Türkiye’nin Demokrasi Sorunu Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir sorun



Yüklə 124,39 Kb.
səhifə3/3
tarix17.08.2018
ölçüsü124,39 Kb.
#71818
1   2   3

Şimdi Semih arkadaşımızın bahsettiği Kriz Dönemi Yönetmeliği bu yetkilerini daha da artırıyor. Şimdi biz İstanbul Barosu olarak o kriz dönemi yönetmeliğini iptali davası açtık. Kazanamayacağımız baştan belliydi, mümkün değildi böyle bir şeyi kazanabilmek. Ama kıyameti koparttılar. Bu bütün ülkede olağanüstü halin ilanıdır, dedik. Olağanüstü Hal Yasası'ndan daha vahimdir bu yönetmelik dedik Bu Kriz Dönemi Yönetmeliği bütün ülkede olağanüstü halin uygulanmasıdır. İptal davası açtık, kazanacak mıyız? Hayır kazanamayacağız, çünkü hiç bir mahkemenin bunu ortadan kaldırmaya iptal etmeye gücü yetmez, korkar Şimdi yargı bağımsızlığı sadece yargıçların elinde değil. Üç tane örnek veriyorum. O üç örneğe baktığımızda çok sıradan basit örnekler. Türkiye'de yargı hukuku, yargı bağımsızlığı, ne söylerseniz söyleyin bu üç tane örnek yargının yargıçların da bağımsız olmadığını ortaya çıkarır. Sultanbeyli Adliyesi açılış törenine gittik. Saat 11.00'de olacaktı. Gittiğimiz zaman gördüğümüz şey şuydu. Yolda yani bir oturacak yer yapmışlar törene katılacak olan misafirler geliyor, orası bomboş. Yolda savcılar, hakimler ve Sultanbeyli halkı, şimdi hangisi savcıdandır hangisi halktandır ayırt etmek mümkün değildir. İki tane aydınlık yüz görünce büyük bir ihtimalle savcılar ve yargıçlar bu bölümdedir diye gittik. Doğru tespit etmişiz. Şimdi niye ayakta beklediklerini ve sokakta oturmadıklarını sorduğumuz zaman. Bakan gelecek, elini sıkacağız dediler. Bakan saat 12.00'de gelmiş. Şimdi bakan böyle bir şeye cüret edebiliyor. Savcılar bekliyor. Konuşturun hakimleri, savcıları, sendikaları, yok. Sendikaları konuşturmaya hiç savcının ve hakimin cesareti yok. Orada çoğu bize telefon ediyorlar, garip bir durum. Burada da baronun yardımcı olması isteniyor.

Bir örnek daha. AKM'de Adalet Bakanı açılış konuşmasına gelecekti. Saydım, 40'a yakın hakim ve savcı vardı, toplantıya katılmış olan. Kendilerini ilgilendiren bilimsel toplantılara katılmayan hakim ve savcıların 40 tanesi, bakan geleceği için oradaydı. Bakan konuşmasını yaptı 25 tanesi kalktı gitti, açılış konuşmasından sonra. Basit örnek..



Üçüncü örnek, yargı bağımsız değildir diyen bir savcı hakkında 159. maddeden yani adliyenin manevi şahsiyetine hakaretten dava açıldı. Ve 12 yıla kadar da hapsi isteniyor. Şu üç uygulama yargının ortadan kalkmış olduğunu gösteriyor. Sade bağımsızlık değil, yargıçlar ve savcılar sindirilmişlerdir, bastırılmışlardır. Hiç birşey beklemek mümkün değildir. Ha, yürekli yargıçlar yok mu, var. Ama biz niye yürekli yargıç bekleyelim ki. Yani sistem yürekli yargıçlar yaratıyor. Yani kurban olacak bunlar ve o zaman biz de çok alkışlayacağız. Sistemin kendisi değiştirilebilir. Ortadan kaldırılmalıdır, yargı bağımsızlığı sadece yargıçlarla ilgili değil, savunma ile de ilgili. Yani açın anayasayı, savunma yargının içinde olmamıştır. Savunmadan söz edilmiyor anayasada. Kanunlara açın bakın hep yargının dışına atılmış. İstediğiniz kadar yargıçlara savunma hakkı tanıyın, bağımsızlık tanıyın. Savunma yargıda yerini almıyorsa o yargıçlar tahakkümüne yol açar. Demokrasiye değil, bağımsız yargıya değil, yargıçların tahakküm kuracağı bir sisteme yol açar. Artık öyle bir hale gelmiş ki, hiç bir alt mahkeme Yargıtay'ın vermiş olduğu karardan farklı bir karar vermiyor. Onlar eğer dava açmışsa onun sonucunu bekliyor. Bakalım Yargıtay ne diyecek diye o da aynı şekilde karar vermek üzere. Biz şimdi böyle çok basit örneklerle üç güç tarafından çevrilmişiz.. Bir kısmımız da çok iyi niyetle kendi demokrasi anlayışımıza göre öyle olması gerekir diyoruz, barış içinde birlikte yaşayacağız. Demokrasi çerçevesinde birleşelim diyoruz. Bizden bir marjinal kesim, onlardan bir marjinal kesim biraraya geliyoruz. Ama bir konuda eşitsizlik konusunda, demokrasi dediğimiz zaman biz onların haklarını tanıyacağız, ki tanımalıyız, tanıyoruz. Ama onlar bizim hiç de hakkımızı tanımayacaklar. Kendi kurallarına göre yaşatacaklar bizi. Şimdi burada garip bir çelişki var. Şimdi Iran'da vs. bakıyoruz sol kesimlerle demokratik kesimler ile islamcı kesimler bir cephe kurmuşlar. Esas tehlike olarak, burada siyasi islamcı kesimin katiyen demokratik cehpeden hiçbir hak tanımı yaptığı yok. Sadece kendi haklarının var olduğunun söylenmesini istiyorlar bizden. Ama onlar başka bir cehpe kurmuşlar. Ülkücüler de cephe kurmuşlar. Aynı cehpedeler, kolkola elele geziyorlar. Onlardan demokrasi umudunu beklememek lazım.Demokrasi açısından üç tehlike arzeden kurum ve gelişme karşısında biz ortada oturmuş acaba hangisinden ne yapacağı? Ne yaparsak yaparız diye sıkışmışız. Ama gözlerini bize dikmişler. Güçler bizi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar zaten. Ama sırtımızı hiçbir yere dayamamışız. Şimdi sırtımızı hiçbir yere dayamadan verilen bir mücadele zaten baştan kaybedilen bir mücadeledir. Sırtımızı bir yere dayamak zorundayız. Yani eğer böyle bir tehlikeye karşı, bir üçlü akıma karşı bir mücadele edeceksek. Ve o mücadelede dostlarımızın kimler olacağını, kimlerle ittifak yapacağımızı düşünmezsek böyle sırtımızı dayamak zorundayız. Karşımıza alıp ne yaptığımızı mücadelemizi görmek durumundayız. Basit kavga taktiğidir bu. Üç kişi ile kavga ederken kendinizi garantiye almazsanız arkadan gelir vururlar. Arkadaki de vurur öndeki de vurur. Sırtımızı korumak zorundayız, sırtımızı nereye dayayacağız? Işte arkadaşımız söylediği topluma, halka dayamak zorundayız. Sırtımızı halka dayadığımız zaman ancak bu güç olabilir. Önderlik lafla olmaz. Çıkarsınız siyasi talepleri getirirsiniz. Insanları sokağa çıkartırsınız. İnsanları demokrasi talebiyle sokağa çıkartırsınız. Önderliğinizi gösterirsiniz. Yoksa lafla siz değil biz olalım önder bizim peşimize gelin diyecekse kimse demesin. Eğer biz de demokratik kitle örgütleri olarak, demokrasi mücadelesini, demokrasi isteğiyle, hukuk devleti isteğiyle insanların elinden dışarı çıkartabilecek bir etkinlik bulamazsak, geniş bir siyasi mücadele zeminini hazırlayacak olarak bunu bulamazsak, sırtımızı halka dayamazsak, daha çok bu konuşmalarda katılımların az olduğundan yakınmakla kalırız. Belki de buradan çıkacak konudan en önemlisi, Türkiye'de demokratik bir devlet yapısı olmadığını, bulunmadığını gösteriyor. Demokrasi mücadelesini verecekler olarak söylüyorum bunu, yoksa kurum olarak söylemiyorum. Belki bu süre kaybımız için "Bir Dakika Karanlık" eylemi bunun ufak bir adımı sayılabilir. Halk bunu geliştirmiştir. Sokağa çıkmasıyla, tencereyle vs. o halkın kendi geliştirdiği birşeydir. Buna benzer etkinlikleri bulmak ve onu hayata geçirmek zorundayız diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Yahya Arıkan

Sayın Yücel Sayman'a çok teşekkür ediyoruz. Şimdi söz sırası Sayın Fatih Altaylı'nın. Buyrun.


Fatih Altaylı

Hoşgeldiniz diyorum herkese, biz de hoşbulduk. Bu arada umduğumuz kalabalık tabii yok. Aslında demokrasi konulu herhangi konuda panelde ya da başka bir yerde konuşmak yoktu benim açımdan. Ta ki Şubat ayının başına veya ortasına kadar. Ben Türk halkının demokrasi konusunda herhangi bir talebi olduğu inancında ne yazık ki değildim. Şu anda bile bu konudaki görüşüm çok oturmuş değil. Sadece demokrasiden ne anladığımız konusunda bir kafa karışıklığına biraz daha kapıldık. Ama Türk halkı hala demokrasi istiyor mu istemiyor mu bilmiyorum.



Neden 1 Şubat'tan sonra böyle bir yere katılabilirim diye düşündüm. Çünkü yakılan söndürülen ışıklar, çalınan tenceler tavalar bir nebze de olsa ümit verdi. Ama bununla ilgili yaptığımız toplantıların bir tanesinde, eyleme katılan bir garsona, peki sen niye katılıyorsun eyleme, dedim. Dedi ki benim ilçemde belediye başkanı bizim mahalleden değil. Bizim evin önünde kanalizasyon kazısı yapıldı. Belediye başkanı bizim oralı olmadığı için aslında onun altından kanal geçiyordu, orayı deldi. Ben böyle hıyar belediye başkanını istemiyorum. O yüzden lambaları yakıp söndürüyorum. Oysa bu eylem başlarken ortaya konan metin vardı. Demokarasi istiyoruz ülkede, diye. Hem de şarkıda olduğu gibi acil bir biçimde istiyoruz demokrasiyi. Onun istediği demokrasi başka, sizinki başka, benimki başka. Herkes farklı bir şey istiyor demokraside, ortaya bir tarif koymak mümkün değil. Bu eylem sırasında yine bizim sık sık karşılaştığımız bir başka şey demokrasinin nasıl geleceği. Biz lamba yakıp söndürürken evde, eşim de tencere çalarken balkonda, kapı çalınacak ben kapıyı açacağım, tamam demokrasi geldi. Hoş geldi sefa geldi. Lambaları yakalım. Öyle birşey de mümkün değildi. Biz sürekli şunu vurguladık. Bir amaçlar, somut hedefler koyalım, demokrasiye giderken yolda somut hedefler koyalım dedik. Ve bu eylemin bitmeden sürmesi gerektiğini vurguladık. Ama eylemin uygulamasını takip etmekte kendini hükümlü hisseden komite bunun savsaklanacağını ve bir an önce bitmesi gerektiğini söyledi. Bu da aslında ne denli kendimize güvensiz, ne denli de sonuca ulaşmaktan umutsuz olduğumuzu ortaya koyan birşeydir. Benim bildiğimiz birşey var. Demokrasi mücadelesi çok uzun soluklu bir mücadeledir. Bu mücadele içerisinde de eğer mücadelede başarıya ulaşamıyorsa giderek yumuşamak değil, giderek sertleşmek gerekir. Biz bu eylemleri ışıkla başlattık, arkasından tencere tava, bir yandan sokak toplantıları. Ben Türkiye'nin bilmem kaç vilayetine hiç haddim ve işim olmadığı halde meydanlara gittim. Oralara kadınlar ve çocuklar geldi. Sonra İstanbul'un bir barında akşamleyin toplanan bir grup ya biz bunu 9 Mart'ta keselim. Niye keselim belli değil. Ne kazandık o da belli değil. Bir daha başlamak için vatandaşa ne diyeceğiz. o da belli değil. Çünkü savsaklanabilir. Bu demokrasi oyunu değildir. Şimdi biz Türkiye'de garip bir şeye düşüyoruz. Burada da aynı hataya hepimiz düşüyoruz. Yazılarımızda düşüyoruz, konuşmalarımızda düşüyoruz, raporlarımızda düşüyoruz. Bir rapor çıkıyor ortaya rapor son derece hoş. Şimdi bir sürü temel unsur da sıralanmış ortaya çıkan. Bunların tamamı bin yıllık bir süreçtir. Bir bin yıllık bir süreci bir raporda ele alıp, burada da konuşup, bir gecede lambaları söndürüp yakıp işi bitirmek istiyoruz. Adım adım gitmeyen bir demokrasinin demokrasi olma ihtimali yok. Biz bütün demokratik unsurlar için demokrasi diye saydığımız, demokrasiyi oluşturan herşey için tek tek mücadele etmeyi göze almamız lazım. Bunları öncelikle belirlememiz lazım. Hangisi daha öncelikli gelecek, hangisi daha sonra gelecek diye. Bunları yapmayacağız. Biz bir rapor alacağız, bu rapordaki 250 tane veya 1500 tane de çıkabilirdi. Bütün bunların hepsini biraraya koyacağız ve bütün bunlar olsun diye lambaları söndüreceğiz. Daha ötesinde bir adımı da göze almayacağız. Ben buna şey diyorum, çekirge demokrasisi. Demokrasi karınca usulü olur, yavaş yavaş gidersiniz. Biz çekirge demokrasisi istiyoruz. Hop diye zıplayalım demokrat olalım. Demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı bir devlet yapısına kavuşalım istiyoruz. Ama karınca gibi yapılması gereken bir işi çekirge gibi isterken diğer taraftan da ağustos böceği gibi tembeliz. Evden dışarı adım atmadan lambayı yakıp söndürerek bu sona ulaşamadığımız için de bir ay içinde moralimizi bozuluyor. Böyle bir demokrasi yok.

Sürekli yüklenilen bir başka konu, Anayasa. Türkiye'nin Anayasası, dar geliyor, geniş geliyor, bol geliyor. Ben Türkiye için bir anayasanın gerekli olduğu kanaatinde değilim. Eğer Türkiye'yi adam gibi adamlar yönetiyor olsalar, Türkiye'de bir takım başka yasalar adam gibi uygulanıyor olsa, biz demokrasiyi veya anayasa denen kitabı elimize alma ihtiyacı hissetmeyiz. İçinde ne yazdığını unuturuz dahi. Doğrusu da odur. Ama biz habire elimizde anayasa o maddesi kötü, bu maddesi kötü, şu maddesi kötü. Peki biz niye seçim yasasını konuşmuyoruz? Bugün Türkiye'de en büyük parti yüzde 20 ile iktidar. Anamızı belliyorlar, bugün yüzde 10'a düşmüş ortağıyla. Türkiye'de yüzde 12, 13 hatta 15'e varan bir oran meclis dışında. Niye biz bunları konuşmuyoruz. O insanların demokrasiden faydalanma hakkı yok mu?. Hayır onlar katılamadılar, barajı aşamadılar, biz onu da tartışamıyoruz. Bu seçim sistemi bize anayasanın dayattığı bir şey mi?. Hayır değil. Biz oturmuşuz mecliste ya da birileri oturmuş mecliste. O günkü şartlar içinde en fazla çıkarına uygun düşen hangi seçim sistemiyse onu almışlar getirmişler. Halkın yüzde 15e yakın bölümü meclis dışında kalmış. Ona bir şey demiyoruz, anayasa yapıyoruz işi.

Şimdi biz 5 tane komutan yarın darbe yapacak diye korkuyoruz. Ben cumartesi akşamı Izmir'de bir paneldeydim. Darbe isteyenler, dedim, herkes elini kaldırdı. Herkesin eli kalktı, istisnasız. Konuştuklarım arasında profesörler var, doçentler var, işadamları var. Zengini var fakiri var. Belki bir kaç kişinin kalkmamıştır ama kalkan ellerden kalkmayanları görmedim ben. Bugün ne farkı var, şimdi beş tane başka diktatör var tepemizde onlara karşı biz ne yapabiliyoruz. Onların sistemi bozarak kendi dilediklerini yapmalarına, işte gece yarısı operasyonlarıyla hocamın söylediği gibi gelip yasalara uygun olmayan bir biçimde bir genel müdür değiştirmelerine, yasaların engellediği veya Danıştay'ın zaman zaman nasihat çekmesine rağmen bir takım kamplaşmalar yapmalarına, kanun hükmünde kararnameler çıkartmalarına. Üç tane aklı evvelin oturup, bakan vaya başbakan veya bakan kocası emriyle bunları yapmalarına ses çıkarmıyoruz. Ama askerler geldi miydi, hop siz demokrat değilsiniz. Bunlar çok mu demokrat? Peki bunlara niye birşey diyemiyoruz. Tankın üstüne çıkmak büyük bir erdem gibi gösteriliyor. Tansu Çiller bile tavsiye ediyor. Peki biz niye başbakanın RP plakalı makam arabasının üstüne çıkmıyoruz. Onun tanktan ne farkı var. Tank kadar o da hukuku ezmiyor mu bizim karşımızda? Yani bunların arasındaki tek fark birinin namuslu olması öbürünün namuslu olmaması mı. Peki o zaman faili meçhul cinayatler namlu değil mi? Askeri darbe döneminde bu kadar faili mechul cinayet oldu mu? Olmadı. Hiç olmazsa iyi kötü bir yargı ile yargılayıp, hiç olmazsa aleni bir biçimde asıyorlar. Veyahut da asmıyorlar içeri atıyorlar, birşeyler yapıyorlar. Faili meçhul cinayetler tank değil midir top değil midir. Halkın üstüne bir takım devlet güçlerinin yürütülmesi değil midir. Onu niye konuşmuyoruz. Niye onlara karşı askere aldığmız benzer tavrı aynı şekilde almak gibi birşeyden bahsetmiyoruz. Ben bugün Türkiye'de ordu mu yoksa bugünkü devlet anlayışı içindeki bir sistem mi, onların arasında bir fark göremiyorum. Siz görüyor musunuz? Yok. Böyle bir fark yok ortada. Birisi yeşil kıyafetli güçlerinin namlularını bizlere doğrultuyor. Ama hiç olmazsa biz namlunun nerde ve nasıl olduğunu biliyoruz ve hiç olmazsa ona göre belki önlem alabiliyoruz. Öbürü kimi zaman mavi kimi zaman yeşil kıyafetli kimi zaman sivil bizim gibi giyinmiş insanların namlusunu bize doğrultuyor ve onların nerde olduğunu göremiyoruz hiçbirimiz. Ve bunlar hukuğun içinde hukuksuzluğu uygulayanlar. Öbürleri hiç olmazsa hukuk yoktur diyor. Hiç olmazsa bir mertlik var orada. Bugünkü durumda bir mertlik de yok. Asker gelse ben bilirim ne yapacağımı. Şimdi ben neye göre davranacağım? Ortada davranmamı gerektiren bir sistem de yok. Türkiye'nin sorunları demokrasi sorunu, şu sorunu bu sorunu, bunların hepsini sıralamak ve farklı boyutlara getirmek mümkün.

Ama ben Türkiye'nin sisteminin tıkanmasında siyasilerden çok daha suçlu ğördüğüm bir kitle var. O kitleyi biraz daha öne çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu Türkiye'deki sorunların tamamının temelinde bulunan kesimin bana sorarsanız bürokrasidir. Eğer Türkiye bürokrasiyi ortadan kaldıramazsa, bürokrat kesimin kendisini alamazsa toplum lehine biz demokrasiyle çok tartışırız, siyasetçi ile çok tartışırız. Biz bütün bunları tartışmaya devam ederiz. Bugün siyasetteki kirlenmenin temelinde bürokrasideki kirlilik vardır. Bürokrasideki bir takım alışkanlıklarını, elde edilmiş bir takım haklarını ortadan kaldırılmasına izin vermeme isteği vardır. Ben kendimi düşünüyorum. Ben bakan olayım, seçileyim meclise geleyim. Çok güzel de projelerim var. fikirlerim var. Bunları da aldım masama koydum. Çağırdım, acemiyim de, korkuyorum. Nasıldı usul üslup bilmem. Çağırıyor iki tane genel müdür. Diyorlar ki, ya gelin şu işe, ben çok akıllı çözümler ürettim. Çözelim. İki tane genel müdür geliyor yanıma. Biri sağımda biri solumda. Bakıyor şöyle bir, inceliyorlar. Bunlar olursa onların çok kıymet-i harbiyesi kalmayacak memlekette. Bana diyorlar ki beyefendi bunlar usule uygun değil. Nesi değil, işte bu böyle böyle olmaz. Nasıl olur? Bu şöyle şöyle olur. Şöyle şöyle dediği de onun, faili meçhul bir yöne doğru ilerlemesi ve oradan dönüp gelip bir gün beni bulması tekrar. Veya meclisi bulması. Ha öyle mi diyoruz. Israr edeceğim edemiyorum. Vallahi ipe gidersiniz diyor. Hayda, ne yapacağım ben? Peki ne yapacağız bunu? İşte onun yöntemi budur. Daha önceki sayın bakan böyle böyle yapardı. Ondan önce de şurdan biri şöyle yapardı. Biz bunu veriyoruz gidiyor.



Türkiye'de iki dönem vardır. 1983-87 yıllarında iyisiyle kötüsüyle Türkiye'de bir değişim süreci yaşanmıştır. O değişim sürecinin yaşandığı dönemde benim tespit ettiğim bir şey, bilmiyorum yanlış bir tespit olabilir. Katılmayanlar olabilir. Özal'ın başarılı olduğunu düşünüyorum. Bugün hakikaten hayatımızada yansıyan bazı icraatları vardır, bunları inkar etmek de çok mümkün değildir. Tamamı bürokrasiye rağmen yapılmıştır, bürokrasi aşılarak yapılmıştır. Bürokratlar bir kenara itilerek yapılmıştır. Ne zaman ki Özal, adı prens olsun prenses olsun, bir takım bürokratlara kendi veya ailesi vasıtasıyla teslim olmaya, onlarla bir takım çıkar ilişkisine girmeye başlamıştır. O zamandan sonra Anavatan Partisi'nin değişimci şucu bucu hikayaleri de tam palavra olmuştur, bitmiştir. Türkiye'nin hakkından gelemediği şeylerden bir tanesi, Siyasi Partiler Yasası'dır. Diğeri seçim yasasıdır. Fakat bunların hepsinin temelinde yatan, belki de Türkiye'nin bürokrasiyle sağlam bir kavga vermesidir. Benim derdim var bürokrasiyle, benim annemin var, babamın var hepimizin var. SSK ile olan dertler bir bürokrasi derdidir. Bürokrasinin köhnemiş olması derdidir. Bugün sağlık sisteminde yaşanan dertlerin tamamında bürokratların parmağı vardır. Bugün vergi adaleti ile ilgili sistemlerin tamamında, maliye ile ilgili sistemlerin tamamında bürokratların parmağı vardır. Türkiye eğer bürokratlarından kendini kurtaramazsa hiçbir şeyden kendini kurtaramaz. Çünkü onlar olağan sistemin birşekilde gitmesi için ellerinden gelen herşeyi yaparlar, gerekirse meclise giderler. Bugünkü meclisin yapısına bakarsanız, zaten kaç milletvekilinin bürokrat kökenli olduğuna baktığınız zaman da onların bu sistemi korumak için kendilerini her türlü göreve hazırladıklarını da görürsünüz. Bugün bunun farkına varmıştır ki RP, bunun farkına varmıştır. Diğer partilerin hepsi de bürokrasi içinde kadrolaşırlar, bürokrasinin gücü Türkiye'nin gücünün ötesindedir. Türkiye'yi kontrol eden güç bürokrasidir. Eğer Türkiye bunu yapmazsa olmaz. Zaten bugün yaşanan çete sendromunun, bugün yaşanan sıkıntıların temelinde de bu vardır. Bu oluşumların siyasete giderek uzanıyor olmasının sebebi de bürokrasinin bunlar üzerindeki hakimini kaybetmeme kavgasıdır. Faili meçhul en alttan en üstteki, ya da en basit sade vatandaştan güneydoğuya, oradan da iş merkezlerinin 25. katında oturan adama uzanmasının nedeni de budur. Türkiye'nin yeni açılımlar yapmasına Türkiye'deki sivil bürokrasi izin vermez. Izin vermek istemiyor. Türkiye'nin demokrasi istiyorsa eğer başta gelen kurtulması gereken unsur bürokratlardır. "Bürokratlara ölüm" diyorum ben.





Yüklə 124,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin