BİR CİNAYETİN ANATOMİSİ
Tam on iki dakika yirmi altı saniye sonra beynine giren bir kurşunla ölecek olan adam, lüks görünümlü eve girdi. Kendi anahtarıyla dış kapıyı açtığını gören birisi, en azından o evde oturduğuna inanırdı. Kılığına dikkat eden başkası da onun bir memur emeklisi olabileceğini öne sürebilirdi. Yaklaşık on iki dakika sonra ölecek olan adam, gerçekten bu evde oturuyordu. Onun için de apartman yönetimince her oturana sağlanan dış kapı anahtarına sahipti.
Adamın cebinde kendi dairesinin anahtarı vardı. Ama, adam memur emeklisi değildi. Az önce dış kapıyı açmak için kullandığı anahtarlıkta, daire anahtarından başka bir anahtar daha vardı. Adamın kapıyı açmasını karşı kaldırımdan izleyen diğer adam bunu gördü. Yaklaşık on gündür bu anahtarın peşindeydi. Bu on gün içinde hedefin her davranışını izlemişti, takibini, bugün sonuçlandırmaya karar vermişti.
Sıradan bir gündü. Kaldırımın üstü gelip giden, işine koşturan yüzlerce insanla doluydu. İnsanlar arı kovanı gibi kaynaşıyordu. Karşı kaldırımdaki adamın gayet sakin bir hali vardı. Takım elbiseliydi, beyaz gömlek giyip kravat takmıştı. Ama giyim konusunda uzman veya bu tür işlerde tecrübeli birisinin gözüyle, sol koltuk altındaki kabarıklık ancak anlaşılabilirdi. Böylesine keskin, yetenekli göz ise herkeste bulunmazdı. Onun için kaldırım kalabalığından hiç kimse bu kabarıklığı fark etmiş değildi. Zaten, görevli olmayan birisinin, böyle bir amaçla bakması veya gözlemesi beklenemezdi. Adam sanki bu konumun bilincindeymiş gibi çok rahattı. Ustalaşmış bir tecrübenin sağlayabileceği bir sakinlik içerisinde orada dikiliyor olmalıydı.
Adam, sonra sakin adımlarla bulunduğu yerden karşı kaldırıma doğru yürüdü. Alışık bir tavırla ölümüne az bir zaman kalan adamın az önce girdiği evin kapısına yöneldi. Kapı önünde durdu. Cebinden bir anahtar çıkarıp deliğe sürdü. Kendi yuvasında dönen kilit kapıyı açtı. Bu anahtarı meşru olmayan yollardan temin ettiği anlaşılıyordu. Çünkü, kendisi başka bir evde, hatta başka bir şehirde oturmaktaydı. Ayakkaplarını tozluğa zahmetsizce değdirip içeri girdi. Gözleriyle hemen girişteki sandalyede oturması gereken kapıcıyı aradı, yoktu. Herhalde bir iş için çıkmış olmalıydı. İçinden ‘adamın bir on dakika daha burada olmamasını’ diledi. Merdivenlere yöneldi ve yine sakin sayılabilecek telaşsız adımlarla yukarıya çıkmaya başladı. İkinci kat sahanlığında gülücükler dağıtan iki yaramaz çocukla karşılaştı. Çocuklar, gülücüklerini armağan bırakıp aşağı merdivende kayboldu. Beşinci kata gelene kadar kimseyle karşılaşmadı. Sahanlıkta durup bir daha havayı kokladı. Uzakları dinler gibi yirmi saniye bekledi. Sonra kararını verip on yedi numaralı dairenin ziline bastı. Bir süre, evin içine dağılan zilin sesini duydu. O anlarda büründüğü yüz ifadesini, bir maske gibi takınıp beklemeye başladı (Diğer adamın ölümüne dört dakika kalmıştı). Kapının açılması için, sahanlıktaki adamın iki kere daha zile basması gerekti. Bir dakika sonra kapı ardından ilk kıpırtı duyuldu.
İçerdeki adam gözünü kapı dürbününe dayayıp dışardaki ifadesiz yüzü gördüğünde hiçbir tepki göstermedi. Kapı zincirini çıkarıp ‘evet ne istemiştiniz?’ diye sormak üzere kolu büktü. Dışardaki adamın ilk elde ansiklopedi satıcısı olduğunu düşünmüştü. Ama bu tip satıcıların ellerinde bond tipi çanta bulunurdu. Oysa, görebildiği kadarıyla adamın elleri boştu. Bu onun için çok tehlikeli bir gözlem hatasıydı. Bu hatasını, namlusuna mermi sürülü kocaman bir silah yüzüne doğrulduğu anda ancak anlayabilecekti.
Kapıyı iyice aralayıp adama ilk sorusunu sormak için başını kaldırdığında güçlü bir elle boğazı sıkıldı, külçe gibi geriye itildi, sırtı duvara çarpıp elleri boşlukta sallanır gibi öylece kalakaldı. İlk şaşkınlıkla hiçbir şey düşünemedi. Diğer adam aynı anda kapıyı da kapatmıştı. Karşısında güçlü bir adam ve yüzüne doğrultulmuş kara namlulu bir silah vardı. Adam hayatının en kötü ve en son yanlışını yaptığını anladı. Ama karşı tarafın hiç de hatalı davranmadığı belliydi. Avını bulup kıstırmıştı. Yapacağı tek şey vardı. Silahını ateşlemeden önce, onu yaptı. Tek bir soru sordu: Anahtar nerede?
Tehdit altındaki adam beş on saniye düşündü. Korkudan değil ama son bir umutla -bağışlanma umuduyla- cevap verdi. Böyle bir durumda karşı koymanın anlamsızlığını biliyordu. ‘Arkanda, kapı kilidinde asılı’. Adam tavrını hiç bozmadı. Sol kolunu geriye doğru uzattı. Kilidin olması gereken yeri buldu. Anahtar destesini kavrayıp aldı. Rengi diğerlerinden farklı olana parmağıyla dokundu. Diğeri sorulan soruyu anlamıştı ‘evet’ diye fısıldadı. Adam tek eli ve usta bir parmak hareketiyle anahtarı halkadan çıkarıp sol ceket cebine bıraktı. Kolunu yine geriye uzatıp diğer anahtarı kilide soktu. Şimdi, halkada sadece dış kapı anahtarı sallanıyordu.
Adamın soğukkanlı ve acelesiz davranışını izleyen adam, onun eldiven de takmış olduğunu fark etti ve o anda bütün umudunu yitirdi. Fakat diğer bir gözlemi ona yeni umut kıvılcımı verdi. Adamın silahında susturucu yoktu. Bu haldeyken bile adamı eleştirdi: ‘Kendisi olsa, asla böyle bir işe susturucusuz çıkmazdı’. Aynı anda salondaki çekmecede küçük, ama seri atışlı kendi tabancası aklına geldi. Silahının yanında olmasını ne kadar isterdi... Hem de her şeyden daha çok. Eve geldiğinde belinden çıkarıp çekmeceye koymuş, ceketini koltuğa bırakmış, kravatını gevşetip dinlenmek için uzanmıştı. Kapı çalındığı sırada kalkıp buzdolabından bir elma yemeyi düşünüyordu. Ama, mutfağa değil kapıyı açmaya gitmişti. İşte, şimdi de bu durumdaydı. Son olarak yeniden adamın gözlerine baktığında bütün umudunu yitirdi, durumunu kabullendi. Adamın kaçınılmaz şeyi yapacağına o anda inandı. Bu, onun beyninden geçen son düşünce oldu. Adamın sağ gözü seyiriyor gibiydi, tetiğe dokundu. O anda beyni tek bir kurşunla parçalandı. Hemen de öldü.
Az önce birini öldürmüş olan adam, şimdi çok hızlı hareket ediyordu. Yirmi saniyede çıkış kapısına ulaştı. Silah sesine, açılan ilk kapıdan başını uzatan komşu kadın, adamın ancak merdiven aralığında kaybolan siyah, parlak renkli ayakkaplarını fark edebildi. Kapıcı yerine daha gelmemişti. Evin içinde dağılıp giden silah sesini sokaktan kimse duymamıştı. Onun için, dışarı hızlı adımlarla çıkan adama kimse ‘sonradan tanımlamak için’ bakmadı.
Cinayeti işleyen adam, olaydan kırk beş dakika sonra, bir telefon kulübesinden bir yere telefon ediyordu. Karşısına bu iş için anlaştığı adam çıktı. Telefon rehberinde numaranın ait olduğu adres, önünde özel sürücülü lüks bir arabanın beklediği, önünde büyük bir havuz bulunan yine lüks bir eve aitti. Söz konusu evin sahibini yakınları hariç komşular ve kamuoyu saygıdeğer ve hayırsever bir işadamı olarak tanımaktaydı. Adam, telefonda yaptığı işi ve alması söylenen ‘emaneti’ elde ettiğini anlattı. Karşı ses hiçbir gizliliğe önem vermeden ‘anahtarı ne yaptın’ diye sordu. Tok sesli acelesiz adam kendisine böyle hitap edilmesine her zaman karşı çıktığı halde hiç belli etmedi. ‘Merkez Postânesindeki kutunuza bıraktım, bir zarf içinde sizi bekliyor’. Ahizenin öbür ucundan cevaptan hoşlanıldığı belli homurtular geldi. Telefon eden adam zarf alındığında hesabına diğer elli milyonun geçeceğinden emin ‘Yarın bankama uğrayacağım’ dedi.
-Tamam, para hesabına geçmiş olacak.
-Anlaştık.
-Sizinle yine çalışmak isteriz dostum.
-Tabiî... bana uyar.
Adam ahizeyi yerine bırakıp kulübeden çıktı. Yan sokağa park ettiği arabasına doğru yürüdü. Yarın bankaya uğrayacaktı. Hesabına yüz milyon yatacağından emindi. Parayı nakit çekip gerçek adı üzerine kayıtlı hesaba aktaracaktı. Herhalde, iki üç güne kadar da İstanbul’dan ayrılıp Marmaris’e inerdi. İyi bir tatili hak ettiğine inanıyordu. Önemli bir işi daha başarıyla sonuçlandırmıştı. Yeni işine kadar dinlenebilirdi.
BİR HESAPLAŞMANIN ANATOMİSİ
İyi giyimli otuz yaşlarındaki kumral saçlı adam neredeyse on dakikadır zile basmaktaydı. Sabrının tükenir gibi olduğu anda, içeriden ‘tamam, patlama geldim’ sesini işitti. Tombulca, yeni kırlanmaya yüz tutmuş bıyıklı Kapıcı, terlikli ayaklarıyla kapıya yaklaştı. Kalın camların ardındaki ifadesiz yüze baktı. Elinin tersiyle ağzını sildi. Dışarıdaki adam onun yemekten kalktığını anladı. Kapıcının işini ancak saat ondan sonra bırakabildiğini biliyordu. Dışarıdaki beyefendi görünüşlü adamın acelesi var gibiydi. Kapıcı bu tipleri tanırdı. Böylelerini hafife almaya gelmezdi. Yirmi iki yıllık iş tecrübesi yanılmazdı. Sık yanılan birisi olsa, bu lüks apartmanda kapıcılık yapamazdı. Dış kapıyı elektrikli düğmeyle değil eliyle açtı. Bu da bir saygı ifadesiydi. Düğmeyle ancak bakkal çırakları veya tamircilere kapı açılırdı.
Adam sakin sayılabilecek bir şekilde içeri girdi. Yürümedi. Kapıyı ardından kapatmış ve ‘buyrun ne istemiştiniz’ gözüyle kendisine bakan kapıcıyla konuşuyordu.
-Kapıcı sen misin?
-Evet benim efendim, buyrun.
-Adın Bilal Gündoğdu mu?
-Evet... evet
-Seninle biraz görüşeceğiz
-Anlamadım, ne görüşçêz beyim?
-Aşağı inelim. Çocuklara bir şey deme. Bir boş oda ayarla rahat konuşalım.
-Olur, ama...
Adam kapıcının tereddütüyle ilgilenmedi. Doğruca bodrum kata inen merdivenlere yöneldi. Kapıcı da onu takip etti. Kapıcı, adamı misafir odası olarak kullandığı anlaşılan yan odalardan birine aldı. Kapıcının fısıltı halinde ama otoriter olduğu anlaşılan bir sesle verdiği kısa talimatla da hanımı ve üç çocuğu salonda televizyon seyretmeye mecbur tutuldu. Oturdular. Adam gayet rahattı. Kapıcı telaş okunan meraklı gözlerini dikmiş, kulağını dört açmış bekliyordu. Adam ön konuşmaya gerek duymadan doğruca konuya girdi. Kapıcının gittikçe afallaşan yüzüne karşı anlatmaya başladı.
-Bir buçuk ay önce bir salı günü saat dört sularında hiç bir sebep yokken masandan kalktın, her zaman karşı markete gittiğin halde bu defa cadde sonundaki hemşehrin Aziz Kula’nın bakkalına yürüdün. Yarım saate yakın oyalandın ve hiçbir alışveriş yapmadan geri döndün. Geldiğinde apartman polis kaynıyordu. Çok şaşırdın, ifadende yarım saattir başka yerde olduğunu söyledin. Bu doğruydu. Ama... ifaden eksikti. Bilal Kardaş! Şimdi, bana bu eksik kısmı anlatacaksın tamam mı?
-!
Adan tok bir ses ve hiç ara vermeden, kapıcının tâ gözbebeğine bakarak konuşmuştu. Kapıcının dudağı şimdi değilse bile, yarın sabaha mutlaka uçuklayacaktı. Adamın her şeyi öğrenmiş olduğunu anladı. Basit bir adamdı ve gayet basit bir hayatı vardı. Çabuk korkan, her şeyden tırsan bir tipti. Ama aptal değildi; durumu bütün açıklığıyla kavradı. Hemen de çözüldü. Hiçbir direnme -istese de- gösteremezdi. Karşısındakinin hangi cins bir insan olduğunu anlamıştı. Böyle adamların her an üzerlerinde taşıdığı büyükçe bir silahları olurdu. Yanlış bir şey söylerse, kendini hemen buracıkta karısının dizi dibinde öldüreceğinden emindi. Sesi titrek ve korku doluydu.
-Vallâ benim bi suçum yok. Vallâ billâ bilmiyôdum böyle bi şey olacânı...
Adam emredici ezen bir sesle devam etti.
-Anlat! Sakın bir şey atlamaya kalkma.
-Vallâ yalanım yok. O hadiseden on gün falan önce birisi geldi. Hiç tanımıyôdum. Benle konuştu. Bana dört gün saat dörtle beş arası yarım saat yerimden ayrılmamı söyledi. Gün başına bana elli bin lira vereceklermiş. ‘Araştırma filan yapıyôz, buraya işhanı dikilecek, sen biraz görünmeyiver’ dedi. Tabiî ben inanmadım. Apartuman daha beş yıllık yapı, olacak iş değil. Ama... iki yüz bin lira kazanmak da vardı. Şüphelenmedim değil... Ben adam öldüreceklerini bilsem, böyle şeye girer miydim hiç? Zamparalık falan sandımdı... Bir de... dış kapı anahtarından verdimdi adama.
Konukta en ufak bir tepki işareti yoktu. Kapıcı inanmadığına yordu.
-Vallâ inanmazsan, işte başım!
-Sana inandım Bilal Kardaş
-Pekii... polise niye anlatmadın bunları?
-Korktum. Böyle şey yapsam, yaşatırlar mı beni?
-Bak, bu doğru işte.
-!
Adam apaçık ‘yalan söylersen, ben de yaşatmam seni’ demek istiyordu. Kapının yavaşça açılmasıyla konuşma kesildi. Kapıcı azarlamak üzere yan döndü. Büyük kızını görünce vazgeçti. Konuk da kızmamıştı. Eh öyleyse, çok sevdiği kızı niye üzülsündü. Kız elinde tepsiyle girdi, sütlükahveleri düşünülmüş bir özenle önlerine koydu. Lise birinci sınıftan beklemeliydi. Okumaya niyeti yoktu; alımlı, oldukça da güzeldi. Annesinin durmadan vazgeçmesini istediği hayalleri vardı. Kız, bu olgun ve çekici erkeği on yedi yaşın verdiği bir cüretle, göz ucuyla da değil, bütün arzularıyla süzdü. Adam anlamazlığa vurdu, basit şeylerdi bunlar. Fırsat değerlendirecek bir konumda da değildi. Ama kendisinin kızın rüyalarını üç ay süsleyeceğini tahmin edemezdi. Kız aynı çekicilikle çıktı.
Roller belliydi. Kapıcı emir bekler, af umar nazar ve terli yüzüyle kaderinin nasıl bir çizgide seyredeceğini bekliyordu.
-Peki Bilal Kardaş, o herif kimdi?
-Valla tanımıyôm, önceden hiç görmüşlüğüm yoktur.
-Tamam. Yeniden görsen de zor tanırsın değil mi?
-Evet evet öyle...
-O dört gün boyunca hep çıktın mı?
-Hee çıktım ya.
-Senin çıkıp çıkmadığını nereden bilecek? Belki de çıkmadığın da olmuştur ha?
-Olur mu beyim? Her çıkışımda tilefun ediyôdum.
-Telefon mu, kime?
-Anlaştığımız adama.
-Nereye?
-Yerini bilmiyôm.
-Yaz şu numarayı!
Adam kapıcının önüne hemen bir not defteriyle altın dolmakalem uzattı. Kapıcı iç cebinden çıkardığı kirli bir kağıt yumağına bakarak numarayı yazdı.
-Tamam mı?
-Tamam beyim.
-Benimle konuştuğunu da o numaraya bildirmeyesin?
-Ne diyôn beyim. Allah korusun...
Kapıcının yüreği ağzına gelmişti. Duyduğu ses sanki yılan ıslığını andırıyordu. Adam kapıcıda vermek istediği korkunun izini görünce daha fazla tehdide gerek olmadığını anladı, içinden de ‘dönek piç’ diye geçirdi, sonra yavaşça doğruldu.
-Sana gene uğrayacağım. Ağzını sıkı tut, telaşlanma!
-Tamam beyim, sağolasın, emrin olur.
Adam içerdekilere bakmadan kapıya yöneldi. Kapıcı önce davranıp kapıyı açıvermişti. Son bir emir bekler gibi korkulu gözlerle bakınan kapıcıya son bir şey daha söyledi.
-On yedi numarada öldürülen Rasim Bey’in kardeşiyim.
-!
Kapıcı, o anda dondu kaldı. Ne türlü bir belaya çattığını anladı. Yutkunacak tükrük kalmamıştı ağzında. Adama güle güle bile diyemedi. Beti benzi atmıştı, bacaklarına doğru süzülen ılık ıslaklığı fark etti. Korkudan işemişti! Doğruca helaya koştu.
Adam sakin adımlarla kapıdan çıktı. Kaldırıma par-ketmiş bekleyen özel sürücülü otomobile bindi. Şoföre ‘gidelim’ dedi. Gece ışıklarına dalan adamın dudaklarında bir ara ‘küçük tatlı şey’ fısıltısı gezindi. Kapıcının alımlı kızının kendisine armağan bıraktığı güzel gözler ve çağıran salınışı aklına gelmişti.
Telefonun ait olduğu adresi bulmak kolay olmuştu, bir muhasebe bürosuna aitti. Adam bu işlerin ayak takımındandı. Hedef üzerinde istihbarat yapan cinsten bir tür yardımcı elemandı. Sokak kabadayıları böylelerine erkete derdi. Mesele açıktı: Muhasebeci uygun vaziyeti kapıcıdan öğrenip tetikçiye bildiriyordu. Kapıcının çıktığı saatler hedefin eve girdiği anlamına geliyordu. Böylece hem hedefin yeri biliniyor, hem de en önemli tanık olan kapıcıdan kurtuluyorlardı.
Muhasebeciyi bir gün iki adam ziyaret etti. Konuştular. Muhasebeci daha önce bu adamlarla da çalışmıştı. Verimli bir sohbet oldu. ‘Sizin bağlantınız olduğunu bilseydim, işi almazdım’ dedi. Onlar sordu, muhasebeci anlattı. Adamlar yarım saat sonra çıktı. Büro kapısını kendileri kapattı. Onları geçirmeye kalkmamıştı, çünkü o anda koltuğunda ölü olarak oturmaktaydı! Cesedi ertesi gün bulundu; boynu bıçakla kesilmişti. Muhasebeciyi ziyaret eden adamların anlattığına göre olay apaçık meydandaydı. Ad verememişti, çünkü o da bağlantıyı telefonla sağlıyordu. Ama katili tahmin etmek zor değildi. ‘Yüz milyona anlaşılmış’ demişti. Yüz milyona iş yapan tek bir kişi vardı İstanbul’da! Adamı temizlemek dert değildi, fakat bu piyasada dengeler çok önemliydi. Böyle bir kabiliyeti harcamak pek akıllıca olmazdı, onun için vazgeçildi. Adamla kendileri de daha önce çalışmıştı. Yine de çalışılabilinirdi. Bir yıldızdı o! Tek başına iş görürdü ve gerçek bir profesyoneldi. Sarışın, uzunca boylu, iş sırasında takım elbise giyen, beyefendi görünüşlü, kimsenin bugüne kadar kendisinden şüphelenmediği bir uzman... Sadece işini yapardı. Kim ister karşılığını verirse ona. Peki, onu kim tutmuştu; mesele buydu. Ortada para olduğuna göre, ödeme nasıl yapılmıştı? Böyleleri sokak katilleri gibi elden iş görmezdi. Evet, öyleyse ya kurye ya da para transferi. İki yoldan biriyle parasını almış olmalıydı. Eğer para kuryeyle verildiyse, bağlantı tespit edilemezdi. Ama banka transferiyse, ulaşılabilirdi. Böyle bir tespit normal vatandaş için mümkün değildi. Hiçbir banka müdürü bu bilgiyi mûdilere vermezdi. Hatta polise bile. Ama banka müdürleri birbirlerini iyi tanır, sık sık sohbet eder, toplantılarda karşılaşır, bazen de ufak sırları paylaşmakta bir mahzur görmeyebilirdi. Her zaman birbirlerine işleri düşerdi çünkü.
Kapıcıyı ziyaret eden adam bütün bu düşüncelerden ve iki adam çıktıktan sonra, lüks döşenmiş bürosunda biraz gezindi. Sigarasını bitirdi, koltuğa oturdu, âhizesini eline alıp dahili düğmeye bastı.
-Serpilciğim, bana Nevzat Bey’i bağlar mısın?
Sekreter kız beş dakika sonra Nevzat Bey’in telefonda olduğunu bildirdi.
-Oo... merhaba Nevzatçığım, rahatsız ediyorum!
-Estağfurullah, buyrun efendim.
-Bir ricam olacaktı.
-Dinliyorum.
-Sizin banka olmayabilir. İstanbul’da Ali Güçlü -bu ad, da büyük ihtimal sahte olabilir- adına yüz milyonluk bir transfer yapılmış mı, kim yapmış? Tarihin iki ay öncesi olduğunu tahmin ediyorum.
-Anlıyorum efendim.
-Sizi yoracağız...
-Önemli değil. Yalnız, çok vakit alabilir. Hangi banka olduğunu bilsek, belki...
-Vakit önemli değil Nevzat Bey.
-Süre veremem. En yakın zamanda size döneceğim.
-Teşekkür ederim. Yengeye de selamlar.
Banka müdürü Nevzat Bey tam kırk iki gün sonra aradı.
-Mülâyim Bey iyi günler, ben Nevzat...
-Nevzat Beey... dinliyorum.
-Efendim araştırmam uzun sürdü, kusura bakmayın. Ali Güçlü adına üç ay önce Ticaret Bank’a elli milyon bir transfer, bilâhare on iki gün sonra bir elli milyon daha, aynı bankadan bir transfer söz konusu...
-Evet...
-Transferi yapan kişinin, bizim bankada da epey yüklü bir hesabı var efendim. Ama, transfer, Yatırım Bankası’ndan Ticaret Bank’a yapılmış.
-Kim?
-Tahir Burmaoğlu efendim.
-!
Bankacı, muhatabının parlayıp kısılan gözlerini ve jilet gibi gerilen dudaklarını görmedi. Verdiği cevabın onu tatmin ettiğini biliyordu. Bu küçük araştırma karşılığı, müdürlüğünü yaptığı şu küçük banka şubesinden kurtulup merkezde bir üst görev almayı artık bekleyebilirdi. Ne de olsa, karşısındaki adam bankanın hatırı sayılır ortaklarındandı. Akşama, karısına verebilecek güzel bir müjdesi vardı.
-Peki Nevzatçığım, çok teşekkür. Pek makbule geçti. Çoktandır görüşmedik, bir akşam kulüpte beklerim.
-Lütfedersiniz efendim, başka bir arzunuz?
-Yok. İyi günler.
Bu telefon konuşmasından on altı gün sonraydı. Tahir Burmaoğlu sürücülü özel arabasıyla iş dönüşü köşküne giderken, pusu kurmuş başka bir arabadan açılan yaylım ateşle öldürüldü. Sürücü yanında oturan ve daima kucağındaki gazete altında sten marka silah taşıyan koruma da hayatını kaybetmişti. Gazeteler günlerce bu menfur cinayetten bahsetti. Kimse, saygıdeğer işadamının niçin ve kimlerce öldürüldüğünü bilemedi.
Gazetelerde hayalî senaryolar birbirini izledi. Kerli ferli adamlar, bazı resmî kişiler, politikacılar, büyük sanayici ve işadamları ardından meziyetlerini saya saya bitiremedi. Ülke için gerçekten büyük bir kayıptı! Tahir Bey’in niye öldürüldüğünü bilenler de vardı, ama, hesaplaşmayı göze alamadılar. Sindiler. Artık piyasa bundan yaklaşık üç buçuk ay önce öldürülen Rasim Bey’in kardeşinin eline geçmişti. Yeni baba oydu artık! Gerekli kutlama ve sadakât gösterileri yapıldı.
Bir gün, kapıcıyı o beklenmedik ziyaretçi bir daha rahatsız etti. Bu sefer elinde hediye paketleri vardı ve gündüz gelmişti. Dışarısı buz kesmesine rağmen hiç de üşümüş bir hali yoktu. Sıcacık lüks bir arabadan inmiş, yine sıcacık bir eve girmişti. Kapıcı adamı görür görmez paniğe kapıldı, iki ayağı bir papuca sığmadı, nasıl karşılayacağını ne edeceğini bilemedi. Görünürde adamın niyeti kötü değildi. Bu da rahatlamasına yetti. Paniğin yerini garip bir beklenti aldı. Adamı heyecanla içeri davet etti. Genç adamı kapıda kapıcının ‘küçük tatlı şey’i karşıladı. Aynı güzel göz ve daha da artmış bir merakla... Kapıcı bu ziyarete bir anlam veremedi. Veremezdi çünkü güzel, tatlı kızının hatırına canının bağışlandığını bilemezdi. Ama, kesin olan bir şey vardı: Affedilmişti. Günlerdir uyumaya hasret kaldığı kâbussuz geceyi artık geçirebilir, baş ağrılarından kurtulabilirdi.
Kapıcının güzel ve alımlı kızı, bir hafta sonra genç adamın bürosunda yardımcı sekreterliğe başladı. Aslında işe çok yabancıydı, bu arzuladığı bir meslek de değildi. Ailesi ve kendisinin tanımadıkları bir adam tarafından sebepsiz ödüllendirilmesini de hiç merak etmedi. Çünkü biliyordu: Kendisi seçilmiş, özel birisiydi
.
MENEKŞE
Düz bir burun... Evet, gayet düz. Sanki alnından dışa doğru hiç çıkıntı yapmadan, aynı hizada aşağıya doğru inen bir silûet... Bu sütunun, ağızla olan dar aralığında çok gür olmayan bıyık. Neşeli bir ağız. Yine, düz devam edip birden sona eriveren çukur gamzeli çene. Alnı yukarıya kalkık. Kaş hizasına kadar bütün alnı kaplayan uzunca bırakılmış perçemler. Enseyi, gömlek yakasına taşacak biçimde örten ve bir yeleyi andıran, iyi taranmışlığı belli saçlar. Özelliği olmayan kulakları saçlar yarıya kadar örtmüş. Yüzüne göre epey gür sayılabilecek arası tırtıl çatıklı kaşlar (Kaşları ağız hareketine göre hep biçim değiştirir). Anlamlı, derin, ama iddiadan yoksun göz ve bol çalı kirpikler. Yanakların göçük gerginliğinde sizi ‘merhaba’ bakışıyla süzen bir genç adam. Konuşmaya başladığında dudaklar ve ağızdan başka, mutlaka ellerini takip etmelisiniz. Yine de bu dikkatiniz yeterli olmayabilir; ille her kelime değil, her ses değişiminde yeni bir anlamın biçimlendiği yüz mimikleri... Bu ayrıntıları kavramadan, gövde ve vücut hatları size bir şey ifade etmeyecektir. Sırım gibi zayıfa kaçmış bir gövde... Onu tombul düşünmek mümkün değildir, yoksa yüzdeki o ifade kayboluverir.
Menekşe’nin geceleri beli boş olsa da eli boş olmaz. Kendisi kahveden geç ayrılan bir müdâvim. Her ne kadar sokak lambaları yanıyorsa da avlu dibinden kimin, neyin çıkıvermeyeceğini kim iddia edebilir! İşte, böylesi beklenip istenmeyen ve ani refleks gerektiren vaziyetler için elde yumruk büyüklüğünde en az üç adet taş bulundurulması elzemdir!
Yazın ay çıkar mehtap olur, geceler kısa, her yer insan doludur. Saat gecenin ikisi bile olsa, yolda elbet birilerine rastlanır. Taş atılmadan, amma velâkin hafif yollu bir türkü tutturarak insan kolayca, emin-sâkin evine varabilir. Ya kışın öyle mi? Kış gecelerinde gölgeler bile tuhaftır. Hele karanlık? Zifiri siyahlık her köşe başını, duvar, avlu kenarı ve ağaç diplerini kuşatmıştır. İnsanın kendi gölgesi bile ışıktan uzaklaştıkça esâtirî bir devliğe kavuşur. Üstüne üstlük devâsâ büyüklükte masal hayvanları -hem de sesleriyle- çömer. Hele hele o sahipsiz çığlık, uğultu, inleme, hatiften gelen davet, hışırtılı feryatlar... Bütün bunlar, sadece rüzgarın esişinden olan şeyler değildir. Sanki bilinmez, tarifi zor, türlü yaratık rüzgar kılığına girmiştir. Gölge ve sesin birleşmesiyle yeni can ve biçimler kazanmıştır. Hepsi tükenmez bir vehim kaynağıdır. Gizli dünyalarından çıkıp pervasız ve alenî cin peri oluvermişlerdir. İşte ya, insan bu türlü umulmaz tehlikelere karşı daima hazır olmalıdır. Bir an bile tedbir elden bırakılmamalıdır. Belirlenen korku noktalarına taş atılmalı, hatta daha önceden ıslık çalarak o şeyler ürkütülmelidir. Bilinen dualar tekrarlanmalı, unutulanlar ise yakın zamanda tez elden öğrenilmelidir.
Menekşe’nin kendisini epeydir meşgul eden bir derdi vardı. Kuşku yumağı, evham çıkısı bir adamdı. Bugüne kadarki vehimlerinin aslı çıkmamış olması mühim değildi. Vehim ve kendisi ayrılmaz bir ikiliydi. Şu aralar kendisinin takip edildiğini sanıyordu. Sanmak ne kelime, buna emindi! Yalnız, bu takip pek garipti. Kendi bilgi ve tecrübelerine göre, takip dediğin arkadan izlemeyle yapılırdı. Takipçi sizi izler, döndüğünüzde saklanır, tekrar başlar... Bu böyle sürer ve nihayet, uygun ânı yakaladığına inanan takipçi işi bitirir. Lakin, Menekşe’nin düşmanı böyle yapmıyordu. Herifçioğlu kahveden eve gelene kadar ortalıkta görünmüyordu. Atılan köşe bucak taşlara cevap verdiği de yoktu. Bu minval üzre Menekşe bahçe kapısına varıyor ve takipçiyi avlunun alt yanındaki dut ağacının dibinde çömelmiş ve kendisine kara namlulu bir silahla nişan almış buluveriyordu! Bu ne tınmaz, ürkmez, ısrarlı bir düşmandı böyle... Atılan taşlardan etkilenmiyor, edilen gâliz küfürlere cevap verme tenezzülünde bile bulunmuyordu. Amma sıkı adamdı dürzü!
Her akşam -evet tam yirmi gündür her akşam- aynı tehlike. Yanında gürültüye dış lambayı yakan hanımı ve türlü lânetçi küfürle o tarafa yöneliyor, artık aydınlanmış dut ağacı dibinde kimseyi bulamıyorlardı. O sinsi nazarlı, eli tüfekli -belki de beli bile bıçaklı- tuzakçıyı göremiyorlardı. Eve giriliyor, bu sefer de karının türlü tenkid ve bitmeyen sızlanmasıyla uğraşılıyordu. Ama bütün bunlar bir gerçeği yok edemezdi: Herif yirmi gündür oradaydı ve her gece aynı vakitlerde elinde silahla kendisini bekliyordu. Henüz ateş etmemişti ama, her an elinden bir kaza çıkabilirdi! Elin keferesi daha ne kadar beklerdi, elbet bir gece tam kapıdan girerken, olan olacaktı.
Menekşe’nin son kuruntusu, diğerlerine göre daha anlamlı ve en tehlikeli olanıydı. Öteki korkular, sokak cin-perileri, uzayan gölgeler, müphem hışırtılar... bunun yanında hiç kalırdı. Bütün araştırma, gözden geçirme, ince eleyip sık dokumalara rağmen, kendini vurmak isteyecek bir can düşmanı tespit edememişti. En sonunda o tüyler ürpertici hükme ulaştı: Onlar! Evet, bu mutlaka onların işiydi. Demek, cin-peri tâifesi kendisini hedef seçmişti! Belki öldürmeyecek ama ya kaçıracak ya da korkudan delirtip kendi saflarına çekeceklerdi (Her iki durumda da kendisinin altına kaçırma ihtimali değişmiyordu).
Kocakarı kıtlığına kıran girmemişti, dost tavsiyelerine uyup türlü türlü muska edindi, ‘elektriklere fiş, kem gözlere şiş’ diye nice derûnî sayıklamada bulundu. Yine, tavsiye üzerine gündüz üç öğün beş vakit dut ağacının dibine kırk birer kere ‘menekşe... menekşe’ diye seslendi. Öyle ya lâkabı iz bırakır, gece periler orada tutunamazdı. Lâkin çare olmadı. Öğütlere uyup üç öğün beş vakit dut ağacı dibine küçüksu döktü! Bunun yarardan çok zararını gördü. Son defasında öğlen vakti abdest bozarken ezan okunmaya başladı; olacak iş değil... Ezan sırası da edilmez ki... İş de bitmiş değil, üstüne üstlük bu acaip haldeyken bir de halasıgiller dış kapıdan girmesin mi? Kaçar mısın tutar mısın; rezilliğin adı rezalet! Bu esaslı tedbir ve garip çözüm arayışını seyreden iki kızan de cabası yani.
Menekşe Yakup son bir tavsiyeye daha uyarak, mâlum usule göre dutun dibini menekşe diye tılsımlamıştı. Ve... o günün gecesinde o meş’um kâbustan kurtuldu. Hayret, dut ağacının dibi bomboş! Ara, bakın... kimseler yok. Hayret ki, gel de seyret. Olmuştu işte, sonunda kurtulmuştu. Menekşe lafı meğer tılsımlıymış. Niye saklasındı, eskiden beri kendinde bazı fevkaladelikler hissetmiyor değildi! Ama, bu kadarı... Yazık, bugüne kadar bu yolu niye denemediğine kızdı. Sülbiye Teyzesi haklı çıkmıştı. Hep ‘Yakupçâzım, şu yakana bir menekşe tak. Bak göreceksin, seni bırakacaklar’ diyen de o değil miydi? Ama kış günü nereden bulunur da takılır bu çiçek; olsun, adı bile yetmişti mübâreğin!
Menekşe Yakup üç gün daha peri meri görünmemesine rağmen gitti, gündüzleri orayı kırk birer kere daha menekşe diye seslenerek tılsımladı. N’olur n’olmazdı. Yetinmedi, nice değişik abdest bozdu. Tam kurtuldum derken, dördüncü günün gecesinde tuzakçı, takipçi -her ne akçı, ipçi ise- gene aynı yerde ve namlu kendisine çevrili! N’âpsındı şimdi?
Korku, şaşkınlık, panik derken kendine kaynağı belirsiz bir cesaret geldi. Bu önemli duyguları bir kıyıya bırakıp hızla eve daldı, kapıları yumrukladı, milleti ayağa kaldırdı. Karısına göre bu kadarı da -biraz- fazlaydı! Tar tur edecek oldu, Yakup ağız açtırmadı, cinleri tepesindeydi. Işık yakmayı falan aklına getirmeden elde çifte dışarı fırladı. Fişeklere bakmamıştı bile. Böyle âcil durumlar için tüfeğini daima dolu tutardı. Soluk soluğa koşuşturuyor, sahipsiz küfürlerle düşmanını arıyordu. Şaşılacak şey, düşman, hâlâ yerinde! Korkmak nedir bilinmez miydi bunlar be! Esastan periydi bu, başkası olamazdı. Öyleyse, nasıl ateş edecekti; ya insansa? Bu, mühim değildi! Ya, kendini tutup çarparsa...
Çocukluğunda anlatılanları hatırladı: O masallarda bir Taran Pisi vardı ‘ararım tararım... kızanları kaparım’ diye ev ev dolaşırdı. Bazen de ağaç diplerine saklanır, işeyen görürse sırtındaki çuvala atıverirdi. Acaba, o muydu? Belki de Eski Taran Pisi’nin torunlarından biriydi. Ya üstüne atlayıverirse? Acaba, yakınlarda ne kabahat işlemişti?
Gölgelerin gösterdiği yeni bir korku hayvanından ürperip asıl maksadını hatırladı, kendini tüfekle yapacağı işe verdi. Yaklaşıp diz çöktü. Hazırdı; çabuk hareketlerle gözlerini yumdu ve tetiğe dokundu: Güümm... Tüfeğin patlamasıyla saçmalar gidip yerini buldu, hedef paramparça etrafa savruldu. Söz konusu hedef çığlık falan atmamıştı. Demek perilerin sesi yoktu! Her ne ise onu vurmuştu. Konu komşu n’oluyora çıkıp ahret sorularıyla iç avluya doluştu. Ne de olsa saat gecenin bir buçuğu (Aslında bu işler olurken saatler tam sıfır on yediyi gösteriyordu).
Dış ışıklar yakıldı, el fenerleri getirildi, hedefin vurulup dağıldığı dut ağacının yanına gidildi. Merak ve azalan bir korkunun heyecanıyla toplanıldı. Yaklaşık on iki çift göz cinayet mahalline dikildi. Ve... buruk bir gevşeme: Her yan tavuk tüyü! Çuval parçaları yeri kaplamış, bir kısmı havada uçuşuyor...
-Ulan, kim astı bu çuvalı buraya be?
-Ben asıyôdum ya...
-Ulan karı, bu muydu derdin! Bir aydır, ne çekiyôm ben...
-Tüy çuvalını cin-peri mi sandın?
-Buba, bundan mı korkuyôdun hıı?
-Ulan veletler, gidin başımdan be! Zaten rezil olduk.
-Yâvu, bu vakit silah atılır mı?
-Oldu bir iş...
-Orda adam olsaydı, geberip gittiydi.
-Ağzını hayra aç! İyi ki yokmuş. Git bir de katil ol... İşe bak yâv... ç-ç-çı...
-Bir daha evhamlanmazsın ha?
-Ne evhamı be! Az kalsın katil olcaktık.
-Neyse, verilmiş sadakanız varmış.
-Vallâ yâ...
Zavallı tüy çuvalı... Karısı, Yakup’un titizliği yüzünden tavuk tüylerini çuvala doldurur, sonradan götürüp sokaktaki gübreliğe atardı. Aslında bu kadar beklettiği olmazdı çuvalı ama, nasılsa unutmuştu bu aralar. Aksine aksi üç günde bir tavuk eti yiyorlardı. Arada karın ağrısı ayağına takılan Yakupçuk nerden duyduysa duymuş, mide sağlığı için habire tavuk eti yemeye başlamıştı. Kadıncağız epeydir silkemediği tüy çuvalını avludaki dut ağacı gövdesindeki paslı bir çiviye asıveriyordu. Yakup evdeşini haksız yere pek hırpalamıştı gene. Rezilliğinin hıncını ondan almak ister gibiydi. Kadın durduk yere haşlanmasına kızdı ‘İnsafın kurusun! Be herif, kaç aydır üç günde bir yediğin tavukların da mı hakkı yok’ dedi. Ama tüy çuvalının üç öğün beş vakit yapılan menekşe tılsımından sonra üç gün üç gece dut dibinde görünmeyip dördüncü gün yeniden ortaya çıkıvermesini bir türlü çözemediler.
Yakup haklıydı canım, bilinmeyen daha neler vardı şu dünyada...
Dostları ilə paylaş: |