Yazılmamış Mektup, 37 Vefa Borcu, 41 Yavrucuk, 45 Bir Bakraç Yoğurt, 49 Mesut ve Muntazam, 57



Yüklə 0,84 Mb.
səhifə7/9
tarix27.01.2018
ölçüsü0,84 Mb.
#40810
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

BİR CİNAYETİN ANATOMİSİ
Tam on iki dakika yirmi altı saniye sonra beynine gi­ren bir kurşunla ölecek olan adam, lüks görünümlü eve gir­di. Kendi anahtarıyla dış kapıyı açtığını gören birisi, en azından o evde oturduğuna inanırdı. Kılığına dik­kat eden başkası da onun bir memur emeklisi olabileceğini öne sürebilirdi. Yaklaşık on iki dakika sonra ölecek olan adam, gerçekten bu evde oturuyordu. Onun için de apart­man yönetimince her oturana sağlanan dış kapı anahtarına sahipti.

Adamın cebinde kendi dairesinin anahtarı vardı. Ama, adam memur emeklisi değildi. Az önce dış kapıyı açmak için kullandığı anahtarlıkta, daire anahtarından başka bir anahtar daha vardı. Adamın kapıyı açmasını karşı kaldırımdan izleyen diğer adam bunu gördü. Yaklaşık on gündür bu anahtarın peşindeydi. Bu on gün içinde hedefin her davranışını izlemişti, takibi­ni, bugün sonuçlandırmaya karar vermişti.

Sıradan bir gündü. Kaldırımın üstü gelip giden, işine koşturan yüzlerce insanla doluydu. İnsanlar arı kovanı gibi kaynaşıyordu. Karşı kaldırımdaki adamın gayet sakin bir hali vardı. Takım elbiseliydi, beyaz gömlek giyip kravat takmıştı. Ama giyim konusunda uzman ve­ya bu tür işlerde tecrübeli birisinin gözüyle, sol koltuk al­tındaki kabarıklık ancak anlaşılabilirdi. Böylesine kes­kin, yetenekli göz ise herkeste bulunmazdı. Onun için kaldırım kalabalığından hiç kimse bu kabarıklığı fark etmiş değildi. Zaten, görevli olmayan bi­risinin, böyle bir amaçla bakması veya gözlemesi beklenemez­di. Adam sanki bu konumun bilincindeymiş gibi çok ra­hattı. Ustalaşmış bir tecrübenin sağlayabileceği bir sakinlik içerisinde orada dikiliyor olmalıydı.

Adam, sonra sakin adımlarla bulunduğu yerden kar­şı kaldırıma doğru yürüdü. Alışık bir tavırla ölümüne az bir zaman kalan adamın az önce girdiği evin kapısına yö­neldi. Kapı önünde durdu. Cebinden bir anahtar çıkarıp deliğe sürdü. Kendi yuvasında dönen kilit ka­pıyı açtı. Bu anahtarı meşru olmayan yollardan temin ettiği anlaşılıyordu. Çünkü, kendisi başka bir evde, hatta başka bir şehirde oturmaktaydı. Ayakkaplarını tozluğa zahmetsizce değdirip içeri girdi. Gözleriyle hemen girişteki sandalyede oturması gereken kapıcıyı aradı, yoktu. Herhalde bir iş için çıkmış olmalıydı. İçinden ‘adamın bir on dakika daha bura­da olmamasını’ diledi. Merdivenlere yöneldi ve yine sakin sayılabilecek telaşsız adımlarla yukarıya çıkmaya başladı. İkinci kat sahanlığında gülücükler dağıtan iki yaramaz ço­cukla karşılaştı. Çocuklar, gülücüklerini armağan bıra­kıp aşağı merdivende kayboldu. Beşinci kata gelene ka­dar kimseyle karşılaşmadı. Sahanlıkta durup bir daha hava­yı kokladı. Uzakları dinler gibi yirmi saniye bekledi. Sonra kararını verip on yedi numaralı dairenin ziline bastı. Bir sü­re, evin içine dağılan zilin sesini duydu. O anlarda büründüğü yüz ifadesini, bir maske gibi takınıp beklemeye başladı (Diğer adamın ölümüne dört dakika kalmıştı). Kapının açılması için, sahanlıktaki ada­mın iki kere daha zile basması gerekti. Bir dakika sonra ka­pı ardından ilk kıpırtı duyuldu.

İçerdeki adam gözünü kapı dürbününe dayayıp dışardaki ifadesiz yüzü gördüğünde hiçbir tepki göstermedi. Ka­pı zincirini çıkarıp ‘evet ne istemiştiniz?’ diye sormak üze­re kolu büktü. Dışardaki adamın ilk elde ansiklo­pedi satıcısı olduğunu düşünmüştü. Ama bu tip satıcıların ellerinde bond tipi çanta bulunurdu. Oysa, görebildiği kadarıyla adamın elleri boştu. Bu onun için çok tehlikeli bir gözlem hatasıydı. Bu hatasını, namlusuna mermi sürülü ko­caman bir silah yüzüne doğrulduğu anda ancak anlayabile­cekti.

Kapıyı iyice aralayıp adama ilk sorusunu sormak için başını kaldırdığında güçlü bir elle boğazı sıkıldı, külçe gibi geriye itildi, sırtı duvara çarpıp elleri boşlukta sallanır gibi öylece kalakaldı. İlk şaşkınlıkla hiçbir şey düşünemedi. Diğer adam aynı anda kapıyı da kapatmıştı. Karşısında güçlü bir adam ve yüzüne doğrultulmuş kara namlulu bir silah vardı. Adam hayatının en kötü ve en son yanlışını yaptığını anladı. Ama karşı tarafın hiç de hatalı davranmadığı belliy­di. Avını bulup kıstırmıştı. Yapacağı tek şey vardı. Silahı­nı ateşlemeden önce, onu yaptı. Tek bir soru sordu: Anahtar nerede?

Tehdit altındaki adam beş on saniye düşündü. Kor­kudan değil ama son bir umutla -bağışlanma umuduyla- ce­vap verdi. Böyle bir durumda karşı koymanın anlamsızlığını biliyordu. ‘Arkanda, kapı kilidinde asılı’. Adam tavrını hiç bozmadı. Sol kolunu geriye doğru uzattı. Kilidin olması gereken yeri buldu. Anahtar destesi­ni kavrayıp aldı. Rengi diğerlerinden farklı olana parmağıy­la dokundu. Diğeri sorulan soruyu anlamıştı ‘evet’ diye fısıldadı. Adam tek eli ve usta bir parmak ha­reketiyle anahtarı halkadan çıkarıp sol ceket cebine bı­raktı. Kolunu yine geriye uzatıp diğer anahtarı kilide soktu. Şimdi, halkada sadece dış kapı anahtarı sallanıyor­du.

Adamın soğukkanlı ve acelesiz davranışı­nı izleyen adam, onun eldiven de takmış olduğunu fark etti ve o anda bütün umudunu yitirdi. Fakat diğer bir gözle­mi ona yeni umut kıvılcımı verdi. Adamın silahında sustu­rucu yoktu. Bu haldeyken bile adamı eleştirdi: ‘Kendisi ol­sa, asla böyle bir işe susturucusuz çıkmazdı’. Aynı anda salondaki çekmecede küçük, ama seri atışlı kendi tabancası aklı­na geldi. Silahının yanında olmasını ne kadar isterdi... Hem de her şeyden daha çok. Eve geldiğinde belinden çıkarıp çek­meceye koymuş, ceketini koltuğa bırakmış, kravatını gevşetip dinlenmek için uzanmıştı. Kapı çalındığı sırada kalkıp buzdolabından bir elma yemeyi düşünüyordu. Ama, mutfağa de­ğil kapıyı açmaya gitmişti. İşte, şimdi de bu durumdaydı. Son olarak yeniden adamın gözlerine baktığında bütün umudunu yitirdi, durumunu kabullendi. Adamın kaçınıl­maz şeyi yapacağına o anda inandı. Bu, onun beyninden ge­çen son düşünce oldu. Adamın sağ gözü seyiriyor gibiydi, tetiğe dokundu. O anda beyni tek bir kurşunla parçalandı. Hemen de öldü.

Az önce birini öldürmüş olan adam, şimdi çok hızlı hareket ediyordu. Yirmi saniyede çıkış kapısına ulaştı. Silah sesine, açılan ilk kapıdan başını uzatan komşu kadın, ada­mın ancak merdiven aralığında kaybolan siyah, parlak renk­li ayakkaplarını fark edebildi. Kapıcı yerine daha gelmemiş­ti. Evin içinde dağılıp giden silah sesini sokaktan kimse duy­mamıştı. Onun için, dışarı hızlı adımlarla çıkan adama kim­se ‘sonradan tanımlamak için’ bakmadı.

Cinayeti işleyen adam, olaydan kırk beş dakika sonra, bir telefon kulübesinden bir yere telefon ediyordu. Karşısına bu iş için anlaştığı adam çıktı. Telefon rehberinde numaranın ait olduğu adres, önünde özel sürücülü lüks bir arabanın beklediği, önünde büyük bir havuz bulunan yine lüks bir eve aitti. Söz konusu evin sahibini yakınları hariç komşular ve kamuoyu saygıdeğer ve hayırsever bir işadamı ola­rak tanımaktaydı. Adam, telefonda yaptığı işi ve alması söylenen ‘ema­neti’ elde ettiğini anlattı. Karşı ses hiçbir gizliliğe önem vermeden ‘anahtarı ne yaptın’ diye sordu. Tok sesli acelesiz adam kendisine böyle hitap edilme­sine her zaman karşı çıktığı halde hiç belli etmedi. ‘Merkez Postânesindeki kutunuza bıraktım, bir zarf içinde sizi bekliyor’. Ahizenin öbür ucundan cevaptan hoşlanıldığı belli homurtular geldi. Telefon eden adam zarf alındığında hesabına diğer elli milyonun geçeceğinden emin ‘Yarın bankama uğrayacağım’ dedi.

-Tamam, para hesabına geçmiş olacak.

-Anlaştık.

-Sizinle yine çalışmak isteriz dostum.

-Tabiî... bana uyar.

Adam ahizeyi yerine bırakıp kulübeden çıktı. Yan so­kağa park ettiği arabasına doğru yürüdü. Yarın bankaya uğrayacaktı. Hesabına yüz milyon yatacağından emindi. Parayı nakit çekip gerçek adı üzerine ka­yıtlı hesaba aktaracaktı. Herhal­de, iki üç güne kadar da İstanbul’dan ayrılıp Marmaris’e inerdi. İyi bir tatili hak ettiğine inanıyordu. Önemli bir işi daha başarıyla sonuçlandırmıştı. Yeni işine kadar dinlenebilirdi.

BİR HESAPLAŞMANIN ANATOMİSİ
İyi giyimli otuz yaşlarındaki kumral saçlı adam nere­deyse on dakikadır zile basmaktaydı. Sabrının tükenir gibi olduğu anda, içeriden ‘tamam, patlama geldim’ sesini işit­ti. Tombulca, yeni kırlanmaya yüz tutmuş bıyıklı Kapıcı, terlikli ayaklarıyla kapıya yaklaştı. Kalın camların ardındaki ifa­desiz yüze baktı. Elinin tersiyle ağzını sildi. Dışarıdaki adam onun yemekten kalktığını anladı. Kapıcının işi­ni ancak saat ondan sonra bırakabildiğini biliyordu. Dışarı­daki beyefendi görünüşlü adamın acelesi var gibiydi. Kapıcı bu tipleri tanırdı. Böylelerini hafife almaya gelmezdi. Yirmi iki yıllık iş tecrübesi yanılmazdı. Sık yanılan bi­risi olsa, bu lüks apartmanda kapıcılık yapamazdı. Dış kapıyı elektrikli düğmeyle değil eliyle açtı. Bu da bir saygı ifadesiydi. Düğmeyle ancak bakkal çırakları ve­ya tamircilere kapı açılırdı.

Adam sakin sayılabilecek bir şekilde içeri girdi. Yü­rümedi. Kapıyı ardından kapatmış ve ‘buyrun ne istemişti­niz’ gözüyle kendisine bakan kapıcıyla konuşuyordu.

-Kapıcı sen misin?

-Evet benim efendim, buyrun.

-Adın Bilal Gündoğdu mu?

-Evet... evet

-Seninle biraz görüşeceğiz

-Anlamadım, ne görüşçêz beyim?

-Aşağı inelim. Çocuklara bir şey deme. Bir boş oda ayarla rahat konuşalım.

-Olur, ama...

Adam kapıcının tereddütüyle ilgilenmedi. Doğruca bodrum kata inen merdivenlere yöneldi. Kapıcı da onu ta­kip etti. Kapıcı, adamı misafir odası olarak kullandığı anlaşı­lan yan odalardan birine aldı. Kapıcının fısıltı halinde ama otoriter olduğu anlaşılan bir sesle verdiği kısa talimatla da hanımı ve üç çocuğu salonda televizyon seyretmeye mecbur tutuldu. Oturdular. Adam gayet rahattı. Kapıcı telaş okunan meraklı gözlerini dikmiş, kulağını dört açmış bekliyordu. Adam ön konuşmaya gerek duymadan doğruca konuya girdi. Kapıcının gittikçe afallaşan yüzüne karşı anlatmaya başladı.

-Bir buçuk ay önce bir salı günü saat dört sularında hiç bir sebep yokken masandan kalktın, her zaman karşı markete gittiğin halde bu defa cadde sonundaki hemşeh­rin Aziz Kula’nın bakkalına yürüdün. Yarım saate yakın oyalan­dın ve hiçbir alışveriş yapmadan geri döndün. Geldiğinde apartman polis kaynıyordu. Çok şaşırdın, ifadende yarım sa­attir başka yerde olduğunu söyledin. Bu doğruydu. Ama... ifaden eksikti. Bilal Kardaş! Şimdi, bana bu eksik kısmı an­latacaksın tamam mı?

-!

Adan tok bir ses ve hiç ara vermeden, kapıcının tâ gözbebeğine bakarak konuşmuştu. Kapıcının dudağı şim­di değilse bile, yarın sabaha mutlaka uçuklayacaktı. Adamın her şeyi öğrenmiş olduğunu anladı. Basit bir adamdı ve gayet basit bir hayatı vardı. Çabuk kor­kan, her şeyden tırsan bir tipti. Ama aptal değildi; durumu bütün açıklığıy­la kavradı. Hemen de çözüldü. Hiçbir direnme -istese de- gösteremezdi. Karşısındakinin hangi cins bir insan olduğu­nu anlamıştı. Böyle adamların her an üzerlerinde taşıdığı büyükçe bir silahları olurdu. Yanlış bir şey söyler­se, kendini hemen buracıkta karısının dizi dibinde öldüre­ceğinden emindi. Sesi titrek ve korku doluydu.



-Vallâ benim bi suçum yok. Vallâ billâ bilmiyôdum böy­le bi şey olacânı...

Adam emredici ezen bir sesle devam etti.

-Anlat! Sakın bir şey atlamaya kalkma.

-Vallâ yalanım yok. O hadiseden on gün falan önce birisi geldi. Hiç tanımıyôdum. Benle konuştu. Bana dört gün saat dörtle beş arası yarım saat yerimden ayrılmamı söyledi. Gün başına bana elli bin lira vereceklermiş. ‘Araştırma filan yapıyôz, buraya işhanı dikilecek, sen biraz görünmeyiver’ dedi. Tabiî ben inanmadım. Apartuman daha beş yıllık yapı, olacak iş değil. Ama... iki yüz bin lira kazanmak da vardı. Şüphelenmedim değil... Ben adam öldüreceklerini bil­sem, böyle şeye girer miydim hiç? Zamparalık falan sandım­dı... Bir de... dış kapı anahtarından verdimdi adama.

Konukta en ufak bir tepki işareti yoktu. Ka­pıcı inanmadığına yordu.

-Vallâ inanmazsan, işte başım!

-Sana inandım Bilal Kardaş

-Pekii... polise niye anlatmadın bunları?

-Korktum. Böyle şey yapsam, yaşatırlar mı beni?

-Bak, bu doğru işte.

-!

Adam apaçık ‘yalan söylersen, ben de yaşatmam seni’ demek istiyordu. Kapının yavaşça açılmasıyla konuş­ma kesildi. Kapıcı azarlamak üzere yan döndü. Büyük kızını görünce vazgeçti. Konuk da kızmamıştı. Eh öyley­se, çok sevdiği kızı niye üzülsündü. Kız elinde tepsiyle girdi, sütlükahveleri düşünülmüş bir özenle önleri­ne koydu. Lise birinci sınıftan beklemeliydi. Okumaya niye­ti yoktu; alımlı, oldukça da güzeldi. Annesinin durmadan vazgeçmesini istediği hayalleri vardı. Kız, bu olgun ve çekici erkeği on yedi yaşın verdiği bir cüretle, göz ucuyla da değil, bütün arzularıyla süzdü. Adam anlamazlığa vurdu, basit şeylerdi bunlar. Fırsat değerlendirecek bir ko­numda da değildi. Ama kendisinin kızın rüyalarını üç ay süsleyeceğini tahmin edemezdi. Kız aynı çekicilikle çık­tı.



Roller belliydi. Kapıcı emir bekler, af umar nazar­ ve terli yüzüyle kaderinin nasıl bir çizgide seyredeceği­ni bekliyordu.

-Peki Bilal Kardaş, o herif kimdi?

-Valla tanımıyôm, önceden hiç görmüşlüğüm yoktur.

-Tamam. Yeniden görsen de zor tanırsın değil mi?

-Evet evet öyle...

-O dört gün boyunca hep çıktın mı?

-Hee çıktım ya.

-Senin çıkıp çıkmadığını nereden bilecek? Belki de çıkmadığın da olmuştur ha?

-Olur mu beyim? Her çıkışımda tilefun ediyôdum.

-Telefon mu, kime?

-Anlaştığımız adama.

-Nereye?


-Yerini bilmiyôm.

-Yaz şu numarayı!

Adam kapıcının önüne hemen bir not defteriyle al­tın dolmakalem uzattı. Kapıcı iç cebinden çıkardığı kirli bir kağıt yumağına bakarak numarayı yazdı.

-Tamam mı?

-Tamam beyim.

-Benimle konuştuğunu da o numaraya bildirmeyesin?

-Ne diyôn beyim. Allah korusun...

Kapıcının yüreği ağzına gelmişti. Duyduğu ses sanki yılan ıslığını andırıyordu. Adam kapıcıda vermek istediği korkunun izini görünce daha fazla tehdide gerek olmadığı­nı anladı, içinden de ‘dönek piç’ diye geçirdi, sonra yavaşça doğruldu.

-Sana gene uğrayacağım. Ağzını sıkı tut, telaşlanma!

-Tamam beyim, sağolasın, emrin olur.

Adam içerdekilere bakmadan kapıya yönel­di. Kapıcı önce davranıp kapıyı açıvermişti. Son bir emir bekler gibi korkulu gözlerle bakınan kapıcıya son bir şey da­ha söyledi.

-On yedi numarada öldürülen Rasim Bey’in kar­deşiyim.

-!

Kapıcı, o anda dondu kaldı. Ne türlü bir belaya çattı­ğını anladı. Yutkunacak tükrük kalmamıştı ağzında. Adama güle güle bile diyemedi. Beti benzi atmıştı, bacakla­rına doğru süzülen ılık ıslaklığı fark etti. Korkudan işemişti! Doğruca helaya koştu.



Adam sakin adımlarla kapıdan çıktı. Kaldırıma par-ketmiş bekleyen özel sürücülü otomobile bindi. Şoföre ‘gidelim’ dedi. Gece ışıklarına dalan adamın dudaklarında bir ara ‘küçük tatlı şey’ fısıltısı gezindi. Kapıcının alımlı kızının kendisine ar­mağan bıraktığı güzel gözler ve çağıran salınışı aklına gelmişti.

Telefonun ait olduğu adresi bulmak kolay olmuştu, bir muhasebe bürosuna aitti. Adam bu işlerin ayak takımındandı. Hedef üzerin­de istihbarat yapan cinsten bir tür yardımcı elemandı. Sokak kabadayıları böylelerine erkete derdi. Mesele açıktı: Muhasebeci uygun vaziye­ti kapıcıdan öğrenip tetikçiye bildiriyordu. Ka­pıcının çıktığı saatler hedefin eve girdiği anlamına geliyordu. Böylece hem hedefin yeri biliniyor, hem de en önemli ta­nık olan kapıcıdan kurtuluyorlardı.

Muhasebeciyi bir gün iki adam ziyaret etti. Konuştu­lar. Muhasebeci daha önce bu adamlarla da çalışmıştı. Ve­rimli bir sohbet oldu. ‘Sizin bağlantınız olduğunu bilseydim, işi almazdım’ dedi. Onlar sordu, muhasebeci an­lattı. Adamlar yarım saat sonra çıktı. Büro kapısını ken­dileri kapattı. Onları geçirmeye kalkmamış­tı, çünkü o anda koltuğunda ölü olarak oturmaktaydı! Cesedi ertesi gün bulundu; boynu bıçakla kesil­mişti. Muhasebeciyi ziyaret eden adamların anlattığına göre olay apaçık meydandaydı. Ad verememiş­ti, çünkü o da bağlantıyı telefonla sağlıyordu. Ama katili tahmin etmek zor değildi. ‘Yüz milyona anlaşıl­mış’ demişti. Yüz milyona iş yapan tek bir kişi vardı İstan­bul’da! Adamı temizlemek dert değildi, fakat bu piyasada dengeler çok önemliydi. Böyle bir kabiliyeti harcamak pek akıllıca olmazdı, onun için vazgeçildi. Adamla kendi­leri de daha önce çalışmıştı. Yine de çalışılabilinirdi. Bir yıldızdı o! Tek başına iş görürdü ve gerçek bir profesyoneldi. Sarı­şın, uzunca boylu, iş sırasında takım elbise giyen, beyefendi görünüşlü, kimsenin bugüne kadar kendisinden şüphelenmediği bir uzman... Sadece işini yapardı. Kim is­ter karşılığını verirse ona. Peki, onu kim tutmuştu; mesele buydu. Ortada para olduğuna göre, ödeme nasıl yapılmıştı? Böyleleri sokak katilleri gibi elden iş görmezdi. Evet, öyleyse ya kurye ya da para transferi. İki yoldan biriyle parasını almış olmalıydı. Eğer para kuryeyle verildiyse, bağlantı tespit edi­lemezdi. Ama banka transferiyse, ulaşılabilirdi. Böyle bir tespit normal vatandaş için mümkün değil­di. Hiçbir banka müdürü bu bilgiyi mûdilere vermez­di. Hatta polise bile. Ama banka müdürleri birbirlerini iyi tanır, sık sık sohbet eder, toplantılarda karşılaşır, bazen de ufak sırları paylaşmakta bir mahzur gör­meyebilirdi. Her zaman birbirlerine işleri düşerdi çünkü.

Kapıcıyı ziyaret eden adam bütün bu düşüncelerden ve iki adam çıktıktan sonra, lüks döşenmiş bürosunda biraz ge­zindi. Sigarasını bitirdi, koltuğa oturdu, âhizesini eline alıp dahili düğmeye bastı.

-Serpilciğim, bana Nevzat Bey’i bağlar mısın?

Sekreter kız beş dakika sonra Nevzat Bey’in telefon­da olduğunu bildirdi.

-Oo... merhaba Nevzatçığım, rahatsız ediyorum!

-Estağfurullah, buyrun efendim.

-Bir ricam olacaktı.

-Dinliyorum.

-Sizin banka olmayabilir. İstanbul’da Ali Güçlü -bu ad, da büyük ihtimal sahte olabilir- adına yüz milyonluk bir transfer yapılmış mı, kim yapmış? Tarihin iki ay öncesi ol­duğunu tahmin ediyorum.

-Anlıyorum efendim.

-Sizi yoracağız...

-Önemli değil. Yalnız, çok vakit alabilir. Hangi banka olduğunu bilsek, belki...

-Vakit önemli değil Nevzat Bey.

-Süre veremem. En yakın zamanda size döneceğim.

-Teşekkür ederim. Yengeye de selamlar.

Banka müdürü Nevzat Bey tam kırk iki gün sonra aradı.

-Mülâyim Bey iyi günler, ben Nevzat...

-Nevzat Beey... dinliyorum.

-Efendim araştırmam uzun sürdü, kusura bakmayın. Ali Güçlü adına üç ay önce Ticaret Bank’a elli milyon bir transfer, bilâhare on iki gün sonra bir elli milyon daha, aynı bankadan bir transfer söz konusu...

-Evet...


-Transferi yapan kişinin, bizim bankada da epey yük­lü bir hesabı var efendim. Ama, transfer, Yatırım Bankası’ndan Ticaret Bank’a yapılmış.

-Kim?


-Tahir Burmaoğlu efendim.

-!

Bankacı, muhatabının parlayıp kısılan gözlerini ve ji­let gibi gerilen dudaklarını görmedi. Verdiği cevabın onu tatmin ettiğini biliyordu. Bu küçük araştırma karşılığı, müdürlüğünü yaptığı şu küçük banka şubesinden kurtulup merkezde bir üst görev almayı artık bekleyebilirdi. Ne de olsa, karşısındaki adam bankanın hatırı sayılır ortaklarındandı. Akşama, karısına verebilecek güzel bir müjdesi vardı.



-Peki Nevzatçığım, çok teşekkür. Pek makbule geç­ti. Çoktandır görüşmedik, bir akşam kulüpte beklerim.

-Lütfedersiniz efendim, başka bir arzunuz?

-Yok. İyi günler.

Bu telefon konuşmasından on altı gün sonraydı. Tahir Burmaoğlu sürücülü özel arabasıyla iş dönüşü köşküne gi­derken, pusu kurmuş başka bir arabadan açılan yaylım ate­şle öldürüldü. Sürücü yanında oturan ve daima kucağında­ki gazete altında sten marka silah taşıyan koruma da ha­yatını kaybetmişti. Gazeteler günlerce bu menfur cinayetten bahsetti. Kimse, saygıdeğer işadamının niçin ve kimlerce öldürül­düğünü bilemedi.

Gazetelerde hayalî senaryolar birbirini izledi. Kerli ferli adamlar, bazı resmî kişiler, politikacılar, büyük sanayici ve işadamları ardından meziyetlerini saya saya bitiremedi. Ülke için gerçekten büyük bir kayıptı! Tahir Bey’in niye öldürüldüğünü bilenler de vardı, ama, hesaplaşmayı göze alamadılar. Sindiler. Artık piya­sa bundan yaklaşık üç buçuk ay önce öldürülen Rasim Bey’in kardeşinin eline geçmişti. Yeni baba oydu artık! Gerekli kutlama ve sadakât gösterileri yapıldı.

Bir gün, kapıcıyı o beklenmedik ziyaretçi bir daha rahatsız etti. Bu sefer elinde hediye paketleri vardı ve gündüz gelmişti. Dışarısı buz kesmesine rağmen hiç de üşümüş bir hali yoktu. Sıcacık lüks bir araba­dan inmiş, yine sıcacık bir eve girmişti. Kapıcı adamı görür görmez paniğe kapıldı, iki ayağı bir papuca sığmadı, nasıl kar­şılayacağını ne edeceğini bilemedi. Görünürde adamın niyeti kö­tü değildi. Bu da rahatlamasına yetti. Paniğin yeri­ni garip bir beklenti aldı. Adamı heyecanla içeri davet et­ti. Genç adamı kapıda kapıcının ‘kü­çük tatlı şey’i karşıladı. Aynı güzel göz ve daha da artmış bir merakla... Kapıcı bu ziyarete bir anlam veremedi. Veremezdi çünkü güzel, tatlı kızının hatırına canının bağışlandığını bile­mezdi. Ama, kesin olan bir şey vardı: Affedilmişti. Günlerdir uyumaya hasret kaldığı kâbussuz geceyi artık geçirebilir, baş ağrılarından kurtulabilirdi.

Kapıcının güzel ve alımlı kızı, bir hafta sonra genç adamın bürosunda yardımcı sekreterliğe başladı. As­lında işe çok yabancıydı, bu arzuladığı bir meslek de de­ğildi. Ailesi ve kendisinin tanımadıkları bir adam tarafından sebepsiz ödüllendirilmesini de hiç merak etmedi. Çünkü biliyordu: Kendisi seçilmiş, özel birisiydi

.

MENEKŞE


Düz bir burun... Evet, gayet düz. Sanki alnından dı­şa doğru hiç çıkıntı yapmadan, aynı hizada aşağıya doğru inen bir silûet... Bu sütunun, ağızla olan dar aralığında çok gür olmayan bıyık. Neşeli bir ağız. Yi­ne, düz devam edip birden sona eriveren çukur gamzeli çe­ne. Alnı yukarıya kalkık. Kaş hizasına kadar bütün alnı kap­layan uzunca bırakılmış perçemler. Enseyi, gömlek yakasına taşacak biçimde örten ve bir yeleyi andıran, iyi taranmışlığı belli saçlar. Özelliği olmayan kulakları saçlar yarı­ya kadar örtmüş. Yüzüne göre epey gür sayılabilecek arası tır­tıl çatıklı kaşlar (Kaşları ağız hareketine göre hep bi­çim değiştirir). Anlamlı, derin, ama iddiadan yoksun göz­ ve bol çalı kirpikler. Yanakların göçük gerginliğinde si­zi ‘merhaba’ bakışıyla süzen bir genç adam. Konuşmaya başladığında dudaklar ve ağızdan başka, mutlaka ellerini ta­kip etmelisiniz. Yine de bu dikkatiniz yeterli olmayabilir; il­le her kelime değil, her ses değişiminde yeni bir anlamın biçimlendiği yüz mimikleri... Bu ayrıntıları kavramadan, gövde ve vücut hatları size bir şey ifade etmeyecektir. Sırım gibi zayıfa kaç­mış bir gövde... Onu tombul düşünmek mümkün değil­dir, yoksa yüzdeki o ifade kayboluverir.

Menekşe’nin geceleri beli boş olsa da eli boş olmaz. Kendisi kahveden geç ayrılan bir müdâvim. Her ne kadar sokak lambaları yanıyorsa da avlu dibinden kimin, neyin çıkıvermeyeceğini kim iddia edebilir! İşte, böylesi beklenip istenmeyen ve ani refleks gerektiren vaziyetler için el­de yumruk büyüklüğünde en az üç adet taş bulundurulması elzemdir!

Yazın ay çıkar mehtap olur, geceler kısa, her yer insan doludur. Saat gecenin ikisi bile olsa, yolda elbet birilerine rastlanır. Taş atılmadan, amma velâkin hafif yollu bir türkü tutturarak insan kolayca, emin-sâkin evine varabilir. Ya kı­şın öyle mi? Kış gecelerinde gölgeler bile tuhaftır. Hele ka­ranlık? Zifiri siyahlık her köşe başını, duvar, avlu kenarı­ ve ağaç diplerini kuşatmıştır. İnsanın kendi gölgesi bile ışıktan uzaklaştıkça esâtirî bir devliğe kavuşur. Üstüne üstlük devâsâ büyüklükte masal hayvanları -hem de sesleriyle- çömer. Hele hele o sahipsiz çığlık, uğultu, inleme, hatiften gelen davet­, hışırtılı feryatlar... Bütün bunlar, sadece rüzgarın esişin­den olan şeyler değildir. Sanki bilinmez, tarifi zor, türlü ya­ratık rüzgar kılığına girmiştir. Gölge ve sesin birleşmesiy­le yeni can ve biçimler kazanmıştır. Hepsi tükenmez bir ve­him kaynağıdır. Gizli dünyalarından çıkıp pervasız­ ve alenî cin peri oluvermişlerdir. İşte ya, insan bu türlü umulmaz tehlikelere karşı daima hazır olmalıdır. Bir an bile tedbir elden bırakılmamalıdır. Belirlenen korku nokta­larına taş atılmalı, hatta daha önceden ıslık çalarak o şeyler ürkütülmelidir. Bilinen dualar tekrarlanmalı, unutu­lanlar ise yakın zamanda tez elden öğrenilmelidir.

Menekşe’nin kendisini epeydir meşgul eden bir derdi vardı. Kuşku yumağı, evham çıkısı bir adamdı. Bugüne kadarki vehimlerinin aslı çıkmamış olması mühim değildi. Vehim ve kendisi ayrılmaz bir ikiliydi. Şu aralar kendi­sinin takip edildiğini sanıyordu. Sanmak ne kelime, bu­na emindi! Yalnız, bu takip pek garipti. Kendi bilgi ve tecrü­belerine göre, takip dediğin arkadan izlemeyle yapılırdı. Ta­kipçi sizi izler, döndüğünüzde saklanır, tekrar başlar... Bu böyle sürer ve nihayet, uygun ânı yakaladığına inanan takip­çi işi bitirir. Lakin, Menekşe’nin düşmanı böyle yapmıyor­du. Herifçioğlu kahveden eve gelene kadar ortalıkta görünmüyordu. Atılan köşe bucak taşlara cevap verdiği de yoktu. Bu minval üzre Menekşe bahçe kapısına varıyor ve takipçiyi av­lunun alt yanındaki dut ağacının dibinde çömelmiş ve ken­disine kara namlulu bir silahla nişan almış buluveriyordu! Bu ne tınmaz, ürkmez, ısrarlı bir düşmandı böyle... Atılan taş­lardan etkilenmiyor, edilen gâliz küfürlere cevap verme tenezzülünde bile bulunmuyordu. Amma sıkı adamdı dürzü!

Her akşam -evet tam yirmi gündür her akşam- aynı tehlike. Yanında gürültüye dış lambayı yakan hanımı ve türlü lânetçi küfürle o tarafa yöneliyor, artık aydınlanmış dut ağacı dibinde kimseyi bulamıyorlardı. O sinsi nazarlı, eli tüfekli -belki de beli bile bıçaklı- tuzakçıyı göremiyorlardı. Eve giriliyor, bu sefer de karının türlü tenkid ve bitme­yen sızlanmasıyla uğraşılıyordu. Ama bütün bunlar bir gerçeği yok edemezdi: Herif yirmi gündür oraday­dı ve her gece aynı vakitlerde elinde silahla kendisini bekli­yordu. Henüz ateş etmemişti ama, her an elinden bir kaza çıkabilirdi! Elin ke­feresi daha ne kadar beklerdi, elbet bir gece tam kapıdan girerken, olan olacaktı.

Menekşe’nin son kuruntusu, diğerlerine göre daha anlamlı ve en tehlikeli olanıydı. Öteki korkular, sokak cin-perileri, uzayan gölge­ler, müphem hışırtılar... bunun yanında hiç kalırdı. Bü­tün araştırma, gözden geçirme, ince eleyip sık dokumalara rağmen, kendini vur­mak isteyecek bir can düşmanı tespit edememişti. En sonunda o tüyler ürpertici hükme ulaştı: Onlar! Evet, bu mutlaka onların işiydi. Demek, cin-peri tâifesi kendi­sini hedef seçmişti! Belki öldürmeyecek ama ya kaçı­racak ya da korkudan delirtip kendi saflarına çekecekler­di (Her iki durumda da kendisinin altına kaçırma ihtimali değişmiyordu).

Kocakarı kıtlığına kıran girmemişti, dost tavsiyeleri­ne uyup türlü türlü muska edindi, ‘elektriklere fiş, kem gözlere şiş’ diye nice derûnî sayıklamada bulundu. Yine, tavsiye üzerine gündüz üç öğün beş vakit dut ağacının di­bine kırk birer kere ‘menekşe... menekşe’ diye seslendi. Öyle ya lâkabı iz bırakır, gece periler orada tutunamazdı. Lâkin çare olmadı. Öğütlere uyup üç öğün beş vakit dut ağacı dibine küçüksu döktü! Bu­nun yarardan çok zararını gördü. Son defasında öğlen vakti abdest bozarken ezan okunmaya başladı; olacak iş de­ğil... Ezan sırası da edilmez ki... İş de bitmiş değil, üstüne üst­lük bu acaip haldeyken bir de halasıgiller dış kapıdan girme­sin mi? Kaçar mısın tutar mısın; rezilliğin adı rezalet! Bu esaslı tedbir ve garip çözüm arayışını seyreden iki kızan de cabası yani.

Menekşe Yakup son bir tavsiyeye daha uyarak, mâ­lum usule göre dutun dibini menekşe diye tılsımlamıştı. Ve... o günün gecesinde o meş’um kâbustan kurtuldu. Hayret, dut ağacının dibi bomboş! Ara, bakın... kimseler yok. Hayret ki, gel de seyret. Olmuştu işte, sonunda kurtulmuştu. Menekşe lafı meğer tılsımlıymış. Niye saklasındı, eskiden beri kendinde bazı fevkala­delikler hissetmiyor değildi! Ama, bu kadarı... Yazık, bugüne kadar bu yolu niye denemediğine kızdı. Sülbiye Teyzesi haklı çıkmıştı. Hep ‘Yakupçâzım, şu yakana bir menekşe tak. Bak göreceksin, seni bırakacaklar’ diyen de o değil miy­di? Ama kış günü nereden bulunur da takılır bu çiçek; olsun, adı bile yetmişti mübâreğin!

Menekşe Yakup üç gün daha peri meri görünmeme­sine rağmen gitti, gündüzleri orayı kırk birer kere daha menekşe diye seslenerek tılsımladı. N’olur n’olmazdı. Yetinmedi, nice değişik abdest bozdu. Tam kurtuldum derken, dördüncü günün gecesinde tuzakçı, takipçi -her ne akçı, ipçi ise- gene aynı yerde ve namlu kendisine çevrili! N’âpsındı şimdi?

Korku, şaşkınlık, panik derken kendine kaynağı belirsiz bir cesaret geldi. Bu önemli duyguları bir kıyıya bırakıp hızla eve dal­dı, kapıları yumrukladı, milleti ayağa kaldırdı. Karısına göre bu kadarı da -biraz- fazlaydı! Tar tur edecek oldu, Yakup ağız açtırmadı, cinleri tepesindeydi. Işık yakmayı falan aklına getirmeden elde çifte dışarı fırladı. Fişeklere bakmamıştı bile. Böy­le âcil durumlar için tüfeğini daima dolu tutardı. Soluk soluğa koşuşturuyor, sahipsiz küfürlerle düşmanını arıyor­du. Şaşılacak şey, düşman, hâlâ yerinde! Korkmak nedir bilinmez miydi bunlar be! Esastan periydi bu, başkası olamazdı. Öyleyse, nasıl ateş edecekti; ya insansa? Bu, mühim değildi! Ya, kendini tutup çarparsa...

Çocukluğunda anlatılanları hatırladı: O masallarda bir Taran Pisi vardı ‘ararım tararım... kızanları kaparım’ diye ev ev dolaşırdı. Bazen de ağaç diple­rine saklanır, işeyen görürse sırtındaki çuvala atıverirdi. Acaba, o muydu? Belki de Eski Taran Pisi’nin torunların­dan biriydi. Ya üstüne atlayıverirse? Acaba, yakınlarda ne kabahat işlemişti?

Gölgelerin gösterdiği yeni bir korku hayvanından ürperip asıl maksadını hatırladı, kendini tüfekle yapa­cağı işe verdi. Yaklaşıp diz çöktü. Hazırdı; çabuk ha­reketlerle gözlerini yumdu ve tetiğe dokundu: Güümm... Tüfeğin patlamasıyla saçmalar gidip yerini buldu, hedef paramparça etrafa savruldu. Söz konusu hedef çığ­lık falan atmamıştı. Demek perilerin sesi yoktu! Her ne ise onu vurmuştu. Konu komşu n’oluyora çıkıp ahret sorularıyla iç avluya doluştu. Ne de olsa saat gecenin bir buçuğu (Aslında bu işler olurken saatler tam sıfır on yediyi gösteriyordu).

Dış ışıklar yakıldı, el fenerleri getirildi, hedefin vuru­lup dağıldığı dut ağacının yanına gidildi. Merak ve azalan bir korkunun heyecanıyla toplanıldı. Yaklaşık on iki çift göz cinayet mahalline dikildi. Ve... buruk bir gevşeme: Her yan tavuk tüyü! Çuval parçaları yeri kaplamış, bir kıs­mı havada uçuşuyor...

-Ulan, kim astı bu çuvalı buraya be?

-Ben asıyôdum ya...

-Ulan karı, bu muydu derdin! Bir aydır, ne çekiyôm ben...

-Tüy çuvalını cin-peri mi sandın?

-Buba, bundan mı korkuyôdun hıı?

-Ulan veletler, gidin başımdan be! Zaten re­zil olduk.

-Yâvu, bu vakit silah atılır mı?

-Oldu bir iş...

-Orda adam olsaydı, geberip gittiydi.

-Ağzını hayra aç! İyi ki yokmuş. Git bir de katil ol... İşe bak yâv... ç-ç-çı...

-Bir daha evhamlanmazsın ha?

-Ne evhamı be! Az kalsın katil olcaktık.

-Neyse, verilmiş sadakanız varmış.

-Vallâ yâ...

Zavallı tüy çuvalı... Karısı, Yakup’un titizli­ği yüzünden tavuk tüylerini çuvala doldurur, sonradan götürüp sokaktaki gübreliğe atardı. Aslında bu kadar bek­lettiği olmazdı çuvalı ama, nasılsa unutmuştu bu aralar. Ak­sine aksi üç günde bir tavuk eti yiyorlardı. Arada karın ağrısı ayağına takılan Yakupçuk nerden duyduysa duymuş, mide sağlığı için habire tavuk eti yemeye başlamıştı. Kadıncağız epeydir silkemediği tüy çuvalını avludaki dut ağacı gövdesindeki paslı bir çiviye asıveriyordu. Yakup evdeşini haksız yere pek hırpalamıştı gene. Rezilliğinin hın­cını ondan almak ister gibiydi. Kadın durduk yere haşlan­masına kızdı ‘İnsafın kurusun! Be herif, kaç aydır üç günde bir yediğin ta­vukların da mı hakkı yok’ dedi. Ama tüy çuvalının üç öğün beş vakit yapılan menekşe tılsımın­dan sonra üç gün üç gece dut dibinde görün­meyip dördüncü gün yeniden ortaya çıkıvermesini bir türlü çözemediler.

Yakup haklıydı canım, bilinmeyen daha neler vardı şu dünyada...


Yüklə 0,84 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin