmını teşkil eden halkın Milli Mücadele de fazla bir önemi olmadığı vurgulanmaya çalışılmıştır. Halkın %90’ı cahildi, eşraf, hocalar ve ağalar halkın durumunda idiler. Azınlık halinde bulunan aydınların halk ile ilişkileri yeteri kadar değildi, bunların büyük kısmı da memur idi. Serbest olan aydınlar da siyasi bakımdan bölünmüş oldukları gibi memleket fikir adamı kıtlığı içinde bulunuyordu… Toplumun yapısı sınırsız bir yapı göstermiyor, toprak ağaları, yarıcı, ırgat, maraba ile uyuşmuş bir halde idiler… Halk, düşman işgallerine karşı yapılan gösterilere katılıyor, bunlara karşı bir davranış görülmüyordu.”4

“Halk, bu mücadelenin ihtilal cephesine de, savaş cephesine de, başta subaylar olmak üzere aydın zümre tarafından zaman zaman zorla sürüklenmiştir. Daha kısa bir deyimle, Milli Mücadele, hele bazı tehlikeli dönemeçlerde, halka rağmen yapılmıştır. Durum böyle olduğu halde bu harekata “Milli Mücadele” denilmesi yanlış değildir. Çünkü mücadelenin insan kaynağını, ne şekilde olursa olsun, halk teşkil etmiş ve mali imanlar halktan sağlanmıştır. Mücadele halka rağmen, halkın yararına yapılmıştır… Normal olarak halkı daha çok aydınların etkilemesi gerektiği halde, halk dolaylı ve dolaysız şekilde birinci derecede din adamları ile ağa ve eşrafın etkisi altında idi. Bunun içindir ki, aydınlar halkı mücadeleye sürükleyebilmek amacıyla diğer sosyal grupları yanına almak zorunda idi.”5

Milli Mücadele Dönemi’nde Konya’da Baro İkinci Başkanı Refik (Koraltan) Bey’in; “halkımız bilinen cahilliği dolayısıyla her türlü propagandalara alet olabiliyor. Eğer bunlar, iyi telkinler yapılır ve ciddi teşkilata bağlanırsa her türlü vatan vazifesine koştururlar.”6 sözü de halkın cahil olduğunu, iyi bir propaganda ile istenilen yöne sevk edilebileceğini iddia etmektedir.

Diğer taraftan ise, Türk milletinin temelini oluşturan Türk halkına zayıf iradeli veya benzeri kanaatler taşıyan böyle fikirlere, bizzat Milli Mücadele’nin tabii lideri olan Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatları doğrultusunda yazılan Tarih-IV kitabındaki şu ifadeler güzel bir cevap teşkil eder: “Türk milletini temsil eden Mustafa Kemal idi… Bu şecaati ancak Türk milleti ve milli kudretin timsali olan, o milleti kendisinde tecessüm ettiren (cisimlendiren) Mustafa Kemal gösterebilirdi.”7

Prof. Dr. Bülent Tanör’ün tespitiyle, “kuşkusuz, bu tek yanlılık ya da eksiklikler, madalyonun bir yönüdür.”8 Gerçek anlamda ise, “Her milletin olduğu gibi, Türk milletinin de kendine has bir gerçeği, bir hakikati ve şahsiyeti olmuştur. Batılı devletler, emperyalizm ve sömürgecilik yoluyla kendi değerlerini, kültürlerini ve modellerini diğer toplumlara olduğu gibi, Türk toplumuna da empoze etmeye çalışmıştır. Bu teşebbüsünde tam başarıya ulaşamamıştır. Başarısı birkaç büyük şehirle, belli bir aydın ve bürokrat zümresi ile sınırlı kalmıştır. Toplumun büyük bir kısmı özellikle Anadolu şehirleri ile, kasabalarıyla, köyleri ile Batı’nın kültür taarruzundan uzak kalmış, bozulmadan asliyetini muhafaza etmiştir. Türk toplumu ailesiyle, genciyle, din adamları ile kadınlarıyla kendini koruyacak ve Milli Mücadele’nin temelini oluşturacak gizli enerjiye ve potansiyele sahipti. Gizli enerjiyi harekete geçiren unsurlar, Türk insanının milli, vatani ahlak, namus, şeref anlayışı ve dini inancı gibi manevi güçleri idi. Mustafa Kemal, Türk milletinin bu tür hasletlerini iyi teşhis etmesini ve harekete geçirmesini bilmiştir. Başarının sırrı buradadır.”9

Ancak yıllarca yakın dönem tarihimiz ve Milli Mücadele yani İstiklal Harbi yılları anlatılırken, Mustafa Kemal Paşa’nın bir “halik” (yaratıcı)10 görenler olduğu gibi; Milli Mücadele’den sonra bazı aydınlarında şöyle bir görüş belirdi: “Bu mücadelede millet pasif ve hatta menfi kalmıştır. O birçok hallerde zorla davaya katılmış, arzusu olmadan bu davada çalışmıştır.” Bu görüş, yanlıştır. Hem hadiselere hem de mantığa aykırıdır. Milli Mücadele Anadolu Türk’ünün ruhundaki derinlikten doğmuş bir sıçrayıştır. Daha Atatürk Anadolu’ya geçmeden önce, memleketin yirmiye yakın çeşitli yerlerinde halk, savunma çareleri düşünmek için kongreler, cemiyetler şeklinde toplanmıştı. “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti” Doğu Anadolu halkının kendiliğinden meydana getirdiği bir savunma cemiyetidir.

Milli Mücadele’yi birkaç büyük vatanseverin, birkaç büyük zeka ve kabiliyetin eser saymak, büyük bir milletin ne olduğunu bilmemek demektir. Böyle bir iddia ilim anlayışına olduğu kadar, gerçeklere de, milli terbiyeye de aykırıdır.11

Resmi bir yazıda yer alan: “Mustafa Kemal, halk teşkilatını etrafında toplayıp aydınlatmaya, aralarında fikir ve emel birliği kurmaya başladı… Milleti büyük ve heyecanlı mitingler yapmaya, milli tezahürleri artırmaya ve canlandırmaya, bunu tekmil memlekete yaymaya teşvik etti.”12 ifadesinden, “her şeyi ben yaptım” ya da “Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki birkaç kişi her şeyi yaptı” manasının çıkabileceğini, bunun ise doğru olmadığını aynı çevrede belli bir süre bulunmuş ve çok önemli işlerde imzası olan Kazım Karabekir Paşa şöyle belirtmektedir: “Halbuki kazanılan zaferlerde ve erişilen Türk’ün kurtuluş bayramında derece derece herkesin hissesi vardı ve herkes gördüğü hizmet derecesinde sevinmek ve övünmeye haklı idi.”13

Yine Milli Mücadele yılların Kolordu Komutanlığı yapmış Selahattin Adil Paşa da: “İnkılap ve rejimlerin bir şahsa izafesi maalesef şarka (doğuya) ve bilhassa memleketimize mahsusu bir halet-i ruhiyedir.” diye14 konuyu değerlendirmektedir.

Milli Mücadele, Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesi ile “Vatanın halasını (kurtuluşunu) yegane hedef addettiği”nden Türk milletinin istiklal isteğinde doğmuş ve bu milli hareketi idare edenlerin akıllı bir yol takip etmeleri ile başarıya ulaşmıştır; bilhassa Atatürk’ün “Milletin ruhunun derinliklerinde saklı bulunan istekleri bir milli sır olarak keşfetmesi”, onun liderlik yönünün en çok taktir edilen tarafı olmalıdır. Kendi ifadesi ile “tezahür eden Milli Mücadele, harici istilaya karşı vatanın halasını yegane hedef addettiği halde, bu Milli Mücadele’nin muvaffakiyete iktiran ettikçe safha safha bu günkü devre kadar İrade-i Milliye idaresinin bütün esasat ve eşgalini tahakkuk ettirmesi tabi ve gayr-ı kabil-i içtinab seyr-i tarihi idi (…) Muvaffakiyet için ameli ve emin yol, her safhayı vakti geldikçe tatbik etmekti. Milletin inkişaf ve itilası için selamet yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim (…) Diyebilirim ki ben milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadını, bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyder pey bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”15

Bu sözlerden hareketle bir araştırıcı (konumuzla ilgili) şöyle bir yorum yapmaktadır: “Nutuk’un söylendiği yıl (1927), yeni iktidarın iç hesaplaşmasını büyük çapta tasfiye ettiği, İttihatçıları ve muhalefeti etkisizleştirdiği, ama aynı zamanda bunlarla ideolojik hesaplaşmasını da sürdürdüğü bir yıldır. Atatürk’ün CHP Kurultayı’nda okuduğu ve altı gün süren Nutuk, yakın mücadele arkadaşları ile ve kurtuluşçuların bir kısmı ile de hesaplaşma niteliğindedir. Burada Milli Mücadele’nin oluşumu büyük çapta başından beri tek başına planlanmış ama bir “milli sır” gibi saklı tutulmuş yeri ve zamanı geldikçe “kademe kademe” uygulanmaya konmuş bir program şeklinde sunulmuştur. Nihayet rejimin hukuki ve psikolojik tabularının da objektif bir tarihçiliğin yapılabilmesini zorlaştırdığı söylenebilir. Bununla ilgili bir tek örnek yeterli fikir edinmeye yetmelidir. Kazım Karabekir’in İstiklal harbimiz (1960) adı kitabı bile toplatılmış, yayıncı için açılan davanın aklanmasıyla bitirilmesi için 1968 yılına kadar beklemek gerekmiştir.16

Türkiye’de bulunan bazı yabancılardan İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri olan 1919’da görev yapan Amiral Sir Robeck, Milli Mücadele’yi İstanbul’daki hükümetten çok “halkın ruhunu temsil ettiğine” inanırken, Amerikalı bir istihbarat subayı olan R. Dunn ise, Türk milliyetçilerinin “Türk kamuoyunu temsil ettiklerine ve arasında ülkenin en zeki kişilerinin bulunduğuna” işaret ederek17 Milli Hareketi, halkın yürekten desteklediğini belirtmektedir.

Milli Mücadele yıllarının ilk günlerine bakıldığında; 30 Ekim 1918 tarihinde ağır şartlar taşıyan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte, Türkiye’de ciddi manada bir siyasal ve toplumsal hareketliliğin başladığı söylenebilir. İlk dikkati çeken nokta ise, o günlerin hukuki prosedürünü tamamlayarak başka bir ifade ile cemiyetler kanununa göre kurulun ama ülkenin ya da bölgelerinin kaderini tayin etme gayesine yönelik bir çok cemiyet teşkil edilmiş olmasıdır.18 Bunlar programlarında ve tüzüklerinde siyasetle uğraşmayacaklarını belirtmekle birlikte gerek yapıları ve gerek işleyişleri yönünden gerekse amaçları ve faaliyet sahaları bakımından tam anlamıyla birer siyasi cemiyet ya da siyasi organizma kuvvet ve hüviyetine girmektedirler.

Milli Mücadele’nin başka bir ifade ile Milli Mukavemetin ne zaman başladığına dair, değişik görüşler olmasına rağmen19 23 Nisan 1920’de toplanan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan bir karar, bu konuda en gerçekçi tarih olarak kabul edilmelidir. Zira Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın ifadesi ile “en halis vatanseverliği temsil eden” ve “onlar için ya istiklal ya ölüm” sadece bir slogan değil, en içten bir inanç olan, hakiki “mücahitlerin meydana getirdikleri” özellikle Birinci Meclis ki, bir kahraman meclis”te20 bir başka yazarın çalışmasına başlık yaptığı tabirle “Devleti Kuran Meclis”in21 verdiği kararın kabul edilmesi -belge niteliğinde de olması sebebiyle- bir mecburiyettir.

TBMM’de icra vekiller heyetinin (Bakanlar Kurulu’nun) 31.12.1338 (1922) tarihli kanun teklifinde belirtilen tarihten itibaren mücadelenin başladığı açıkça görülmektedir. “Madde-i vatanın tecavüze maruz kaldığı tarihin mebdei (başlangıcı) addolunan 21 Teşrinievvel 1334 (21 Ekim 1918) tarihinden itibaren kuvva-yı muntazama-i milliyenin tarihi teşekkülü olan 16 Ağustos 1336 (1920) tarihine kadar Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri rüesa ve azası ve Kuvva-yı Milliye kumandanları ile maiyyetleri tarafından düşmanın tecavüzüne karşı vatanın emri ve müdafaa ve istihlas gayesini temin ve istihlas (kurtuluş) zamanında ikaz edilen ceraim (suçlar) affedilmiştir.”22

Söz konusu kanun teklifinin gerekçesinde ve encümen raporlarında da millî felaketin başlangıcı olarak (21 Ekim 1918) tarihi belirtilirken bu aynı zamanda yeni bir mücadelenin başlangıcı olarak da kabul ediliyor ki, bahsedilen af bu tarihten itibaren geçerli olması vurgulanıyor. “Harb-i umumiyi takibeden felaket-i milliyenin mebdei olan 21 Teşrinievvel 1334 tarihinden itibaren yer yer aksam-ı vatanın maruz kaldığı istilâ ve işgaller üzerine, işbu tecavüzat-ı gayri muhikkaya karşı koymak ve vatanın istihlas ve istiklâlini kurtarmak gayesiyle bünye-i içtimaiyyeden (sosyal yapıdan) doğan mukavemet-i milliyenin ilk temel taşını teşkil eden manatık-ı muhtelife-i memleketde (Müdafaa, Redd-i İlhak, Kuva-yı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk) namlariyle teşekkül eyliyen cemiyyât ve heyâtın hükûmet-i muntazama-i hâzıranın zaman-ı teessüsü olan 16 Ağustos 1336 (1920) tarihine kadar…”23 O büyük ve ulvî Meclis’in kabul ettiği bir tarihi bizim kabul etmememiz, tarihi hakikatlerin inkarı olur.

TBMM ve hükümetin de vurguladığı gibi, vatanı ve milletin istiklalini kurtarmak gayesiyle, memleketin çeşitli yerlerinde, milli mukavemetin “ilk temel taşını teşkil eden” cemiyetlerde küçük isim farklılıkları olsa da, hemen hemen hepsinde ortak olan “Müdafaa-i Hukuk” tabiri dikkat çekmektedir. Müdafaa-i Hukuk cemiyetleriyle ilgili konunun detayına girmek, bu incelemenin kapsamını aşar. Bu bakımdan, biz bu noktada çoğunlukla “müdafaa-i hukuk” kavramını kullanarak benzer amaçlar için kurulmuş milli cemiyetlerin ortak bazı özellikleri, sosyal yapıları ile milli mücadelenin sosyal tarihindeki yerlerini ana hatlarıyla ele alıp değerlendireceğiz.

“Müdafaa-i Hukuk” (hakların savunması) tabiri her ne kadar Millî Mücadele Dönemi’nde çok ve sık geçen bir ifade olmuşsa da, yakın tarihimize baktığımızda bu iki kelimenin değişik yerlerde, farklı amaçlarla kullanıldığı görülmektedir. “Müdafaa-i Hukuk-ı Vatan” ismiyle 1908 yılında bir gazete çıkarılmış ve “vatan haklarının savunulması” anlamı veren bu gazetenin,24 söz konusu cemiyetlerle hiçbir ilişkisi yoktur. Aynı şekilde, 27 Mayıs 1329 (1913) tarihinde kurulan, kadın haklarını savunan “Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti”nin de25 Millî Mücadeledeki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleriyle alakasının olmadığı kesindir. Söz konusu edilen cemiyetlerin adında kullanılan “Müdafaa-i Hukuk” ve benzeri tabirler, vatanın ve milletin hak ve hukukunun savunulmasının esas olduğunu vurgulamak için bilinçli olarak ısrarla kullanılmıştır. Memleket dahilindeki milli mücadele muhaliflerine, özellikle de yabancılara, yapılan mücadelenin “hakların savunulması” olduğu; hiçbir gayri kanunî ve gayri hukukî yönünün bulunmadığı, kurulan cemiyetler ve onların çalışmalarıyla gösterilmek istenmiştir.

Mütareke günlerinde kurulan “Müdafaa-i Hukuk”, “Muhafaza-i Hukuk” vb. kavramları kullanan cemiyetlerin tamamı, o tarihte yürürlükte olan “cemiyetler kanunu” çerçevesinde kanunî olarak, ilgili prosedürler yerine getirilerek kurulmuş cemiyetlerdir. 16 Ağustos 1909 tarihinde yürürlüğe giren bu kanuna göre; cemiyet kurmak için önceden izin almak gerekmiyordu. Kurulan Cemiyetin merkezi İstanbul’da ise, Dahiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı’na), taşrada ise o mahallin en büyük mülkî amirine; cemiyetin unvanını, gayesini, idare merkezini, yöneticilerin isim, meslek ve ikametgâhlarını ihtiva eden bir beyanname verilerek, karşılığında ilmühaber alınıyordu. Beyannameye ayrıca, nizamnameden iki adet, cemiyetin resmî mührüyle tasdik edilmiş şekli de ekleniyordu. Üye olabilmek için yirmi yaşını doldurmuş olmak şartı ile diğer bazı şartlarda, bu cemiyetler kanununda ayrıntılı bir şekilde belirtiliyor, gizli cemiyet ile “kavmiyetçi (ırkçı) ve infiratçı (nefret ettirici)” özelliklerde cemiyet kurmalar yasaklanıyordu. Cemiyetler kanunu 28 Haziran 1938 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır.26 Hal böyle olunca, Millî Mücadele Dönemi’ndeki “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” de bu kanun çerçevesinde vatanın kurtuluşu, milletin istiklâli için kurulmuş faydalı cemiyetlerdir kanaatini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin sosyal yönü üzerinde durmadan önce, “Müdafaa-i Hukuk”, “Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye”, Muhafaza-ı Hukuk”, “Redd-i İlhak”, “Heyet-i Milliye” vb. gibi, birbirine çok yakın, çoğu zaman aynı anlamda kullanılan bu tabirler üzerinde durulursa, herhalde cemiyetlerin ve haliyle Millî Mücadele’nin sosyal boyutu daha iyi anlaşılmış olur.

Burada sadece bir tek isim anmak gerekirse, siyasal bilimciliğimizin öncülerinden Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın bu alandaki (özellikle Müdafaa-i Hukuk konusundaki değerlendirmeleri ile cemiyetler ve siyasal partiler konularındaki) çalışmalarının emsalsiz değerini anımsamamak elde değildir.27

“Devlet, iktidar ve hakimiyet kaybolmuştu; kararsız, bulanık, zehirli bir tavır içinde haksız işgallere dahilinde ekalliyetlerin (azınlıkların) indirdikleri darbeler inzimam etmekte (eklenmekte) ve millet halinde taazzuv (şekillenme) ve yaşama hakkı, hiçbir surette tanınmamaktaydı. Bu girdaptan kurtulmak lazımdı, fakat nasıl? !…”

Devletler hukukunu hiçe sayan işgal, yağma, gasp ve hakaret içinde mahvolmak üzere bulunan Türk ülkesini, tarihini ve istiklâlini kim muhafaza edecekti?… Türk halkı haksızlığa isyan ve hakkını müdafaa gayesiyle kendi toprağı üzerinde daha emin, hür ve mesut yaşamak iştiyakiyle ayaklanmış ve zamanlardan beri devan eden ruhî mücadele, nihayet reaksiyonlarla derhal hakikate inkılâp etmiştir.

Bu mücadele alevinin yer yer, idarî taksimatın en küçük isimleriyle, mahallelerde, köylerde, kasabalarda ve nihayet şehirlerde kurulan ‘Müdafaa-i Hukuk’ ve

‘Redd-i İlhak’ cemiyet ve heyetleri halinde parladığı müşahede olunmaktadır. (…) Maksat, Türk ferdinin değil, Türk milletinin, Osmanlı enkazı üzerinde mahkum edilmek istenilen Türk camiasının kurtarılmasıydı ve bu milli kıyamda faaliyet nüvesi fert değil, fertlerden mürekkep heyetlerdi. Ayrıca; Müdafaa-i Hukuk beyanname ve programlarında, ferdî haklardan ziyade millet hakları ileri sürülmüş, bunların teslimi ve tanınması istenilmiştir.”28

Bir başka yazısında ise şöyle demektedir: “Mütareke siyasetinin zalim ve adaletsiz şartları memleketi kaynaştırmakta, mukavemet fikri şuurdan şuura sirayet etmekte ve yer yer, mahallî ve mıntıkavî Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak teşkilatı kurulmaktadır. Gizli bir parola, sanki Anadolu’nun havasında dolaşıyor ve rastladığı ruhta infilak ediyordu: Mukavemet etmek, bunun için de Türkleri muhafaza ve müdafaa etmek, işgal ve ilhak siyasetini icabında silaha sarılarak reddetmek… Türkiye bu canlı ve heyecanlı siyasete hayatını ve istikbalini borçludur… Mondros Mütarekesi’nin akdinden (30 Ekim 1918), TBMM’nin açılışına (23 Nisan 1920) kadar süren ve “Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak” adını verdiğimiz bu devrenin gerek cemiyetler kanununa göre, gerekse gizli olarak teşekkül eden cemiyet ve heyetleri muayyen vasıflara sahiptirler”29

“Müdafaa-i Hukuk” gerçeğini Millî Mücadele’nin tabii lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Mustafa Kemal Paşa da şöyle izah etmektedir:

“Milletin vahdetini vücuda getiren ve İstanbul’un içinde bulunduğu şeraite rağmen bu vahdeti dahilde ve hariçte göstermeğe müteveccih bir maksat için yapılan teşkilat ise yalnız Kuvva-i Milliye efradından ibaret değildi. Bilakis bütün memlekete ve memleketin en ücra köşelerinde bile vücuda gelmiş doğrudan doğruya kanuni ve medeni bir teşkilattır ki, ona “Müdafaa-i Hukuk” teşkilatı diyoruz.

Onda silah mevzuu bahis değildi. Belki medenî, içtimaî ve umumî nokta-i nazardan siyasî bir cemiyet demektir. Ve bu cemiyetin her vilayet ve müstakil livada biliyorsunuz ki heyet-i merkeziyyeleri vardır. İşte heyet-i merkeziyyede merci bulamayan ordu da bittabi bir taraftan himaye edimek, idare edilmek, sevk ve idare edilmek lüzumunu duyuyordu; ve bu suretle Müdafaa-i Hukuk teşkilatı, Kuvve-i müsellehayı (silahlı kuvvetleri) içine almış oluyordu.”30

Mustafa Kemal Paşa’nın bu tespitlerine, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın Müdafaa-i Hukuku “Yeni bir ruh” olarak vasıflandıran şu sözlerinde bulmamak mümkün değildir; “Bu yepyeni bir zihniyet, diri bir ruhtur. Esirliği, medeniyetsizlik, vahşilik suçlamalarını reddeden taptaze ruhun adı Kuvayi Milliye Ruhu değildir. Müdafaai Hukuk Ruhu’dur. Her türlü ihtilâlci kuvvetin ve kurumun özü olan bu ruh, İzmir’in işgalinden itibaren, memleketin her tarafında bir birliğin, bir özdeşliğin ifadesi olmuştur. Kuvayı Milliye’yi, Reddi işgal cemiyetlerini harekete geçirmiş olan güç, Müdafaai Hukuk Ruhu’dur. Bu ruh bir atılımın, bir bilinçlenmenin, bir kalkınmanın dinamosu olmuştur. (…)

Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in işgalinden dört gün sonra Samsun’a çıkmıştır. İlk müşahedeleri, bu her şeyi alt üst eden kurtuluş atılımı, Müdafaa-yı Hukuk Ruhu olmuştur. (Onun ifadeleriyle) “Vaziyetin dehşetin ve vehameti karşısında, her yerde, her mıntıkada birtakım zevat tarafından mukabil halâs çareleri düşünülmeğe başlanmıştı. Bu düşün ile alınan teşebbüsat, birtakım teşekküller doğurmuştur.”

Bu önüne geçilemeyecek, hiçbir surette durdurulamayacak kadar kuvvetli bir seldi. Millî bir dayanışmanın, tehlikeler karşısında “Ben de varım!” diyerek ortaya çıkmasıydı. “Mukaddesatını” manevî değerlerini bizzat kurtarmaya karar vermiş bulunan bir milletin yarattığı bir hareketti bu… Bunu görmek lazımdı. İstanbul’dan, Taht’ın ardından görülemiyordu. Kendisi de, Anadolu’ya ayak basıncaya kadar görememişti. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, s.42’de dediği gibi): “İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitde felaketlere karşı bu derece uyanık olduğunu tahayyül etmezdim.”31

İstanbul’daki hükümetin ilgili ve yetkili makam ve mercileri bile, söz konusu dönemde; “Müdafaa”, “Hukuk-ı Milliye”, “Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye” gibi terimleri kullandığı şu iki belgede görülmektedir: 2 Kanun-ı evvel 1334 (2 Aralık 1918) tarih ve 1157 sayılı yanında “müzakârat-ı sulhiyede, hukuk-ı milliyemizi müdafaaya ümidvar olmak üzere mahalli Osmaniye’deki Türkler ve muhaceratın hukuk ve mevcudiyetini (muhafaza) zımnında…”32

Yine 18 Mayıs 1335 (1919) tarih ve 891 numaralı bir rapor, Hüdavendigâr (Bursa) Valiliği’nden Dahiliye Nezareti’ne gönderilir. Bu rapor, Nezaretin Gelen Evrak Defteri’ne özet edilirken: “Müdafaa-i Hukuk-ı Milliyemiz için ittihazı lazım gelen tedâbire dair” ifadesi kullanılmış, böylece bu tabirlerin hükümetçe de tasvip edildiği müşahede edilmiştir.33

“Müdafaa-i Hukuk” için hülasa olarak şunlar söylenebilir: Umumiyetle sessiz ve vakur kalmasını bilen faziletli Türk milletinin hayat hakkını elde etmek için verdiği mücadelenin sembolü olmuştur. “Müdafaa-i Hukuk”; vatanları, istiklâlleri, sahip oldukları insanî hakları ile her türlü maddî ve manevî değerleri yok edilmek istenen Türk milletinin topyekûn mücadele azmi ve kararlığıdır. “Müdafaa-i Hukuk”; Müslüman Türk insanının din, vatan, bayrak, istiklâl vb. kutsal değerlerini kaybetmemek, gerekirse canından aziz bildiği bu değerleri koruma uğruna canlarını seve seve verebileceğini gösteren mücadelenin millî şuuru ve imanının ortak adı olmuştur.

Mondros Mütarekesi’nden önce kurulan “Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” ve “Cemaat-i İslâmiye” gibi daha çok dinî ağırlıklı olan cemiyetler -ki savaşı kaybeden-Türk insanının maneviyatını yükseltmek, yeniden moral gücü kazanmasında yardımcı olmak üzere kurulmuştu. Bu cemiyetlerin daha sonraları Müdafaa-i Hukuk cemiyetleriyle irtibatlı ve aynı gayeler için çalıştıkları tespit edilmiştir.34 Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra ilk teşkilatlanma 5 Kasım 1918’de Kars İslâm Şurası’nın kurulmasıyla başlamıştır.35 Daha sonraları işgal veya ilhak tehlikesine yakın olan bölgelerde “Müdafaa-i Hukuk” teşkilatları kurulmaya başlar. Edirne’de 30 Kasım 1918 tarihinde Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti, 1 Aralık 1918’de İzmir’de İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti; merkezi İstanbul’da 4 Aralık 1918’de Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti; İstanbul’da Kilikyalılar Cemiyeti 21 Aralık 1918 tarihinde ve Trabzon’da 10 Şubat 1919 tarihinde Trabzon Muhafaza-ı Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştur.36

Mustafa Kemal Paşa da teşkilatlanmaya çok önem vermiş, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a geldiği andan itibaren özellikle bölgelerde “Müdafaa-i Hukuk” cemiyetlerinin kurulması meselesini en önde tutmuştur. Mesaisinin önemli bir kısmını bu işlere ayırdığını, meşhur Nutuk’un ilk sayfalarından itibaren verilen bilgi ve belgelerden anlamak mümkündür. Mayıs 1919’daki şu ifadeleri millete güveninin en açık ifadesidir: “Gaye-i istiklâlin istihsaline kadar tamamiyle milletle birlikte, fedakarane çalışacağıma mukaddesatım adına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek kat’idir.” Milletin mücadeleye başladığı andaki durumunu ise şu şekilde izah etmektedir: “Türkiye ve Türkiye halkı, istiklalini ve mevcudiyetini imhaya matuf elim darebat (darbeler) karşısında kaldığı gün, dünyayı beşeriyette hiçbir nokta-i istinada malik (dayanak noktasına sahip) bulunmuyordu. Yalnız ve ancak kalp ve vicdandaki azm ü imana güvenerek ya istiklaline sahip ve hakim olarak yaşamaya ve yahut ölmeye karar verdi. Bu kararın icab-ı tabiisi olmak üzere el-an devam etmekte olan mücahede-i milliyesine (milli cihada) başladı.”37

Türk milletinin sahip olduğu cevherin içinde gizli olduğunu, onu çıkarmak gerektiğini bunun da teşkilatlanma yolu ile olabileceğini Mart 1920’de yaptığı konuşmada şöyle vurguluyordu: “Bu çölden bir hayat çıkarmak bu inhilalden bir teşekkül yaratmak lazımdır. Boş görünen saha doludur, çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O millettir. Eksik olan şey teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz.”38

Milli Mücadele’nin sosyal tarihi adlı eserde, söz konusu teşkilatlanma ve cemiyetleşme hakkında şöyle deniliyor: “Redd-i İlhak dernekleri yaşanılan toprak parçasının herhangi bir yabancı ama o günün deyimi ile ‘medeni’ uluslarınca değil, geçmişte ve hâlâ Osmanlı uyruğu olan soy kümelerince ilhak edilmesine karşı kurulmuşlardır. Müdafaa-yı Hukuk ise, genelde Osmanlı, ama özelde artık Osmanlı’dan arda kalan Müslüman nüfusun haklarının savunmasını içeren bir örgütlenmenin belirtisiydi. Anadolu halkı, Batı istilacılardan, diğer yenik Avrupalı rakiplere uygulanan kurallar dışında ve daha ağır yaptırımlara uğramak istemiyorlardı.”39

Müdafaa-yı Hukukun, “Müslüman nüfusun haklarının savunulmasını içeren bir örgütlenme” olması, aynı zamanda Milli Mücadele’nin sosyal yönünün incelenmesinde de, İslam unsurunu ön plana çıkarmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa’nın mecliste yaptığı bir konuşmasında “İslam” unsuruna ağırlık verildiği açıkça belirtilmiştir. “… Binaen-aleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet, bit-tabii bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslamiyyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsuru İslam, bizim kardeşimiz ve menafiî tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslamiyye ki; vatandaştırlar, yek -diğerine karşı hürmeti mütekabile ile riayetkardırlar ve yek- diğerinin her türlü hukukunu ırki, içtimai, coğrafi hukukuna daima riayetkar olduğunu tekrar ve teyit ettik ve cümlemiz bu gün samimiyetle kabul ettik. Binaen-aleyh, menafiimiz müşterektir. Tahlisine azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinden memzuc (karışık) bir unsur-ı İslam’dır bunun böyle terakkisini ve su-i tefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum.”40

Prof. Dr. Şerif Mardin’in ifadesi ile; “Bağımsızlık Savaşı sırasında mücadelenin sürdürülmesinin genellikle üzerinde durulmayan bir İslami dayanağı vardır.”41 Zira din adamlarının bu mücadelede önemli bir yere sahip oldukları da ortaya çıkmaktadır. “İstanbul’un dışındaki yörelerde Türkiye’nin toplumsal strüktürünü oluşturan kurumlar içinde vilayet idaresine paralel, fakat halk tabakalarına daha yakın olan İslami kurumlar bu noktada önemli rol oynamıştır. Anadolu’da istilaya karşı örgütlenme, birçok yerde din adamları tarafından yürütülmüştür.”42

Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetlerinin kuruluşlarında reis olarak ya da idari heyetlerinde faal üye olarak, o bölgenin müftüsü ya da ulemadan, başka bir ifade ile, din alimlerinden birçok kişinin görev yaptıkları bilinmektedir. Ankara Müftüsü Rifat (Börekçi) Efendi, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Hacı Mustafa Tevfik Efendi bunlardan sadece birkaç tanesidir. Milli Mücadele Dönemi’ni, genel ve bölgesel olarak ele alıp, bilimsel bir araştırma olarak ortaya konulan pek çok eser ve araştırmada vurgulanan hususu açıklayan pek çok örnek görmek mümkündür.43

Çeşitli yönden olduğu gibi sosyal bakımdan da, Milli Mücadele’yi başarıya ulaştıran “Hareket-i Milliye”nin motor gücü “Müdafaa-yı Hukuk Ruhu” ve bu ruhun kendisinde tecelli ettiği Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri olmuştur. Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) alınan kararla “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti” adını alan bu cemiyetlerin maksadını H. Rauf (Orbay) Bey’in şu cümlesi ne güzel özetlemektedir: “Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nden maksat, İslam ahaliyi bir noktada toplamak ve fırka ve tefrika göstermemektir.”44

Milli Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusa’nın işgal kuvvetlerince basılıp dağıtılması üzerine (16 Mart 1920’de) yayınladığı Tamim’de; “…Biz hukukumuzu ve istiklalimizi müdafaa için giriştiğimiz mücahedenin (bir başka ifade ile cihadın) kutsiyetinin kail (söyleyen)… davamızın meşruiyet ve kutsiyeti, bu müşkül zamanlarda Cenab-ı Hak’tan sonra en büyük zahirimizdir.”45 sözleri bile yürütülen mücadelenin “Mücahede” yani dini yönü ağır basan bir mücadele olduğunu açıkça göstermektedir.

Konuyu Prof. Dr. Ercüment Kuran’ın şu tespitleri ile sonuçlandırmak hem Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele’deki rolünü belirtmesi hem de bu mücadelenin sosyal boyutunda en ağırlıklı hususun din olduğunu ortaya koyması, konunun hülasası olacaktır. “İstiklal Savaşı devamınca Mustafa Kemal Paşa, Türk milleti’nin kurtuluşunu sağlamak için, İslam mücahitliği davasını gütmüştür. Büyük şair Mehmet Akif’in derin bir ruh coşkunluğu içinde yazdığı İstiklal Marşımız, bu devrin milli olduğu kadar da dini heyecanını aksettirir. Sakarya Zaferi’nden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilişi, Milli Mücadele’nin İslami hüviyetini açıkça ortaya koyar.46

1 Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul, 1992, s. 11-12.

2 Erik J. Zürcher, Milli Mücadele’de İttihatçılık, (çev. Nüzhet Salihoğlu), İstanbul, 1983, s. 53-56.

3 Köprülü, Türk İnkılabını açıklarken; 1936-40 yılları arasında “ihtilal bir tek insanda, kahramanda toplanır” diyen Carlyle’in kahramanlar nazariyesine sadık kalarak, Tekinalp’in “Kemalizm” adlı eserine yazdığı önsözde ifade ettiğine göre; “İnkılap hareketlerinin tamamen Atatürk’ün iradesinin, dimağının ve imanının neticeleri olduğunu ve Türk İnkılabı Tarihi tedkiki yapılırken bu merkezden hareket edilmesi gerektiğini” söylemektedir. 1959’lara gelindiğinde ise Köprülü, “Türk Milletinin Hedefleri” konulu yazısında (Cumhuriyet, 4-5 Aralık, 1959) bu fikrinin tamamen tersini ifade etmekte ve şöyle demektedir. “Atatürk tarafından gerçekleştirildiği için onun adını alan siyasi ve içtimai inkılaplar, milletimizin tarihi tekamülü esnasında kuvvetle hissedilmiş tarihi zaruretlerdir ki, memleketin mütefekkirleri tarafından uzun yıllar boyunca ortaya atılmış, umumi efkarda münakaşa mevzuu olmuş ve bunların gerçekleştirilmesi lüzumu münevverler tarafından umumiyetle kabul edilmiştir.”

4 Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, 2. Baskı, Ankara, 1983, s. 50-51. Yazar Milli Mücadele’nin değişik boyutların olduğu şu ifadelerle belirtilmektedir. “Anadolu hareketi, yalnız bir savunma değildir; onun siyasal ve sosyal yönleri de vardır ki, buna Milli Mücadele demek uygun olur.” Aynı eser, s. 49.

5 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 5. Baskı, İstanbul, 1981, s. 65.

6 (Fahrettin Altay Paşa Anlatıyor) İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e, (Yayına Hazırlayan: Taylan Sorgun), 2. Baskı, İstanbul, 1998, s. 224.

7 Tarih IV, 2. Baskı, İstanbul 1934, s. 15-16. (TTTC Yayını, Devlet Matbaası).

8 Tanör, a.g.e., s. 13.

9 Bayram Kodaman, “Milli Mücadelenin Tarihi ve Sosyal Açıdan Değerlendirilmesi”, Milli Mücadele-Birinci Amasya Sempozyumu (Amasya 20-22 Haziran 1986), Samsun Eser Matbaası, s. 26.

10 Suat Tahsin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Haliki Gazi Mustafa Kemal, İstanbul, 1933.

11 Samet Ağaoğlu, Kuvva-yı Milliye Ruhu, Ankara, 1981, s. 179-180.

12 Atatürk, 1001 Temel Eser Dizisi, MEB. Yay., İstanbul 1970, s. 60.

13 Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası Atatürk-Karabekir, İstanbul 1991, s. 156.

14 Tahsin Demiray, İstiklal Harbimizin Müdafaası, 2 baskı, İstanbul 1969, s. 39.

15 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, C. I., 14. Basılış, M E Basımevi, İstanbul, 1982, s. 15-16.

16 Bkz. Tanör, a.g.e., s. 13.

17 R Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Ankara, 1973, s. 64-65.

18 Cemiyetler hakkında genel bilgi için bkz, Yücel Özkaya, “Ulusal bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. IV. Kasım, 1987, Sayı, 10, s. 139-186.

19 Geniş bilgi için bkz., Sonyel, a.g.e., s. 65-66. Resmi görüş ise, bu tarihi 19 Mayıs 1919 olarak, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışını kabul etmektedir. (bkz. Afet İnan, Tarihten Geleceğe, T. C. İş Bankası yay., Ankara, 1973, s. 53.).

20 Sadi Irmak, Milli Mücadele’de Atatürk’ün Çevresi, İlk Mücahitler, İstanbul, 1986, s. 6-7.

21 Kemal Zeki Gençosmanoğlu, Devleti Kuran Meclis, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1981.

22 Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 29, Ankara, 1961, (26. İçtima), s. 229-230.

23 Aynı yerde; Bu konuda geniş bilgi için bkz., Bayram Sakallı, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi-Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, İstanbul 1997, s. 151-154. Öyleki ilk defa “Müdafaa-i Hukuk-ı Millet Cemiyeti” adıyla bir cemiyet İstanbul’da 21 Ekim 1918’de kurulmuştur (Sakallı, a.g.e., s. 154).

24 Eski Harfli Türkçe Süreli Yayınlar Kataloğu, Cilt: I, Ankara, 1987, (Milli Kütüphane Yayını). İstanbul’da Hüseyin Enver, Bezmi Nusret tarafından neşredilmiştir.

25 Bu cemiyet hakkında geniş bilgi için bkz., Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (II. Meşrutiyet İttihat Terakki’ye karşı çıkanlar), İstanbul 1990, s. 26; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. I, İstanbul 1984, s. 481-482; Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), Ankara, 1990, s. 101 ile 108.

26 Bkz. Zafer Toprak, “1909 Cemiyetler Kanunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. I, s. 205-208 (İletişim Yayınları).

27 Tanör, a.g.e., s. 14.

28 Tarık Zafer Tunaya, “Bu Devletin Temelleri: Müdafaa-i Hukuk Ruhu”, Vatan Gazetesi, 23 Mart 1949, Çarşamba, yıl: 8, sayı: 2813, s. 2.

29 Tarık Zafer Tunaya, “Bu Devletin Temelleri: Milli Hakları Muhafaza”, Vatan Gazetesi, 10 Haziran 1950, Cumaertesi, yıl: 10, sayı: 3252, s. 2.

30 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul 1986, s. 10, (MEB yayını).

31 Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, 2. Baskı, İstanbul, 1981, s. 28-30.

32 Başbakanlık, Bab-ı Âli Evrak Odası Arşivi 85/3-34 Numaralı Defter, Dosya Nu: 240711; Ayrıca 118/3-67 Numaralı Defterde 343178 numaralı dosyada; 29 Mayıs 1335 (1919) tarihinde Samsun livası ile sair icab eden mahallere tahsisat-ı mestureden (örtülü ödenek) para gönderildiği belirtilmektedir.

33 Başbakanlık, Bab-ı Âli Evrak Odası Arşivi, 86/3-35 Numaralı Gelen Evrak Defteri (Kayıt Nu. yok).

34 Bu konuda geniş bilgi için bkz., Bayram Sakallı, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi-Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, İstanbul, 1997, s. 85-122.; ayrıca bkz., Bayram Sakallı, “Millî Mücadele’de Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleriyle İlişkileri”, Türk Kültürü Araştırmaları, C. XXVIII, Ankara, 1995, s. 351-360.

35 Geniş bilgi için bkz., Kars Millî İslâm Şurası (5. 11. 1918-17. 1. 1919) ve Cenubigarbî Kafkas Hükümeti Muvakata-i Milliyesi (18 Ocak-13 Nisan 1919), (Hazırlayan, Cem-Ender Arslanoğlu), Azerbaycan Kültür Derneği Yayınları: 20; Ayrıca bkz., Ender Gökdemir, Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümeti, Ankara, 1998.

36 Adı geçen cemiyetler hakkında daha geniş bilgi için bkz., Sakallı, a.g.e., s. 158-230.

37 Karal, a.g.e., s. 12.

38 Aynı eser, s. 15.

39 Doğu Ergil, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Ankara, 1981, s. 48.

40 Atatürk’ün söylev ve Demeçleri, C. I, (3. Baskı), Ankara, 1981, s. 73-74.

41 Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, 1991, s. 30.

42 Mardin, a.g.e., s. 30.

43 Ali Sarı Koyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları, C. I. II, Ankara, 1995; Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi Mimarları, Ankara, 1973 gibi eserler bunlardan bazılarıdır.

44 Sivas Kongresi Tutanaklar, (haz. Uluğ İğdemir), Ankara, 1969, s. 4.

45 Nutuk, C. I, s. 419-420. Bu anlamda konuşma ve düşüncelere Nutuk’un ve Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nin pek çok yerinde rastlamak mümkündür.

46 Ercüment Kuran, Atatürkçülük Üzerine Denemeler, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1982, s. 26.


  1. Anadolu'da İşgaller, Millî Direniş Hareketleri ve Sevr Antlaşması


Yüklə 13,38 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   ...   106




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin