Yazılmamış Mektup, 37 Vefa Borcu, 41 Yavrucuk, 45 Bir Bakraç Yoğurt, 49 Mesut ve Muntazam, 57



Yüklə 0,84 Mb.
səhifə2/9
tarix27.01.2018
ölçüsü0,84 Mb.
#40810
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

ÇÜRÜK PATATESLER
Bugün işim yok, çıkıp gezmeyi kuruyorum.

Dışarısı puslu. Bu şehirde ses anlamsızdır; ku­laklar alışmıştır, puslu havayı bir gürültü gibi hisse­dersiniz. Bu yapışkan serinlik bütün vücudunuzu kaplar. Ufkunuz bir örtüyle zaten hep sarılıdır. Kocaman bir fe­râce gibi göğü kaplayan bu şey kirli havadır.

Pençesini ve topuğunu geçen hafta değiştirdiğim ama, yine de su alan ayakkaplarımı giyiyorum. Paltomu tu­tan hanıma ‘Bir gezineceğim, yemeğe beklemeyin’ diyo­rum. İki bebe hemen çıkış kapısı önünde yanımda... Bitmeyen isteklerini ‘tamam, akşama getiririm’ diye savıyorum. Daha şimdiden yorgun, aralıklı adımlarla merdi­venlerden iniyorum.

Durağa gelene kadar, neresi olduğuna karar ver­dim: Mim Şevki Amca’ya gideceğim. Bugün pazar, dolmuşlar sakin. Onuncu dakikada geliveren arabaya biniyo­rum. Yüz lira uzatıp ‘Demetevler’ diyo­rum. Para üstü, ancak Yenimahalle birinci durakta bana ulaşabiliyor. Anlaşıldı, sürücüler de yorgun. Keçiören’den buraya yarım saatte geliyoruz.

Dolmuştan indim. Sokaklar burada da çamurlu. İner inmez Mıstık’la karşılaşıyoruz. Araba bekliyormuş ‘ikindi­den sonra âbimin yanındayım uğra’ diyor. Peki demeye kalmadan, karşıda bitiveren dolmuşa koşuyor. Her­halde Bahçelerüstü’ne gidecek. ‘Neyse, çıkarım’ diyorum. Yapacak ne işim var ki... Yorgunluğu daha da artmış adımlarla, Mim Şevki Amca’nın bakkalına yöneliyorum.

Gözlüklü, kırmızı yanaklı, kır bıyıklı, göbekli, kısa ama gür saçlı, terazi bakışlı (Bakışıyla tartıldığınızı sanırsınız), altmış iki yaşında bir amca. O, bizim hep amcamızdı. Bana dokuz yıldır amcalık ediyor. Ayrıca on üç yıldır amcalık yaptığı Necati Hoca ile de arkadaşız. Amca olmak, amcalık yapmak için yaratılmış gibi. Konuşmayı -özellikle anlatmayı- çok seviyor. Ben de hep iyi bir dinleyici olmakla ün salmışımdır. İşte bugün, şimdi de onu dinlemeye gidiyorum.

Yaşı otuza gelmiş, üniversiteyi Ankara’da okumuş, memuriyete de yine burada başlamış, memur kılıklı bir ada­mım. Evlendik, iki bebe var ama evin direği henüz yok. Benim gibi adam adım başı. Oturduğumuz ev, işyerleri, giyim ve yürüyüşümüz bile aynıdır. Memur milleti, birbirine benzer denmiştir. Ben ve bir­kaç dostum ötekilere göre -sözde- farklıyız. İlk önce, bakışlarımız değişik. Sıradan biri olmama mücadelesi vermiş kişilerin heybetini, dikkatli bir göz bizde hemen fark eder. Ama bu puslu, yapışkan Ankara gününde ne anlamı var ki. Biz de zaten pek çok şeyi sîneye çekmiş du­rumdayız. Kim takar eski havaları, cakayı, heybeti falan... Erken, vaktinden önce çökmüş, pısırık, yedi sekiz yıl öncesini mazi addedip hatıra diye avunan tipler durumuna düşmüşüz. Unutulmuş savaş beyi rolü oynayanlarımız çoğaldı. Bu durum, liseli yıllardaki terkedil­miş delikanlı rollerine ne kadar da benziyor...

Çıkan müşteriyle, neredeyse çarpışıyoruz: Mithat’ın babası Halit Dayı. ‘Oo...’ deyip eve, teyzeye selam gönde­riyorum. ‘Bize de bekleriz’ diyor. Başımla ‘tamam’ diyorum. Mim Şevki Amca daha beni fark etmedi. Kasa tarafına geçip karşısında duruyorum. Hep yaptığı gibi gözlüklerin üzerinden bakıyor.

-Vaay... aleykümselam... Gel gel şöyle.

-Selamünaleyküm. Tamam, geçtim geçtim...

Kıyıdan çektiği arkasız oturağa ilişiyorum. Dirseğimi de tezgaha dayıyorum (Dirseğimi dayamadan oturamam).

-Eee... Nassın bakalım?

-İyiyiz çok şükür.

-N’oldu yâhu, iki aydır uğramadın bu yana?

-Eh işte...

-Bebeler iyi mi, ha?

-Geldik işte... Hepsi iyidir, ellerinden öperler.

-Sigara senden mi, benden mi?

-Benden benden...

Alıp yakıyor. İkinci soluklamadan sonra gelen müşteriye kalkıyor. Bu sırada gözlerim ilerdeki caddeyi kolluyor. Evet bakmıyor, kolluyorum! Birisini görmek için mi, hayır. Buraya her gelişimde ya da geçişimde, o köşeyi hep kollamışımdır. Şevki Amca, benim dinler gibi yapıp daldığımı bilir, dokunmaz. Bakar bakar, sonra içimdeki cızlamayı hissedince beklediğim şeye ulaşırım: Bu, geçmiş bir zamanın yakalanışıdır ve hatıralar, gözümden bir filim şeridi gibi de geçmez! Ben kendim onlara karışır, meçhul bir binekle o menzile kayar giderim. O ânı, öylece duyarım. Eskilerde yaşar ve o günün kokusunu soluklarım. Mim Şevki Amca’nın da bazen benimle, hemen otuz metre ötedeki cadde köşesine yapılan bu zorlu yolculuğa çıktığı olur. Biz o yolculuğa kimlerle çıkmadık ki... Yine müphem bir dürtüşle yan döndüm. Şevki Amca sesleniyor.

-Daldın gittin, diyorum.

-Öyle oldu.

-Ne o, bir yaramazlık falan?

-Yook be Şevki Amca, arada efkâr basıyor işte.

-Yavuz’u mu düşündün?

-Kimimiz var başka...

-Öylee... öyle ya.

Derin bir iç geçiriyor. Ben, zaten olmuşum. Kim bilir kaçıncı kere içimden fatiha okuyorum. Bu hava onun ‘bak, yine böyle bir gündü’ demesiyle değişiyor. Sözünü kesiyorum.

-Dağıttın gene.

-Yâhu, sözü değiştirmesem, iki saat öylece kalırsın. Bilmez miyim, ben seni.

-Doğru.

Kendimi biraz toparlıyorum. Bu kere sigarayı o uzatıyor, birlikte yakıyoruz. ‘Bırakacağım şu mereti’ diye söyleniyorum. O sabırsız ya, konuşuyor.



-Ne diyorduk... Evet evet işte, yine böyle bir gündü...

Dükkana gelen giden yok. Az önce yağmur başladı. Oturağı biraz daha ileriye, yanına yaklaştırıyorum. Dirseğim de benimle birlikte kayıyor. Onu dinlemeye hazırım.



Bu vakitten erkendi, sabahtı daha. Cavcaklı günler o zamanlar. Üst yandan bizim çocuklar geliyor, her­halde bir toplantıya gidiyorlarmış. Diğerleriyle durağın aşağısında, bizim köşenin alt sokakta karşılaştılar. Polis molis yok... Millet kuyrukta otobüs, dolmuş bek­liyor. Her yer insan, araba kaynıyor. Bağırışlar başladı, sloganlar falan atılıyor. Bu arada bir şarjör silah sıkıldı. Millet küllüm olmuş sağa sola kaçışıyor... Kuyruklar hep bozuldu. Ana baba günü... Durulur mu, can pazarı bu. Hatta hiç unutmam, simitçi bir çocuk vardı. Bana veresiye gelirlerdi. Mahalle­nin bebesi. Tam şurada, dükkanın önündeydi. Kaçan bir adamcağız bizimkine toslamasın mı... Tam yüz kırk simit, hepsi yere döküldüydü. Bebe hem bağırır, hem söver. Ağlaması simitleri top­ladıktan sonra başladıydı. Her neysee... Ben kapıdayım, bakınıyorum. İki çocuk çok ilerdeydi. Zaten fazla geriye kaçmadılardı. Karşıdan, yirmi otuz adım var yok, birisi silahını çıkardı, eni konu çömeldi. Bu ikisi ye­rinden kıpırdamıyor... Herifçioğlu doğrulttu emaneti, tamı tamına on dört kere sıktı. İki oğlan, ayakta öylece durur... Kurşunlardan birisi bile değmedi. Allah Allah hay­ret ki, hayret... Bakındık, başka isabet etti mi diye, yok! Bir ara bu ikisi atıldı, yandaki çöp variline yapıştılar. Taş atacaklar, etrafta taş maş yok. N’âpsınlar yâni, devirdiler varili. Amma, iyi zorlandılar ha! Varil dolu, yıkılmaz. En sonunda becerdiler. Bağırışmalar, silah sesleri, taşlar, yumruklar ortalığı kap­lamış. Burası cadde, kaç taş bulunur; atacak bir şey kal­madı. Öteki zibidiler boyuna kurşun sıkıyor. Hattâ, bizim bebeler bir iki kaldırım bile söktüydü. Ama varır mı, koca taş onlar. Ben de başımı çıkarıp çıkarıp bakınıyorum. Bu ikisi çöpü devirdilerdi ya, varil de ağırdı ya, meğersem içi patates doluymuş be! Uğur Kebapçısı’nı bilirsin, hemen şu karşımız. Gerçi, şimdi apartuman diktiler oraya (Eliyle karşıyı gösteriyor. Oysa, ben bu semti karış karış tanırım). O lokanta çöpleri hep şu karşıya dökerdi. Neyse, bu ikisi yayılan patatesleri Yâ Allah deyip başladılar atmaya. At babam at, biter mi, bir çuval çürük patates bu. Ötekilerden yıkılan falan oluyor. Bir ara silah sesi kesildiydi. Kolunu bacağını, başını kıçını tutan ‘yandım’ deyip kaçıyor. Allah Allah... olacak iş değil. Yere düşenler filan, bağırıyor ‘ölüyoruz’ diye. (Ben bu sırada gülümsüyorum. İnanmadığıma veri­p daha da ciddileşiyor ‘Yâhu, inanmazsan yandaki Tu­hafiyeci Remzi’ye sor’ diyor). Neysee, biraz sonra polisler neyin geldi. Bebeler dağıldı. Bizimkilerde -çok şükür- bir şey yok. Yalnız, karşıdakilerden demin dediğim üç beş piç yerde kıvranıyor. Millet de etraflarına toplandı. Polis­ler gelince ‘vurulan var’ diye bir koşuşturma... Yâhu, nasıl vurulurlar? Kurşunu sıkan kendileri, vurulan yine kendileri. Olacak iş değil. Aldı bizi bir hayret... Çürük pa-tateslerin atıldığını ben kendim -bizzat- gördüm. Polis ara­bası tam şurda, dükkanın önünde durduydu. O beş kefe­reyi, buraya sedyede gibi getirdiler. Baş göz, kol bacak kan içinde... Olacak iş mi, yâni... Gördün mü, çürük patateslerin yaptığını! Hey Allahım, sen nelere kâdirsin... Tam üç ay, bir daha o piçlerden caddenin bu yanına geçen olmadı. Eh sonrası mâlum (Hiç mâlum olmaz mı; bazı kahramanlar darbe yaptı). Âh bu gözler neler gördü neler... Allah o patatesleri taş etti zaâr!

-Senin gözler bozuk. Patates baş yarar mı?

-Töbe töbe... Yâhu, yalan borcumuz mu var?

-Belki de varilde taş vardı ha, olmaz mı?

-Çöp varilinde taş ne gezer. Söyletme beni şimdi...

Galiba takıldığımı anlıyor.

-Belki de polisler dövdü?

-Yook... vallâ değil. Allah, bu çocuklara yardım etti. Benim itikadım vardır.

-Tamam tamam, inandım.

-Bu işi gören Alevi Haydar bile -bilirsin, Eski Kısık’taki Çaycı- imana geldi. Şimdi beş vaktini komaz. Git, sor!

-Tamam tamam, şaka yaptık.

-Allah Allah... insanı da söyletirsin.

Toptancı arabasının dükkan önünde durmasıyla doğruldu. Bana ‘az bekleyiver’ işareti yaptı. Geçenki kutularda kırık çıkmış onu hatırlattı. ‘Senedi aybaşında kapa­tacağız mala üç gün sonra uğrayın’ dedi. Para ve satış uman sürücüyle yanındaki ‘eyvallah’ deyip çekip gitti­. Bana döndü, saatine baktı.

-Oo... ikindi olmuş yâhu. Dükkana Veysel’i koyalım da farzına anca varırız. Hadi bakalım, acellen biraz!

-Telaş etme, yetişiriz.

Artık yorgun değilim, adımlarım canlı. Yol üzeri bizim köşeye geliyoruz. Mâbedine giren bir mümin gibiyim; tam orada, Yavuz’un düştüğü yerde içim cız ediyor. Yürüyoruz. Aklıma çürük patatesler gelince gülümsüyorum. Onları atan iki çocuktan biri bendim. Yavuz’un cenazesinden iki gün sonra, düştüğü yerin iki adım uzağından atılmıştı onlar. Şevki Amca’ya o çocuklardan biriydim diyemem, ötekinin de Salih olduğunu söyleyemem. Salih de söylemez, söylenmez ki... Yoksa, o ulvî halin zevki, tadı ve neş’esi kayboluverir.

Salih’le ikimiz daha o zaman tanık olduğumuz bu harika karşısında şaşırıp kalmıştık. Böyle bir şey olabilir miydi? Bizler böyle kutlu bir oluşa lâyık mıydık? Sonra, bizi sarıveren bu hale tutsak olduk. Hatırladıkça, o ânı yeniden yaşar gibi oluyor ve manevi bir hazzın derin, tanımsız güzelliklerine dalıyorduk. Bu zevk hâlâ kaybolmuş değil. Aksine günden güne iç dünyamızdaki yeri büyüyor. Sonraları, olanı biteni gizlemeye karar verdik. Bilinirse, o kutlu güzelliği yiti­receğimizden korktuk.

Mim Şevki Amca’nın ‘Yâhu, bu yolları da bir türlü yapmazlar. Şu hale bak... Adamı da günaha sokarlar yâni’ diye söylenmesiyle toplandım. ‘He ya, öyle. Buralara onun için fazla takılmıyorum’ dedim. Güldü, seni gidi der gibi kaş altından bakıp baş salladı. Bu gönül adamı, dost ihtiyara hayranım.

Camiye yaklaştık, geç kalmamışız.

İŞARET
Yıllar sonra, gezmek niyetiyle geldiğim bu şehirde, bir yabancı gibi dolaştım. Eskiden, bekârlık ve öğrencilik günlerimin geçtiği semte de uğradım. Doğrusu, ilk gittiğim yer orası oldu.

Yıllarca kahrımı çeken kapı komşumu gör­düm. Diğer oturanlar hep değişmiş, hepsi yabancı yüz. Eminim, ardımdan Gülbeyaz Abla’ya beni çokça ve ısrarla sormuşlardır. Kaldığım evde şimdi bir aile oturuyor. Kadının kocası Belediye’de memurmuş. Benim tek başına zor barındığım iki dar odaya, karı koca ve dört çocuk sığmışlar. Sekiz yıl sonra, yeniden, tadını başka hiçbir yerde bulamadığım çaydan içmek ve hasret gidermek için ‘Dadaş Çay Ocağı’na gidiyorum.

Çaycı Haluk...

O da biraz değişmiş. Az önce eski kapı komşuma he­diye verdiğim küçük çantamdan, ona da iki paket sigara bırakıyorum. Bu davranışıma ‘Yâhu, olur mu, aramızda böyle şey ayıp... Yakıştı mı yâni?’ diye karşı çıkıyor. Israr ediyorum, alıyor. Ocakta âşina bir sima, eski müdavimlerden kimse yok. Oturanlar, beni Haluk Âbi’nin akrabası sandı. Birkaç ‘hoşgeldin’ bakışı ve ‘aleykümselam’ karşılığına ben de dostlukla mukabele ediyorum.

Burası küçük bir yer. Zemin katın sokağa bakan iki odası bozulup kapı açılmış. Önünde gür bir asma yol görüşünü kapatmış. İçeride beş on oturak, eski usül sedir, üç beş tane alçak ayaklı masa ve sadece iki sandalye var. Duvardaki sararmış manzara resmi ile, bir asır önceki İstanbul kıraathanelerini andırıyor.

Ocakçı Haluk’un yüzüne yılların izi vurmuş ama, onda değişmeden kalan pek çok şey var. Huyu suyu, konuşması, bağırışları aynı minval gidiyor. Bana uzunca bir sarıldı ‘nerdeyse ağladı’ denir ya, işte öylece doldu gözleri. Yıllar sonra beni göreceğini, hele şimdi böyle sıcak kavurucu Ankara sıcağında, tam çay dağıtırken görüvereceğini bilemezdi. Benim zamanındaki çırak şimdi yok, Yenima­halle’de ocak açmış. Yeni çırak ise acemi; tüysüz, sarışın, çiçek bozuğu suratlı, çapar bir oğlan. Haluk Âbi ocağı ona bıraktı. Bu daracık yerin ıssız köşesine çekildik.

Şimdi eskilerden konuşuyoruz. Hep eski günler... Dağılıp gittiğimizden, kimselerin kalmadığından, o günlerin cefasından, vefasından, şimdiyse birkaç müdavim emekliye çay dağıtır oluşundan, çocukların ikmale kalışındın... uzun uzun anlattı. Ben zaten onu dinlemeye geldim. Bu adam ancak dinlenebilir. Birisiyle konuşmaya başladığında o kadar anlatacak şeyi vardır ki, sözü ondan alamazsınız. Bir de bizim sekiz yıl sonra görüştüğümüz hesaba katılınca, sohbetin koyuluğu doyulmaz oldu.

Biten onluk ilk demlikten sonra hal hatır faslı -niha­yet- kesilmeye yüz tuttu. Hayret, kimse rahatsız etmedi. Herhalde bugünlük Ocakçı Haluk’a, akrabası olarak düşündükleri bu genç adamla rahat konuşabilme hürriyeti bağışlanmış. Ve sonunda... iç çekmeler, gözlerimizin kayıp yorgun ve anlam yüklü baş sallayışlarımız başladı. Söz, Yavuz’a geldi dayandı.

‘Ne demek, Yavuz’a geldi’ biz zaten saatlerdir onu konuşuyorduk. Ama pat diye Yavuz diyemeyiz. O bahse geçmek için, bizim gibilere en az birkaç saat gerekir. Zaman tanınmazsa konuşamayız; dayanamayız buna. Duygularımıza hakim olamayız. İkimiz de bunu biliyoruz; çok denedik çünkü. Sekiz yıl önceydi bu. Ondan ötürü, anlaşmış gibi -gizli bir anlaşmayla- iki saatin sonunda ‘Ya­vuz’ diyebildik.

‘Evet, Yavuz!’

Bizler onun için sadece ‘göç etti, sakladık, ayrıla-
lı beri’ derdik. Ondan hiç öldü diye söz etmedik, edemedik.
Öldürüldüğünde on dokuz yaşındaydı. Cadde ortasında, so­kakta vurdular Yavuz’u!

-N’âber lan?

-...

-Ee, nassın Haluk Âbi, ne iş?



-...

-Tamam tamam, unutuyom yâv, selam vercêm...

-Geç, gel şöyle yanımıza bakalım.

Çocuk, yüzünden kaybolmayan o gülümsemeyle bir otu­rak çekti. Tanımaya çalıştım, çıkarama­dım. On altı on yedi yaşlarında, karayağız, dağınık saçlı, uçuk benizli, düşük omuzlu, ağlamaklı gözlü, eskilikli giyimli bir çocuk. Yüzünde, en az beş günlük sakal var. Bu genç adam delikanlı değil, bir çocuk! Oturakta düşecekmiş gibi duran, beni yabancı bakışlarla süzen, ürkek bakışlı bu çocuk Yavuz’un kardeşi. Onu sekiz yıl önceki haliyle düşündüm; aman Yârabbi, bu ne yıkım, bu nasıl kader...

Cıvıl cıvıl bir çocuktu. Âbisinin cenazesinde, gör­müştüm ilk defa onu. İçli bakışlı, çok hissî, değişken mizaç­lı, yersiz öfkelenen, ama büyük bir adam olgunluğuna heves­li bir çocuk. Onu böyle hatırladım. Şimdi bütün bunlar gitmiş, yalnız o yaştaki çocukluğu kalmış, Al­lah adamı olup çıkmış. Bir meczup, bir enkaz, bir facia hatı­rası gibi... Bir acı darbenin insan muhayyilesini ve ruhunu -çocuk ruhunu- ne hale getirdiğini gördüm. Ağlıyorum, içim ağlıyor, ıstırabım artıyor...

Yavuz düştüğünde vuranlar kaçtı. Arkadaşları gelip başına toplandı. Üç kurşun değmiş, can çekişiyordu. Her şey çok çabuk oldu. Zaman çok hızlı aktı, ‘salavatını’ dahi bir ikisi dışında işiten olmadı. İki eli vücudunun önünde kilitli kalmıştı. Bir şeyi saklar, örter gibiydi. He­men, daha sımsıcak duran bedenini kaldırdılar. Nedendir bilmem, hastaneye götürdüler. Bir gün sonra evine teslim ettiler. Ana baba yıkıldı, kardeşler perişan; bir âlem ele­me gömüldü. Babası sarılıp ağladı, anası bitkin düştü, doktor çağırdılar. Seyfettin sorar, merak eder bakışlarla durdu durdu, mezarlıkta boşan­dı. Ve zavallı çocuk, kendini bir daha toplayamadı.

Sözlerimiz, hep ‘Yavuz’ üstüne. Çocuğu unuttuk. Cenazesini konuşuyoruz.

Seyfettin söze birdenbire girdi.

-Haluk Âbi lan, Yavuz Âbim hiç açmadı!

-N’oldu?


-Vallâ, hiç açmadıydı be âbi. Anamla ben uğraşmış­tık.

-Neyi açmadı Âbin, ne diyon sen Seyfettin hâ?

İkimiz de şaşkın, çocuğu dinledik. Sözle­rine belli bir anlam veremedik. Çok garip konuşmuştu, dikkat kesildik. Böyle konuştuğu yokmuş hiç. Sakin sakin bizi dinlerken, bir­den söze girmesiyle afalladık. Merak, şaşkınlık, endişe duyduk.

-Hadi koçum, ne dedin az önce? Anlat bakalım.

-Ellerini çekmedi önünden, hiç be Âbi.

-...


Çocuk değişti, tavırları başkalaştı. Normal bi­risi olmaya çalışıyor, perişanlığı kayboluyor gibi. Ciddileşti. Sakın, şok geçiriyor olmasın? Olabilir mi? Bir heye­can, sevinç dalgası sardı beni. Aman Allahım, sen nelere kâdirsin.

Çocuk, açıldı, anlatıyor şimdi:

-Anam, ellerini düzeltmek istemişti de açtıramadık. Ha­yalarını kapatıyordu. Anası dahi görsün istemedi. Görelim istemedi. İnan ki Âbi, vallâ böyle. Bu... bu şehitliğe işaretmiş dediler...

-!

-?



Çocuğa bir haller oldu. İlk önce elleri titredi, sonra bütün vücudu sarsıldı, gözleri donuklaştı. Boş bulunduk, yere yuvarlanıverdi. Meczup çocuk bu yorgun­luğu kaldıramadı. Hemen sedire uzattık. Yüzüne su serptik. Bir yerlerden kolonya bulup elini yüzünü ov­duk. Sarsılma kesildi. Uyuyor şimdi. Tek değişmeyen, du­dak kıvrımlarına resmedilmiş gülümseyiş. Allahım, o gülüç yüzü asla unutmayacağım. Ey bahtsız çocuk, Allah hafızana bir ışık verdi se­nin.

Yaşadıklarıma inanamadım. Sonra söylediler, deliler gibi koşturmuşum. Tam üç gün, Haluk Âbi’yle birlikte uğraştık, para bul­duk, borca girdik. Eski dostları rahatsız ettik, ve­fa hislerini yokladık. Özel doktora götürdük, muayeneler, test­ler yapıldı. Böyle bir olayın çok ender yaşandığı söylendi. Seyfettin sıkı kontrol ve sürekli tedaviye alındı. Beşinci gün bir daha görüşe gittik. Bizi artan bir gülümsemeyle karşıladı. Ara sıra yataktan çıkıyor. Üçümüz oturup sohbet ettik. Çıkarken bize ‘Al­lah razı olsun’ dedi.

Seyfettin hayata sekiz yıl geriden başlayacak. Ama kı­sa sürede bu boşluğu dolduracak. Çünkü ona il­ham veren, zihnini zinde tutan, çok güçlü bir hatıra var.

Bu şehirden bugün ayrılıyorum. Seyfettin’i Haluk Âbi’ye emanet ettim. Artık onun himayesinde. Ben de her ay, elim erdiğince para göndereceğim. Tedavisi birkaç yıl sürecek. İki ay sonra çoluk çocuk bir daha Ankara’ya, Seyfettin’i görmeye geleceğiz.

‘Yavuz, sen hiç üzülme olur mu?’

MEŞRÛ CİNÂYET
-Karar!

-...


-Gereği düşünüldü...

-...


-Türk Ceza Kanunu’nun ‘....’ ve ‘....’ maddeleri­ne istinaden, mahkememizce sanık İbrahim oğlu, Ayşe’den olma Ali Bülent Orkan hakkında yapılan yargılama neticesi, heyetimizin oybirliğiyle idamına karar ve­rildi.

-Sanığın bir diyeceği?

-Var!

-...


Ve sanık konuşuyor. Konuşma konusu olarak, hak­kında verilen idam hükmünü seçmediği görülüyor. Onun sözleri çok başka. Tok bir sesle, tane tane konuşuyor. Salonda çıt yok. Cübbeliler, korkuyla karışık bir ürperişle dinliyor. İçlerinden birisinin cübbesine sıkıca sarıldığı, üşüyormuş gibi iyice büzüldüğü görülüyor. İhtimal, hepsinin bir ömür boyu bu korkuyu yaşaması kaçınılmaz. Sanık da sanki bunu sağlamaya çalışır gibi, o minval üzre ve kim ölüme gönderilse, kâtillerine söyleyeceği tahmin olu­nan sözler ediyor.

Fikri, bundan sonrasını pek hatırlamıyor. Hele, mahkeme salonundan çıkışlarında ‘Sen de idam aldın değil mi?’ diye söz açtığında, Ali Bülent bir şey söylemişti. Ne demişti? Bu öyle bir şeydi ki, ardından ikisi de acı acı gülümsemişti. Bir türlü aklına gelmiyordu. Bu cevabı, Ali asıldıktan sonra koğuşta birisinin ‘Allah rahmet eylesin, Alimizi aldılar’ deyip ağlamaya başlamasıyla, hiç de yeri ve zamanı değilken hatırlayacak ve gülümseyecekti. Ali Bülent’in haberi götürülüşünden beş saat son­ra gelmişti. Kâtillerden önce, uzun uzun konuşulmuştu. Daha doğrusu o konuşmuş, koğuş yoldaşları dinlemişti. Kendinden sonra asılması beklenen iki kişiye ve diğer uzun hapis yata­cak kader arkadaşlarına öğütte bulunmuş, moral vermişti. İçleri güldür güldür çağıldarken onu dinlemişlerdi. Sonraları, onu ilahi bir gücün söylettiğine inanmışlar­dı. O kesinlikle nereye gittiğini, kendisini neyin beklediği­ni, hangi kucağın açılacağını biliyordu. Ar­tık o tamamen hazırdı. Mutlak kelimesinin derinliğini ince­leyenler, bu kavramı türlü tarifle izaha çalışır; eğer bu tesli­miyeti görselerdi, şüphesiz bu sırrı kolayca idrak ederlerdi.

Sonra sarılıyorlar birbirlerine. Şakakları sertçe vuru­yorlar yüzlerine... Ortadaki gerçek birisinin uğurlandığı ama, kimin ve nereye kestirmek imkansız. Sonra herkesle helâlleşip ‘Allah kurtarsın’ sözü ve yanındaki sekiz cellatla çıkıp gittiği görülüyor. Bıraktığı mektuplar var. Bunlar vedâ için değil, birer vasiyet. Ayrıca, son ola­rak Fikri’nin kulağına fısıltıyla ‘Sevenlerim benim için kaza namazı kılıp bir gün oruç tutuversinler’ diyor. Âh Ali, sana ömrümüz­den yıl eklense... Gitmesen olmaz mı?

Hey şehit, sana mezar ne gerek! Mezar biz âciz kullar içindir; günahlarımı­zı, çirkinliklerimizi saklamaya... Hesap ve ilk sorular soru­lurken, halimizi başkaları görüp de korkmasın diyedir. Se­nin böyle bir derdin mi var? Şehitlerin yeri Rasûlullah ku­cağıdır. Sen kanın ya da sıkılmış boynunla vardığında, orası senin için ne güzel sığınak olur... Bizden dua ister­sin; bilmez misin, senin şefaâtine ihtiyacımız var­dır. Ama ruhuna fatiha, sonsuz fatiha...

Islak, yarı yapışkan bir havada Ali Bülent’i hücre­sinden çıkardıkları görüldü. Herkes o ânı yaşamak istermiş gibi, yedi kilometre ötede uykusuz bekliyor. Ne de­mek dört yüz elli kişi... Bir âlem uyanık bu gece yarısı... Ve bu, ilk ge­ce yarısı uyanıklığı değil. Bu kaçıncı uçuş yuvadan, bu uçup da tutulamayan kaçıncı kuş Yârabbi!

Kâtiller sıra sıra durmuş, ortaya da darağacını kurmuş... Burası ona bir eşik... Bütün mizansen hazır. Kefene benzer bir örtü giydiriyor, ellerini arkadan kenetleyip bağlıyor, önüne bir yafta iliştiriyorlar. Son isteğin falan gibi bir şey soruluyor. Ola ki, sözlerim sevenlerime va­rır diye söylüyor. Yoksa, onlar lütfettiler diye değil. Şeytan oralarda dolaşmaktadır. Ama Ali’nin yanına yaklaşmak ne kelime, varlığını bile duyuramıyor. Ve oradaki ilahi koruyucular tarafından uzaklaştırılıyor. Şimdi, onu sehpaya götüren bu işle görevli meleklerdir. Kulağına yavaşça, müjdeler veriliyor. O bu halde ve sevinçli olarak, sadece cismi ipe bağlanıyor. Daha önceden boynu bir nur hâlesiyle okşandığından, gerçek anlamda ipi hissetmiyor. Ardından ‘dön’ emriyle birlikte, anla­şılması yasaklanmış ölüm geliyor. Artık o, bilinmez bir zaman ve mekâna doğru akmaktadır.

Bütün sevdikleri ve onu sevenler ‘Allah yolunda ölenler için ölüler demeyiniz. Onlar diridir, ama siz bilmezsiniz’ âyetine sığınıyor. Onlar için de bir tesel­li gerekmez artık; yalnız, dudaklardan fatihalar dökülü­yor...

Koğuşta bunlar yaşanırken, Fikri kendinin iki ay sonraki halini görür gibidir. Birden Ali Bülent’in sözleri aklına geliyor: ‘Ali Bülentsiz vatanın ... ...’ Fikri hafifçe gülümsüyor. Yoldaşları hangisine yanalım der gibi iç geçiriyor. Fikri, şimdi başka bir âlemde dost sohbetindedir; hepsi biliyor ve dudaklardan fatihalar dökülmeye devam ediyor.



YAZILMAMIŞ MEKTUP
Çok çeşitli zarflar vardır. Renkli, dikdörtgen olanları, küçük kart zarfları vs. Benim beklediğim zarf, normal köşeli zarflardan biriydi. Sıradan bir zarf işte; hergün pastacıların dağıttıklarından. Çünkü biliyorum, o mektubunu böyle bir zarfa koyarak gönderecek. Gerçi, bu konuda aşırı bir saplantım yok. Herhangi bir zarf da olabilir. Yeter ki göndersin. Muhtemel içindeki kağıdı dörde katlamış ola­caktır. Zaten mektup yazanların çoğu böyle yapar­. Evet, mektubun dış özellikleri böyle veya buna yakın olacak.

Özlemini çektiğim bu mektubu yazacak olan çok sevdiğim birisi; ar­kadaşım benim. Bu mektubu bir yıldan beri bekliyorum. Hala umutluyum. Beni unutmadığına, hâlâ hatıralara önem verdiğine, bir mektubu bana çok görmeyeceğine inanıyorum.

Bu mektup için, ne olmaz hayaller kuruyorum. Nasıl hitap edeceğini adım gibi biliyorum. Nelerden bahsedeceğini de. O, mektubuna hep benim gibi ‘Aziz Dostum’ diye başlar. Çünkü, ‘Sevgili Arkadaşım, Canım Kardeşim’ gibi hitaplar bize göre değildir. Biz onunla gerçek arkadaş, gönüldaş, ölümüne baş koymuş iki dostuz. Dostluk kelimesi, sanırım ancak bizim gibi gerçek ar­kadaşlar için var edilmiş olmalı. Yakınlığımızı ifade edebilecek başka bir kavram ve tanım bulamıyorum.

Çok eskiden değil, daha beş yıl önce, bir kuytu evde ‘sahipsiz birer gölge’ gibi oturduğumuz, hiç konuşmadan uzakları dinlediğimiz anları hep yaşıyorum. Böyle zamanlarda ancak salınan sigara soluklarının iniltisini hissederdik. Evet, bizim sigara içiş şeklimizin bile bir anlamı vardı. O anlam inanç dünyamda hâlâ kaybolmuş değil. Son zamanlarda o kederli geceleri sıkça düşünüyorum. Titrek bir am­pul ışığında, tâ sabahlara kadar bekleşirdik. İzbe ev­deki sabahlamamız, asla basit bir sohbet havasında değildi. De­dim ya, bekleşirdik. Sanırım, siper bekle­yen herhangi bir askerin durumu en az bizimki kadar endişeli olabilirdi. Bütün süslemelere rağmen, mahpus odası görünü­münü silemediğimiz evimizde biz de birer mahkum gibiy­dik. Yaftası boynunda bir idamlık neler düşünür; terk edilen bir sevgili nasıl boyun büker; neyden yayılan acıklı nağmeleri dinleyen bir derviş nasıl inler... İşte, biz de ancak böyle bir hali yaşardık. Ama bu asla, müflis bir tüccarın çaresizliğine benzetilemezdi...

Toplum dışı kalmış değildik. Ama, bir türlü de topluma uyamıyorduk. Eğer uyarsak, onlar gibi olmaktan korkuyor­duk. Bu bizim için bir felaket olurdu. Bizatihi, üzüntü kay­nağımız toplumun bu kokuşmuşluğuydu. Yürümeyen, yürü­mesinde bu millet için büyük felaketler olan bir işleyişin aç­tığı yaraları biliyorduk. Çok kişi, bizden farklı olarak, ger­çek birer yıkım olan şeyleri inkişaf olarak görmekteydi. Bu pis, çirkef nizam pis ve iğrenç olmakla kalmamış, kendi­ne pek çok savunucu ve havari yetiştirmişti. Görünüşü, giyimi kuşamı aynı bizim gibi olan bu insanlar bize, bizim olan şeylere ta­mamen düşmandı. Bütün bunlar olağan sayılabilirdi. Tabiî, her toplumda değişik düşünüş ve tavırlar olacaktı. Ama, başkası adına onlar gibi yaşamak; onlar için yaşamak! Bu, kabul edilemezdi. Ama ne yazık böyle olanlar çığ gibi çoğalmış, tarih boyunca uğrunda can verilmiş mukadde­satı tehdit eder olmuştu. Tehdit ne demek; tamamen yok etmek üzere, toplu bir saldırıyı da çoktan başlatmışlar­dı. Milletin bu durumda bilinen sosyoloji kurallarına göre savunma durumu alması beklenirdi. Ama bu olmamış, hat­ta olanlara merak sâikiyle destek çıkanlar bile görülmüştü. Aslında iş sosyoloji kanunlarının ihlali falan değildi. Olan, bu milletin uzun bir uykuda ısrarlı olarak uyumayı sürdürmesiydi. Basiret denen şey sadece kişilerden değil, milletlerden de beklenirdi. İşte milletin bunu gösterememiş olması, bu zemine uygun vasattı. Şartlar hâlâ değişmiş, milletin basireti faaliyete geçmiş değildir. Bu gidişle de da­ha uzun süre bu hal devam edeceğe benzer.

İşte, bütün bunları dostumun bana yazacağı mektup­ta okuyacağımı sanıyorum. Onun da benim gibi düşün­düğünü biliyorum. Çok uzun süren susuşlar gibi uzun süren ayrılıkların sonu da birden konuşmaya, aynı şeyi düşünüyor olmaya götürür. Uzun kış gecelerinde kederlenip uzunca suskunluklardan sonra, birden aynı şeyi düşündüğü­müzü hissedip konuşmaya başladığımız çok olurdu. Bu, aynı ruh haleti içinde bulunan insanlarda çok görülen bir durum­dur. Milletin âcizlik ve suskunluğunun da aynı sonuca çıkmasını ne kadar isterdik... Ama, bu uyanılmaz uy­kunun bitmesi bile şüphelidir.

Herkesin çokça kullandığı ve uğurlu saydığı sayılar vardır. Kimisi üç der, kimisi yediyi çok kul­lanır. Hatta iki sayıyı birlikte sıkça ananlar görülür. İn­sanların çoğu bunu farkında olmadan yapar. Mesela dört yerine üç beş diyen birisinin kararsız bir yapıya sahip olduğunu iddia edemezsiniz; ağız alışkanlığıdır. Ama bizim değişik açıklama gerektiren, sıkça kullandığımız sayılar vardı: ‘On beş asır önce, altı yüzyıl yaşa­mış, son altmış yıl’. Biz üç beş gün önce olanları da mutlaka değerlendiriyorduk. Ama günümüzün mutlaka daha uzun bir geçmişi bulunmalıydı. İşte, kurduğumuz bu türlü bağlantılar bize geniş bir ufuk sağlamıştı. Fantaziye kaçmadan tespitlerimizi yapıyor buna göre de sağlıklı bir teşhis koyabiliyorduk. Çare, zaten asırların biriki­mi olarak elimizdeydi. Yapılacak iş buna zaman ve mekan izafiliğine göre yeni bir çehre verip hayatiyet kazandırmak­tı.

O uzun ve mahzun bekleyişin bize verdikle­ri bunlardı. Tabiî, biz de isterdik gezip tozmayı. Çiçek­lerin kokusunu duyarak kırlarda gezmek çok güzeldir. Hele, baharın gelişinden ilham alıp şiir yazmak... Hepsi çok çekiciydi. Aksini iddia ediyor da değildik. Ama bütün bunlara lâyık olmadığımız da bir gerçekti. Ve biz böylesi güzel duyuş ve zevkleri, sonraya ertelemiştik. Onun için günlerimiz hep karamsar ve kederli geçiyordu. Bu endişelerimizi dile getirmiş, hatta teklif ettiğimiz çareleri de uygulamaya başlamıştık. İşte, bu noktadan sonra bazıların­ca istenmeyen kişiler ilan edildik. Zaten taşımakta zorlandığımız dertler yükünü omuzları­mız çekmemeye başladı. Gölgelerimizin bile sahipsiz kaldığı günler böylece gelip çattı. Suçlu ilan edilişimiz bütün bunların ardından yaşandı. Dostumla ayrılığımız da bu sıralara rastlar. Onunla beş yılı buluyor görüşemiyoruz. Ondan çok mektup aldım, ben de ona çok yazdım. Fakat, henüz beklediğim mektubu göndermedi. İşte, son günlerde o mektubu bekliyorum.

Dedim ya, çeşitli zarflar vardır; herhangi biriyle gönderiverse... Mamak’tan yazılacak bu mektubu gönül dolusu özlemle bekliyorum. Biliyor musunuz, mektup beklemek hele içinde ne yazdığını bilerek bek­lemek de güzel...

Aziz dostum artık mektubunu geciktirse de üzülmeyeceğim. İpten kurtulduğunu ve şimdilik asılmayacağını duydum; bu bana yeter!



Yüklə 0,84 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin