KAFES
En az altısı sakallı yirmi adam... Korku denmesi zor, ancak anlam verilememiş, hak edilmemiş olduğu kesin mukabeleye mâruz insanların inanmaz gözleriyle C-5 Koğuşuna tıkıldı.
İçerisi, loş olsa da boş değildi. Mehtaptan uzak bu mekanda, gelenler için üzülen ‘yine mi?’ sorusundan yorgun, ayakta sürüyen birkaç sahipsiz gölge. O anda Kafes’te yarı çıplak bırakılmış on yedi adam daha vardı. Hem çıplak hem de pis kokuyorlardı. Bu koku, asla bakımı ihmal edilmiş vücut kokusu olamazdı! Bu âcip râyiha, oraya iki yıldır sinmiş ve gitgide yoğunluğunu arttıran canlı bir şeydi. Herhalde terkibi: Nâra, feryat, kusmuk, irin, kan ve ölüm... olmalıydı. Ama, bu kokunun kimyasında asla gözyaşı bulunmadığı belliydi. Çünkü zaman var ki, gözyaşları içe akıtılıyordu. Âh gözyaşı! Gözün ve ruhun süsü, ferasetten bir iz... Er kişiye -ancak- Allah korkusundan ağlarken yakışan şey...
Müphem fısıltılar halinde gelenlerin kim olduğu bilinmeye çalışıldı. İçerdekiler onları kendilerine âşinâ bulmuştu. Gelenler yeni bir soluk, dışarıdan taze haber demekti. Ama bu bilgilenmenin diğerleri üzerinde tezahürü işkence olacaktı. Kısa, kopuk birkaç laf için, yüksek bir bedel!
Burada konuşurken, esnerken, kaşınma ihtiyacında asla el kullanılmazdı. Bu işler, duvarlara -nemli taşlara- sürtünerek yapılırdı. Eğer el kullanılacak olsa, emirlere itaatsizlik demekti. Ayrıca, mahrem yerler açıkta kalabilirdi. İşte bu hayvanlaşma, her şeyi yitirme, akıldan kopma, çözülmedir. Bir bu hassaları kalmıştı kaybedilmedik. Acaba, ne kadar dayanılırdı? Eller arkadan bağlıysa, bir kap yal için diz üstü türlü bükülme denenir ve ancak somurarak yenirdi. Gözler... evet herkesin gözü, bu haldeyken yumulu kalırdı. Göz açımı: İhanet yok olma, buharlaşma, yarın hayalini yitirme olurdu. Yarın... yarın, var mıydı; olmayan, sadece inanılan bir zamanın adı. Ne kadar uzak; yarın denilen şey, Mamak’a ne kadar uzak...
-Soyunun lan... kaldırın kıçınızı çabuk!
-!
-?
Yeni gelenler mütereddit, hepsinde ‘bu da ne demek?’ bakışı... İçerde bulunan üniformalı memura destek için on adet görevli daha doluşuyor. Tarifi zor bir zorbalıkla yeni gelenleri beş dakikada ‘üryan’ hale getiriyorlar. Tuhaf, izahı zor, teneffüsü imkansız bir durum... İçlerinde baba oğul, damat kaynata, kardeş yeğen var. Manevi mertebece ileri olanları, hepsinin ortasında etten bir duvarla -zıt yönlü- çevrilmiş. Tahaccüp, hayâ, utanç çığlıkları, tiz sesler halinde kulakları tırmalıyor; feryâdın türküsü bu... Belli bir uyum kazanan itiraz, yalvarış sesleri diğer koğuşlara taşmış halde ufku dolduruyor.
İlk önce sıkılan basınçlı su. Ardından plastik ve meşe odunundan coplarla saldırı faslı: Fasl-ı Mamâkî! Belki biraz sonra olacaklar onları elektrikten kurtarabilir, kim bilir!
Sonra... Bu oluşu, sessiz gözlerle seyreden diğer kafes sakinlerinin pervasız, ön hesapsız vardığı bir kararla, cellat yamaklarının üzerine atıldıkları görülüyor.
-Bize vurun be, bize vurun!
-Hıncınızı bizden alın.
-Bırakın bu insanları.
-Hesabınız bizle...
Sona gelmiş, son sınırı zorlayan, kaybedecek bir şeyi kalmamış diğerlerinin bu çıkışı yamakları durduruyor. Demek ki, içlerinde bir kırıntı halinde insanlık zerresi kalmış! Belki de aylardır yaptıklarının kahramanca yurt savunmasına hizmetle bir ilgisi olmadığını anladılar. Hayır, bu geri çekilme ancak manevi bir korku.
Sanki sıvalar sökülüp bez edildi. Neresi meçhul birkaç bez parçası takvâ, hayâ üstünü bu insanlara verildi. Mahrem yerlerini örttüler. Çığlıkların yerini garip bir beklenti aldı. Gelenlerin hayret ve inanılmazlıkla büyümüş gözleri, bu dost isyana çevrildi. Demek, yalnız değildiler.
-Gardaş, geçmiş olsun!
-Allah kurtarsın...
-Allah bizimledir...
-Dayanın, ağlamayı da kesin!
-Kimsiniz, hangi şehirden?
-Bizi duymuşsunuzdur... İşte, o gençler biziz!
-Burası Mamak hemşerim!
-Burası da C-5.
-Kafes!
Güvenip cesaretlenen bir çift göz, bu civan duruşlarda kendilerine yakın bir şeyler sezdi. Yusuf’un makâmında yalnız olmadıklarını anladılar
-Bizi Kastamonu’dan aldılar.
-Sebep?
-Mehmet Feyzî Efendi’nin bağlılarıyız.
-...
Hüseyin Gazi Dağı yamaçlarına bakan, belki Hüseyin Gazinin maneviyâtını kollayan yusuf yüzlülerin arkadaşları yabancı sayılmazdı; bir dost iklimden bir büyük gönül erinin kucağından kopmuşlardı.
Koğuşun yapışkan havasında soluklanan bu garip topluluk çabucak kaynaştı. Aynı dertten muzdarip insanların hayretli yakınlığıyla dertleştiler. Âh gönüllerin kaynaşması... Sözlerin hem yetmediği, hem de fazlalık geldiği manzara...
Suçları, dinleme tenezzülünde bulunmadıkları zoraki bir toplantıda meydanın boşalıvermesine yol açmaktı (12 Eylül cuntası o gün Kastamonu’yu mekan tutmuş, apolet sayısı yüksek kişoğlusu her zaman yaptığı gibi din, iman aleyhinde atıp tutmaya başlıyor ve halk alanı terk ediyor). Güya atılan nutku beğenmeyen, kabullenmeyen topluluğun oradan uzaklaşmasını onlar yönlendirmiş. Bazı omzukalabalık vatan tosunu suçlu istemiş ve kendileri kurban seçilmişti.
Kafeste diğerleriyle bir hafta daha kaldılar. Sonra dört ay daha yatacakları Kafes’ten biraz daha rahat koğuşlara gönderildiler. Kafes’ten ayrıldıklarında bambaşka insanlar olmuşlardı. Umutlardan, güvenden, günlük arzulardan, ideallerden kopan çok şey vardı. Kaybolanlar, burada -ancak- kazanılabilirdi! Nasıl mı; pişerek!
Daha ilk gün saçlar sıfırlanmış, bıyık ve sakalları kesilmişti. Abdest, namaz, seccade? Burada henüz mümkün değil.
Çıktıkları ilk günden itibaren, hiçbirisi sakal tıraşı olmadı! Yeniden zoraki tıraş edilmemek için ahdettiler. İçerde bıraktıkları kimisi asılacak, kimisi de yıllarca yatacak kader yoldaşlarını asla unutmadılar. Onların derdini dert edindiler, hürriyetleri için çırpınıp dualar ettiler. Gizlice kıyam durup soğuk betona alın koydukları bu esirleri sıkça andılar. Çaresiz kalıp üzüldüler. Ama hiç umut yitirmediler. Ummayı, her şeye rağmen umut edebilmeyi onlardan öğrenmişlerdi. İçlerinden biri her kıtasında ‘mamak’ geçen şiirler yazdı:
Âh Mamak âh zalim Mamak!
Burda yudumlanır ter yerine
Kuru çatlak susuz damak.
Zulüm şeytan insan zulme yamak
Onları unutamadılar, hep onları anlattılar, anlatıyorlar; seviyorlar...
KOCA VEZİR
Yıldızların ufkî sonsuzlukta birbirine bakıp şakıdığı bir gece... Emirgân’da bir kır kahvesinde, denize bakan son masalardaki gölge kalabalığı şöyle bir depreşti. Bu hareketlilik, masa sakinleri için yeni bir tartışmanın başında olmak demekti.
Uzaktan bakıldığında masadaki insan yığınından birisinin elinde tuttuğu bir kağıtla diğerlerine bir şey söylediği -her ne ise- bunun kabul edildiği, okunan bir şeyin dinlendiği anlaşılabilirdi. Masaya yakın biri ise, heyecanlı bir hançereden çıkan, yapma bir heybet sezilen, ama iddia taşıdığı kesin şu sözleri duyardı:
Dîvânda yedi vezir başları önde, suskun, öylece son söylenecek sözü bekliyordu. Sonunda içlerinden yaşı yetmişi aşmış olanı, Padişahın bakışlarını üzerinde hissedip hafifçe doğruldu. Bir müsaade arar gibi Sultanın yüzüne bakmak istedi Umduğu izni o çehrede görünce, artık fazla beklemedi ve ‘Hünkârım’ diye söze başladı.
Bu hitapla, haşmetli vezirlerin hepsi medet bulmuşçasına, başlarını hep o yana çevirdi.
-...Hak yolda, şu kuşçuk canımızı dahi veririz. Nasıl irâde buyurursanız, bize öylece uymak düşer, siz ki Âl-i Osman Şâhısınız. Siz irâde eyleyin, bütün Nemçe’yi biz kulların heman Mülk-ü İslâma ilhak eyleriz.
-Biz dahi öyle düşünürüz Lala...
-...
-Velâkin, tedbir nedir? Meşveretten maksadımız budur.
-Hünkârım, Ordu-yu Hümâyun nevbahârda sefere çıksa gerektir. Tedârik ve meşgaleye şimden geru başlansa evlâdır. Ferman Sultânımındır.
-Öyleyse, tiz olmak tedbirdir. İrâdemiz odur ki, uçlarda edilen zulme gayri nihâyet verip dahi, küffâra baş eğdirmek gerektir, vesselâm...
-...
Etek öpüp bir bir huzurdan ayrılan vezirler, irâde olunan vazifeden hoşnut olarak, birbirlerine daha şimdiden şehâdet diledi.
O günün akşamı Koca Vezir son şerbetten sonra konukları uğurladı. Gecikmiş yatsı namazına durduğunda konakta uyanık kimse yok gibiydi. Hayli uzayan namazdan sonra kalktı, gümüş sürahiden bir maşrapa su içti. Sanki bu gecede bir başkalık vardı. Yatmaya hiç gönlü yoktu. Sonra yeniden seccâdesine dönmeye karar verdi, derin tevekküle daldı, epey iç geçirdi. Düşünceleri tâ çocukluğuna kadar gitti. Ö günlerden şimdiki ahvâline doğru kâh boyun bükerek, kâh tövbeler ederek tevekkül halini sürdürdü. Bir ara, dikkatinin dağılır gibi olduğu bir anda kalkıp abdest tazeledi. Yeniden kıyam durup teheccüd namazına niyet etti. Sabah namazı vakti yaslandığı yün minderden gövdesini hafifçe kaldırdı. Artık eskisi kadar kâvi olmadığını düşündü. Yaşlı ve yorgun bedeni kendisine fazla ayak uyduramıyordu. Sabah namazına hazırlanmazdan önce âhir ömrü gözlerinin önüne geliverdi. İbâdet ve taâtındaki kusurların bağışı için yeniden tövbeler etti. İkbâl nedir bilmeyen rûhu yaklaşan sabah seherinde zemzemle yıkanmış kadar tertemizdi. O, bütün bu ulvî hal içinde Rabbindan bütün samimiyetiyle şehâdet diledi.
Rabbisi katında bu dileği kabul görmüş olmalı ki, o günün öğlen vakti cuma namazı sonrasında, meş’um ellerce kuşçuk canına kastedildi.
Küçük bir Rumeli kasabası olan Sokol’da doğmuş, nice çetin gazâ görmüş, nice umur yaşamış, ama mütevâzı kalabilmiş, tenezzülden uzak Hak âşığı bu yaşlı zât payitahtta son nefesini verirken, gönül huzuruyla Rabbisine koşmuştu. Yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden nice gümüş kadırga onun rûhuyla süslenmiş olarak kudret buldu.
Semâya bir bakın, onu ve diğer şühedâyı bize selam yollar göreceksiniz. Kıvrık uçlu hançer tutan hâin bilekler, bu ulvî vecd karşısında sadece korkmuş olarak, sinsice bekleşiyor...
Okumayı bitiren delikanlı, soran gözlerle karşısındakilere baktı. Hepsi derin bir hülyaya dalmış gibiydi.
-Ee, nasıl buldunuz?
-...
-Yâhu, biriniz bâri söylesin fikrini!
Olumlu, olumsuz mutlaka bir eleştiri sözü duymak istiyordu. Üçü kız, yedi gençtiler. Bulundukları yerden bütün Boğaz görülebiliyordu. Bu donanma gecesinde ay da onlara eşlik etmekteydi. Hepsi Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi. Yazar adını taktıkları ve az önce kendilerine bir hikâye okumuş olanı en yaşlılarıydı. Kumral, gür kaşlıydı; sakallı bir yüzü ve sıfır paça bulucini vardı. Üç kızdan biri onun sevgilisiydi. Lapiska saçlar, düzgün hatlı bir vücut ve Yazar’a sıkça hediye ettiği güzel dudaklara sahipti. Yine burası sık takıldıkları bir kır kahvesiydi. Sırf romantik olduğu için ve nostalji niyetine burayı seçmişlerdi. Diğer üç erkek ve iki kız, hergün sokaklarda görülen cinsten havâî, bohem tiplerdi. Fakülte arkadaşları bu guruba Çılgınlar derdi.
Yaklaşan garson, masadaki gergin havayı böldü. Boş şişeleri topladı. Erkeklerden biri ‘Sen bize yeniden bira getir, gece uzayacağa benzer’ dedi. Bu, içlerinde Yazar’ı en çok eleştiren, kıskanan çocuktu. Entellektüel tavırları severdi. Hatta içiyormuş havasını verdiği bir piposu bile vardı. Çocuğun gidişinden sonra lafa girdi.
-Dostum, sen buna hikâye mi diyorsun?
-Ne o öyle, evliya menkıbesi gibi...
-İşlemişler oğlum seni...
-Süper nostalji... Okkalı tarihsel dürtülerin varmış Yazar Beyimiz!
-Yani, hiç hikâye görmesek yutturacaksın... Ne onlar be, Koca Vezir falan... Geçti o devirler koçum...
-Haksızlık etme Tayfun! Bu konu beni sardı.
Konuşan, diğer iki kızdan biri olan Dilekti.
‘Hayatım, eremediğin ete mundar deme’ diyerek, Aysun da Dilek’in tarafını tuttu. Yazar’ın sevgilisi Güntülü de ‘Üzmeyin benim bitanemi bakîm’ sözüyle, havayı yumuşatmayı denedi. Fakat tartışma açılmıştı bir kere. Şimdi sıra Servet’teydi.
-Ercü, günümüzü yaşamıyorsun sen. Son zamanlardaki mistik eğilimlerin çok ilginç. Yüzyıl mı değiştireceksin ne! Zaten, kullandığın dil yeter ölçüde ipucunu veriyor. Vakânüvisleri de geçmişsin bu yazında!
-...
Bu dokunmalara Yazar sadece gülümsedi. Hepsinin konuşmasını bekliyordu. Yine bunlar beklediği tepkilerdi. Son delikanlı olan Ferhat, yarım birasını diktikten sonra konuştu.
-Aslında fena değil... Kalite kokusu alıyorum. Ama Servet haklı; daha çağdaş olabilirdin. Ezilen insanımızı işleyebilirdin. Ama tuttum bu öyküyü ben. Değişik bir havası var, hani mensûre mi ne derler eskiler, öyle bir şey işte. Gurur, büyüklük, görkem var anlattıklarında. Enterasan...
Ferhat, ezilen insanımız sözünü ederken, kendine yönelik pöf iğnelemesini duymazdan geldi (Pöfleyen Güntülü’ydü).
Tayfun başını Aysun’dan çekti.
-Laf bunlar laf... Ne yani, atlastan yelkenler, ibrişim kadırgalar?
-Hayır, gümüşten kadırgalar! (Yine Güntülü’ydü).
-Evet, her neyse. Destan mı yazıyorsun mübarek! Geçti bunlar oğlum.
-Dil bozuk dil... Söyle, bu kelimeleri kullanan var mı? Ulvî vecd diyorsun; ne demek bu ben bile anlamadım. Çağdaş bir öztürkçeyle betimlesen ya...
Son konuşan Servet’ten sonra, Yazar nihayet cevaplama sırasının geldiğine kanaat getirdi. Doğrusu, bütün bu sözlere baştan beri iyi katlanmıştı.
-Evet arkadaşlar... Hepinizi dinledim. Haklı olduğunuz yerler var. Bu kısa bir yazı, tür kaygısı gütmedim. Siz kısa hikâye deyin. Bana uyar. Nostalji dediniz buna da âmenna! Sokulu ile aramızda asırlar var. Fakat hikâyemde olay yok! Ben size tarihi bir olay değil, insanı anlatıyorum. Sokullu’yu hissettiniz mi? Bunu vermek istiyorum ben. Gümüş sürahiden su içirtiyorum ona. Bunu anlayabiliyor musunuz? Ağdalı Osmanlıca kullanmışım; Osmanlıyı başka neyle anlatabilirim ki? Servet, ulvî vecd yerine başka söz söylememi istiyor; Tanrı’ya yakınsal kendinden geçmişlik mi deseydim?
-...
Etkilenmişlerdi. Dilek, Servet’in yanından yavaşça sıyrıldı. Aysun sandalyesini masaya daha da yaklaştırdı. Diğerleri de toparlandı. Ercü’nün konuşmaları her zaman ilgi çekiciydi. Ercü de kendilerinden biriydi ama, bazen apayrı bir kişiliğe bürünebiliyordu. Farklı bir yapısı vardı. En son, geçenlerde aile şeceresi üzerinde çalışmıştı. Kendine yeni bir tarihi ve sosyal kimlik arama peşindeydi sanki. Koca Vezir yazdığı üçüncü tarihi yazıydı. Ercü yetenekliydi; istese, gazetelerin pazar eklerinde, iyi bir köşede deneme yazabilirdi. Ama o tercihini başka türlü yapmıştı. Arkadaşları sabırlıydı; Ercü’nün bu hobiden de sıkılıp kendilerine -bohem, pahalı, aşklı hayata- döneceğini umuyordu.
Ercüment yarım saat daha konuştu. Arada yine sitemler, iğnelemeler yapıldı, gülüştüler. Garson iki kere daha servis yaptı. Aysun’la Güntülü, bira ve sıkı bulucinlerin zorlamasıyla tuvalete gidip geldi. Gece daha ağır hissedilir oldu, gitgide mehtap koyulaştı. Ercü sözü bağlamak istedi.
-Evet... Bu hikâyemde ben tarihimizi, özellikle Osmanlıyı reddeden veya müze olarak gören zihniyete isyan ediyorum. Resmî tarih tezini kabul etmiyorum. Yazılacak daha çok şey var. Üstün moral değerlerimizi işlemeye ve onlara ulaşmaya çalışıyorum. Arkası da gelecek...
-Tebrikleerr...
Hepsi Ercü’yü alkışladı.
-Bu yazımı da çıkacak ilk kitabıma alıyorum.
-İşte, bunu kutlamalıyız.
-Buna içilir!
İçtiler. İçmeleri, kutlamaları göstermelikti. Kopan bir-şeyler vardı. Köprülerin atılması uzak sayılmazdı. Geç vakit, Servet’in son model bmw’sine doluşup dağıldılar. Güntülü serbest bir ailenin kızıydı; hele annesi çok anlayışlıydı. Ercü’yle ilişkisi için onay bile gerekmemişti. Pek çok kere olduğu gibi, o gece de Ercüment’in evinde sabahladı. Bu son tartışmadan sonra -istemeseler de- hepsi Ercü hakkında bir durum değerlendirmesi yapma gereği duyacaktı.
Ercü’nün yazdığı denemeler ve özellikle son üç hikâye, resmen tutuculuk kokuyordu. Hatta, içlerinden birisi tarafından Ömer Seyfettin’i taklit etmekle suçlanmıştı. Ercü’deki bu değişiklikler, edebî, tarihî tavrı ve geliştirmeye çalıştığı uslûp, hep o hinoğluhin Eşref’ten kaynaklanmaktaydı. Hemşehri falan ayağıyla, zavallı Ercü’yü kafaya almış, tavlamış, alenen çengel atmıştı. Yakın bir gelecekte Ercü de onlardan olursa, şaşılmamalıydı. Ama, işte bu haltı biraz zor yerdi o Köftehor Eşref! Çünkü, Güntülü vardı. Üç yıldır süren bu uzatmalı aşkta, ipler hep Güntülü’deydi. Ercü’nün ona olan zaafı korkunçtu ‘öl dese ölürüm’ cinsindendi. Eşref adlı mürtecinin verdiği dinî, millî vaazlar şimdiye kadar Ercü’yü bu aşktan soğutamamıştı. İşte bu, iyiye işaretti. Güntülü, hâlâ dilediğinde onun bekâr evindeydi; bu, Ercü kontrol altında demekti!
Ama bütün bu temenniler, kontrol mekanizmaları havada kaldı, hiç arzu edilmeyen o korkunç şey -maalesef- gerçekleşti. Eşref denilen sarkık bıyıklı, kartal bakışlı, köylü tavırlı o hayalperest çocuk, Ercü’yü onlardan sessizce çalıverdi. Bu korkunç âkıbeti ne o entel çevre ne tatlı mazi ne de Güntülü’nün dişiliği engelleyemedi.
Ercü sanki sırrolup kendini bir yerlere kapamıştı. Ardından ‘şöyleydi böyleydi’ lafları ve bildik küfürler edildi. Yeri dolmaz acı kayıp sîneye çekildi. Gerçi son bir umutları daha vardı: Ercü’nün hayat tarzı. Kafası değişmesine rağmen, yaşama biçimi aynen devam etmekteydi. Yani, yine onlardan sayılabilirdi. Ama, bir kere aforoz edilmişti, dönüş yoktu. Nihayet, bu son umut da yok oldu: Bir gün Ercü’nün İstanbul’un büyük camilerinden birinde ibadet maksatlı olarak bulunduğunun öğrenilmesi, grupta ‘son umudun da yok olduğu’ şeklinde yorumlandı.
Grupta Ercü’yü gündeminden hemence silemeyen bir Güntülü kaldı. Terkedilmişliği asla gururuna yediremedi. İçtiği sek viskiler de onu teskin etmedi. Ercü’den intikam almak ve nispet için sıkça değiştirdiği yeni ve daha çağdaş sevgililer edindi.
SON İKİ AY
Birbirini iyi tanıyan ve seven iki arkadaşız. Ama, ben ona hep âbi diyorum. Herhalde yaşımız da aynı olsa, ben ona yine böyle derdim. O benden başka pek çok kişinin de ağabeyidir. Sanki işi ve mesleği ağabey olmaktır. Hep birilerinin işini takip eder. Çok defa telefonla aranır. Kendi de sık sık birilerini arar. Geleni gideni bitmez. Sık sık takılıyorum ‘Sana günde on kişi ziyarete geliyor, bana bir Allahın kulu uğrasa mevlit okuturum’. Bana hiç telefon melefon eden yok. Yine bazen ‘Adam tutup kendimi arattıracağım’ diyorum. Gerçekten de burada unutulmaya yüz tuttum; ne arayan var ne de soranım. Bu yüzden dostlara kırgınım.
Gelenlere beni tanıştırırken ‘bizim kayınço’ diyor, ‘hanımın kardeşidir, kankardeştirler’ diye de açıklama yapıyor. İki yıl önce eşi ameliyat olmuştu. Kan gerekince benimki tuttu, verdim. Bu benim ilk kan verişimdi. Gizliden gururlanıp seviniyordum. Ama, o da ne... Benden başka dört arkadaş daha, kan vermeye gelmiş! Heyecanımı onlarla paylaşıyorum. Yenge hastalığı atlatıp düzeldi. Sık sık selam gönderiyorum. Kimi zaman ‘yengeme’ diyorum. Bazen de ‘ablam nasıl’ diye soruyorum.. O da bana, gıyâbî selamlar getiriyor.
Hasan Ali Âbi yorgun ve kederli bir yüz ifadesine sahip. Pek güldüğü yok; çok ağırbaşlı, aşırı sinirlenmiyor; sakin. Kara çerçeveli gözlükleri var. Saçlarında aklık oranı epey yüksek.
Sık sık eski günlerden konuşuyoruz. Başımızdan geçenlerin çoğu birbiriyle ortak. Bir olay anlattığında, hemen ortak bir hâtıra olduğunu keşfediyoruz. Eski arkadaşların vefasızlığına birlikte üzülüyoruz. Eski heyecanları yeniden yaşıyoruz. Hatalarımızı cesaretle kabulleniyoruz. Hâlen bildiğimiz arkadaşların durumuna bakıp ‘Allah yardım etsin’ diyoruz. ‘Allah rahmet etsin’ dediğimiz ve buruk iç geçirdiğimiz gönüldaş sayısı hiç de az değil... Sohbetlerimiz hep bu minval üzre sürüp gidiyor. Arada gazeteyi ben alıyorum. Can sıkıntısından okuyoruz. Bizim bura pek işlek değil. Bazen de kitaplara dalıyor, okuduklarımızı tartışıyoruz.
Geçenlerde Muhafazakar Parti’ye gittik. Mehmet Pamak diye biri kurmuş. Büyük masa üzerinde üç beş dergi görünüyor; biri de Töre. Zaman Kuşu adlı şiirim o ay yayınlanmış; o gün gördüm. Yaşlıca bir amca yaklaşıyor ‘Bu şiir epey zorlu, şâirini tanımak isterdim’ diyor. Beni tanımadığı belli; ezilip büzülüyorum. Hasan Ali Âbi ‘İşte karşınızda’ diyerek beni gösteriyor. Sarılma, kutlama, övgü... Hüseyin Çelikcan imiş.
Benim derdim öğretmenliğe geçmek. Bu konuda onun başını epey ağrıtıyorum. En küçük bir umuttan türlü tasarı kurup saatlerce konuşuyoruz. Üç yıldır öğretmenlik için uğraşıyorum. Bir türlü tayinimi yaptıramadım. Tayin derdiyle onu epey rahatsız ediyorum. Bana ‘çok acelecisin, biraz sabırlı ol, bu işler böyledir’ diyor.
Öğle yemeğini işyerinde yiyoruz. Açlığı evden getirdiğimiz peynir, domates, biber gibi hafif gıdalarla geçiştiriyoruz. Geçenlerde Havva Ablam aşûre göndermiş, çok hoşuma gitti. ‘ellerine sağlık de’ diyorum. Havva Abla aralıklı olarak rahatsızlanıyor. Ameliyatın derdini daha tam atamamış. Buna çok üzülüyorum. Hasan Ali Âbi, bu yüzden pek kederli. Sık sık ‘nasıl’ diye soruyorum; cevaplar ‘eh n’olsun’a takılıyor. İkisi de çalıştıkları için çocuklar evde yalnız. Bakacak kimseleri de yok. Büyük kızlarını ana okuluna vermişler. Küçük evde kalıyor. Hüner ve bol zaman isteyen bu bakım işi onları çok hırpalıyor. İşte, benim Hasan Ali Âbimin böyle dertleri var. Bütün bunlara rağmen, sabırlı ve metânet sahibi.
En çok konuştuğumuz mesele, milletin şimdiki hali... Birlikte üzülüyor ve acınıyoruz. Duamız şöyle: ‘Allah bu milletin basiret gözünü açsın... Doğruyu bilme, kavrama gücü versin’. Yoksa bu millet, tarihin hiçbir çağında, bu kadar hissiz, mesuliyetsiz olmamıştı. Olupduran, sürüpgiden bunca yalan ve çürümeye böyle kayıtsız kalınması izah edilebilir bir şey değil. Bu türlü konuşmalar bizi karamsarlığa, ümitsizliğe düşürüyor. ‘İnanıyorsanız üstünsünüz’ uyarısı gâye-i hayatımızı gösteren, bize güç veren başlıca âmil oluyor. Kimi zaman da Dündar Beğ’in ‘Allah Türk milletinin fena bulmasını dilememiştir’ sözünde ifadesini bulan iyimser müjdelere sarılıp umutlanıyoruz. Bu türlü gönül coşkunlukları bizi heyecanlandırıp moralimizi takviye ediyor.
Beni üzen, ayrılık hâyilâsına salıveren sözü söyleyeli bir hafta oluyor.
Yine, her zamanki gibi odamızda sigara içiyorduk (Bir yıldır bırakmıştı, ben yeniden başlattım). Çaycı Nuri Dayı’nın bardakları bırakıp çıkmasından sonraydı, döndü.
-Biliyor musun, tayinimi Sincan’a istedim.
-Hayırlısı olsun Âbi. Nasipse ne zaman...
-Eh, bir iki aya kadar inşallah.
O gün hep bu konudan konuştuk. Bir sürü tasarı.... Ev taşıma derdi, odun kömür meselesi falan. Bu arada, beni etkileyen duyguyu yeni fark kettim. Hasan Ali Âbi’nin gitmesini istemiyordum! Bunu anladığımdan beri -ki son dört gündür hep bunu düşünüyorum- onu fikrinden caydırmaya çalışıyorum. Doğrudan ‘gitme’ demiyorum ama kışın yaklaştığından, ev taşımanın zorluğundan, evin Ankara’ya uzaklığından söz açıyorum. Aslında gitmesi onun için çok iyi olacak, biliyorum.
Sincan... Sevmiyorum bu adı! Aklıma Doğu Türkistan geliyor. Çinliler işgal ettikleri bu Türk yurduna yeni ülke anlamında Sincan demiş. İki kelime arasındaki sesteş benzerlik beni kahrediyor.
Bugünden sayarsak, çok daha iki ay beraber olacağız. Tabiî, işyeri ayrılsa da gönüllerimiz birlikte olacak. Arada görüşeceğiz mutlaka. Ama eskisi gibi olmayacak. Ayrılmamıza son iki ay kala konuşmadık konu kalmasın ister gibi, daha içten sohbet ediyoruz. Elbet, ayrılmamız dünyanın sonu demek değil. Fakat şu da var: Onsuz sıkılacağım burada ve onu çok özleyeceğim.
Hasan Ali Âbi, on gün oluyor evi taşıdı. Yakında işyeri de değişecek. Dost da olsak hepimizin özel hayatı vardır. Ben ondan ayrı kalacağım ama o beklentilerine yakın yaşayacak. Korkum, görüşmelerimizin ‘geçiyordum uğradım’ seviyesine kayması. O öyle biri değildir; dostlarını unutuvermez.
Dostlar da unutulursa, başka neyimiz kalır?
SÜRGÜN
Onun hakkında pek çok şeyi, haberi olmadan öğrendim. Zaten, kendisine sorsam mümkün değil anlatmazdı. O rastgele konuşacak bir adam değildi. Öyle içine gömülü, kederli bir duruşu vardı ki, gören bir yakınını kaybettiğini sanırdı. Burası onun beşinci görev yeri. Daha önce iki defa da görevden alınmış. Ama yılmamış yeniden tayin yaptırmayı başarmış. Toplam dört yıldır öğretmenlik yapıyor. Maaşlarını çoğu kere üçte-iki olarak alıyormuş. Bu açıkta gezmelerde kendine bir de meslek edinmiş, badana boya işi yapıyormuş. Dedim ya, bütün bunları anlatmadı. Sanki, bu bilgiler onunla birlikte geliverdi. Devamlı heyecanlı hareket ediyor. Gören, yeni öğretmen çıkmış diyebilir. Bazen bakıyorsunuz, bir suçlu gibi köşesinde büzülmüş oturuyor. İlk karşılaşmamız, bütünleme sınavlarında oldu. İkimiz de gözlemciyiz. Daha iyi izleyebilmek için yavaşça yanına sokuluyorum. Çevresinde kimse yok gibi davranıyor. Etrafında kim var, hiç dikkat etmiyor gibi. Ama ben, onun bakmadan görenlerden olduğunu hissediyorum. Aslında, ona ilk söyleyeceğim sözleri hazırladım. Ama beceremiyor, gayet basit olarak ‘nasıl gidiyor’ diye soruyorum. Hayır bu hiç olmadı! Çok sığ bir yaklaşımda bulundum. Daha nazik, anlamlı, samimi ve tabiî davranmalıydım. Bana ‘gereken yapılıyor’ deyince, düşündüklerimin haklılığı ortaya çıkıyor. Sanki, adam genel müdür! Başından basın mensubu savarcasına beni tersleyip resto çekiyor. Aman Allahım, ne soğuk adam...
Öğretmen odasına her gelişinde, yanımdaki sandalyeyi hep boş tutuyorum. Belki de mecbur kalıp oturur diye. Fakat o, her seferinde mutlaka başka yer bulup oraya geçiyor. Kimseyle samimiyeti yok, kimseyi kendine muhatap almıyor. Sadece, ilk geldiği gün müdür odasında on beş dakika oturup konuştuğu görülmüş. Adam sınıfta da konuşmuyor. İngilizce öğretmeni olduğundan dersini verip çıkıyor. Bekar, evleneceği de yok! Yaşı otuza gelmiş. Hiç evlenme, kız meraklısı değil.
Bu muamma ve sır küpü adamı bir sabah konuşurken yakaladım. Okulun en yaşlısı olan hademe Hüseyin Dayı’yla, hararetli hararetli konuşuyordu. Bu da yetmedi, beni hayretler içinde bırakan şeyi yaptı: Uzunca bir kahkaha attı. Gözlerime inanamadım. Hemen o tarafa seyirtiyorum, yazık yetişemiyorum. Ben gelene kadar ayrılıyor, giderken gene o eski haline bürünüyor. Hademeye soruyorum:
-Hayırdır ne konuştunuz öyle?
-N’ossun, cumaya gitçekmiş, camiyi sorduydu.
-Peki, niye bana güldü?
-Ona baktığını fark edince, gülmüştür.
-Allah Allah... niye acaba?
-Vallâ onu da ona sorucân.
-Haklısın.
Adamın kolunun, elinin, parmaklarının devamı gibi bir de tespihi var. Tespihi bir çevirişi var, çoğu kimse parmağını öyle oynatamaz. Tespih onun ellerinde tabiî bir uzuv gibi duruyor ve devamlı sallanıyor. Ondaki diğer bir tabiî şey de ellerindeki tebeşir beyazı. Sanki hiç ellerini yıkamıyor.
Günler hep tekdüze geçiyor. Bizim hocanın tavırlarında değişen bir şey yok; hep aynı adam. Bir öğlen çıkışı, yeniden onu biriyle konuşurken yakalıyorum. Ama geçenkinden fazla şaşırdım. Çünkü, müzik hocası Figen Hanım’la birlikteydi. Erkeklerle bile konuşmayan bu adam, bir kadınla konuşsun, demek yanılmışım. Bu adam bildiğim gibi değil. Gizli bir kişiliği daha var. Artık onları sık sık görüyorum. Tam on sekiz gün sonra, benim beklediğim fakat başkaları için sürpriz gelişme yaşandı. Bizim Hoca Figen Hanım’la söz kesmiş... Ama o yine eski adam. Sözlüsüyle okul dışında yürüyor, okul içinde iki yabancı gibiler. Artık okulda ilk zamanki gibi gündemde değil. Benim içinse hâlâ muamma olmayı sürdürüyor.
Dün hiç beklemediğim bir şey oldu. Bizim Hoca bana ‘laf’ attı.
-Merhaba Ramazan Bey...
-Vaktiniz var mıydı, bir görüşseydik...
-Tabiî, elbette, neden olmasın, ben de zaten...
Sonra, tam bir buçuk saat konuştuk. Önce benden gönül alıcı bir özür diledi. Âbimin selamlarını sundu. Ve anlattı, ben dinledim. Bu muamma adam, bir bilmece gibi çözüldü. İşin doğrusu, o bilmece falan değilmiş, kafamda onu bu hale ben sokmuşum. Bunu anladım. Bilecik’te Âbimle birlikteymişler. Meselenin özü aslında bir şaka. O durgunluğu, kederli hali hep gerçek tabiî. İnsan etkisinde kalıyor. Yine konuşurken, karşısındakinin yüzüne hiç bakmıyor. ‘Kusura bakma. Bugüne kadar fırsat bulup konuşamadım sizinle’ diyor. Bu bir yalan. Ben anlıyorum. Âbim benim nasıl ‘meraklı bir tip’ olduğumu söylemiştir. O da beni gereğinden çok meraklandırdı zaten. Âbim ‘Bizimkisi seni gizliden izleyecek. Sorularına cevap arayacaktır. Biraz geç konuş onunla’ demiş. Bunu söyleyince utanıyorum.
-Figen’le de sözlendik ama... Tutmazlar beni burda.
-Ne o, mesele nedir?
-Boş veer... iş olacağına varır.
İş, gerçekten de olacağına vardı. Dostluğumuzun ilerlediği şu beş ayın sonunda tayin belası yaşıyor; yine açığa alındı falan derken, maaşı da kesildi. Anlaşılan, bu sefer işi kökten bitirmek istiyorlar. Görevden alınma sebebi siyasi ve yerli yersiz güneşe karşı işemek ihanetiydi!
-Ne güzel, burada kök salacaktım.
-Üzülme, yine evlenirsin. Dünyanın sonu değil ya...
-Yok yok... bu iş başka.
-Yine de hayırlısı.
Kabullendik, anlaşıldı bıçağımız kesmiyor. Burada durmanın da âlemi yok; gitmeye mecbur. Ankara’ya uğurlamaya ben de gittim. Figen Hanım da ordaydı.
-İnşallah, halledeceğim.
-Tabii âbi, inşallah...
-Burası olmazsa, başka bir yere yaptırmaya çalışacağım. Zor olacak ama.
-...
-Figen’e göz kulak oluver. Kızcağızı da umutlandırdık.
-Nasip be Hoca...
Arabaya binmeden sözlüsüyle konuştu. Arabaya son binen o oldu. Gözlerini silen Figen’e ‘Hadi gidelim, hayırlısıyla yakında döner’ diyorum.
Birlikte okula doğru yola koyuluyoruz. İlk derse girmeyip onu geçirmeye gelmiştik. İkinci derse yetişmek için ikimiz de hızlı yürüyoruz.
‘PAT’ SESİ
Çete reisi yarım saattir sofra başındaydı. Koyu gölgeli bir çınar altında on yedi kişi mola vermişti. Çete reisinin duyduğu, üçüncü ‘pat’ sesiydi. Her pat sesinde kuzubudu tutan elini bağdaş kurduğu sağ dizine dayamış, derin derin solumuş ‘tövbe estağfurullah’ çekmişti. Üçüncü pat sesinde sol kaşını hafifçe kaldırarak karşısındaki çeteye baktı. Adam yekinip arkadaki kayaya doğru koştu. Bir dakika sonra tüfeksiz, fişekliği çapraz bağlı başka bir çeteyle geri geldi. Bu, daha bir buçuk ay önce çeteye katılan Kara Yaşar’dı. Toy çeteyi omuzlarından bastırıp yere, reisin karşısına diz çökertti. Kara Yaşar bir dizini iyi bükemediğinden biraz öne abandı. Topal diziyle bir somun ekmeğin üstüne basıverdi. Reis birden ‘bre kapçıkâzlı, ekmeğe de mi basarsın’ diye kükredi. Kara Yaşar öyle bir toparlandı ki, sağlam bir adam öyle hızlı hareket edemezdi.
-Bre densiz, çete başı yanında emze patlatılmadığını bilmez misin?
-Affet Reisim! Nerden bileyim. Vallâ billâ bilmeden...
-Çete dergâhı oyun yeri midir be!
-Kusuruma bakmayın. Çekirdekleri yoktu, patlatıvereyim dediydim. Tövbe bir daha olmaz.
-Râşit, akıllandır hele bakalım. Hürmet nedir, bir görsün.
-...
Zavallı Yaşar iki büklüm af dileniyordu. Reis başka konuşmadı, yine sol kaşını hafifçe oynattı. Raşit çeteyi kaldırdı. Yere yatırıp dipçiklemeğe başladı, yerlerde sürüdü. Kanaat getirince bıraktı. Yaşar kasığına da darbe yemişti. Sürünerek vardığı ilk çalının dibinde abdest bozdu. Neydi bu başına gelen? Yine de iyi atlatmıştı. Daha geçen gün, kuşa sıkıp domuza diye yalan atan birine otuz değnek vurulmuştu.
Çekirdeği düşmüş üç mermi patlatmıştı. Ne vardı bunda? Boşa mermi sıksa cezayı hak ederdi. Alında mermi sıkıntıları da yoktu. Peki, neden bu kadar kızılmıştı? Yemek sırası -eğer âlem değilse- havaya mermi döşemek affedilir şey değildi. Ama onunki... O koca kaya ardından ‘pat’ sesi duyulmazdı bile. Üstünde daha fazla durmadı. Ona revâ görülen bu ceza çok zoruna gitti. Yeni çeteydi ama mertliği, âdab-ı erkânı bilirdi. Sol dizindeki sakatlık da bu yüzdendi. Kardeşini döven birinin üzerine silahsız varmıştı. Herif eski kabadayılardandı. Yine de adamın iki dişini kırabilmişti. Ama dizine yediği mermi yarası geçmek bilmemiş, adı topala çıkayazmıştı. İki yıl önce de kardeşi adamı vurmuştu.
Sırada iki değirmen daha vardı. On yedi kişi atlanıp mola yerini terk etti. İlk köydeki mandıra iyi haraç vermişti. Yatsı vakti iyi bir ziyafete oturmuş, geceyi orada geçirmişlerdi. Ertesi gün öğle üzeri Selvi Köyü’ne vardılar. Kendileri gelmeden haberleri ulaşmıştı. Köy boşalmış gibiydi. Doğru değirmene gittiler. Sahibi yoktu. Aslında beklemesi gerekirdi. Kapıyı kırıp içeri girdiler. Mola için yayılıp atlara arpa saçtılar. Üç dört çeteci çaya yıkanmaya indi. İkindi sonrasıydı ki Vezir Üsmen göründü Ama çok geç kalmıştı. Değirmen kapalı bile olsa, haberlerini alınca hemen koşması gerekirdi. Reis hiç acımadı. Oysa, kaç yıldır adam onlara kapısını açmıştı. Sol elini iki kaya arasına sokturup çevirtti. Adamcağızın çığlığı bütün ovayı inletti. Kara Yaşar başını yana verip bakmadı. Korktuğundan değildi, kan da tutmazdı. Ama herife bu eziyet revâ değildi. Kendisi bugüne kadar üç kişi vurmuştu, din iman bilirdi gene de. Vezir Üsmen çok kötü durumdaydı. Eli gitmişti, elsiz can ne işe yarardı? Korkacağı kalmamıştı artık. Bu hainlik adamı çileden çıkardı. Değirmeni çetenin yataklık yeriydi, on iki yıldır hizmet ederdi. İki saat gecikti diye yapılan bu eziyet ve kan pıhtısı gibi olan elleri adamı deliye çevirmişti, beddualar ediyordu.
-Bre kadir bilmez âhh... Canımı al canımı...
-...
-Yüreğin varsa haa! Uuy anam, uuy elim...
-...
-Seni köpek tüylü... Seni emze düşmanı, ödelek kâfir...
-...
-Cümle âlem bilir senin emze patlamasıyla işediğini be...
-...
-Yaktın benii... Al parmaklarımı ye be... Uyy anamm...
-...
Reis dayanamayıp çekti filintasını, Vezir Üsmen’in karnına beş tane mermiyi boşaltıverdi. Adam yere yığılıp kaldı.
Kara Yaşar görüp duyduğundan afalladı. Diğer çeteler de yapılanı beğenmemişti. Çoğu mert delikanlıydı. Destursuz değirmenden çıktılar. Kara Yaşar o gece reisin köyünden Deli Arif adında kendi yaşındaki genç bir çeteyi minnet rica konuşturdu. Kart çetecinin sırrını öğrendi.
Deli Arifin dediğine göre, reis daha delikanlıyken silahtan çok korkarmış. Kendi nişanında bile herkese av tüfeği attırmış Barut bitince emze atılmaya başlanmış. Bir ara Sağdıcı Bahri’nin elindeki tüfek ateş alıvermiş. Tam da reisin omuz başında. Boş bulunmuş tabiî... Olan da ondan sonra olmuş. Hem de düğün alayının orta yerinde. Reis ilk önce kızarıp bozarmış, sonra koşarak alaydan kaçmış. Kalktığı yere bir baksalar, ıslak! Rezalet ki, huzurdan ırak... Köye bir daha uğramamış. Harp çıkınca askere gitmiş. Sonra asker kaçağı olmuş. Şimdi bu diyarda çeteciliğe başlamış. Hakkında dört tane vur emri çıkmış. Adamın silah sesine bir gıcığı yokmuş ama, emze sesi duyunca, delirirmiş.
Reisin geçmişini öğrenen Kara Yaşar bu rezil heriften, yaptıklarını sormaya yemin etti. ‘Bunca zamandır böyle âdi birinin peşinden gitmişim’ diye de kendine kahretti.
Değirmende üçüncü geceleriydi. Gece yansı yavaşça yerinden doğruldu. Daha önceden hazırladığı çekirdeksiz fişeğini mavzerine sürdü. Reis kapı önü nöbetçisi dikmezdi. Diğerleri yolağzında laflaşıyordu. Yavaşça yürüyüp binanın içine girdi. Çete başı şilte üzerine serilmiş sesli sesli horluyordu. Namluyla bu uyku yığınını dürttü. İkincide adam kımıldadı, ardından uyandı. İlk önce bir mana veremedi. Sonra bir şeyler sezinler gibi oldu. Beş dolumluk tabancasına uzanmak istedi. Silahı Kara Yaşar’ın kuşağında gördü.
-Ne oluyor ülen... bu ne utanmazlık be!
-Vallâ vurduracâm seni... Bana nasıl silah çekersin sen.
-...
-Ben, senin reisin değil miyim...
-...
-O meseleyse, değmez be Topal.
-...
Kara Yaşar acele etmeden, mavzerin namlusunu adamın omzuna yasladı.
-Sana çekirdeksiz bir fişek hazırladım.
-?
-Korkma, seni öldürmeyeceğim.
-...
Sonra, tetiğe dokundu. Çok şiddetli olmayan bir ‘pat’ sesi duyuldu. Fakat bu ses herkesin içeri doluşmasına yetmişti. Hepsi kulağı açık uyurdu. Birisi feneri yaktı, sonra öylece kalakaldılar. Gördüklerine hem şaşırmış, hem de tiksinmişlerdi.
Koskoca çete reisi yatakta ağlıyordu. Uzun beyaz donunun önü ıslanmıştı. Bu vicdansız ama insan sarrafı adamlar iki gün öncesini hatırladı. Vezir’e kıyması hoşlarına gitmemişti. Söylentiyi de az buçuk biliyorlardı.
Kara Yaşar konuşmadı. Kimseye bakmadan, elindeki boş mavzerle yürüdü, kapıdan çıkıp atına bindi, fakat sürmedi; bekledi. Diğer on beş adam beş dakikada hazırlandı. Atlanıp peşine takıldı. Reisi silahı ve atıyla öylece bırakmışlardı. Karşı tepeye vardıklarında, değirmenden yana tek bir silah sesi geldi. Başka zaman, bu ses onları sipere yatırırdı. Ama şimdi, arkalarına dönüp bakmadılar bile. Atlarını sürmeye devam ettiler.
Dostları ilə paylaş: |