Dipnotlar/Bölüm 1.5)
(1) Ulus Baker, ‘Aşındırma Denemeleri’, Birikim Yayınları, İst., 2000, s. 161-162.
(2) ‘80. Yılında Cumhuriyet’in Türkiye Kültürü’, 2007 SANART, TMMOB Mimarlar Odası’nda yaptığı konuşmadan, aktaran: www.korotonomedya.net.
(3) Ulus Baker, ‘Aşındırma Denemeleri’, Birikim Yayınları,İst., 2000, s. 166.
(4) Deleuze’ün konuyla ilgili görüşü için bknz.: Gilles Deleuze-Claire Parnet, ‘Diyaloglar’, Çeviren: Ali Akay, Bağlam Yay., İst., 1990, İkinci Bölüm, ‘İngiliz Amerikan Edebiyatının Üstünlüğünde’, s.60.
(5) Ulus Baker, ‘Aşındırma Denemeleri’, Birikim Yayınları, İst., 2000, s. 167.
(6) A.g.e, s., 173.
(7) Claire Colebrook, ‘Gilles Deleuze’, Çeviren: Cem Soydemir, Bağımsız Kitaplar, Ank. 2004, s. 155. Deleuze, Bahtin’nin ‘dolaylı serbest söylem’ini ‘kolektif bir kurgu’ olarak değerlendirir.
(8) Baker de sıklıkla ‘çokluk’ kavramını kullanır. ‘Çokluk’, Deleuze’ün Fransız sosyolog Tarde ve filozof Bergson’dan alarak tekrar kurduğu bir kavramdır. Ve yaşamsal atılımların öngörülemez olanla birleşerek, çokluk ürettiğini imler. ‘Bir çokluk asla ne terimlerdedir, ne herhangi bir sayıdadır, ne onların tümündedir, ne de onların bütünündedir. Çokluk sadece Ve’dedir….’
(Bknz.: Gilles Deleuze-Claire Parnet, ‘Diyaloglar’, Çeviren: Ali Akay, Bağlam Yay. İst, 1990, s. 85.)
Yaygın olarak, ‘çeşitlilik’ ve ‘farklılık’ anlamında kullanılır.
(Bknz.: Philip Goodchild, ‘Deleuze And Guattari, Arzu Politikasına Giriş’, Çeviren: Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yay., 2005, ‘Sözlükçe’, s. 336.)
‘Çokluk’ adlı kitaplarında Hardt ve Negri, çokluğu halk, kitleler ve işi sınıfından ayırarak kullanırlar. ‘Üniter bir kavramsallaştırma olarak’, halk, ‘nüfusta özdeşlik dayatır’ ve ‘çeşitliliği bir tekilliğe indirger’. ‘Kiteleler’ ise ‘tüm farkların’ ‘içinde massedelip yok edildiği’ bir yapıdır. İşçi sınıfı kavramı, ‘yoksulları’, ‘ücretsiz ev işçileri’ gibi ‘ücret almayan herkesi dışarıda bırakır.’ Çoklukta ise tüm ‘toplumsal farklar korunur.’ ‘Çokluk, iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun kuruluşu ve eylemi, özdeşliğe ya da birliğe değil (hele farksızlığa hiç değil), ortak paydaya dayanır.’ (Bknz.: M. Hardt ve A. Negri, ‘Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi’, Çeviren: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., İst., 2004, s. 12, s. 114.)
(9) Gilles Deleuze-Félix Guattari, ‘Kafka Minör Bir Edebiyat İçin’, Çevirenler: Özgür Uçkan-Işık Ergüden, YKY, İst., 2000, s. 25.
(10) Aslında Kafka’nın kendi kullandığı bir deyim olan ‘Minör edebiyat’ üzerine, Deleuze ve Guattari’nin görüşleri için bknz.: ‘Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin’ ve ‘Bin Yayla’ olarak bilinen, bir bölümü ‘Kapitalizm ve Şizofreni 2-Kapma Aygıtı’ adıyla Türkçe’ye çevrilen kitapları: Bağlam Yay., İstanbul, 1993. Çeviren: Ali Akay)
(11) Ulus Baker, ‘Akşam Biraz Fazla Kaçırmışım, Ne Serüvendi Ama!’, www.korotonomedya.net’e 20.07.2007’de yolladığı, Virgül Dergisi’nin 1998 Eylül’ünde basılan, 119. sayısında yayımlanan yazısından.
(12) A.g.y.
1.6) Baker’in Marks’a Dair Bir Çift Sözü…
Tarihin bir anlatı olduğunu ilk söyleyenin, Karl Marks olduğunu anımsatan Baker; tarihyazımının da Cezayir asıllı Fransız filozof Althusser’in görüşlerini paylaşarak Marks’la başladığını savunur. Marksizmin bugünkü dünyayı açıklamakta oldukça yetersiz kaldığını iddia eden liberallere ve eski Marksistlere karşı, Marks’ın geçerliliğini yitirmediğini düşündüğü güçlü analizlerinin derdinin geleceğin dünyasını, dolayısıyla bugünü açıklamak olmadığını söyler ve Marksizmin yaşadığımız çağı anlamamıza yardımcı olacak, ne yapılabileceğinin yollarını önümüze açan ‘son sistematik düşünce’ olduğunu vurgular.
Ulus Baker, Marks sonrası ortaya çıkan düşünsel ekol ve hareketlerin, Frankfurt Ekolü de dahil 68 hareketi, anarşist, feminist ve diğer radikal akımların Marks’ın düşüncesinin ‘gerçek eleştiri’ ve ‘gerçekliğin eleştirisi’ olma özelliğinin yanında oldukça zayıf kaldığını öne sürer. Zaten çağımız artık sistematik düşünce ile alışverişini kesmiş ve gittikçe sistematik düşünceleri eleştirmenin kendisinin bir sistematik haline geldiği ve bu durumun da ‘zayıf düşünce’lerden menkul bir kültür dünyası yarattığı bir dönemden geçmektedir. Baker’in postmodernizmi Marksizm karşısında eleştirdiği nokta burada başlar. İşin kötüsü ‘sol ve Marksist kültür’ de ‘büyük ölçekte zayıf düşüncenin boyunduruğu altına’ girmiş bulunmaktadır. Marks eserlerinde, Hegel’in tersine ‘senin hikâyeni anlatıyorlar’ diyebilmiş ilk düşünürdür ve ‘hakikati söylemekle’, ‘hakikati keşfetmenin’ arasındaki diyalektik bağ da tarihsel maddecilik aracılığıyla Marks tarafından kurulmuştur. Modern dünya ‘hakikati söyleme’nin erdemi ile ‘hakikati keşfetmek’ arasına gittikçe açılan bir boşluk koymuş ve hâlâ bu boşluğun nasıl doldurulacağı sorusu Marksizm dışında hiçbir kavrayış tarafından sorgulanamamıştır.
Baker açısından, Marks’ın Para-Meta-Para (P-M-P) formülünün başarısı kapitalizmi anlamamıza yardımcı olmasından kaynaklanamaz sadece; P-M-P, ‘paranın gerçekliği satın alışı’na da gönderme yapmıştır ve paranın gerçekliği satın alışının 21. yüzyıldaki tüm görüngüleri (1) neden Marks’ı 21. yüzyılda okumak gerektiğini kanıtlar gibidir. Marks, ‘Kapital’de yalnızca kapitalizmin nasıl işlediğini, sermayenin birikiminin nasıl oluştuğunu göstermekle kalmamıştır. Meta fetişizminin sadece insanlar fetişist olduğu için değil; metaların kendilerinin fetişist olduğu için de kapitalizmin temel dinamiğini oluşturduğunu görmüştür. Metalara ruh ve güç veren insandır. Bu nedenle, metalar arası ilişkilerden insanlar arası ilişkiler anlaşılmalıdır. Fetişist metaların yarattığı fetişist dil, ideolojinin dilidir. Özne olarak insan artık bu dile ve onun yarattığı tüm ideolojik ‘faaliyetler’ ve ‘sorumluluk’lara bağımlı hale gelmiştir. İnsan, metaların kapitalizm içindeki fetiş konumlarının sürekli yenilenerek birbiri ardına sıraladığı bir düzlemde var olmaya çalışmasının bir sonucu olarak meta fetişizmine bağımlı hale gelir. Stalin’e kadar Marks, Lenin ve Rosa Luksemburg metaların dilinin sınıf mücadelelerindeki yerini, sermaye birikiminin nasıl bir yoksulluğa yol açtığını bugün hâlen geçerli hakikatler olarak ‘görünür’ kılmışlardır.
Baker, Marks’ın metaların fetişist dili üzerine yaptığı çözümlemenin ve tarihin ‘hikâyesinin anlatılması’nın bir başlangıç olduğunu; ama artık Marksizmin ortaya çıkarttığı gerçekleri aşacak, ‘yeni bir hikâye anlatması’nın gereğine işaret eder. Yaşadığımız dünya Hegel’in öznelikle nesnellik arasında kurmaya çalıştığı ‘sentez’la açıklanamaz çünkü. Baker, Hegel’in sentezinin yerine, ‘aşırı nesnellikle’ ‘aşırı öznelliğin’ arasındaki ‘gerilim’in doğurduğu diyalektiği koymak gerektiğini söyler. Bu bağlamda Marks’ın söyleyeceği ikinci söz, Marksizmin bir ideoloji olmadığıdır. Öyle ki Marks hiçbir eserinde bir ideoloji yarattığından söz etmemiştir. Tam da tersi ‘Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür’ derken Marks, aslında düşünceye ve hayata ne denli ‘göreceli’ baktığını ortaya koymuştur. Marks’ın bu cümlesi Baker’e göre ‘gerçek bir ‘görelilik’ kuramının da ana formülüdür.’ (2) İdeoloji ise ‘bir kulübedekinin bir saraydaki gibi düşünmeye başlamasıdır.’ Marksist ideoloji kuramı olarak aktarılan kuram, bu anlamda bir ideoloji değil; bir ‘perspektif’, ‘yol’ veya ‘güzergâh’ olarak maddeci düşüncedir. Ve felsefeden hilosofi’ye, ‘zaman ve mekânın belli bir haritalandırmasına geçmektedir.’ Marks sonrası Marksist praksislerin geldiği nokta, Marksizmin bu temel düşüncelerinin ‘üzerinden atlamış’ olmalarından kaynaklanmaktadır.
Marks’ın üçüncü sözü ise kurumsallaşma ve din üzerinedir. Dini ‘ruhsuz bir dünyanın ruhu’ olarak tanımlayan Marks’ın dinin bir afyon olduğunu da söylemesini, Baker şöyle okur: ‘Modern insan, ‘hakikatin’ kölesi olmaktan çok, ‘hakikatin yapısı’nın kölesidir. Ve ‘yapı’, her zaman için, ‘boş bırakılabilir’. Sözgelimi modern edebiyat kendine güzergâh olarak dil ile oynamayı seçtiyse, bunun nedeni, dilin hakikatini (ayrıca dilin anlattığı hakikati) keşfetmekten, dil ile hakikat arasında bir bağlantı kurmaya çalışmaktan çok, dilin anlattığının hakikatin asla kendisi olamadığı düşüncesinin arka planda belirmiş olmasıdır.’ (3) Ruh da bir yapıdır. Avrupa’da Hristiyanlık ‘ruhsuz bir dünyanın ruhu’ olarak kurumsallaşmış ve kurumsal bir yapının kölesi haline gelmiştir. 19 . yüzyıldan bu yana aileden işçi birliklerine, galeriler çevresine toplanan sanat akımlara kadar toplumsalın içine giren her şey kurumsallaşmıştır. Tüm hareketler kurumsallaşmıştır. Marksizmin ütopyasının ölmeye yüz tutmasının nedeni de ütopyasının can çekişmesinden değil; ütopyacıların ‘adam gibi ütopyacı’ olamamalarındandır. Kitleler, Baker’e göre, ‘burjuva kültürü’nün ‘baskın ideolojisi’ dolayımıyla ‘evin rahatlığına’ ve ‘refah değerleri’ne ‘teslim edilmişler’dir. Geleceğin ütopyasının ölüm nedeni, ütopyacının ölümünden ileri gelir. Ve Marks’ın düşüncesindeki ‘ütopyacı damarı yeniden yakalamanın’ Kapital’in önsözündeki Marks’ın Latince zikrettiği cümlede geçmektedir: ‘İşte Rodos haydi atla!’ –Hic Rhodus, hic salla!- (4)
Baker yer yer birçok metinde Marksizme atıfta bulunur. Pek çok argümanının referans noktası Marksizimdir. Burada özellikle Baker’in Marksizminin Hegelciliği yeren Deleuzyen ve Spinozist bir Marksizm olduğunu belirtmek gerekir. Deleuze, ontolojik olarak Hegelciliğe ilişkin ‘varlık’, ‘bir ve teklik’, ‘diyalektik’, ‘olumsuzlama’ gibi temel kavramları Bergson, Nietzsche ve Spinoza’ya ve farklı bir açıdan Hume’a dayanarak, Kıta Avrupa felsefesinin dışına itmeye çalışmıştır. Baker de benzeri bir görüştedir. Günümüz Marksist akademisyenlerinden Frederic Jameson’ın ‘Marksizm ve Biçim’ adlı kitabına dair yazdığı bir inceleme yazısında, Jameson gibi postmodernizmi eleştirirken bir yandan da Jameson’ı ‘Hegel’i Marksizme geri getirme çabası’ na girişmekle ve ‘Marksizm sözcüğüne hakkını verecek tek girişim olarak gördüğü bir yeni-Hegelcilik türünü damıtmak’la eleştirir. (5) Baker’in Marksizme bakışı Deleuzyen olmasının doğal bir sonucu olarak, Hegel karşıtıdır. (6) Öte yandan kimilerince kabaca postmodernizmin kurucuları arasına sokulan Deleuze’ü ve şüphesiz Baker’i de postmodern olarak kategorize etmek için, ya postmodernizmin sanat dışındaki politik tüm açılımlarından oluşan genel uzamının nereye evrildiğini kavramamış olmak gerekir ya da keyfî olarak düşünürleri bir kategori içinde sokmak söz konusudur. Lyotardcı bir ‘postmodern durum’dan bahsetmiyorsak ve kapitalizmi Marksist terminolojinin pek çok kavramına sahip çıkarak, yeren bir duruşu postmodernizm içine sokmak gafletine düşmeyeceksek, ne Deleuze ne de Baker postmodernizmin içinde ele alınmaz. Zaten hem Deleuze, hem de Baker açıkça kendilerini Marksist olarak tarif etmişlerdir.(7) Baker’in birçok noktada kendilerini postmodern olarak tanımlayan akademiysen ve düşün dünyası temsilcilerini eleştirmesi de bu kategorileştirmenin oldukça hatalı olduğunu ortaya çıkarır. Baker’in ikinci kitabındaki, 11. Bölüm’de yazdıkları, “’evrensel bir sınıf’ olarak işçi sınıfı kavrayışını reddetmek gerektiğini’ düşünen Laclau ve Mouffe’u eleştirmek üzere kurduğu cümleler, aynı yaklaşımı destekliyor: ‘Son yıllarda siyaset ve muhalefet alanları yeniden ‘hareket’ nosyonuyla bağlantılandırılmaya başladı. Bunlar ‘yeni tür’ diye tanımlanan, başka bir deyişle, şimdiye dek işitilmedik bir siyasal alan biçimini varsaydıkları kabul edilen hareketlerdi. Birleştirici unsurları ‘hegemonya’, ‘çoğulcu demokrasi’ ve ‘radikallik’ olan bu ‘yeni’ siyasal alanın yaslandığı kavramların da tersyüz edilmesi gittikçe önem kazanıyor. Bu üç unsur yeni siyasal retoriğin temel eleştirel kavramlarına dönüştüler ve belki de bir zamanlar Gramsci’nin bile tahmin edemeyeceği boyutlarda Marksizmin bunalım sonrasında topluma, ‘Yeni Dünya Düzeni’ adı verilen şeye veya karşımıza siyasal kılıkta çıksın çıkmasın, tartışılabilecek ve eleştirilebilecek her türlü soruna radikallik etiketi altında yükseltilebilecek her türlü itiraza zemin hazırlayabileceği düşünülen temel kavramsal düzenekler haline geldiler.’ (8) Postmodernizmin siyasi, ekonomik ve sosyolojik öncüllerinin özellikle Amerikan düşün dünyası tarafından yüceltildiğini ve abideleştirilerek küresel kapitalizmin temel ideolojisi haline getirildiğini gözden kaçırmayacaksak, genellikle Amerikalı akademisyenler tarafından neden Deleuze’ün, Foucault’nun, hatta Guattari’nin bile postmodernizm içine alınmaya çalıştığı kavranabilir. Kaldı ki postmodernizmin kurucuları arasında sokulan pek çok düşünür, başta Foucault, Deleuze ve Guattari olmak üzere sıklıkla postmodernizmi ciddiye bile almadıklarını ifade etmişlerdir. Öte yandan kategorileştirme hastalığına kapılmış olanların bir kısmı da Ulus Baker’i ortodoks Marksist olarak damgalamaktadır. Tam da tersi Baker, Marksizmin ortodoks yorumlarına karşı çıkar ve mesela Foucault’yu ‘postmodern lüks’ olarak gören solcuları eleştirir. (9)
Körotonomedya kolektifi olarak ‘otonomi’ üzerine başlattıkları tartışmaya atfen yazdıkları da ortodoksluğun karşısına otonomiyi koyduğunu gösterir: ‘Bu eleştiri, ultra-kapitalist koşulların ideolojik-söylemsel ve yaptırımcı önkoşullarını rahatlatmak görevini üstlenen neo-liberalizme yönlenecek önce. Ardından, yeni direnç biçimlerinin yaratılmasının önünde engel oluşturan klasik “sol” anlayışları, güçsüz fikriyatı hedef alacak.’ (10)
Baker’in, Türkiye’deki sosyalist, Özgürlük ve Demokrasi Partisi’ne yönelik eleştirileri Marksizme ve devrimciliğe nasıl baktığına dair açık yargılar barındırır. Türkiye sosyalist soluna dair son dönemin en can alıcı, devrimci eleştirilerini de bana kalırsa Ulus Baker yapmıştır. Bu anlamda Kıbrıs’taki ‘sol’la ilişkilendirmek söz konusu olmasa da, kendilerini solda tanımlayanların Baker’in Marksizminden esinleneceği çok şey var gibi görünüyor.(11)
Dipnotlar/Bölüm 1.6)
(1) Deleuze ve Guattari’nin konuyla ilgili geniş çözümlemelerinin oldukça iyi bir aktarımı için özellikle bknz.: Brian Massumi, A user’s guide to Capitalism and Schizophrenia, MITT Press, 1992, Cambridge, Notlar Bölümü, s.199-202.
(2) Ulus Baker, ‘Aşındırma Denemeleri’, Birikim Yayınları, İst., 2000, s. 123.
(3) A.g.e., s. 128,
(4) A.g.e., s.132 veya Birikim Dergisi, Nisan 1996 , Sayı 84, s. 20-31.
(5) Ulus Baker, ‘Öksüz Süreçler’, www.korotonomedya.net. 2002 yılında kaleme aldığı bir başka metin için bknz.: Ulus Baker, ‘Tarde Postülaları’, www.korotonomedya.net, )
(6) Bu konuda özellikle bknz.: Gilles Deleuze, ‘Bergsonculuk’, Çeviren: Hakan Yücefer, Otonom Yay. İst., 2006, ve Michael Hardt ‘Gilles Deleuze, Felsefede Bir Çıraklık’, Çevirenler: İsmail Öğretir-Ali Utku, Birey Yay., İst., 2002.
(7) Gilles Deleuze, ‘Pourparlers’ , Les Éditions de Minuit, Paris, 1990, s. 232.
Ulus Baker, Baker: Birikim Dergisi, sayı 220-221, s.11
(8) Ulus Baker, ‘Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme’, Paragraf Yay., Ank. 2005, s. 88-89.
(9) Ulus Baker, Birikim Dergisi, Ağustos-Eylül 2007, No: 220-221, ‘ÖDP yazısının daha samimisi-Tanıl’a Mektup Gibi, s. 11.
(10) Ulus Baker,’Körotonomedya Otonomist Tartışma Grubu’ başlıklı yazısından , www.korotonomedya.net.
(11) Baker’in ÖDP’ye yönelik eleştirileri için bknz.: ‘Aşındırma Denemeleri’, ‘ÖDP: Parti mi, Hareket mi?’ s.133-151 ve Birikim Dergisi, Ağustos-Eylül 2007, sayı: 220-221, ‘ÖDP yazısının daha samimisi-Tanıl’a mektup gibi, s.10-16.
1.7.) Kıbrıs Üzerine
Baker, Kıbrıs Sorunu üzerine yazdığı metinlerde bazen kişisel göndermelerde de bulunur. Birikim Dergisi’nin, Şubat 2002 tarihli sayısında yayımlanan bir makalesinde, Arjantin’le Kıbrıs’ı karşılaştırırken, yazının bir bölümüne özel bir dipnot düşer: ‘1986’dan bu yana Kıbrıs’a gitmeyi içine sindirememiş bir Kıbrıslıtürk olduğunu’ açıklar. Ardından, okuyucusunda af dileyerek, Lefkoşa’daki ’kale içi’ndeki ‘Türkiyeli göçmenlerin’ ağırlıklı olarak yaşadığı yerde bulunan birkaç evinin, komik denebilecek kirasını bile Vakıf’ların bürokratik işlemleri nedeniyle alamadığından, zaten bölgenin eski sakinliğini çoktan yitirmiş, bir ‘genelev’ bölgesinin ‘ortasında’ kaldığından yakınır. Yazının bütününde ise, Türkiye ve Kıbrıs ilişkileri bağlamında bir dönem Nilgün Orhan’a sıkıntılı günler yaşatan, meşhur yazısını referans göstererek; Kıbrıs’ta tatil yapanın Kıbrıslı Türklerden çok - Kıbrıslıların ‘tembel’ olmasını, Ada’nın kuzeyinde kapitalizmin henüz gelişmemesine bağlar-, Türk ordusu olduğunu ve ‘Ayşe’nin bir türlü tatilden’ dönemediğini söyler. Ada’nın kuzeyine ambargo uygulayanın ‘bizzat Türkiye’ olduğunu ve Kuzey Kıbrıs’ta sadece Türkiye pazarının ihtiyacı olan narenciyenin üretilebildiğini ifade eder. Narenciye dışında, diğer mamüllerle Kıbrıslı Türklerin Türkiye pazarına girebilmesi ise ‘yasaktır’. KKTC yönetimi, doğrudan doğruya Türkiye’ye bağımlı hale getirilmiştir. Keza halk da memurlaştırılmıştır. Türkiye, kuzeydeki ticari burjuvazinin Kıbrıs Lirası ya da İngiliz Pound’u ile iş yapmaya devam etmesi durumunda, bu paranın yabancı bankalara aktarılacağını fark etmiş ve KKTC’de Türk Lirası’nı resmi para birimi haline getirmiştir.
Türkiye’deki bazı köşe yazarlarının Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a yaptığı yardımlardan ve memurlara ödenen maaşlardan yakınmasını ise yersiz bulduğunu; çünkü bu sistemi yaratanın bilfiil Türkiye olduğunu belirtir. Kıbrıslı Türklerin ‘yüzyüze’, tıpkı diğer toplumlarda olduğu gibi kendine has, ‘ilkel’; ama ‘güçlü’ bir demokrasi anlayışına sahip olduğunu vurgular ve küçük nüfuslu toplumlarda çoğu ilişkinin kişisel ilişkiler üzerinden kurulmasını da buna dayandırır. Yazının devamında oldukça ilginç başka bir tespit de daha bulunur: Kuzey Kıbrıs’a Türkiye’den gelerek yerleşenlerin bir çözüm olması sırasında yaşayacakları ‘zorunlu mağduriyet’ kadar, yerleşik Türkiyelilerin Kıbrıslı Türklerin ‘zaruri kılınmış’, bir ‘yabancı düşmanlığı’na terk edildiklerine’ de işaret eder. Baker’in çözümlemesinde kullandığı kelimeler üzerinde uzunca düşündüğüne söylemeye mahal yok. Hem Türkiyeliler açısından hem Kıbrıslı Türkler açısından ‘zorunlu’ ya da ‘zaruri kılınmış’ bir sorunsala gönderme yaparken, incelikle kullandığı dil, Kıbrıs’ta Türkiye tarafından kurulan düzenin insanları kimliklerine göre nasıl mağdur edebileceğini ve bunun altındaki ‘zor’ u ima ediyor. Öte yandan Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs’ta kendi kurduğu ‘sahte rant zinciri’nin meydana çıkarttığı olumsuz yan etkileri kendi elleri ile ortadan kaldırmak amacıyla, bir anlaşma olması durumunda geriye verilmesi öncelik kazanacak bir bölgede, Güzelyurt’ta, Ankara’daki ODTÜ kampüsünden daha büyük, 25 bin kişilik bir kampüs kuracak olmasını da ‘sahte üniversitelerin kötü ününü gidermek’ gibi bir niyete bağlar.(1)
Kıbrıs’la ilgili, yine Birikim’de yayınlanan bir başka makalesinde ise, Kuzey Kıbrıs’ta 74 sonrası yaratılan ‘gölge-milliyetçiliğin’ tükenmeye yüz tuttuğunu işaretledikten sonra, Kıbrıslı Türkler arasında ‘Ada’ya göç etmiş ‘hatırı sayılır nüfusa karşı tuhaf ve ‘şımarık’ bir milliyetçiliğin baş göstermeye başladığı saptanabilir’(2) der ve ekler: ‘Kıbrıslıtürk solunun (ki Türkiye’den daha ‘hakikatli’dir) bu türden bir milliyetçiliği işlemeye başlaması olsa olsa üzüntü verebilir.’ Kıbrıslı Türk solunun konumunun Türkiye’den daha özgür gibi göründüğünü, ama bu özgürlüklerin ’sözde-olgu derecesine itildiğine’ değinir. Türkiye solunun Kıbrıs’taki duruma dair herhangi bir bilgisi olmadığını ve bu bilgisizlik nedeniyle, çoğu zaman Türkiye’nin ‘resmi- gayri resmi ve büyük medyası’nın görüşlerini paylaştığı yolunda bir eleştiri yapar.
Hayvan Dergisi’nin kendisi ile yaptığı bir röportajda, bir Kıbrıslı olması hasebiyle ‘Kıbrıs sorununa bakış açısı’ sorulduğunda, Baker: ‘Denktaş Kıbrıs’ı temsil etmiyor, Kıbrıslı Türkleri de temsil etmiyor. Denktaş Türkiye’deki ‘derin devleti’ temsil ediyor. Kıbrıslı olması, bu ulusal ‘mesele’ denen şeyle çakışıyor. İkincisi 1974 öncesinde bir bölünme var. İngilizlerin ‘böl ve yönet’ politikasında Türkler, polisiye kuvvet olarak kullanılmış. Rumlar tabii bunu affetmediler. Rumların içersinde de faşizan bir hareket yükselmeye başladı, EOKA’nın devreye girmesiyle bölünme kesinleşti…Bölünme daha baştan beri Denktaş ve çevresindeki güçlü burjuvazinin arzuladığı bir şeydi. Onlar için adanın bölünmüşlüğü başlı başına bir kâr kaynağıydı. İnsanlar bölünmeden önce de, gerginlik ve çatışma nedeniyle Rum tarafına alışverişe gidemiyordu. Dolayısıyla Denktaş’ın yakın çevresindeki tüccarlar bir tekel oluşturmaya başlamıştı. Denktaş’ın damadı Salih Boyacı’nın Bel Kola diye bir fabrikası vardı. Rumlar Coca Cola içerken biz elimiz mahkûm Bel Kola içerdik. 1974’ten sonraki ambargo Türkiye’nin de uyguladığı bir şey. Kuzey Kıbrıs’ta havlu üretsen Türkiye’de satamazsın. Ambargo uluslararası olduğundan Türkiye’de bunu uygulamak zorunda kaldı, dolayısıyla parayı basarak herkesi memur yaptı ve adada bir ekonomi oluşmasını engelledi. Denktaş işte bunu temsil ediyor’ demiştir.(3)
Dipnotlar/Bölüm 1.7)
(1) Ulus Baker, ‘İki Kriz, aynı körlük: Kıbrıs ve Arjantin’, ‘Birikim Dergisi’, Sayı 154, Şubat 2002, s. 30-35.
(2) Ulus Baker, ‘Kıbrıs Peki o ne olacak?’ ‘Birikim Dergisi’, Sayı 162, Ekim 2002, s. 6-8.
(3) Ulus Baker ile Emrah Serbes’in yaptığı röportaj, ‘Derin Devlet Ayan Beyan Ortada’, Hayvan Dergisi, 36. Sayı, Mayıs 2005, s. 33-34.
1.8) Ulus Baker’in Kıbrıs’a Dair Son Sözleri…
Aras Özgün’ün Ulus Baker’le 2003 yazında yaptığı video çekiminin Can Sarvan tarafından deşifre edilmiş bant kaydıdır. Kıbrıs’la ilgili söyleşi Ulus Baker’in cevaplarından oluştuğu ve sorular kaydedilmediği için çekimler sadece yanıtlardan oluşmaktadır. Ulus Baker’in basılmış diğer metinlerinde ‘Kıbrislıtürk’ ibaresini birleşik kullanması nedeniyle deşifrede buna sadık kalınmıştır.
Bölüm 1
Şimdi elimizin altında olmayan bir kitaptan bahsetmek isterdim. İşte bir alıntı da belki yapabilirdik. Lawrence Durrell’in ‘Bitter Lemons’, yani ‘Acı Limonlar’ adlı kitabı. Yani Kıbrıs etrafında bir şey, 1950’li yıllarda yanılmıyorsam yazılmış bir roman. Bu roman yeterince İngilizlerin dekolonizasyon sürecinde çekilmelerinin koşullarını ve atmosferini gösteriyor. Yani İngilizlerin bu egzotik adası ya da sadece bir tatil yeri değil, kolonyal bir tatil yeri İngilizlerin, İngiliz burjuvazisinin ve soylu kesiminin nezdinde. Neden çekildikleri dekolonizasyon sürecinin, sanıyorum biraz İngiliz İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu koşulların bir sonucuydu; yani dünya ölçeğinde ‘Commonwealth’e indirgenmesi çoğu sömürgenin. Biliyorsunuz Kıbrıs bunlardan birisiydi. Yalnız sömürge diye nitelendirilmesi zor bir şey. Yunanlılar...(Ada) Osmanlı tarafından İngilizlere satılmıştı. Ardından tabii I. Dünya Savaşı sırasında ilhak edildi; yani doğrudan doğruya İngiliz toprağı oldu. Ve vatandaşları, iki cemaat, sadece iki cemaat değil tabii; küçük bir takım cemaatler de, oldukça küçük Yahudi bir nüfustan, Maronitlerden, hatta Suriyelilerden, Araplardan da bahsetmek gerekir. Ama esas olarak bugün hâlâ çözümsüz görünen durum, biliyorsun şey yani… Kıbrıslı Rum nüfusu ile Kıbrıslı Müslüman nüfus, Kıbrıslıtürk nüfus. Şimdi şöyle bir şey diyeceğim: İngiltere’nin çekilmesi bizzat kendi dinamiklerinin bir ürünüydü; yani istemliydi. Tabii bir tür bağımsızlık mücadelesinin de yükseldiği bir dönem; ağırlıkla Rumların eliyle. Sonradan faşist unsurlarla da bezenecek olan EOKA teşkilatını tabii hatırlayabiliyoruz. Tabii çok ciddi bir sol var; yükseliş içerisinde ve sonradan AKEL adı altında Kıbrıs’ın en güçlü partisi haline gelecek olan bir komünist parti. Ardından Sovyet çizgisine tabii yamanacak olan bir komünist parti bu. Sovyetler’in bir aracısı yani bu, Kıbrıs çatışmasının ya da sorununun içerisinde. Şimdi o dönemde İngilizlerin, giderayak diyelim, bu EOKA-B ile baş etme çabası içerisinde. İşte İngiliz Valiliği’nin… Çok çok önemli bir nokta ve bugünkü çatışmanın da kaynağında yer aldığını düşünmemiz gerekiyor bu noktanın: Türklerin bir tür ‘böl ve yönet’ politikası çerçevesinde polis gücü olarak kullanılmaları. Genellikle İngilizler, sanıyorum bazı azınlık gruplara ‘multiethnic’, çok-etnili toplumlarda ya da sömürgelerinde hep bu meyanda, hep bu şekilde, hep bu tarzda kullanmaya meyletmişler. Tabii bu, bir takım kin ve nefret duyguları da uyandırıyor işte; ve sürecin başlangıcında böyle de bir problem söz konusu. Tabii İngilizlerin çekilmesinin -tam tarihini hatırlamıyorum şimdi- ardından bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması gündeme geliyor. Tarihî ayrıntılara çok fazla girmeye gerek yok. Yani bu okunarak keşfedebilecek bir şey. Ama altını tekrar çiziyorum: Birincisi, İngilizlerin çekilişi bizzat Britanya İmparatorluğu’nun bir politikasıdır. Ve bu çekilme sırasında çıkarlarını da pek kaybetmiş değil yani; İngiliz burjuvazisi ve İngiliz devleti diyelim artık ya da emperyalizmi diyelim. Sadece bir şey değiştirme, moment değiştirme söz konusu ve idaresinden kurtulma söz konusu. Zaten Kıbrıs Cumhuriyeti’nde garantör olarak yer alacaktı büyük Britanya ya da Birleşik Krallık -çok fazla adları var!- İkinci nokta, işte altını çizmek istediğim: Türklerin böyle bir tür polisiye kuvvet olarak kullanımları da bu çatışmada çok belirleyici olmuş. Ardından tabii Türkiye’nin de garantör olarak müdahalesi ön plana çıkıyor. İşte Denktaş’ın Ada’ya gönderilme ya da kendisi, kendisinin gittiğini söylüyor; yani Türk istihbaratından ya da hükümetinden bağımsız bir karar verdiğini söylüyor. Tabii buna ne kadar inanmalıyız ya da iyi bir tarihçilik karşımıza ne çıkarır, yani böyle bir konuda, bu hususlarda pek bir gücüm yok yani burada anlatabileceğim. Şimdilik bu iki noktayı, İngilizlerin çekilişi hususunda söylemek isterim.
Dostları ilə paylaş: |