Güney Afrika Cumhuriyeti
İngiliz derin devleti, gerek Hindistan ve Avustralya'ya giden deniz yolu üzerindeki önemli konumu, gerek zengin tarımsal imkanları, gerekse kıymetli madenleri nedeniyle Güney Afrika'ya özel bir önem vermiştir. Ayrıca Mısır'dan Güney Afrika'ya kadar inen kuşağı ele geçirmek İngiliz derin devletinin en büyük hedeflerinden biri olmuştur. Ne var ki Afrikaner ya da Boer olarak da isimlendirilen Hollanda kökenlilerin Güney Afrika'da kendi devletlerini kurması İngiliz derin devletinin hedeflerini sekteye uğratmıştır.
19. yüzyılın sonlarında Güney Afrika'da yeni kurulmuş olan Boer Cumhuriyetleri'nde altın ve elmasın keşfiyle birlikte bir yandan İngiliz maden arayıcıları bölgeye akın ederken, diğer yandan ülkede İngiltere işgaline karşı güçlü bir direniş ortaya çıkmıştır. Boer otoriteleri bu İngiliz yabancılara (kendi deyimleriyle "uitlander"lara) siyasi haklar vermeyi reddedince, De Beers Madencilik Şirketi'nin kurucusu Cecil Rhodes ve diğer İngiliz müteşebbisler, Boer Savaşı'nda yer almak üzere İngiliz yerleşimci milisleri silahlandırmışlardır.237
Yeni İngiliz yerleşimciler ve Boerler arasındaki çarpışmalar, yıllarca gerilla savaşları biçiminde sürmüştür. Sonunda bölgedeki İngiliz kuvvetlerine komuta eden Lord Kitchener'in acımasız uygulamaları karşısında Boerler, İngilizlere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulamalardan biri İngilizlerin Boerler için kurduğu toplama kamplarıdır. Pretoria ve Bloemfontein'da ilk iki kampın kurulmasından sonra ardı sıra kurulan kamplar birer "İngiliz olmayanları toplama merkezine" dönüşmüştür. Bu dönüşüm 21 Aralık 1900'de Lord Kitchener'ın imzaladığı mutabakat zaptı ile sağlanmıştır.
Bu kamplarda tutulanlar işkenceden, yargısız infaza kadar pek çok insanlık dışı muameleye maruz kalmışlardır. Bu muamelelerden bazıları ile ilgili detaylar şöyledir:
Hepimiz toplama kamplarının dehşetini biliriz, ama Boer Savaşları boyunca on binlerce masum insanın toplanması ve kamplarda alıkonması (İngiltere açısından) dahiyane bir hareket gibi görünüyordu. İngiltere, Güney Afrika halkını kontrol altında tutmalıydı ve onları alıkoyacak insan gücüne ve imkanlara sahipti. Bunda ne mahzur olabilirdi ki?
Oysa hemen her şey mahzurluydu. Kavurucu sıcaklıktaki güçlü Afrika güneşinin altına yerleştirilmiş, sineklerle dolu olan kamplar, kapasitesinin üstünde kalabalıktı ve kuşatma altındaydı; dolayısıyla ölümcül hastalıkların salgın şeklinde yayılmasına çok müsaitti. Besin tedariki neredeyse sıfırdı ve acımasız muhafızlar suç kabul ettikleri en ufak bir durumda insanların zaten yetersiz olan erzaklarında kesinti uygulayabiliyorlardı. Sonuç: Hastalıklar ve ölüm, orman yangını gibi yayıldı, binlerce kadın ve on binlerce çocuk öldü. Tek bir yıl içinde, Boer nüfusunun %10'u İngiliz kamplarında öldü. Bu oranın, 22 bin çocuğu kapsadığını öğrendiğinizde durumun ne kadar kötü olduğunu daha iyi fark edersiniz.
Ama vahşet bu kadarla kalmadı. İngilizler Boerleri baskılayıp kontrol altına aldıktan sonra, karşılaştıkları her siyah Afrikalıyı gözaltına almaya karar verdiler; 20 bini köle işçi olarak kamplarda ölümüne çalıştırıldı. Neticede, savaş esnasındaki İngiliz politikaları, 48 bin sivilin ölümüne neden oldu. Bu, iki tarafın asker kayıplarının toplamından 18 bin daha fazlaydı.238
18 Haziran 1900 tarihine kadar çeşitli kampları gezen Emily Hobhouse, gördüğü insanlık dışı koşulları ve yaşananları bir rapor haline getirerek Güney Afrika Felaket Fonu'na (South Africa Distress Fund) sunmuştur. Buna rağmen Lord Kitchener, 26 Haziran'da Cape Valisi Alfred Milner'e çektiği telgrafta, kamplara kadın ve çocukların dahil edilmesini savunmuştur.
Sağlığının bozulmasına rağmen kampları gezerek yaşananları ifşa etme çabasını devam ettiren Emily Hobhouse, 31 Ekim'de 1900 tarihinde sıkıyönetim yönetmeliği uyarınca sürgün edilmek üzere Roslin Kalesi'ne götürülmüştür. Burada Kitchner ve Milner'ı yaşananlardan sorumlu tuttuğu suçlayıcı birer mektup yazmıştır.239 Buna rağmen kamplar varlığını devam ettirmiş ve her geçen gün buralarda ölenlerin sayısı giderek artmıştır.
Nihayet İngilizler ile Boerler arasında 31 Mayıs 1902'de imzalanan barış antlaşmasından sonra toplama kamplarındaki Boerler yavaş yavaş serbest bırakılmaya başlanmıştır. Elbette antlaşma, bölgenin İngiliz hakimiyetine girmesi üzerine kuruludur. 1909'da da Transvaal, Güney Afrika Birliği'ne girerek resmen İngiliz hakimiyetine dahil olmuştur.
İngiltere'nin Almanya Büyükelçisi Sir Neville Henderson, yıllar sonra Nazi toplama kampları hakkında Alman Goering'e eleştirilerini iletirken, Goering kitaplığının raflarından bir Alman ansiklopedisindeki kamplarla ilgili maddeyi okumuş; "Konzentrationslager (toplama kampları)… Önce İngilizlerce Güney Afrika Savaşı'nda Boerlere karşı kullanılmıştır" demiştir.240 Görülebildiği gibi Hitler ve onun kontrolündeki Nazi Almanya'sı, kendi vahşetini mazur gösterebilmek için İngiliz derin devletinin uygulamalarını örnek vermektedir.
İngiliz derin devleti, Güney Afrika'da doğrudan kendi yönetimini kurmaktansa halk arasında azınlık olarak kalmış olan beyaz yerleşimcilerin hükümet kurmasını sağlamanın çok daha kârlı olduğunu görmüştür.241 "İçsel kolonyalizm" adı verilen bu sömürü yönteminde İngiliz derin devleti, Güney Afrika'da Apartheid (aşırı ırkçılık) rejiminin oluşmasına önayak olmuştur. Bu yönetim üzerinden de yerli halkı sürekli olarak baskı altında tutmuştur.242
De Beers Birleşik Madencilik Şirketi'nin kurucusu olan Cecil Rhodes'a dikkatle baktığımızda, Apartheid rejiminin İngiliz derin devleti ile yakın bağlantısını daha iyi görürüz. Cecil Rhodes, 1870'de Güney Afrika'da Natal'a göç etmiş olan bir İngiliz'dir. Irkçı dünya görüşü, acımasız uygulamaları ve hatta homoseksüel olmasıyla İngiliz derin devleti mensuplarının tüm tipik özelliklerine sahiptir. Ayrıca, Rothschild ailesi tarafından finanse edilmektedir.243 Agresif bir biçimde İngiltere'nin kolonyal alanını genişletme çabası içinde olan Rhodes kısa süre içerisinde İngiliz emperyalizminin en güçlü sembolü haline gelmiştir.244 Cecil Rhodes ve Güney Afrika'daki ürkütücü uygulamaları ile ilgili detayları, kitabın 1. cildinde bulabilirsiniz.
De Beers Maden Şirketi'nin kurulmasından sadece iki yıl sonra 1890'da Cape Town'da Başbakan olan Rhodes, kendi adını verdiği Rodezya devletini kurmuştur. Kurucusu olduğu İngiliz Güney Afrika Şirketi ise, bölge halkına yönelik sömürü düzeninde kilit noktada olan bir şirkettir.
Rhodes, Afrika'da kurduğu şirketi ile en başından itibaren, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin Hindistan'da sağladığı İngiliz hakimiyetine benzer şekilde bir sömürü hakimiyeti hedeflemiştir. Rothschild'e yazdığı mektuplarda da kendi şirketini "yeni bir Doğu Hindistan Şirketi" olarak tanımlamıştır. Üstelik bu şirket, Hindistan'da olduğundan çok daha hızlı ilerlemiş, halkı daha hızlı sömürmüştür.245
Toplum Bilimleri Uzmanı Marc Ferro, Cecil Rhodes'un işçilere bakış açısını kitabında şöyle anlatmıştır:
Cecil Rhodes'un yığmak istediği şey topraktı ... yerli değil. (Rhodes): "Üstün bir ırk çoğalırken Afrika'yı Pigmelere bırakacak değiliz ya ... Betchuanaland'dan ta Mankoarane'a kadar olan toprakları almakta bence hiçbir sakınca yok ... bu yerliler bizim hakimiyetimiz altına girmeye mahkumlar ... Yerliye bir çocuk gibi davranmalıyız ve ona alkolü yasakladığımız gibi seçme ve seçilme hakkını yasaklamalıyız." Rhodes, aynı nedenle, Strop Bill'in, resmi görevlilere yerlileri kırbaçlama hakkını tanıyan tasarısını desteklemişti.246
Native Land Act (Yerel Toprak Yasası) adlı antlaşmanın 1913 tarihinde imzalanmasıyla siyah ve beyaz insanlara ait olan topraklar belirlenmiştir. Çeşitli İngiliz yayınlarında Güney Afrika'da siyahlara da topraklar verilmesi sözde demokratik bir üslupla anlatılsa da gerçekler çok farklıdır. Ülkenin nüfus yoğunluğu ağırlıklı olarak siyah yerlilerden oluşmasına rağmen beyaz yerleşimcilere ait olduğuna hükmedilen toprak oranı %82'dir. Buna karşılık siyahilere, sadece tamamen verimsiz olan topraklar verilmiştir. Siyahlar ekmekte oldukları arazileri yitirmişler, zorla göç ettirilmişlerdir. Bir milyonun üzerinde insan kendi toprağından, yurdundan, evinden olmuş; pek çoğu beyazlara hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. Topraksız kalan işçiler canları pahasına madenlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.247
Kenya
İngiliz derin devleti, Kenya'da da benzer yöntemlerle Afrikalıların topraklarına el koymuştur. Bu bölgede, halkın, el konulan arazilerde işçi olarak çalıştırılması ve işçi olmayı kabul etmeyenlerin gaddarca cezalandırılması için yerli halk arasından "şef" adı verilen kişiler belirlenmiştir.248
Afrikalı gruplar ve kabileler arasında -kendi emrinde olan- bir takım yöneticiler oluşturulması, İngiliz derin devletinin yöntemlerinden biridir. Böylelikle İngiliz derin devleti, hem söz konusu toprakları kendisi idare etme külfetinden kurtulmuş hem de halkı kendi içinde sınıflara ayırarak aralarında beklediği çatışma ortamlarını oluşturmuştur.
İngiliz yöneticiler, tüm sömürgelerde olduğu gibi Kenya'da da baskı ve zulümle ülkedeki otoritelerini ve kazançlarını artırmaya çalışmışlardır. Bu uygulamalar Kenyalılarda tepkiye neden olmuştur. 1950 yılında Kenya halkının İngiliz derin devletinin baskıcı uygulamalarına tepkisi had safhaya ulaşmıştır. Bundan sonra olanlar, İngiliz derin devletinin işlediği suçların incelendiği bir kaynakta şöyle anlatılıyor:
İngilizler ülke çapında bir isyandan endişe ederek, 1.5 milyon insanı topladılar ve toplama kamplarına yerleştirdiler. Bu kamplarda yaşananlar, midenizi bulandıracak.
Tutsaklar, "iş ve özgürlük" gibi sloganlar eşliğinde, toplu mezar kapama işinde, adeta köle işçi gibi ölümüne çalıştırıldı. Rastgele infaz nadir bir uygulama değildi ve işkence çok yaygındı. Erkekler bıçakla anal olarak tecavüze uğradı. Kadınların göğüsleri kesildi ve kopartıldı. Gözleri oyuldu, kulakları kesilip kopartıldı ve derileri dikenli tel sarılarak yırtıldı. İnsanlar gardiyanlar tarafından tecavüze uğradıktan sonra pense ile hadım edildiler. Sorgulamalar, bayılana ya da ölene dek tutuklunun boğazına bastırılmasını ve ağzının çamurla doldurulmasını içeriyordu. Kurtulanlar bazen canlı canlı yakılıyordu.
Resmi ceset sayımları 2 binin altında ama daha güvenilir tahminler toplam ölü sayısının on binlerce ya da yüz binlerce kişi olduğunu belirtiyor. Çoğu sivil ya da çocuk, isyancılara yardım etmek gibi belirsiz ve uydurma suçlamalarla gözaltına alındı. Hepsi de bir hiç uğrunaydı.249
ABD'nin 44. Başkanı Barack Obama'nın babası da, Kenya'daki bu kamplarda işkence gören kişiler arasındadır. Bu gerçeğe rağmen Obama, yıllar sonra ABD başkanlık koltuğunda, İngiliz derin devletinin yönlendirmesinden kaçamamıştır.
Kenya'nın 1963 yılında bağımsızlığını ilan etmesi ile İngilizler ülkeden resmen çekilmişlerdir. Ancak Kenya'da sömürge döneminde gerçekleşen olaylar, İngiltere sömürgecilik tarihinin en dehşet verici uygulamalarından biri olarak tarihe geçmiştir.
Ancak bu çekilme elbette, İngiliz derin devletinin, Kenya'nın ve diğer Afrika ülkelerinin peşini bıraktığı anlamına gelmemektedir. Pek çok İngiliz sömürgesinin yönetiminde olduğu gibi Kenya'nın yönetiminde de doğrudan ya da dolaylı olarak rol oynayan isimler, İngiliz derin devleti ile olan ilişkilerini devam ettirmişlerdir.
Bu kişiler, Kenya adına, sözde ticari ve sosyal alanda kalkınmak amacıyla İngiltere'den çok yüklü miktarda borç aldıkları için ülke İngiltere'ye bağımlı hale gelmiştir. Bu borçları karşılamaları mümkün olmadığı için de bağımsızlıkları adeta ipotek altına girmiştir.250
Aldıkları borçlar herhangi bir sosyal ya da ekonomik kalkınma da sağlamamıştır. Afrika ülkeleri sanayileşememiş, ayrıca eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde de yatırım yapamamıştır. Alınan borçlar zarardan başka bir etki oluşturmazken kıtadaki doğal kaynaklar sömürüldüğü için bölge halkı bunları kendisi için hiç kullanamamıştır.
Sudan
Sudan'ı ele geçiren İngiliz derin devletinin bu bölgedeki en büyük saldırısı, bu ülkede yaşayan Müslümanların inançlarına yönelik olmuştur. Afrika'daki fethi en zor ülkelerden biri olan Sudan'da İslam'ın engellenmesi ve iç karışıklıkların artması için yapılanlar ibret vericidir.
Sudan'ın orta ve kuzey bölümünde Arap-İslam kültürü etkinken, güney bölümünde geleneksel Afrika dinleri ve Hıristiyanlık yaygındır. Sudan'da, daha önce bu dinsel çeşitliliği baskılayan bir merkezi yönetim olmamıştır. İngiliz derin devletinin devreye girmesiyle, Arap-Afrikalı ayrımı çıkmış ve bu gitgide pekiştirilmiştir. Ülkenin işine yarayacak bölümlerine gözünü diken İngiliz derin devleti, Sudan'ın güney bölgelerini ayırmak için ülkedeki etnik bölünmeyi kışkırtmıştır.251
İngiliz derin devleti, Müslüman kuzey kesimden ayrımını kesinleştirmek istediği Güney Sudan'ı 1922'de "Kapalı Bölge" ilan etmiş ve giriş çıkışlar için pasaport ve vize işlemleri uygulamaya koymuştur.
Toplumsal huzurun kasıtlı ve planlı şekilde bozulduğu Sudan'da, sömürge döneminin sona erdiği bağımsızlık sonrasında dahi milli birlik tam olarak sağlanamamıştır. Sudan, halen iç karışıklıklarla karşı karşıyadır.
Örneğin İngiliz sömürgesi altındaki Sudan'da, sömürgeci yönetimin uyguladığı vahşete yönelik yaptığı ibret verici savunma, bir kitapta şu şekilde açıklanmıştır:
"Zenci, tembel bir hayvan", dedi Sudan'dan Sir Rudolph Slatin, "çalışmaya zorlanmalıdır –hükümet tarafından zorlanmalıdır-". Nasıl olacağının sorulması üzerine, şöyle yanıt verdi: "Sopa ile".252 (Sudanlı kardeşlerimizi tenzih ederiz)
Dostları ilə paylaş: |