Bölüm 2 Şimdi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tesisinden sonra, işte 61 yılında; anayasal bir nizam halinde tesisinden sonra bölünme zaten içte var. İki garantör devlet, Ada’da bir tür karşıtlık hâlinde: Yunanistan ve Türkiye ve üçüncü bir garantör olarak da Büyük Britanya ve üsleri falan filan. Bunlardan bahsetmek istemiyorum; Britanya’nın orada kalan çıkarları ve ayrıcalıkları var üslerinden… Şimdi bu, bir düzen değişikliği pek getirmiş değil. Özellikle şöyle bir şeyi düşünürsek, buna dikkat çeken çok az kişi var: İlk çatışmalar, işte 63’te yoğunlaştığında yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağrında diyelim. Şöyle bir duruma değinmek gerekiyor: Türk burjuvazisi çok güçlü Kıbrıs’ta. Şöyle bir durum düşünün: Karma köyler var. Karma bölgeler var ama ayrık bölgeler de var; yani kanton tipi. Şehir bölünmüş durumda bir tür, Barış Gücü yerleşince. İşte neredeyse 1 km.’ye varan bir bölge. Üstelik de kentin, Lefkoşa dediğimiz kentin çarşısının göbeğinden geçen bir Yeşil Hat. Çarşının iptali söz konusu, özellikle Türk tarafında. Şu durumu düşünmeniz gerekir: Bu kantonlarda yaşayanların Rumlarla temasları oldukça az; yani ta baştan beri. Özellikle dil bilme konusunda falan oldukça az, öyle hatırlıyoruz. Mesela benim ailemden çok az kişi Rumca bilir, yaşlılardan. Bilenler de vardır ama öğrenme yoluyla ya da Rumlarla iş yapma babında ancak belli bir Rumca dilinden bir şey kapabiliyorlar. Çok anahtar pozisyonlarda Rumlara büyük ihtiyaç var tabii. Tıbbi yardım hususunda, doğru dürüst bir hastane Kıbrıs’ta o sıralarda yok. Rum doktorlara gitmek önem kazanıyor. Türk doktorlar mesela bu bakımdan bir tekel oluşturmaya hep çabalamışlar; yani çok az sayıda Türk doktor. Avukatlar için de keza aynı ve Kıbrıs’ın politikacıları ağırlıkla bu kesimlerden ve ticaret erbabından; yani Londra ile İsviçre bankaları ile bir tür bağlantısı olan ticaret erbabı tarafından. Yani bu üçünü bir kompleks olarak düşünürsek çok küçük bir kesim çıkıyor karşımıza ve bunların bir tekeli olduğunu çünkü insanlar Rumlarla alışveriş yapmaktan çekiniyorlar, bütün bu çatışma ortamı içerisinde. Bu da bu ‘grand’ burjuvaziye bir tür şey veriyor, çok az sayıda insandan oluşan bu kesime büyük bir politik güç de veriyor. Zaten Ada’yı bugün yöneten Denktaş ya da politik klik bu, bundan başka bir şey değil. Belki bunun ikinci ya da üçüncü jenerasyonu, kuşağı.
Bölüm 3 Şu anda Berlin ve Kudüs’ten sonra, yani duvarların düşüşünden sonra bölünmüş olan tek şehir, yeryüzünde Lefkoşa’dır. Ve bu çok tuhaf bir bölünme tarzı. Daha önce söylediğim gibi çarşının göbeğinden geçen bir dev Yeşil Hat, Uzun Yol dedikleri bir yer vardı, oraya gidilirdi; işte alışveriş için, Rum tarafına 1974 öncesi. Rumlar Türk kesimlerine, yani ağırlıkla adacıklar halinde bulunan ama aslında eski kentlerin, vakıfların egemen olduğu, Osmanlı tipi vakıfların ve İngilizler tarafından değiştirilmemiş olan vakıf sisteminin hâkim olduğu kent içleri, yani eskinin burjuvazisinin Türklerden oluştuğunu, Türk ve Müslümanlardan oluştuğunu düşünmemiz lazım, bu kentlerde. Türk kesimine Rumların geçişi yasaktı. Barış Gücü eskortu ile hareket edebiliyorlardı ve günde belirli geçiş saatleri vardı. Bu 74’e kadar böyle sürmüş bir durum. Bu tabii, bir takım geniş kantonlar için geçerli. İşte Değirmenlik diye bir kanton vardı. Lefkoşa bölgesi, işte Boğaz’a kadar, Girne’nin tepelerine kadar, Saint Hilarion’a kadar dayanıyordu; Beşparmak Dağları’na kadar. Herhâlde bu kantonların ekonomisi çok farklıydı; işte karma köylerden, farklı türden, daha geniş karma bölgelerden. Zaten çıkarma sırasında, harekât sırasında Türk ordusu bunlara bağlanmayı, bunları genişletmeyi, yaygınlaştırmayı hedefledi. Yani bunlar stratejik tabanlarını oluşturuyordu Türk ordusunun müdahalesinin. Şimdi bölünmüş kent çok hüzünlü bir şeydir. Tuhaf yani, bazen geçmek zorunda kalırdınız bölgelerden. Şimdi harekât sırasında belli bir oranda o hattı işgal etmişti Türkler; yani belirli bir ilerleme yaptılar. Barış Gücü bir bölgeyi daha denetimi altına almak zorunda kaldı; bu da Rum tarafında bir bölgeydi. Şimdi Lefkoşa bir hisar içidir; eğer biliyorsanız. Yani işte Venediklilerin ve belki de daha önce Haçlı Seferleri sırasında inşa ettikleri surlarla çevrilidir. Surlariçi bölgenin büyük bir kesimi, Türk kesimi Lefkoşa’da. Şimdi bu şehir içinin de…Şöyle bir şey olmuş. Aslında kendisi ile bir röportaj yapılabilse iyi olur. Mustafa Akıncı diye sonradan politikaya atılmış bir Belediye Başkanı’nın yönetimindeydi Lefkoşa. O sırada Birleşmiş Milletler’in bir ödülü alındı. Ortak bir ödül, yani bu bölünmüş kentin iki tarafının ortak bir kent kurma projesi. Kentin içini kurma projesi. Ağırlıkla Hisariçi dediğimiz bir tarihî bölgenin korunması projesi geliştirildi. Bu, Türk tarafında özelikle çok soysuzlaştırıldı sonradan, tahmin edilebileceği gibi. Yani ahalisini tutmayan bir hâle büründü, kentin içi. Kaçmak zorunda kaldılar. Gerek ekonomik nedenlerle gerekse 35 bin askerle oraya yerleşilmiş durumda ve bu ekonominin orada işlemeyeceği gerçekten ya da o kültürün orada işleyemeyeceği gibisinden bir nedenle, bir tür göçün başladığını düşünmek lazım hem dışarıya doğru, hem de ülke dışına doğru. Bunu da biliyoruz zaten. Şu anda kent içi biraz ‘No Man’s Land’ havasında sanki.
Bölüm 4 Şimdi ekonominin iki manası var. Birisi yönetimsel bir şeydir. Yönetsellik, idari para işleri falan filan ama bir de çok somut ekonominin işlediği bir alan vardır. Bir kentin ekonomisinden bahsettiğinde, alışverişlerin, şeylerin bütününden bahsetmiş oluyorsun; yani çok gündelik hayatın içerisinde bir şeyden bahsetmiş oluyorsun. Şimdi Lefkoşa bu vasfını uzun yıllardır, bu organik bütünlüğünü yitirmiş durumda. Alışveriş dilini yitirmiş durumda, yani Rumlarla Türkler; bu biraz umutsuzluk veriyor tabii. Ve çözümün tepeden inme bir çözüm olması gerektiğini, ne yazık ki tabii demek gerekir, dayatıyor sanki. O konuda ikinci bir nokta, o proje hususunda yani projenin failleri ile görüşmek daha iyi olurdu sanırım. Yani Kıbrıs’ın, Kuzey Kıbrıs’ın şu andaki hâlinin bütününü anlatmamız gerekiyor. Bu bütünün ne olduğunu da ekonomik anlamda çok rahat birkaç çizgi ile belirtebiliriz: Yani tarımın çöküşü, birincisi. Tanıyan tek ülkenin Türkiye olmasına karşın Türkiye’nin ambargosunun da varlığı; yani diğer ülkelerin ambargosunun bir uzantısı olarak. Herkesin memur kılınmış olması, son çare olarak ve Türkiye’nin bir nevi para bastırıyor olması oraya. Ama para bastırmanın geri getirdiği şeyleri hafsalamız bile alamıyor herhâlde. Bir tür kumarhane ekonomisi. Bir tür yarı sahte üniversiteler ekonomisi. Endüstrinin mutlak yokluğu, yani sınai bir yatırımın. Herkesin bir tür servis sektöründe bulunması ve bunun muazzam şişkinliği. Herkes memur olmak zorunda. Böyle bir şey o kenti yeniden canlandıramaz. Böyle organik bütünlüklü, kültürü falanı ile filanı ile işleyen bütünleşmiş bir ekonomiyi yaratamaz artık.
Bölüm 5 Türkiye, Avrupa Birliği falan filan problemleri olmasa çözümü asla istemezdi, birincisi o. Çünkü farklı bir ekonomik alan açılmış orada. İşte kumarhanelerin Türkiye’de kapatılıp orada açılması, bunun etrafında tuhaf bir kültür örülmeye başlaması… Türkiye’den göç eden insanlar, bunların hangi toplumsal kesimlerden geliyor olduğu, pahalı üniversiteler… Bütün bunları saymak gerekir. Ama sanıyorum o hususta en önemli nokta, hâlâ o başlangıçta bahsettiğim Kıbrıslıtürk ‘grand’ burjuvazisinin kendi çıkarlarını hâlâ koruyor oluşu; bütün bu arbede içerisinde. Ve kazançlarını sağlama bağlamış oldukları, yani bu bölünmüşlüğün sürmesi içersinde. Dolayısıyla bir çözüme ihtiyaç duymuyor Denktaş, Rauf Denktaş politikası. Bir de Kıbrıs’ı kendi özel meseleleri zanneden bir takım Türk teknokrat, bürokrat ve politikacıları, üç kişi sayabiliriz: Ecevit. Ada’nın fatihi, Bülent Ecevit. Mümtaz Soysal ve Şükrü Sina Gürel. Bunlar kişisel meseleleri gibi algılıyorlar, kişisel davaları gibi algılıyorlar Kıbrıs meselesini. Ve uzun bir süre yönetimdeydi bu kişiler; bunu da göz ardı etmemek lazım. Politikaların ‘emplantasyon’unda yani, sürdürülmesinde diyelim. Kumarhaneler etrafında örülmüş çok ciddi çıkarlar var. Yani sadece orada dönen parayla ölçülebilecek bir şey değil. Tek turizm kaynağı kumarhane, yani bunu unutmamak lazım. Bir de bilim turizmi mi diyeceğiz tırnak içinde, üniversiteler böyle bir vaziyet var herhâlde. Şimdi ben 86’dan beri Kıbrıs’a gitmedim. Gitmek de istemiyorum; açıkçası hâlini görmek gibi bir niyetim yok! Tabii 86’ya kadar gidiş gelişlerimde, işlerin kötüye gideceği, ruhsuzlaşacağı belliydi. Kuzey Kıbrıs nüfusunun büyük bir kesiminin kaçacağı, yani Ada’yı topyekûn terk edeceği, yerine bir tür taşıma nüfus ki bu yasaktır, Birleşmiş Milletler nezdinde yasaktır; uluslararası hiçbir konvansiyona da uymaz. Yani gerçekten ‘bir işgal var orada’ sözü doğrudur. Bu ekonomik bir işgal de değildir. Sömürülen başka bir şey var süreç içerisinde. Türkiye bizzat kendi kendini de sömürüyor bu çerçevede; oraya yerleşme tarzı açısından. Şimdi 35 bin askerin orada yaşatıldığını düşünün bu ne demektir? Yani Rumları ve Türkleri de katarsanız, Ada nüfusu 800-900 bini geçmiyor. Kaç kişiye bir asker düşüyor Türk ve Rum diye düşünürseniz... Türklerin nüfusunun 200 bini aşmadığını düşünürseniz… Bu ordunun oradaki varlığını çekip çevirmek, ordu bizzat kendisi zaten bir ekonomik kaynak haline de dönüşüyor. Çarşıyı ayakta tutan tek güç bizzat ordunun orada var oluşu. Ama bu, bir tür mutlak bağımlılık tarzı yaratıyor ve bunun içersinden bir çözüm nasıl bulacaklar? Çözümün tepeden inme ya da Birleşmiş Milletler hukuku içersinde formüle edilmiş olması gerektiğini düşünürsek bu nasıl yapılacak bunu bilemiyoruz. Yani alt katmanlarına nasıl nüfuz edecek bunu bilemiyoruz. Bu son Annan Planı, Kofi Annan Planı sanıyorum şöyle bir şey: ‘Kesinlikle bu, Birlemiş Milletler teknokrasisi tarafından ya da bürokrasisi tarafından hazırlanmış bir şey olamaz’ dedim ben okuduğumda ilk. Amerika’nın da dayattığı da bir şey olamaz diye düşündüm, Amerika Birleşik Devletleri’nin çünkü Amerikalılar aptaldırlar bu tür meselelerde. Birleşmiş Milletler’in de çıkar formülasyonları olmaz. Oldukça hukuki ve bürokratik bir dile sahiptirler Birleşmiş Milletler bürokrasisi ve onların çözüm formülasyonları, önerileri. Bence bu, Avrupa Birliği’nin formüle ettiği bir plan. Rumlar da işgillenmiş olsa bile, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanlılar işgillenmiş olsalar bile sonuçta şöyle bir formül içerdiğini sanıyorum bütün bu Annan Planı’nın: Çok iyi bir sosyolojik analiz var, bu 150 sayfalık metinde. Neredeyse ‘boşlukları doldurun, burada sözleşin ve boşlukları doldurun’ diye taraflara bir hitabet var. Ve bir anayasa var bunun içerisinde, içerilmiş yani. Topyekûn boşluksuz neredeyse, kompakt bir plan bu ve sosyolojik açıdan güçlü bir plan olduğunu düşündüm okuduğumda. Tam da bu nedenle kabul edilmeyeceğini, ağırlıkla Türk kesimi tarafından, hemen tahmin edebiliyorsunuz ya da Ankara tarafından kabul edilmeyeceğini. Ya da kabul etmemek için elden gelen her şeyin yapılacağını tahmin edebiliyorsunuz. Bu Annan Planı üzerine son bir gözlem yapmak gerekirse, bu tekrar kotarılıp gündeme getirilecek çünkü bu ‘2004 yılında biz şöyle bir Kıbrıs’ı tercih ederiz’ formülünü içeren bir şey Avrupa nezdinde, AB nezdinde. Yani Brüksel, Strasbourg bürokrasileri işe el atmışlar ve Birleşmiş Milletler’e bunu sunmuş görünüyorlar. Yani ‘böyle bir Kıbrıs istiyoruz Avrupa Birliği’nde’. Tabii Avrupa Birliği problemi biraz tuhaftır; bizim gibi soldan bakan insanlar için. Kıbrıs’ın ya da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişine karşı değiliz de diyebiliriz ama AB politikalarını karşı olduğumuz için. Yoksa zaten esamemiz bile okunmaz; dışarıda kaldıkça bir muhalif güç oluşturma, bazı alaşımlar oluşturma, oradaki müdahil çokluklarla ittifaklara girmeye ya da birlikte hareket etmeye, işbirliğine girmeye gibi konumlar Avrupa’ya dâhil olmadıkça imkânsız görünüyor.
Bölüm 6 Mesela bizim eve bir top mermisi düşmüştü. Havan olabilir ya da başka bir şey; ben o sırada 14 yaşındaydım bilmiyorum. Patlamadığını tahmin ettiler, işte aradılar ve buldular. Bunun gibi bir sürü merminin düştüğü söylendi. Ve niye patlamadıkları bunların, yani Lefkoşa şehir içine doğru ateş açıldığı sırada Rumlar tarafından. Ondan sonra şu anlaşıldı: Makariosçu, solcu, Akelci milisleri toplara bağladıkları geri çekilirken Rum Milli Muhafız güçlerinin, faşistlerin ve Sampson taraftarlarının ve Yunanlıların, Yunan Alayı’nın ve savaşmaya zorladıkları. Onların da işte pimlerini açmadan, emniyetlerini açmadan bu bombaları kurtulabilmek için gönderdikleri ve bunların çoğunun katledildiğini de düşünmek lazım tabii, savaşın hırgürü içerisinde.
Bölüm 7 Makarios ilginç bir adamdı tabii. Yani şimdiden şöyle geriye bakıldığında ruhani bir lider. Avrupa sayılan, şu anda Avrupa sayılan bir ülkede laik iktidarın da başında. Üstelik de Türk azınlığın da bulunduğu bir ülke; yani Müslüman azınlığın da bulunduğu bir ülke. Yalnız Makarios’un her zaman ağırlıkla dışarıya yönelik politik açılımları olmuştu; yani Bağlantısızlar Hareketi her şeyden önce. Bunlar da eski Sovyetler’in geçici bir zaferi gibi de düşünülebilir. İşte NATO’nun göbeğindeki ve üç NATO ülkesinin garantörlüğü altındaki bir Ada’nın Bağlantısızlar Hareketi’nde bulunuşu. Bu Kıbrıs için gerçekten önemli bir açılımdı ve o dönemin politik komplolarının odağında da böyle bir şey vardı: Yani Bağlantısızlar Hareketi’nden yüz çevirtmek. Sampson bunun aracı olarak seçilmiş bir şey, yani kışkırtıcı sonuçta. Darbeyi Yunanistan’ın yaptığı açık, yani o bakımdan ve faşistlerin eliyle gerçekleştirileceği açık. Tabii bu Ada’nın kuzeyinin işgaline bir şey sağlar mı; burada Türkiye kendisini her zaman sorgulamak zorunda ve hiç yapmadığı bir şey o, bütün bu tarih içerisinde.