TÜRKLÜK1
Yusuf Akçura
Yayına Hazırlayan: Yılmaz Özkaya2
Nihayet sıra Türklüğe de geldi. Zaten insanlar uzaklardan, yabancılardan başlar, yavaş yavaş kendilerine, nefislerine rücu’ ederler [dönerler]. Sokrat zuhur etmeden evvel [ortaya çıkmadan önce] gökte yıldız sayan birçok feylesoflar [filozoflar] gelip geçmişlerdi. Millî edibimiz Ahmet Hikmet Bey’in3 Yarayı Kanatan’ında Zaif Efendi’nin dediği gibi “hür memleket” başkalarının yenilgilerini taklit ile başladığı intizama [düzene], kendisinin eksikliklerini tahkik [incelemek] ile nihayet verir. Bu hâlde bir zamanki mukallidler [taklitçiler], sonra muhakkak ölürler.
Mazi ve hâlde Türklüğü, yani kendimizi tetkik ve tahkik etmek heveslileri, İstanbul’da yarım asır evvel de varmış; Mustafa Celalettin Bey4’in Eski ve Yeni Türkler adlı Fransızca bir eseri şimdi gözümün önünde duruyor;5 lâkin, Türkler payitahtında [başkentinde] Türkologlar zümresinin tezahürü [ortaya çıkışı] yirmi-yirmi beş sene muahhardır [sonradır]: “Son zamanlarda, İstanbul’da Türk milletini arzu eden bir mahfel [bir zemin, bir cemiyet], siyasî olmaktan ziyade ilmî bir mahfel teşekkül etti. Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebeti artmasının, Alman lisanına ve bâhusus [özellikle] Almanların ulûm-ı tarihiye ve lisaniye [tarih ve dil bilimleri] hakkındaki tetkikatına Türk gençlerinin agâh olmasının [araştırmalarını öğrenmelerinin] hayli tesiri olmuştur, sanıyorum. Çünkü bu genç mahfelde, Fransız muakkiplerinde [takipçilerinde] olduğu gibi hafif Déclamatoire6 edebiyat ve siyasiyattan ziyade, ketumane [ağzı kapalı], sabırane, müdakkıkane [kılı kırk yarar bir şekilde] elde edilmiş bir ilm-i metin [metin ilmi] mevcuttur. Şemsettin Sami, Türkçe şiirler müellif-i muhteremi [Türkçe şiirlerin kıymetli yazarı] Necip Asım, Velet Çelebi bu mahfelin göze görünen azası olup, İkdam bir dereceye kadar mürevvic-i efkârlarıdır [İkdam gazetesi bu fikirlerin sözcüsüdür].7 Şu bahsettiğimiz zamandan 1310-1315 senelerinden beri, Türkler arasında Türklük tetkikatı fasılasız [aralıksız] değil; fakat, daima artmak üzere devam etmektedir. Hele inkılâbı müteakip [Meşrutiyet’ten sonra], bu yoldaki mesaî birden bire birkaç misli arttı. Necip Asım Bey, Veled Çelebi Efendi gibi emektarlara bazı genç meslektaşlar iltihak ederek [katılarak], 1324 senesi kanun-ı evveli evahirinde [aralık ayının sonlarında] Türk Derneği adlı bir cemiyet tesis ettiler. “Cemiyetin maksadı” Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve hâldeki asar, ef’al, ahval [geçmişte ve günümüzdeki eserleri, faaliyetleri, durumları] ve muhitini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmaktı.”8
Türklük fikri Osmanlı Türkleri arasında gittikçe dağılarak ve kuvvetlenerek, İstanbul’u ve vilâyet matbuatının bir kısmını kendine çekti. İstanbul’un Türk Yurdu, Selanik’in Genç Kalemleri, Manastır’ın Yeni Fikri, Üsküp’ün Yeni Mektebi şimdi masamın üzerinde bulundukları için bu matbuattan ilk önce hatırıma gelenleridir. Gündelik ve haftalık ceridelerden, Tanin, Tercüman-ı Hakikat, Sırat-ı Müstakim, Çığır ve Hikmet bazı hususiyetleri olmakla beraber, esasen Türklük fikrine hadimdirler [hizmet ederler]. Osmanlı-Türk edebiyatında, Osmanlıların alel-umum fikrî terakkiyatında [herkesçe bilinen fikrî ilerlemelerinde] büyük bir mevki tutan Servet-i Fünun’un Türk Yurdu’na ibraz ettiği hüsn-i kabul [gösterdiği iyi niyet] bu mühim mecmuanın da Türklük fikrine hiç muhalif olmadığını gösterir.
“Türklük”, daha sarih ve maruf bir tabir ile [daha açık ve bilinen bir deyimle] “Türk âlemi” neresidir? Bu satırları yazan, bir zaman halk karşısında Türklükten bahsederken, Türk âlemini şöyle tarif etmişti: “Eski dünya yarım küresini göz önüne getiriniz. Orada üç kıt’a vardır. Garb-ı şimalîye [kuzeybatıya] tesadüf eden ve yırtık paçavraya benzeyen kısmını koparıp atıverin; cenub-ı garbîdeki [güneydeki] üç köşeli som ve ağır kıt'ayı da insanların zayıf kollarıyla kazdıkları kanal çizgisinden büküp koparıverin. Sağ taraf aşağısında sarkan üç dört çıkıntıyı yontun… O vakit eski dünyanın asıl gövdesi kalır. İşte bu gövde, tamamen Türk yeri, bizim mal-ı mevrusumuzdur [miras kalan malımızdır].”9
Türk yerinde acaba ne kadar Türk yaşıyor? Bu suale kat’i bir cevap bulmak hayli müşküldür. Türklüğün en çalışkan muharrirlerinden Ağayef Ahmet Bey [Ahmet Ağaoğlu] Türklerin aded-i nüfusunu yetmiş-seksen milyon tahmin eder. Osmanlı Türkleri tarafından yazılmış coğrafya ve istatistik kitap ve levhalarında, Türklerin miktarını gösterir sarih ve kat’i hiç bir malûmata tesadüf olunmaz [açık ve kesin hiçbir bilgiye rastlanmaz]. Şemsettin Sami Bey'in “Kamusü'l-Alâm”ında irae ettiği [göz önüne koyduğu] 26 milyon, 23 sene ihtiyarlamış olduktan başka, yazıldığı zamanda bile miktar-ı hakikiden aşağı idi; zira, Sami Bey merhum Rusya Türklerini 10 milyon raddelerinde [civarında] tahmin ettiği hâlde, gayri Rusların miktarını daima eksiltmeğe meyyal olan [düşkün olan] Rus resmî istatistikleri, aynı tarihte Rusya Türklerinin miktarını 13 milyondan fazla göstermektedir. Türklerin en çok bulundukları Rusya'da, aded-i nüfusları resmî Rus istatistiklerine nazaran 18,5 milyondur. Osmanlı Türkleri 10-12 milyon tahmin olunuyor. Azerbaycan'da 3, Afganistan'da 5, Şarkî Türkistan'la Çin'in diğer aksamında [kısımlarında] 6-7 milyon Türk vardır. Şu hesaba göre, Asya ve Avrupa'daki Müslüman Türklerin miktarı 45 milyon demektir. Bu adet, Türklerin hakikî miktarından dûn [aşağı] olabilir, fakat, asla fazla değildir.
45-50 milyonluk bu azim [büyük] kitle, Osmanlı Türkleri, Azerî (Kafkas) Türkleri, Kırım Türkleri, Şimal Türkleri ve Şark Türkleri (Kazakistan asıl Türkistan ve Şarkî Türkistan) denilen beş zümrenin terkibinden hasıl olur [birleşmesinden meydana gelir]. Nüfusları hayli çok, oturdukları arazi geniş ve umumiyetle münbit [verimli] ve zengin olduğu hâlde Türkler, maarif [eğitim], iktisat ve siyaset cihetlerinden, Avrupa kavimleri gibi terakki edemediler [ilerleyemediler]. Yakın zamanlara kadar, Türk dünyasına hâkim olan efkâr [düşünce], kurun-ı vustaî kaldı [orta asırlar seviyesinde kaldı]. Faaliyet-i iktisadiye [iktisadi faaliyetler], Avrupalıların büyük istihsal [üretim] ve büyük ticaret derecelerine yükselemedi. Fikren, ilmen, iktisaden terakki edememek [ilerleyememek] daha doğrusu beşeriyetin terakki-yi hareket-i umumiyesinde geri kalmak [insanlığın genel ilerleme hareketlerinin gerisinde kalmak], daima cezayı müstelzemdir [cezayı gerektirir]: Türklük siyasî hâkimiyetini kaybetti. Birkaç asır evvel, bütün Şark, Türklerin taht-ı hâkimiyetinde [hâkimiyeti altında] iken, yirminci asr-ı Miladî iptidasında [yirminci asrın başlarında] az çok müstakil, yalnız bir Osmanlı-Türk hakanlığı kalmıştı.
Hâkimiyet-i siyasiyenin tezelzül ve ziya’ı [sarsılması ve kaybolması] diğer bazı avâmille [sebepler ile] birlikte 19. asr-ı Miladînin nısf-ı evvelinden [19. yüzyılın ilk yarısından] itibaren, Türklere bir darbe-i ikaz olmuştur. Bunun üzerine Türkler yavaş yavaş kımıldanmağa başladılar. Bu hareketi, elyevm [hâlâ] Türk zümrelerinin hepsinde görürüz. İlk önce Osmanlılar intibah [uyanma] eseri göstererek harekete geldiler; sonra sırasıyla Kafkas, Kırım ve Şimal Türkleri bu harekete iştirâk eylediler; en sona kalanlar, Şark Türkleri oldu.
Türklüğün bu hareket-i terakkiperveranesi [ilerlemeci hareketi], bir kısmı olduğu âlem-i İslâmın son hareket-i umumiyesiyle alâkadardır [İslâm âleminin son genel hareketiyle ilgilidir]. Garp ile Şark arasında müşabehet [benzerlik] arayanlar, Türk-İslâm âleminin son asırdaki hareketini, Avrupa’nın “İntibah ve Teceddüt [uyanma ve yenilenme] = Renaissance et Reformation” devrine benzetmek isterler. Filvaki [gerçekten de], âlem-i İslâmın en medenî ve mütefekkir [düşünen] merkezlerinde, hayat ve dünyayı olduğu gibi görmek, iskolastikten kurtulmak, iyi ve tamam yaşayarak haricin müstevlilerine [dışarıdan gelen istilacılara] esir olmamak ve bununçün de İslâmı, bilâhare [sonradan] üstüne konmuş ve üşüşmüş yabancı ve tufeyli [asalak] maddelerden kurtarıp safiyet-i asliyesine irca eylemek gibi [asıl saflığına döndürmek gibi] arzu ve fikrî cereyanlar vardır.
Avrupa’da milliyetlerin tesisine “Rönesans ve Reformasyon”un küllî tesiri ve hizmetleri olmuştu: Eski Yunan ve Roma’yı taklitle başlayan edebiyat ve sanayi, pek çabuk millî bir şekle girmiş; Luter10, teceddüd-i diniyenin [dinde yenileşmenin] sağlam temelini atmak için İncil’i halk diline, Almancaya, tercüme etmişti. Âlem-i İslâmın bugün şahidi olduğumuz inkılâbatında “intibah” ve “teceddüd”ü [uyanma ve yenileşmeyi] andırır fikir cereyanlarıyla beraber milliyet, fikir ve hissinin gittikçe mütezayit [gittikçe artan] bir kuvvet ve şiddet iktisap ettiğini [kazandığını] görmemek kabil olmaz [mümkün olmaz]. Din-i İslâmla mütedeyyin akvamın [İslâm diniyle ile dindar olmuş] cümlesinde ve binaenaleyh [hepsinde ve bundan dolayı] Türklerde de artık “Marifet-i Kavmiye = Concience Nationale” hasıl olmak üzeredir [meydana gelmektedir].
Türklerde marifet-i kavmiyenin husulü bir taraftan “reformasyon” arzusuyla ise, diğer taraftan da Ahmet Bey'in pek doğru gördüğü veçhile [gibi] Garp efkârının ve daha sahih [doğru] bir tabir ile Avrupa medeniyetinin, tesiri neticesidir: İskolastikten kurtulmak ihtiyacı Müslüman mektep ve medreselerini, Müslüman kitaplarını Araplıktan Türkleştirdi, Türkçeleştirdi, millîleştirdi; hutbelerin, Kur'an-ı Kerim’in Türkçeye tercümesini icap ettirdi.11 Aynı zamanda, “milliyet asrı” denilen 19. asr-ı Milâdinin, Garb'tan Şark'a yürüyen fikrî hücumları da Şark kavimlerini ve binaenaleyh Türkleri, az sarsmadı; onlar da milliyetlerini, temsil etmek üzere bulunan kuvvetlerin zir-i tahakkümünden [baskısının altından] kurtarmak, hatta günün birinde Avrupa milletlerinin yaptığı gibi parçalarını toplayıp birleştirmek mukaddes ve ulvî emelinin kalplerinde çırpındığını duymağa başladılar.
Lâkin Türk milletinin marifet-i kavmiyesinin husulüne [ortaya çıkmasına] en ziyade tesir eden amil [sebep], fikrî olmaktan ziyade maddî, iktisadî olsa gerektir; zaten diğer milletlerin marifet-i kavmiyesi de fikrî amillerden ziyade iktisadî amillerin netice-i tesirâtıdır [tesirlerinin sonucudur]. Fennî keşiflerden doğan büyük istihsaller devr-i iktisadîsi [iktisadi devrin mahsülleri], Avrupa heyet-i içtimaiyelerinin [toplumlarının] hâkimiyeti mevkiine sınıf-ı mutavassıta (burjuvazi)yi getirdi. Mutavassıt sınıfın maddî menafiî [menfaatleri], milliyetlerin tefevvuk ve temeyyüzünü [üstünlük ve farklılığını] icap ettirir. Geçen asr-ı Milâdide Avrupa kavimleri, kendi milliyetlerine vazıh [açık] ve kat’i hudutlar çizip, aynı milliyetin iktisadî menafiini gümrük duvarları ile sıkıştırarak, kara, su ve demir yollarıyla bağlayıp pekleştirmekte iken, bütün Türk âlemi, din ve dil birliğinden gayri hiçbir rabıtasız [bağlayıcısız] küçük küçük beylikler, hanlıklar, şehirler ve nadiren padişahlıklar hâlinde yaşıyorlardı. Avrupa kavimleri, Türk âlemini baştan başa iktisaden ve kısm-ı azamını [çok büyük bir kısmını] da siyaseten hüküm ve idareleri altına aldıktan sonra, beylerin, hanların çoğu siyaseten ortadan kalktı. Avrupalı sanatkâr ve tacirler Türk yerine üşüşerek, yerli mamulât makamına fabrika emtiası getirdiler ve evvelden köylere, kasabalara kâfi geldiği hâlde, fabrikalara karşı vücudunu müdafaa edemeyen el destgâhları [el tezgâhları] mahvoldu gitti. Avrupa, medeniyeti arkasına takarak bin türlü zevk ve sefahat esbabını beraber getirmiş ve bunlara sarf olunmak üzere sağlam rehin mukabilinde [karşılığında] kolayca akça ikraz eden [borç veren] bankaları getirmeyi de unutmamıştı. Taç ve tahtlarını, hüküm ve nüfuz-ı siyasiyelerini Avrupa gülle ve kurşunları altında kaybeden hanlar, beyler ve bunların evlat ve ahfadı [torunları], emlâk ve emvallerini [mal ve mülklerini] de Avrupa hayatını hakkiyle tatmak için, kendi arzularıyla ellerinden çıkardılar ve böylece iktisaden ve içtimaen de yok olacak dereceye geldiler. Mahkûm Türk illerinde, Türk altın süyek ve aksüyekleri (hanzade ve asilzadeleri) ehemmiyet-i içtimaiyesini hiç muhafaza edemedi; lâkin, mahkûm Türk memleketlerinde, Türk şehirlerinin küçük esnafı, ustaları ve köylü rençberleri arasında gözü açık ve işgüzar olanlarından, Avrupalıların gelmesiyle elden kaçan küçük sanayi ve imalat ve küçük ticaret yerine, Avrupalılardan gördükleri yeni usul sanayi ve ticareti icraya [yürütmeye] kalkışanları bulundu. Avrupalıların temin ettikleri asayiş ile tesis ettikleri vesait-i nakliye [ulaşım vasıtaları] bu nev [tür] teşebbüsleri ve teşebbüslerin muvaffakiyetini teshil ediyordu [teşebbüslerin başarısını kolaylaştırıyordu]. İşte bu suretle Türk âleminde yeni bir içtimaî kuvvet, zengin bir burjuvazi (mutavassıt sınıf) peyda oldu. Şimal ve Azerbaycan Türklüğü'nün en mühim merkezleri olan Kazan, Orenburg ve Bakû şehirlerinin büyük tüccar, fabrikacı ve madenci zengin sınıf-ı mutavassıtı, bu dediklerimizin misalleridir. Sınıf-ı mutavassıt; milletperverdir; menafi-i iktisadiyesi milliyet fikir ve hissinin inkişaf ve terakkisini [belirmesini ve ilerlemesini] ister. Kazan, Bakû ve Orenburg burjuvazisi etrafında pek çabuk milletperverlik nazariyatçıları (nasyonalizm ideologları) toplandı.12
İşte bir taraftan fikrî âmillerin, diğer taraftan maddî âmillerin tesiri neticesi olarak Türk âleminde, Türklük fikir ve hiss-i millîsi doğmuş, tabir-i diğerle Türklerde marifet-i kavmiye tekevvün etmeğe [ulusal düşünce şekillenmeğe] başlamıştı. Bu pek tabiî, pek maddî bir ihtiyaca tekabül ettiği cihetle, gittikçe artacak ve kuvvetlenecektir.
Türklüğün belli başlı merakizinde [merkezlerinde], Türklük düşünce ve duygularının son 5-10 senelik tezahüratına [ortaya çıkışına] dair bir fikir edinmek için birkaç nev vakaî’le [tür olay ile] birkaç yüksek simayı hatırlamak lazımdır.
Merkezleri Kazan ve Orenburg olan Şimal Türklüğünde ilk nasyonalist burjuvalar, bu şehirlerin ve civarlarındaki büyük köylerin cami, mektep ve medreselerini yaptıran zengin aileler Yunusoflar, Apanayefler, Akçurinler, Apakoflar; sonra bu mektep ve medreseleri millîleştiren, oralarda müstamel [kullanılan] bir tabir ile “usul-i ceditleştiren” Galiyevler, Hüseyinoflar, Remiyefler olmuştur. Bu havalinin en göze çarpan milletperverlik nazariyatçıları ise, Şihabüddin el-Mercanîler, Kayyum Nasirîler, Kadı Reşitler, Barudîler, Kadı Rızaeddinler, Kerimîler, Maksudîler, Ayazlar, Tukaylardır. Şimal Türklüğü mıntıkasının millî intibahı [ulusal uyanışı] hiç şüphe yok ki cami ve medreselerden yani ruh itibariyle Müslüman ve Arap olan müesseselerden çıktı. Burjuvazi, bu ibadethane ve medreselerde din sayesinde muhtariyet-i milliyeyi muhafazaya [ulusal özerkliği korumaya] çalışıyordu. Teberruatının, sadakâtının bir kısm-ı mühimmini [bağışların ve sadakaların önemli bir kısmını], bu müesseselere veriyordu. Bu müesseselerdir ki Şimal Türklerine millî lisanla, milliyetini ihtar eden, tarihini söyleyen, millî lisanla fünun-ı cedide mukaddematını [yeni fenlerin başlangıçlarını] öğretmek isteyen Şihabüddin ile Kayyum’u yetiştirdi. Yine bu müesseselerdir ki Kazan’da ilk defa millİ iptidaiye tesisine kalkışan Alimcan el-Barudî’yi talim ve terbiye etti; lâkin, bu zatlara Ruslar veya Osmanlı Türkleri vasıtasıyla Avrupa efkârı da sirayet etmemiş değildi. İkinci tayfa demek kabil olan Kerimîler, Maksudîler, Ayazlar ve Tukaylar da medrese şakirtleridir [öğrencileridir]. Ancak bunlar Garp efkârını Rusçadan hatta bir ikisi doğrudan doğruya Garptan iktibas eylemiş [alınmış] bulunuyorlardı.
Şimal Türklüğü burjuvazisi, ikinci tabaka nasyonalist hadimlerine, zamana daha uygun bir müdafa-i milliye aleti cerideler [gazeteler] ihdas edip [meydana koyup] verdi. Kadı Rızaeddin bin Fahrettin ve Fatih Efendi Kerimî riyaset-i tahririyeleri [başyazarlığı] altında Orenburg’da çıkan Vakit ve Şura’nın naşirleri altın kazdıran [altın madeni sahibi] Remiyef kardeşlerdir. Kazan Muhbiri, Yulduz ve Beyanü’l-Hak da, hayatını zengin ve orta burjuvaziye medyundur [borçludur].
Kafkas Türklüğü mıntıkasında millî Türk hareketi Bakû’de temerküz ediyor [merkezileşiyor]. Bakû, pek zengin neftçilerin [petrolcülerin] yatağıdır. Bakû’de millî Türk hareketinin temelleri ve kuvvetli bir şekil alması, Zeynelabidin Tağıyef, Murtaza Muhtarof gibi neft hanlarının zuhurundan sonra meşhut olur [görünür]. Gerçi Bakû’nün neftçilik ile kesb-i şöhret [ün kazanması] ve ehemmiyet etmesinden daha evvel Fethali Ahundof, Tiflis’te komedyalarını yazmış; Hasan Bey Melikof Ekinci gazetesini, Ünsizadeler de Keşkül ve Ziya-yı Kafkasiye’lerini13 çıkarmışlardır; lâkin, Kafkasya’nın muntazam ve devamlı millî hareketi Bakû Müslüman-Türk burjuvazisinin tekevvününden [oluşmasından] sonradır. Bakû’da birinci Türk nâşir-i efkârı, milyoner Tağıyef’in Rusça neşrettiği Kaspi ve ilk Türkçe ceride de yine onun çıkarttığı Hayat oldu. Kaspi’nin baş muharriri Ali Merdan Bey Topçubaşof en çok, en iyi ve en parlak yazan muharriri de Ahmet Bey Ağayef idi. Kaspi ve Hayat’tan sonra İrşat, Yeni İrşat, Taze Hayat, Füyuzat (Füyuzat, Ali Bey Hüseyinzade’nin riyaset-i tahririyesi [başyazarlığı] altında çıkıyordu), Yeni Füyuzat, Rusça Progress, Tekâmül, Necat gibi birçok gazetelerin hepsi Bakû’da ve hemen hepsi Tağıyef, Muhtarof, Aşurbekof gibi sermayedarların naşirliğiyle çıkmıştır.
Kafkas Türkleri arasında “millî mektep”, Şimal Türkleri içinde görülen şekli tamamen almadı. Aza-yı mühimmesi [önemli üyeleri] yine sermayedarlar olan Neşr-i Maarif Cemiyetleri birkaç mükemmel ve millî mektepler tesis edebildilerse de çocukların ve gençlerin çoğu Rus resmî mekteplerine verildi. Tabiplik, avukatlık, memurluk ihtiyaç ve hevesi, Kafkas Türklerinde şimaldeki nesildaşlarından daha fazla demek oluyordu.
* * *
His ve fikr-i milliyetin Türklüğün aksamında suret-i husul ve inkişafından [Türklüğün kısımlarında ortaya çıkma biçiminden ve keşfinden] bir nebze bahsettim. Türk âlemindeki hareket-i milliyeyi tam göstermiş olmak için bu ayrı ayrı faaliyetler arasında öteden beri mevcut olan ve sonradan teessüs eden rabıtaları [kurulan bağları] da zikretmek lâzımdır. Hayli eski zamanlardan beri Müslüman Türkleri, yekdiğerlerine bağlayan bir merkez fikri vardır ki o da müstakil Türk hakanlığının makarr-ı idaresi [idare merkezi] olan İstanbul şehri idi. İstanbul, Müslümanlar Halifesinin, Türkler hakanının oturduğu şehir olduktan başka, hemen bütün Türk âleminin Hicaz'a giden yolu üzerinde bir konak mahalli ve mektep ve medreseleriyle, kitap ve cerideleriyle de fikir ve irfan membaı [kaynağı] idi. Müslüman Türklerin hepsi kalben ve mühimce bir kısmı fikren İstanbul'a bağlı bulunuyordu. İstanbul matbuatı Türk âleminin her tarafına az çok dağılıyor ve Türk âleminin her tarafından İstanbul'a okumak için tek tük talebe geliyordu. Böylece Türklük vücudunun uzuvlarından, Kaşgar'dan, Kazan'dan, Gence'den, Konya'dan, Manastır'dan gelen asabın ukde noktası [ilişkilerin düğüm noktası], dimağı [beyni]; İstanbul oluyor. Bu dimağ vasıtasıyla o uzuvlar birbirlerine bağlanıyordu; ancak, rabıtalar yalnız fikrî ve pek gevşekti. Kaşgar ve Kulca'dan İstanbul'a gelecek bir Türk aylarca yolda kalıyordu. Türk âleminin aksamı [Türklük muhitleri] arasında muntazam yollar, serî’ nakliye vasıtaları ve iktisadî münasebetler yoktu. Türk âleminin kısm-ı azamına [büyük bölümüne] Rusların hâkim olması, bu noksanları kısmen olsun izale etti [ortadan kaldırdı].
Türklüğün muhtelif kümeleri fikren ve iktisaden terakki edip [gelişip], büyük burjuvazi sınıfı teşekkül etmekte iken, Türklüğe hâkim kesilmiş Ruslar, kendi iktisadî menfaatleri icabıyla, bu Türk kümeleri arasında âdî [basit], demir ve gemi yolları tesis ettiler. Böylece müteferrik [çeşitli] Türk kümeleri arasında mesafe eksildi, münasebat [ilişkiler] kolaylaştı ve arttı. Kazan'dan Taşkent'e bir hafta on günde, Orenburg'dan Bakû’ya dört günde, hatta Kaşgar'dan İstanbul'a nihayet üç haftada gitmek imkân dairesine girdi. Türklük kümelerinin ticarî münasebetleri çoğaldı; korkusuz seyyah ve cüretli tüccar olan Kazan Türkü, Türk âleminin her tarafına giderek, ticarethaneler, mektepler tesis etmeğe başladı. Türk âleminin aksamı arasında faal bir mübadele-i fikriye ve iktisadiye cereyanı tahassul etti [aktif iktisadî ve fikrî alışveriş cereyanı ortaya çıktı] ve bundan umumî Türklük, “Bütün Türklük” efkârı doğdu.
Zannımca “Bütün Türklük” nazariyesini müphem [gizli] bir surette ilk evvel meydana çıkaran, eski Kırım hanlarının bugün metruk ve mensî [terk olunmuş ve unutulmuş], âdeta dünyadan ayrı ve uzak gibi yaşayan küçük payitahtlarında, haftada bir defa intişar eden ufacık bir gazete olmuştur. Otuz sene akdem [önce] Bahçesaray'da çıkmağa başlayan bu küçük gazete, Tercüman’dır. Tercüman’ın muharrir ve naşiri ise Kırım mirzalarından Gaspıralı İsmail Bey'dir. İsmail Bey, bütün Türk âlemini göz önünde tutarak, ona göre çalıştı. Tercüman’a, göre, Kazan Tatarları, Asya-yi Vusta [Orta Asya] Sartları, Tarançılar filan yoktur. Bir din ile mütedeyyin [bir dine inanmış], bir dil ile mütekellim [konuşan] Türkler vardır. Tercüman mahallî Türk lehçelerinin üstünde umumî bir Türk dilinin öğrenilmesini tavsiye eder. İsmail Bey'in, Türklüğe ettiği büyük hizmetlerden birincisi, hiç şüphe yok ki millî iptidaiyelerin [ilkokulların] Rusya Türkleri içinde yayılması olmuştur.
İsmail Bey'in programına nazaran millî iptidaiyelerimizde lisan-ı tedris [öğretim-eğitim dili], anadili yani mahallî lehçe olmalı ve fakat, üç-dört sene sonra çocuk “Türk edebî dilini” öğrenmeğe başlamalıdır. İsmail Bey'in edebî dilden muradı, sadeleştirilmiş Osmanlıca'dır.
Gaspıralı İsmail Bey'in otuz seneden fazla bıkmadan, usanmadan, yorulmadan ettiği sa’y [gayret], Rusların temin-i asayişe ve umur-ı nafıaya müteallik [güvenliğin sağlanması ve yararlı işlerle alakalı] faaliyetleriyle teshil olunup [kolaylanıp], Türklerin ihtiyacât-ı maddiyelerine [maddî ihtiyaçlarına] de tevafuk eylediğinden [uygun geldiğinden], ciddî ve mühim neticeler verdi. Şimdi müteferrık [farklılaşmış] olmayan bir “Rusya Türklüğünden” bahsolunabilir. Hatta Garb'ın namdar müsteşriklerinden [batının ünlü şarkiyaçılarından] birisi, üç-dört yıl akdem [önce] “Şark'ta yeni bir milletin doğuşunu” selamlamıştı. Bu millet vücudunu, mütezayit nüfusu [çoğalan nüfusu] ve serveti, matbuatı, mektep ve medreseleri, millî kongreleri, Rusya meclis-i mebusanında [millet meclisinde] müttehit ve muntazam [birlikte ve düzenli] hareket eden millî fırkasıyla [partisiyle] âleme izhar [göstermek] ve ispat etmektedir.
Türklüğün merkez-i tabiîsi olan İstanbul, Türklüğün son rub’-ı asırdaki [son asrın dörtte birinde] intibah [uyanma] ve faaliyetine doğrudan doğruya ve bilvasıta müessir [ve dolaylı bir şekilde etkili] olmakla beraber, itiraf olunmalıdır ki bu tesir, İstanbul'un arzusundan ziyade, Türklüğün İstanbul'a incizabından neşet etmiştir [Türklüğün İstanbul’a olan ilgi ve sevgisi sebebiyle ortaya çıkmıştır]. Bu devirde İstanbul'un, Türklük hakkında muayyen bir fikir ve tasavvuru [belirli bir fikir ve düşüncesi] olduğunu zannettirecek hiç bir emareye [ize] rast gelinemez. Türklerin henüz yaşayan bir Türk hakanlığı payitahtından beklemede daha haklı oldukları bir hizmeti, ölmüş bir hanlığın fakir merkezi elinden geldiği kadar ifaya çalıştı [yerine getirmeğe çalıştı]...
Lâkin bundan sonra ne olacak? Türk âlemini nasıl bir istikbal bekliyor?
Bu azim ve korkunç suallere sahih bir cevap verebilmek iddiası benden pek uzaktır. Maamafih, kuvvetli Garb'ın henüz zayıf Şark'ta tutturduğu yollara bîtaraf [tarafsız] ve dikkatlice nazarlarla bakılsa, Türklerin pek uzak olmayan siyasî istikballerine dair, müjdeli haberler vermekte tereddüt olunur... Lâkin Türklük, yukarıda izaha çalıştığımız veçhile, ferden ve içtimaen [milletçe] uyanmaktadır. Artık Türklerin içtimaen mahvolmaları ihtimali mündefî olmuş addolunabilir [def’olmuş sayılabilir]. Ferden ve içtimaen ölmemek, ölmemeğe azmetmek, siyaseten tekrar iktisab-ı hayat [canlılık kazanmak] olunabileceğine kavi [güçlü] bir delildir. Ferden ve içtimaen yaşayan bir millet, zayi olmuş [yok olmuş] istiklâlini, er geç bulup kazanacaktır: Bütün siyasî Türklük için bir "ba'sü’l-mevt" [ölümden sonra dirilme] haktır...
İsmail Bey Gasprinski
Rusya’da sakin Türklere en çok hizmet eden bir muallim (pedagog), mütefekkir bir muharrir [bilgili bir gazeteci], mesleğinde sebatlı [kararlı] bir gazeteci, yorulmak bilmez bir halk hadimidir. Geçen asr-ı Milâdinin ortalarında Kırım yarım adasının yalı boyunda, “Gaspra”da doğdu. İlk millî terbiyeyi, Moskova’da tahsilde iken, misafir bulunduğu efratla [fertlerle] milliyetperver bir Rus ailesinden aldı. 15-16 yaşında millî hissinin heyecanıyla Girit’te asilerle uğraşan Osmanlılara yardım kastıyla, talebesi olduğu Moskova Askerî İdadisi’nden kaçtı. Bir müddet Paris’te bulundu. 1881 senesi “Rusya’da Müslümanlar” unvanlı Rusça eseriyle muharrirliğe, biraz sonra Bahçesaray medreselerinden birinde muallimliğe girişti.
İsmail Bey’in en büyük eseri olan Tercüman gazetesi Milâdî 1883 senesinde çıkmağa başlamıştır. Tercüman otuz senedir mesleğini, fikrini asla değiştirmeksizin, inkıta’a da uğramaksızın [kesintisiz] devam ediyor. Tercüman her nüshasında kendi mesleğini şöyle beyan eder:
“Türk, Tatar, Azerbaycan, Kumuk, Nogay, Başkırd, Özbek, Sart, Tarança, Kaşgarî, Türkmen ve sair namlarla maruf [bilinen] Türk kavimlerinin cümlesi arasında münteşir [yayılmış] ve malûm olan Tercüman, Müslümanlar arasında maarifin intişarına [eğitimin yayılmasına] ve İslâm mekteplerinin ıslâhına çalışır. Sade ve açık herkes anlayacak surette kalem kullanır.”
İsmail Bey, neşrettiği fikirlerinden bir kısmının kendi hayatında kuvveden fiile [niyetten işe] çıktığını görmekle bahtiyar olan büyük adamlardandır. Rusya’daki Müslüman mektep ve medreselerinin bir çoğu, Tercüman’ın irşadatı neticesi [doğru yol göstericiliği sonucu] olarak ıslâh olundu. “Usul-i Savtiye”14 ile okuyup yazmak, Rusya Türk mekteplerinin hemen cümlesinde kabul olundu. Müslüman bulunan şehirlerin birçoğunda neşr-i maarif ve umur-ı hayriye [eğitim ve hayır işleri] ile uğraşan cemiyet-i hayriyeler [yardım toplulukları] kuruldu. Müslüman köylerine kadar yapılan iktisadî cemiyetler, teavün [yardım] cemiyetleri de ale’l-ekser [çoğunlukla] Tercüman’ın rehberliği sayesinde teessüs etmektedir.
İsmail Bey’in fikrini son zamanlarda en çok işgal eden mesele, âlem-i İslâm’ın Garb’a nispeten iktisat ve içtimaca geride kalması esbabını [sebeplerini] aramak üzere bütün âlem-i İslâm’dan gelmiş ulemadan mürekkep bir kongre akdi meselesidir. Üç-dört sene evvel bununçün Mısır’a gidip gelmişti. Bu sene de agleb ihtimal [büyük ihtimale], yine bu maksat arkasından koşarak Hindistan’a gitti. Yukarıya derç ettiğimiz [koyduğumuz] resmi, Hind’e giderken İstanbul’da aldırttığı fotoğraftan me’huzdur [alınmıştır].
Merhum Hacı Ahmetbay Hüseyinof
Geçen seneki salnamemizde resmi münderiç [yer alan] Mahmutbay Hüseyinof’un büyük biraderi, Rusya’da sakin Türklerin en büyük ticarethanelerinden Hüseyinof Biraderler Ticarethanesi’nin müessisi [kurucusu] ve Orenburg’da kâin [bulunan] “Medrese-i Hüseyniye”nin banilerinden [kurucularından] birisidir. Ahmetbay ve kardeşleri Mahmud Ganibaylar küçük iken pek fakir oldukları hâlde, mahza [sırf] şahsî teşebbüs, sa’y [çaba] ve gayretleri sayesinde milyonlar kazanmışlardı. Her üç kardeş kazandıkları servetten millettaşlarını istifade ettirdiler. Yirmi-otuz bin liraya mal olan ve geçen seneki Salname-i Servet-i Fünun’da resmi konulan Medrese-i Hüseyniye’yi zamanımızın ihtiyacına muvafık [uygun] bir surette kaloriferli, elektrikli, pek mükemmel bina ettirdikleri gibi yaptırdıkları köy camilerinin, mekteplerinin adedi de yüzlerle sayılır. Hüseyinof biraderler vefatları zamanında külliyetli meblağlarını medreselerine ve başka umur-ı hayriyeye [hayır işlerine] vakfedip bıraktılar. Çocuksuz vefat eden Ahmetbay’ın vasiyetnamesiyle maarif ve diğer umur-ı hayriyeye terk ettiği akça, yarım milyon rubleyi tecavüz eder [geçer]. Kardeşi Mahmudbay’ın vakfı da ona karibdir [yakındır]. Üç Hüseyinof’un Şimal Türk milletine ettikleri ianenin mecmu’u [yardımın toplamı] iki milyon rubleye baliğ [erişmiş] olsa gerektir. Allah cümlesine rahmet etsin.!
Medrese-i Hüseyniye Mütevellileri
Diğer sayfaya resmini derç edip tercüme-i halinden [özgeçmişinden] biraz bahsettiğimiz Ahmetbay Hüseyinof ve biraderleri tarafından bina olunan Medrese-i Hüseyniye vakfının mütevellileri heyetini gösteren bu resmimizde Şimal Türkleri arasında fikir, kalem ve parasıyla hizmet ederek şöhret kazanmış birkaç zatı görmek kabildir [mümkündür]:
1) Ahmetbay Hüseyinof’un kardeşi Mahmudbay 2) Vakit ve Şura gazetelerinin sahib-i imtiyaz ve naşirleri [sahibi ve editörü] olan altın madeni sahipleri Remiyef biraderlerin küçüğü Zakir Efendi. Bu zat milletine parasıyla hizmet ettikten başka fikriyle, kalemiyle ianede [yardımda] dahi en ileride gelenlerdendir. Rusya’nın birinci meclis-i mebusanına Orenburg’dan mebus intihap olunmuştu [milletvekili seçilmişti]. 3) Fatih Efendi Kerimî. Vakit sermuharriridir [başyazarıdır]. Tahsil-i idadisini [öğrenimini] İstanbul’da ikmal eden [tamamlayan] bu zat, Şimal Türklerinin en yüksek zekâlarından ve en iyi muharrirlerindendir. 4) Hasanata Kadı Abeşî. Fakih ve müverrih [fıkıhcı ve tarihçi] olan bu zat (ihtisası Türk tarihindedir. “Muhtasar ve Mufassal Tarih-i Kavm-i Türkî” eserleri çok tetkik ve tahkik ile [inceleme ve araştırma ile] yazılmıştır), elyevm [hâlâ] Orenburg Mahkeme-i Şeriyesi (Şimal Türklerinin yegâne resmî merkez-i dinî ve millîleri) azasındandır [dinî mahkeme azasındandır]. 5) İsa Mirza Yenikiyef. Rusya meclis-i mebusanında Kazan Müslüman mebuslarından ve ilm-i terbiye ve talim mütehassıslarındandır [eğitim ve öğretim uzmanlarındandır]. 6) Şimal Türklerinin pek kadim hanedan-ı asaletinden [pek eski asilzadelerinden] knaz (prens) Akçurinlerden Hasan Knaz. Uzun müddet mutasarrıflıklarda [sancak amirliğinde] bulunarak, millettaşlarının menafiine [yararına] hayli hizmet etmiştir. 7) Abdulalim Hazret. Medrese-i Hüseyniye’nin Müdürü.
Mirza Fethali Ahundof
Mirza Fethali bütün Türkler arasında ilk defa tiyatro yazan bir Türk edibidir. 1811 senesi Kafkasya’nın Şeki şehrinde doğdu. Şiir yazarak muharrirliğe başladı. Rus şair ve ediplerinden mülhem olarak [ilham alarak ] müdhike nüvistliğe [komedi yazarlığına] girişti. Eserlerinde şark âleminin gülünç tecelliyatını [görüntüsünü] şiddetle tenkit eder; lisanı açık ve sadedir. En meşhur piyesleri “Merd-i Hasis” ve “Mestali Şah”dır. 1878 senesi vefat etti. Rusya’da miralaylık rütbesine haiz olduğundan resmî askerî üniformasıyla çıkarılmıştır. (Ahiren Kafkasya’da bu zatın 100. sene-i tevellüdü [doğum yılı] merasimi icra edilmiştir.)
Şair Abdullah Tukay
Şimal Türklerinin bu gün en parlak şairleri olan Tukay, henüz 20-25 yaşında bir genç ise de, şimal Türk edebiyatında ismini edebî kılacak “Şüreli”, “Peygamber”, “Şair” eserlerini yazmaya vakit bulabildi. Tukay, Rus şairi Lermantof vasıtasıyla Byron’un şakirtlerindendir [öğrencilerindendir]. Hayatı, yazısı, muhitinden hoşnutsuzluk, feryat, vakaya itiraz, her şeyi tenkit… O muttasıl gaye-yi hayalini [hiç durmadan hayalindeki gayeyi] arar. Hayatta, hayali bulamamak onu ezmiştir. Şimdi zavallı Tukay pek hasta diyorlar… Tukay, Şimal Türk edebiyatına kendi şiirlerinden başka, avam [halk] edebiyatını, kendi tabiriyle “halık moñnarı”nı15 toplayarak, çok hizmet etti. Biz, çabuk iade-i sıhhatine [sağlığına kavuşması için] dua ediyoruz.
Ayaz İshakî
Şair Tukay, Şimal Türklerinin birinci şairi ise Ayaz da şüphesiz birinci nâşiridir. Ayaz kadar Kazan lehçesini en iyi eğip büken, Ayaz kadar halk hayatını görüp bilen ve tasvir edebilen bir muharrir daha yetişmedi. Ayaz; hikâye, roman ve tiyatro piyesleri yazar. Ne dilinde, ne de gösterdiği hayat ve maişette asla ecnebilik yoktur. Ayaz başına fes ve kalpak giydirilip isimleri değiştirilmiş Frenk veya Rusları, başkalarının romanlarından alıp kendi kitaplarına geçirmez. Miktarı 15-20’yi bulan eserlerinde Ayaz artık unutulmayacak birkaç tip ibdaına da muvaffak olmuştur [yaratmayı başarmıştır]. Rusya inkılâbından evvelki idealist “progresist ve nasyonalist bir Tatar şakirdi olan “Mansur” bu tiplerin en muvaffak olmuşlarındandır.
Ayaz, Rusya inkılâbı esnasında edebiyatı bırakıp siyasete dalmış, ihtilalciler arasına karışmış, Tan, Tan Yulduzı gibi sosyalist fikirli gazeteler neşretmiş olduğundan, hükûmet nazarında mimlenmiştir. O zamandan beri Ayaz artık hiç rahat duramaz. Ecdadının göçebe hayatına rücu’etmiş [dönmüş] yahut kırklara karışmış gibidir. Yeri malûm değilse de kaleminin sesi daima işitilir. Şimdi zorla tanassur ettirilen [Hıristiyanlaştırılan] Şimal Türklerinin hayatından alınma bir piyesi ikmal etmek [tamamlamak] üzeredir.16
İstanbul, 3 Şubat 1327
Akçuraoğlu Yusuf
Dostları ilə paylaş: |