Yazılmamış Mektup, 37 Vefa Borcu, 41 Yavrucuk, 45 Bir Bakraç Yoğurt, 49 Mesut ve Muntazam, 57



Yüklə 0,84 Mb.
səhifə4/9
tarix27.01.2018
ölçüsü0,84 Mb.
#40810
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

MESUT ve MUNTAZAM
Kızcağız yeni tayin olmuştu. İşe başlamasının daha dördüncü gününde, o orada yokken, o ana kadar onda gör­düğü gariplik, pintilik ve diğer açıklanması zor, sadece inti­bâ olarak kalması gereken şeyleri sözle ifade edivermişti. Asıl duyulmasından korktuğu şeyse, Müdür Bey hakkında ağzından kaçırdıklarıydı.

Sonra...


Korkuverdi birden. Duyulurdu mutlaka. O da duyar­dı. Evet, kesinlikle duyardı. Duymadığı şey yoktu ki adamın. Sanki, işi bir şeyler duymak, sonra da onları bir şeyler duyma­sı gereken yerlere duyurmaktı. Bunu âdet edinmiş olmalıy­dı. Hatta, mesleği bile bu iştir denebilirdi.

Aslında...

Adamın bir işi ve mesleği vardı. İşine de çok bağlıydı. Çalıştığı iş dalında uzman sayılırdı. Tartışmasız bir uzman... Hükümetçe belirlenmiş 657 sayılı kanun, sayısız kararnâme, tamim, yönetmelik ve türlü mevzuat hükümleriyle teçhiz edilmiş gerçek bir savaşçı... Nice bürokratik zafer kazanmış gerçek bir kahraman... Bir ‘memur’du o!

Memur kelimesi, zaten Arapça ‘emir’ kelimesinden gelmeydi. Memur, emir üzre iş görürdü. İşi, âmirin emrine göre iş yapmaktı. Âmir emir verirdi; işi oydu çün­kü. Ona göre emir verme, âmir olma büyük işti. Ama âmir­le geçinme, gözüne girme daha büyük iş sayılmalıydı. Ne ya­zık ki, yeniyetme memurlar bunu anlamamakta ısrarlıydı. Onlara acıyordu. Hey gidiydi eski günler hey!

Katran sürülmüş zemin, havadaki tütün kokusu, masif mobilyalar; büzmeli kolluk, mürek­kep, hokka; dosya, klasör, stampa; evrak, kayıt-kuyudât... Kertme, dama veya tırtıl bıyık, geriye itilmiş bri­yantinli saç, az kolalı entariler... Kâtiplere ne de güzel ya­kışırdı. Hele müdür odalarındaki yanlıklı sandalye ve o güzelim sümen takımları...

Bütün bu bürokratik değerler, gerilerde kalakalmıştı. ‘Bugün git, yarın gel’ tavsiyeleri bile iyice tavsamıştı. Me­murun bir adı kalmıştı yâdigâr.

Onun bir adı vardı ve güzel bir adtı. Zavallı babası, bundan kırk beş yıl önce, doğduğunda koyuvermişti. Doğdu­ğu gün de yağmurlu bir gün olmalıydı! Çünkü, hep bir kü­çük rakıyla kutlayageldiği doğum günlerinin çoğunda yağ­mur yağmıştı. Bir de Veysel Bey’in tedâi ettirdiği bir mesele daha vardı: O, Veysel Bey’den daha az romantik bir gece­nin sabaha karşısında doğmuş olamazdı... Veysel Bey ken­dilerinin mesâi arkadaşı olurlardı. Çok değil, daha geçen yıl vukû bulan bir ev ziyaretinde Veysel Bey, hatıralarını nakle­derken ‘Ben yağmurlu bir günde ve sabaha karşı doğmuşum’ demiş, karısına göz kırparaktan epeyce de gülmüştü. Bu ‘hoşgeldin’ ziyareti gecikmiş bir iade-i ziyaretti. Veysel Beyler, defalarca yapılan tek yanlı dost gidim gelimine en nihayet ce­vap verme tenezzülünde bulunmuşlardı.

O günden sonra, hep yağmurlu bir günde doğmuş olmayı, kendisine yakıştırıp durmuştu. Kim bilir, hakikaten öyle olmuş olabilirdi. Hayır canım... Öyleydi. O, daha az ro­mantik bir gecede ve daha da az romantik bir sabah seherin­de doğmuş değildi. Hele yağmurun eksikliği asla düşünüle­mezdi. Artık sorulsa, bütün ayrıntılarıyla -annesinden rivâyetle- doğum macerasını, o da anlatabilirdi pekâlâ... Hele, ait olduğu burcun yanında Veysel Beyinkinin esâmesi okunmazdı.

Adı ‘Ümit’, soyadı ‘Cevheroğlu’; umut dolu, mücevher, pırlan­ta gibi bir adam. Tam memur adı.

Adını hep sevegelmişti. Dairede kendisine ‘Ümit Bey’ diye seslenilmesi de hep hoşuna git­mişti. Kendisi de seslenmeyi severdi. Müstahdeme ‘Nuri Efendii, bir açık çay’ diye, sık sık seslendiği olurdu. O bağırmaz ancak seslenmeyi tercih ederdi. Çayını da mutlaka tek söylerdi. Dairedekilerin o andaki damak zevkini tahlil edecek hali yoktu ya... Hem, insan bi­raz tutumlu olmalıydı canım.

Ayda bir, Müdür Bey’in makamında şeflerle beraber bir acı kahve içilirdi. Ümit Bey böyle anlarda daha bir dik­kat kesilir, nezaketi pek azamileşirdi. Bir keresinde Mü­dür Bey ‘Canım, ben Ümit Bey’den ziyadesiyle memnu­num’ buyurduğunda, ucuna ilişik durduğu sandalyeden -neredeyse- düşeyazmıştı. Ancak neden sonra, kuruyan ağzı­nı nemlendirip ‘...Efendim, teveccühünüz... zât-ı âliniz... bendeniz...’ gibi mûtad üzre kekelemişti.

Hanımı, ona pek sık olmasa da ‘Ümitçiğim’ derdi. En geç, daha geçen yılki evlenme yıldönümlerinde söylemiş­ti. Bir de bundan yirmi altı gün önce tekraren bu hitapta bu­lunmuştu. Recai Beyler’den çıkışlarında, güzel bir kapı önü sohbeti sonrası Hanımı ‘Ümitciğim, tutar mısın?’ de­miş, o da tutmakla kalmayıp mantosunu giydirivermişti. Ama, hiç olmazsa haftada bir ailecek misafirliğe gitseler ol­maz mıydı? Ümit Bey öyle yerlerde kendisine mutlaka ‘Ümitçiğim’ dedirtirdi. Maalesef, hanımı hep günlere gidi­yor, onun olumlu komşu ilişkisi kurma yönündeki ısrarla­rını hiç önemsemiyordu.

Ümit Bey evine zaman ayırmayı severdi. Eşi ve iki adet sevimli çocuklarıyla pazar gezmesine çıkar, Gençlik Parkı’nda gezinirlerdi. Maaşa kıyılıp pa­halı lokantalarda yemek yerler, kendisi de iki tek atardı. Hanımı, ancak birayla yetinirdi. Sinemaya uğrarlardı. İkisi de yaşlı gözlerle ayrılır, geç vakit mekan tutan ızgaracıdan kokoreç yerlerdi. Bu mutlu eğlenceler, bir hafta boyu sohbet konusu olarak işlenirdi. Lambalı radyodan bol bol ‘acans’ dinler, Yurttan Sesler Korosu türkü ihtiyaçla­rını karşılardı. Başvekilin beyanatları ise hep tatmin edici olurdu. Hayırlı gecelerde kendisi kahvede oturur, hanımı ise komşulara mevlid dinlemeye koşardı. Arefe günü oruç tut­mak onlar için yeterli olurdu. Kurban’a kayınvaldeye gidi­lip eller öpülürdü.

Hemşehrilere kartvizit yazmayı âdet edinmişti. ‘Hâmil-i kart yakînimdir, alakadar olmanızı istirham ederim’ kaydını düşer ‘selamımı söyleyin’ derdi. Hani olur ya, ilerde takâüt olun­ca, mebusluk aklına gelirdi. Bunca etrafı vardı, niye olmasındı? Hem o zaman, Cuma namazlarını Hacı Bayram’da kılardı. Yani, pek yakışacaktı.

Soyadını, ilgili kanunun yıldönümünü kutlayacak ölçüde pek beğenirdi. Ailesi ve soyadıyla övünegelmişti. Sevgili eşinin da aynı fikirde olmasını çok isterdi. Ama, karısı olacak âşufte pek fırsatçıydı; hiçbir zaman değil soyadına, ailesine karşı bi­le beklenilen ilgiyi göstermemişti. Çıkacağı konuşulan bir kanun­dan hemen yararlanmaya kalkmış, ille de kızlık soyadımı kullanacağım diye tutturmuştu. Çok yazıktı çok... Ama, mutlaka haklı sebep­leri vardı. Ümit Bey, haklı sebeplere daima saygı duyardı. Usûlet ve suhûlet prensiplerine candan bağlıydı.

Ümit Bey azla yetinenlerdendi. ‘Aza kanaat, boza za­naat’ derdi. İsminden, tipinden memnun bir adamdı. Kendi­ni, zamanın aşınmasına dûçar olmuş ihtiyar bir delikanlı olarak telakki ederdi. Huyunu suyunu pek beğenirdi.

Ama, bir eksikliği de yok değildi. Hep gür sakal ve bıyığı olsun istemişti. İşin aksiliği, bütün sülalesi palabıyıklıy­dı, lâkin kendisi -ne yazık- ancak on günde bir tıraş olabili­yordu. Askerde hiç tıraş olmadan tezkere aldığı da bir dîger ger­çekti. Ne kadar da isterdi, her sabah sinekkaydı cilet oynatmayı... Az sakallı oluşunu, kaderin bir cilvesi biçiminde değer­lendirmişti. Ama o azla yetinmeyi sanat haline getirenler­dendi. Bu durum, onda zoraki bir kabullenme değil, benim­senmiş bir hayat felsefesiydi.

Ümit Bey pek sinirli değildi. Kızdığı, sövdüğü, dövdüğü -Allah gecinden versin- şu âna kadar öldüğü görülmemişti. Tâ ki üç gün öncesine kadar. Evet, tam üç gün öncesiydi. Kaza yapmış, kaza görmüş, hatta kaza namazı kılmış değildi. Fakat o anda elinden bir kaza çıkabilirdi. Ne demek çıkabilirdi; çıkmıştı bile. Adama sert sert bakıp sonra çıkışmıştı.

-Burası Ayniyât değil efenîm, değiill...

-...


-Kapıdaki yazıyı okumadın mı be adam!

-...


-Efenîm, hâlâ ne dikiliyorsunuz maşatlık taşı gibi!

-...


Sertliğine, en az mertliği kadar şaşırmıştı. Elinde olmadan tepkisini sürdürmüş, dua mırıltısından daha duyulur olmayan fısıltısıyla ‘olamaz, olmamalı, olmaması gerekir’ diye söylenmişti. Söz konusu adam olağan bir vatandaşın bütün özelliklerine sahipti. Evrak takibinde yanlışlık yapmış, zavallı dilekçeyi de yine yanlışlıkla Ümit Bey’e uzatmıştı. İlk bakışta sıradan bir hata gibi duran bu gelişme, kazın ayağına bakıldıkta hiç de öyle sayılamazdı! İşte, Ümit Bey’i çileden çıkaran şeyin püf noktası buradaydı. Neydi o? Şuydu o: Mesut Muntazam! Beş on saniye sürmesi beklenen göz gezdirme sırasında tespit ettiği ad soyad bölümündeki kışkırtan, çıldırtan ibâre... Bu olamazdı; olmaya kalksa dahi olabilemezdi! Her şeyin bir haddi hududu vardı; bu kadarı fazlaydı.

Çünkü...


Gerçi, o âna kadar adlarla ilgili aşırı bir saplantısı yoktu. Bilakis adı sanıyla övünen birisiydi. Mutlu, sektesiz süren aile hayatına paralel huzurlu bir büro mesaisi yaşıyordu. Herhalde yirmi yedi yıllık memuriyet geçmişinde işine hiç geç kalmamış, rapor almamış, mâzeret izni kullanmamış, ceza yememiş, sicili mükemmel ve muntazaman terfi etmiş vs. birisi olarak kendisinden daha mesut ve muntazam başka birilerinin varlığı -asla- düşünülemezdi.

‘Mesut Muntazam’...

Bu bir ünvan olmalıydı. Rastgele kişiler böyle bir ad taşıyamaz, ağırlığınca ezilmesi gerekirdi. Böyle bir ad ancak şahsında tescil edilebilir, ona yakışırdı. Pek tabiî öyleydi. Dünyada belki de mesut-muntazamlık makamına tek uygun kişi kendisiydi. Yaşadığı son deme kadar da bu kutlu yükü taşımaya muktedir bir o bulunabilirdi. Bütün bunları, o azıcık zamanda düşünüvermişti. Hızlı çalışan bir beyni vardı. Gözünün dilekçedeki imza yerine kaymasıyla her şeyi bir anda hissetmiş, kavramış, anlamış, yorumlamış, izân ve idrak süzgecinden geçirmiş ve dahi aşağıdaki kanaate varmıştı:

Haksızlık...

Ama, masa önünde elleri kıyamda bekleyen adama düşüncelerini hiç sezdirmemişti. Yine de zapt u raptan halâs bir tepki olarak ruhunun derinliklerinden gelen ve dudaklarının zaafıyla serdettiği kırıcı birkaç söz ile her zaman mûtedil olan tavrını serleştirmişti. O kadarcık da olsundu yani. Evet, hadise bundan ibaretti. Ve... o anda ne kadar engin bir ruh yapısına sahip olduğunun farkına varmıştı. Keşfedilmemiş, görünmez bir asaletin tartışmasız ve gerçek temsilcisiydi. İç dünyasında mesut muntazam adına ancak kendisinin lâyık olduğu şuurunu kazanmıştı.

Akşama bu hadiseyi ve kendi idrak süzgecinden dökülen dîger fikir ve duygu incilerini, mutlaka sevgili karısına anlatmalıydı. Ama her ihtimale karşı -hergün, her gece ve hatta her saniye davrandığı üzre- mesut ve muntazam olmalıydı. Hayat buydu, mutluluk buydu, muntazamlık kezâ nizam ve intizamlık bu idi.

Ümit Bey ertesi gün ve izleyen zaman dilimlerinde stajyer memur kızla uğraşmadı. ‘İnşallah bana benzeyesin, zaten adın da Jülîde, bu gidişle nah yaparsın jübile’ diyerek beddua etti. Sonra kendisi için ‘hay dilini eşek arıları soksun’ dedi. Bu aralar vardı üstünde bir değişiklik ya, hayırlısıydı...

MAĞARA
O sıralar daha genciz, çokça gezip tozuyoruz. Ama ben, yaşıma ve fakültede okumama rağmen çok toyum. Serde gençlik var ya her şeyi yavaş görüyoruz. Hemen her şey çok yavaş: Bindiğimiz araba yavaş gidi­yor, insanlar sokakta yavaş yürüyor, okulda dersler yavaş geçiyor... Velhâsıl, her şey çok yavaş; ama biz hızlıyız; hem de biraz fazlaca cinsinden. Mesela, ben çok hızlı yürüyor, hızlı yazıyor, hızlı çay içiyor, sigarayı da hızla içime çekebiliyorum. Daha başka hızlı yapmak istediğim şeyler de var. Fakat, onları ‘öyle’ yapmaya başlayamadım henüz. Anılan konulardaki hızım ve bir hızlılık hava­risi kesilmeme rağmen, henüz hızlı genç değilim.

Sevgili arkadaşlarımın kabulüne göre hızlı genç sevgilisi olan, çok kızla gezebilen, sevgili değiştiren, birayı su gibi içebilen -mümkünse- bir de ara­bası olan birileri demekti. Hızlı birisi olmaya kesin ka­rarlıydım. Bu kararı uyuyamadığım uzun gecelerde almıştım. Ben bir şeyi istemekle kalmayıp o şeyin kendime ait olmasına karar verenlerdenimdir!

Okulda Edebiyat bölümünde okuyan Bulgaristan göçmeni bir kız var. Pomakça bilmiyormuş ama biraz anlarmış. Az buçuk tanışıyoruz. Bana sosyal yönüyle ilgili bir sürü bilgi veriyor; dinliyorum. Oysa niyetim başka! Sosyal, etnik yapı ve kültür konu­larını kullanarak asıl meseleye girmek istiyorum. Özellikle fizikî coğrafya üzerinde duruyorum!

On dokuz yaşındayım ve özelliklerime güveniyorum, her gün görüşüyoruz. Bu günlerin birinde hızlılığım ga­lebe çaldı. Ansızın -tam zamanı deyip- dile geliverdim:

-Esrâ, sana arkadaşlık teklif etsem, kabul eder misin? (O yıllarda çıkma değil, arkadaşlık teklifi yapılırdı).

-...


-Seni çok beğeniyorum da... Hem hoşlanıyorum.

-...


Pat diye söyleyiverdim. Kızcağız, o sırada Dîvânü Lügâti’t-Türk’ten söz ediyordu.

-Aa... şuna bak!

-!

Bereket versin bakacak kimse yok, kütüphanede yalnızız. Bu karşılıktan pek bir şey anlamadım ‘şaşırması normal, erken davrandım galiba’ diyorum.



-Ne demek istiyorsun sen be!

-...


-Zaten arkadaş değil miyiz yani?

-...


-Başka bir şey mi bekledin yoksa, benden ha?

-Bi... bir dakka... ben... sen... yanlış... (kem... küm...)

Ben bittim, yerin dibine girdim. Allahım, katlanılır rezillik değil... Ne yanlış yaptım ben, niye böyle karşılık verdi? Bana ilgisi olduğuna inanıyordum. Niye, usulünce söylemedim mi yoksa?

On dokuz yaşındayım; yirmiye merdiven dayamışım. O da aynı yaşta olmalı. Bu kadar samimiyetin sebebini bir buçuk aydır nasıl anlamaz? Ola­cak iş mi yani... Kimse bu yaşta çocuk kalmaz. Yok canım, bilmez anlamaz olur mu; naza çekti, naz yapıyor ‘söyleyecek yer mi bulamadın’ demek istedi. Başkası olamaz.

Bir karış suratla masadan kalkıyor. Kitapları, notlarını top­layıp yüzüme bakmadan yanımdan gidiyor. Çok sinirli bir hali var. Ben öylece oturuyorum ‘terk edildim’ diye düşünüyorum. Amma, kötü bozuldum ha! İçerde pek kimse yok ama, yine de bakışlarımı masa hizasından kaldıramıyorum. Bir süre öylece kalıp kendimi toparlıyorum. Beynim ters zihin faaliyeti yürütüyor ve ilk hızlılık çığırını açmış olduğuma inanıyorum.

Sonraki günler karşılaşıyor fakat hiç göz göze gel­miyoruz. Bana alayla baktığına eminim. Bir şey olmamış gibi davranıyor. Ben ilk adımı attıp kartları açık oynadım. Mutlaka bu işin bir gelişme seyri olacak. Hem de olumlu gelişmelere gebe bu tavırlar.

Ben artık, cesaret sahibi hızlı bir gencim. Sokaklarda arkadaşlarla geziyor, kızlara laf atıyoruz. Bir gün Papazın Mağarası denilen bir yere gittik. Dans edilip oturulan bir yer. Ben gazoz içtim, danstan falan anladığım yok; mevcut tepinmeler­den de hoşlanmıyorum. Okuldan birkaç kız çıktıkları hızlı gençlerle yakın temas kurmuş oturuyor. Her türlü hafiflik var bunlarda. Birisi Esrâ’nın arkadaşı. Kendi halinde bir kız sanırdım, ne işi var burada? Başka şeyler düşünüyorum birden: O kız Esrâ’ya beni bura­larda gördüğünü söylerse, bu benim için iyi bir puan olur. Esrâ beni takdir eder ve işler de yoluna girer.

Gelsin, artık bana artı puanlar. Demek ki, toy değilim, böyle yerlere gelebilen biriyim ve hızlıyım vs. Bu mesaj, intikamımın başlangıcı olacak (Çünkü, kırılan gu­rurumun öcünü almaya karar vermiştim).

Büyük amfideyiz. Ders esnasında dalmışım. Arka sıradan bir kız sesi... Evet evet, Esrâ’nın sesi: Magâre... magâre!

Arkamı dönüyorum. Tuhaf bir laf atma şekli bu. Bir anlam veremiyorum.

-Magâre... magâre!

-?

Haa... evet, herhalde ‘mağara’ demek is­tedi! Birden beynimde şimşekler çakıyor. Nasıl da hemen anlayamadım. Bir mesaj bu; şifreyi ânında çözdüm; helâl olsun bana be! Bilmem ne mağarası de­nilen yerlerde boy gösterdiğimi öğrenmiş, kıymetimi anlamış, toy olmadığımı biliyor artık. Evet bu bir mesaj, hatta davet... Hatta ve hatta bir ‘randevu’ (Ben -huzurdan ırak- yeteri miktar üstü biraz safımdır).



‘Yeni öğrendim, sen de bizim türdenmişsin; hızlısın. Artık, bütün tekliflerine hazırım’ demek istedi. Başka ne olabilir ki... Evet, artık kasılabilirim; hızlılığım ispatlandı. Herkes benim ne çılgın çocuk olduğumu öğrendi. Ben de geri kalacak değilim ya, hemen dansları öğrenmeliyim. Hızlılığım böylece kare kare büyüyecek, Esrâ da küplere binecek. Neler yapmam ben artık, neler... Kim tutar beni!

Salıydı galiba, okul çıkışında rastladım ona. Göz göze geliverdik. Ben yukarı doğru gideceğim, o da galiba Kızılay’a yönelmek üzereyken başıyla ‘gel’ dercesine ‘magâre... magâre’ diye seslenmesin mi... Aman Allahım, bu tam bir başarı ve mutlak bir davet. Ne yazık talihsizim. Cadde çok kalabalık. Düşünmem uzun sürmüş olmalı ki, baktığımda göremiyorum. Nereye gittiğini tam çıkartamıyorum. Ama durulur mu, doğruca Papazın Mağarası’na koşuyorum. Henüz yok, herhalde daha gelmedi. Yoksa kesin burayı îma etti. Altıncı sigarayı bitirdim, içtiğim dördüncü kola. Hâlâ görünmedi. İki saatin sonunda ‘herhalde ben yetişemedim’ diye suçu üstüme alıyorum.

Esrâ sonraları da bana çok kere randevu verdi. Her ‘magâre’ deyişinde, o izbede saatlerce onu bekledim. Ama hiç gelmedi. Gidiş, bekleyiş, gelmeyiş yavaş yavaş bana koymaya başladı. Bu kadar düşmemeliydim ben. Delikanlılığın da bir şerefi vardı. Ayrıca -ve sözde- gururluydum. Böylesi anlamsız bir şey için, nasıl olur da bu kadar emek harcardım... Bir iki yıldır ne kadar basitleştiğimi fark kettim. Çoktandır böyle şey düşünmemiştim hiç. Aman Allahım, ben ne hallere düştüm, vay aptal kafam vay! Ben bayağı bo­zulmuşum. Nasıl olur bu? Anam babam abdestinde, namazında kişiler. Ben burada iki üç zibidiye uymuşum. Yazıklar olsun bana!

Merak saldığım bu yoz hayattan nefret ettim. O izbeye bir daha uğramadım. Ama bir başka durum vardı: Küçük düşürülmüş, alay edilmiştim. Kimseye âşık falan da değildim. Sırf gösteriş ve çevreye uyum gibi endişelerle en güzel hasletlerimi çiğnemiştim. Ben, asla öyle bir çevrenin üyesi olamazdım. Şimdi, ge­riye alınması gereken bir intikamım kalıyordu. O kız hâlâ benimle oynuyordu. Gerçi ‘magâre magâre’ diye beni dürtmeseydi ben de o pis mekanlara gidip gelmez, pöf pöf sigaralar içmez, günler sonra kafama bu ahmaklık dank etmezdi. Evet, bütün bunlar doğruydu, fakat niye be­nimle alay edilsindi? On dokuz yaşındayım yâhu! Saçım sakalım var, gururum var. Hem, niye o kız hâlâ durmadan ‘magâre, magâre’ diyor beni gördükçe? Bu çok an­lamsız. Artık oralara gidip bekleşmiyorum. Önceleri gizliden benim o hallerimi izleyip arkadaşlarıyla nasıl da eğlenmişti. Ama bu işte bir gariplik var: Yeterince tatmin olmuş olması gerekmez mi? Peki, niye her görüşünde aynı sözü söylemeye devam ediyor?

Bir gün sınıfta yalnızım. O, içeri girdi. Ânında kararımı verdim. İşte tam zamanıydı. Gittim, ardından kapıyı kapattım. İçerde yalnız kaldık. Hiçbir tepki göstermedi. Çünkü, suçunu biliyor.

-Yeter, yetti be!

-?

-Bitmedi mi, bu magâre tagâre davası hâ?



-!

Çok sinirliydim, onu zorla bir sıraya oturttum.

Neye uğradığına şaşırmış gibiydi, korkulu gözlerle bakıyordu.

-Mağara’ya gidelim dedin, gittik; tamam... Bekledik; tamam. Toyduk, rezil olduk; âmennâ...

-...

-Peki, niye hâlâ geveleyip duruyorsun? Bâri, doğru düzgün söylesen...



Kızcağız helesi konuşabildi.

-Lütfen... lütfen, çok sinirlisin. Ufacık bir şeyden ötürü niye bu kadar kızdın?

-!

-Hem ben mağara falan demedim ki... Seni de bir yere çağırmadım.



-?

Tam yarım saat -sözde- konuştuk; yani ben bağırıp çağırdım. Sert davranmayacağıma dair söz almaya uğraştı. Garip geldi bana bu. Söz verdim. Aslında aramızda geçen talihsiz vak’ayı çoktan unutmuş, beni arkadaş gibi severmiş, annesinden duyduğu Pomakça bir sözle takılırmış. Kimse anlamını bilmiyor, ben de anlamıyorum diye hep o sözle bana ‘şaka’ yaparmış.

-Peki, magâre ne demek?

-Söylersem çok kızacaksın bak ama...

-Erkek sözü! Yeter ki söyle, bitsin şu belâ...

‘Magare... şey demek... Şeeyy... demek’miş...

-Nee?

-Eeş... eşek!



‘Eşek’ demekmiş...

-!

Aman Allahım, ölmeliyim... Nasıl bu kadar aptalım ben! Dünya başıma yıkılıverdi. Beş da­kika hiç konuşamadım. Yüzüne öylece baktım. Benden to­katlamamı bekliyor. Hiçbir şey söylemedim, hiçbir ha­reket yapmadım. Olan olmuştu bana. Çıktım gittim.



İKİNCİ BASKI
Dava Vekili Kilisli Rıfat tam yirmi üç gündür yattığı yeri bilmez, gözünü kırpmaz bir halde karalara bürünmüş­tü. Son bir haftadır da karısı kaçaktı! Önemli davalarda bu kötü durumu yaşamaya alışmıştı. Ama bu seferki pek geçiciye benzemiyordu. Alınması muhtemel barışma hediye­leri bile kâr etmeyebilirdi. Ama, doğruya doğru, haklıydı ka­rı!

Otuz yılı bulan evliliklerinde bu onun on üçüncü terk-i mekan edişiydi. Birincisi dışında diğerleri hep şu davalarla ilgiliydi, ilki ise -tamamen- kaza eseri aşkettiği bir tokat yüzündendi. Yani, üç aylık taze geline de vurulur muydu? Olmuştu işte... Serzenişe gittiği baba evinden ta­ze gelin karısını ancak akşam yatsı vakti, akraba dost karışı­mı bir kalabalıkla eve getirebilmişlerdi. Bu, sonrakilerin ya­nında sönük kalan bir yalvarma yakarma operasyonuydu.

Ya davalarla ilgili kaçışlar! Kesin niyetle başlayan bu geçici terk edişler, tamamen bir aile dramıydı. Parmak hesa­bıyla, tam on üç adet kaçış. Hepsi ortalama birer aylık ayrılık getirmişti. Bereket versin, gerçekleşme tarihleri -yine- or­talama ikişer yıl arayla olmuştu. Yoksa çekilir miydi, iki buçuk yıl ortalamalı bir ayrılık... Seven bir kocanın yalnız kalma­sı yanında, çekilen bir sürü ruhî gerilim... Ara­da üç adet bebenin zebil oluşu da caba... Eşine düşkün bir koca için arzulanmayan şeylerdi bunlar. İlle de mes­lek aşkı yüzünden. Lâkin şimdiki ayrılık nerdeyse on gü­nü aşmıştı bile. Ve karısına henüz ‘eve dön’ çağrısı yapa­bilecek, yalvarmalarda bulunacak bir konuma da gelebilmiş değildi. Üstüne üstlük mahkemeye de on dört gün kalmıştı.

Gizli ve vazgeçilmesi zor bir karar aldı: İlk önce mah­keme! Hele mahkemeyi bir kazansın, paradan çok şeref­ler kurtulacaktı. Ya ondan sonra? Sonrası fırtınalı, heyecan­lı belki de hüsranlı olacaktı. Bu merhalede bunları düşünme­meliydi, kafası dinç kalmalıydı. Değerli başını böyle mühimsiz şeylerle meşgul ederse, davayı kim düşünecekti? Koskoca Belediye Reisi’nin namusu, biraz da menfaati mev­zubahisti.

Dava... Lâkin, bu davanın neticesi belliydi. Şahitler, zabıtlar, ifadeler, itiraflar... hepsi aleyhteydi. Daha, dava açıldığında sonucu belli olmuştu. Velâkin unutulan bir şey vardı: Kilisli Rıfat kimselere açmadığı iç dünyasında hırs fırtınaları esen bir adamdı; işte, bu unutuluyordu. Bi­linmez, tarifi zor bir kıvılcım meşhur beyninin en olmaz, tah­min edilmez zerrelerinden birinde infilak etmiş ve ona bu davayı kazanabileceğini söylemişti. Zaten bütün aldığı dava­ları belki de insanoğlunun henüz keşfedemediği yedinci, se­kizinci veya on altıncı his olan bu içgüdüsüyle kazanagelmişti. Ama onlar mâkul şeylerdi. Çok garipti ama hiç dava kaybetmemişti. Elli bir yaşındaydı, otuz yıllık dava ve­kiliydi ve hiç dava kaybetmemişti! Henüz o zamanlar Gînes rekorları revaçta olmadığından, kitapta olma­sı gereken mümtaz yerine kavuşamamıştı! İlerde, doktora tezi hazır­layan bir hukukçunun kendisini keşfedeceğini bekleyebilir­di.

Belediye Reisi neşeli, açık yaşayan, biraz da zampara bir adamdı. Az biraz okumuşluğu yüzünden ve sos­yal açıdan ‘adam kıtlığı’ esasına dayanan ‘mecburi tercihte bulunma’ teorisi gereğince, ayrıca paranın rengiyle karış­tırılmış bir çeşniyle, bu az gelişmiş ve herhalde daha kırk yıl gelişmeyecek kasabaya Reis olabilmişti. Reis Bey sevimsiz simasına karşılık, mâkul bir herif intibâı veriyordu. Kalantor yapıda, hiç yarın endişesi yaşamamış bir adam...

Reis’in kasabası, beş bine yakın nüfusuyla seçkin bir belde sayılabilirdi. Reis olmasındaki itici faktör, hizmet aşkı falan olmayıp biraz popülarite ve makam arzusunun tatminiydi. Ayrıca babasının bu mevzudaki tahrik­lerini hayırla anmak gereklidir. ‘Baş ol da, istersen soğan ba­şı ol’ düsturu, rahmetlinin kendilerine en unutulmaz ve vaz­geçilmez öğüdüydü. O, bu ve benzer nice cevahir mi­salleriyle bu yaşlara ermişti. Ama rahmetli, oğlunda işlenmiş ahlâk değerlerinin tezahürünü göremeden gö­çüp gitmişti. Merhum ancak muhtarlık seviyesinde bu gibi egolarını tatminle yetinmiş biriydi. Fakat şu da bir teselli ol­malıydı: Oğlunun askerde onbaşı olduğunu id­rak edebilmişti. Bu kolay elde edilmiş, zor korunmuş bir rütbeydi. Reis ortaokul ikinci sınıftan terkti ve otomatik olarak çavuş adayıydı. O yıllarda lise mezunları doğrudan as­teğmen oluyordu. Reis onbaşılıkta karar kıldı. Kendisini çavuş yap­mak isteyen üstlerine direndi. Hafif suçlar işleyip gözden düşmeyi becerdi. Onbaşılıktan başka yükselme istemedi. Bu tutumuna belli bir anlam verilemedi. Epey garip bir durumdu. Oysa aynı bölükten kendi tertibi sekiz kişi, çavuşluğa âdeta atılmıştı. Üniformalı memurların izahta zorlandığı bu mesele, aslında bir ruh haletinin yaşanan hayata intibâkından başka bir şey değildi. Çünkü atalar ve Reis’in babası tarafından ‘yüzbaşı yüz kişinin başı, onbaşı on kişinin başı, peki çavuş kaç kişinin başı’ denmişti. Reis atalar ve baba öğüdüne uy­mayı kendisine -daima- şiâr edinmişti...

Zamparalığa ait eğilimlerin varlığını ve engin ruh dünyasındaki mümtaz yerini, yıllar önce çıktığı bir yurt içi gezide keşfetmişti. Gerçi panayır tiyatrolarında bu eğilime ait bazı depreşmeler hissettiyse de bu memnû his­ler muhitin tesiriyle hiçbir zaman tatbikat sahası bulama­mıştı. İlk yurt içi gezisi olan İstanbul seyahatinde kendini fazlaca hür ve birden her şeyi yapabilir buluvermişti. Bu gezi­den dönüşünde artık o bambaşka bir Reis’ti. Zaten o, hep reis olagelmişti. İlk mektepte beş, ortada iki yıl sınıf mümessilliğinde bulunmuştu. Bu işler de bir nevi reislik değil miydi? Sonradan, âhir ömründe bu güzîde bel­deye belediye reisi olmuştu. Hoş, bütün bunlar olmasa da öldüğü güne kadar -zaten- reis olarak kalacaktı. Çünkü, adı bile reisti!

Üç dönemdir reislik sürdüren Reis Bey, bir gün ummadığı bir saatte cürm-ü meşhut bir halde ve iş üz­re basılmıştı. Kadın otuz yaşında, hafif meşrep, evlenip boşanmış şuh biri­siydi. Emsallerinin duygu ve düşüncelerine tercüman olmaya çabalayan bir banka memuresiydi. Reis Bey banka müdü­rüyle kahve içerken yan masalara bakışlar kaydırılır, bıyıklar sı­vazlanır, gözler süzülürdü. Karıyla halvet edemeyeceğim diye üzülürdü. Anlayışlı hatun üzülmesine üzülüp köşe bucak büzülüp tenha yollara düzülüp Reis’e ‘he’ dedi. Bilahere, şehrin epey dışında pencereleri çiçekli şipşirin bir evde memnû meyve yeme seansları...

Sevgili eşi -bedbaht kadın- bir dizi araştırma, soruşturma ve iz takibiyle Reis Bey’i yakalatmıştı. İki üç polis ve evdeki köroğlu! Va­ziyet berbat ki berbat... Memurlar ahbap ama adamlarda ‘n’âpalım, biz de emir kuluyuz âbi’ bakışı. Karısının bağırış ve kü­fürleri, Memurenin örtünme, yer yer giyinme gayretleri. Ken­disinin şapşallığı... İş olmuşta bitmişti bile. Hanımı ‘ayrılacağım’ diye tutturmuştu. Hatır belasına tevkif edilmemiş, iş pek dallanıp budaklanmamıştı ama burası küçük yerdi ve kâ­tiplerin ağzı torba değildi. Sokakta gezinmek bile mesele ol­muştu. Âh kahreden mana yüklü bakışlar... Doğruca Kilisli Rıfat’a koşmuştu. Adam dinle­miş ‘tamam, hallederiz’ demişti. Demişti ama, nasıl hallolurdu bu iş? Pek nasılını düşünmeden kendini beraat et­miş sayıyordu. Kilisli elbet bu işi bitirirdi. Kesenin ağzı açıktı ve rüşvetin açmayacağı kapı yoktu. Fakat kazın ayağı öy­le değildi. Celseler tehir oluyordu ama, sonu ne olacaktı? Elbet bir karar vereceklerdi. Bir yolu olmalıydı; bu­nu da Kilisli bulmalıydı.

Kilisli Rıfat ne Kilisliydi ne de Kilis’i görmüşlüğü vardı. Doğma büyüme buralıydı. Çocukluğundaki Tapu Müdürü Kilisliydi ve Rıfat yaşında bazı geceler Kilislilerde uyuyup kalan yara­maz bir oğlu vardı. Anasına Rıfat’ı kovalamaktan gına gelmişti. Bu iki veletten bütün ma­halle bezmişti. İkisi de pek haşarıydı. Anası, so­nu gelmeyen beddualarında sık sık Kilisli aileyi de hedef alır olmuştu: ‘Kilisli... Kilisli... Bunu da kendilerine benzetti­ler. Adı çıkasıca, Kilislere kadar yolun olsun’. Çok sık tek­rarlanan ve ağızlarda yer eden bu sözler, Kilisli Tapucuların tayinleri çıktıktan sonra ve biraz da onları anmak için Rı­fat’a ad oluvermişti. Zamanla bu lakap adını bile bastır­dı. Ona sadece Kilisli demeye başladılar. Okudu üfledi, hukuk mukuk bitirdi lakin lakabı değişmedi.

Kilisli denince yürüyen davalar dururdu. Annesi, her kızdığında ‘N’olcak Kilisli işte’ diye diye zavallı Rıfat’ı ‘Kilisli Rıfat’ yap­mıştı. Olsundu... sevgili çocukluk arkadaşını bu vesileyle an­mak, kendisine güzel lâkap edindirmişti ya; yeterdi!

Kilisli Rıfat ‘n’olcak bu işin sonu toplantıları’nın bilmem kaçıncısındaydı. Nasıl edip de kıvırsak soru başlık­larıyla uzayan ve hep ümitsizliğe doğru yol alan uzun sohbetler, artık iyice tavsamıştı. Bugün de içilen kahve ve çay refakatinde uzun uzun düşünülmüş ama bir çıkar yol -maalesef- bulunamamıştı. Neredeyse ‘Reis bu sefer boka battık’ cümlesini uygun bir kalıba dökmeyi tasarlarken, Reis ‘Yâhu Kilisli’ diye söze girdi. Belki de ha­va biraz değişsin niyetindeydi. Kilisli’nin kendinden çok üzül­mesine hayıflanıyordu. Ağır gövdesini ileri alarak elindeki gazeteyi Kilisli’den yana kaydırdı.

-Mebus Bey haf­taya burada. Hani, davet etmiştik.

-Hâ!

-Mebus Bey buraya gelecekti ya...



-Haa, o mesele

-Ne o, çok daldın be Kilisli... İş olacağına varır. Boşar karıyı, alırız o haspayı yani...

-Yok... yok, olmaz. Yazık yengeme.

-Tamam tamam. Ee, niye daldın bu kadar?

-Yok bir şeyim. Yâhu, sen az önce ne dediydin?

-Mebus Bey haftaya burada. Unuttun mu?

-Haa... evet, şimdi oldu. Tamam bu iş! Sonun­da buldum.

-...


Kilisli Rıfat’ın beyninin o bilinmez yerindeki ışık depreşmişti, sonra yerinden taştı. Adam birden fikir ve pilan yumağı haline geldi. Sonunda olmuştu işte. Günlerdir düşündüğü şeyi bulmuştu. Reis’e döndü.

- Tamam Reisim kurtuldun.

-...

-Oldu bu iş.



-N’oldu yâhu?

-Senin işi bitireceğiz bu hafta. Meraklanma! Yalnız, şu dediklerimi yap yeter. O iki polisle aran iyi değil mi?

-İyi iyi... n’olcak?

-Tamam, ifadeleriyle birazcık oynamak la­zım olacak.

-Olur, ya sonra?

-Sonrası monrası yok. Bitti bil bu işi!

-...

Mahkeme günü... Hanımı Reis’in içeri atılacağından emin. Memure Hanım mecburi izinden dön­müş, yorgunca. Reis merakta. Kilisli rahat.



-Müdafaanın diyeceği?

-Var efendim. Mahkemenize maznunun bîgünah ol­duğunu ispatlayan bir delili arz etmek isteriz.

-Ne delili? Her şey meydanda Vekil Efendi!

-Efen­dim, delilimizde de görüleceği üzre, müvekkilim hadise günü vak’a mahallinde değildir. Hatta, kasabada bile yoktur.

-Nasıl olur? Zabıtlar... dosya münderecâtı...

-Efendim, zabıtlar bir yakıştırma ve heyecan mah­sulüdür! Size az evvel arz ettiğim mahalli gastede müşahede edileceği gibi Maznun Reis Özcanoğlu hadise esnasın­da resmi sıfat ve vazifeyle Bezirganlar Köyü’nde bulunmaktadır. Bu hal muvacehesinde, bilvekâle müvekkilimin beraatini talep ederim.

-?

İki polis memuru yarı mahçup ve örtüsü zor gizlenen bir muvazaa ile ‘Eve gittiklerini, kadını yatakta bul­duklarını, Reis Bey sandıkları birinin pencereden atlayarak kaçtığını, eşi ‘Reis’ dediği için öyle zabıt tuttuk­larını, bu mevzuda Reis Bey’in karısının tesirinde kaldıkla­rını, açık bir müşahedeleri bulunmadığını’ ez cümle beyan ettiler.



-Sizi dönek yalancılar... Kaç para yediniz hâ?

-!

-Sus be kadın! Yoksa, mahkemeyi tâcizden...



-Seni ırz düşmanı...

-!

-Efendim, davanın reddini, müvekkilimin beraâtini tal...



-Sus be herif!

-!

-Dava on gün sonraya tehir edilmiş­tir. Üç mayıs 944 tarihinde... Evet?



-Efendim...

-Ne buyurdunuz Kilisli Bey?

-Estağfurullah efendim, gazetenin menşeinden arşiv nüshasının tedariki mevzuûnda...

-Bu mevzû, mahkememizi alakadar eder.

-!

-Yaz kızım. Tetkik-i lüzûmat ve karar için...



Herkes için merak ve endişeyle geçen on gün sonun­da Reis Bey kat’î delil yetersizliğinden beraat etti. Memure’nin tayini, hususi gayretlerle uzakça bir şehre yapıldı. Reis Bey çok istemesine rağmen gereken uğurlama merasiminde bulu­namadı. Onu yeni maceralara doğru serbest bıraktı. Arkasından, bütün cazibesine rağmen olanlara değmeyeceğine kanaat getirdi. Reisin karı, teskin olacağa benzemiyor­du. İş ayyuka çıkmıştı. Zaten komşu oldukları Kilislininkiyle bir de kader arkadaşı oldular. Boş gezenin kalfası hesabı, bol bol intikam yemini ve önü alınması zor bedduada bulundular. Reis’in beş oğlu, iki kızı ve dokuz torunu bütün mesailerini biri ayrılmaya yeminli, diğeri ellisinden sonra azmış iki insanı yeniden barıştırmak için seferber etti. İşlerinin zorluğu belliydi.

Beraatin ertesi gün birkaç hatırlı dostla birlikte Reis’in makamında toplanıldı. Bu küçük bir geçmiş olsun kutlamasıydı. Benzer dertten muzdarip ve muhtemel baskınlara uğramaktan korkan eşraftan diğer konuklar meraklı gözlerle Kilisli’nin vereceği malumatı dinleyip matrak geçmek üzere hazır bekliyordu. Bir dalavere döndüğü biliniyordu ama, nasıl çevrilmişti bunca dümen? Reis, kasabalının gözünde tam değilse de yine de aklanmıştı. Artık sokaklarda daha rahat yürüyebilirdi. Epeydir susan, sanki yoğunlaşan merakın biraz daha artmasını temine çalışır gibi esrârengiz nazarlarla dostları­nı süzen Kilisli, nihayet ısrarları kıramayıp bilmeyenlere bir ­kere daha anlatmak üzere doğruldu.

-Efendim, bana asıl fikri veren Reis Bey oldular. O gün, bana gasteyi gösterip Mebus Bey’in geleceğinden bah­sedince, işi kavradım. Sanki bir ilham geldi. İlk defa kasaba­mıza teşrif edecek olan bu kıymetli zât, daha önce niye teşrif etmiş olmasındı ki! Gelip tâ otuz kilometre ötedeki Bezirganlar Köyü’ne bir ziyaret yapmış ve ziyarette Reis Bey ona refakat etmiş olma­sındı!

-Vaay be!

-Ee... sonra?

-Yâhu böyle şey yok ki ortada. Yani bunu söylediniz, hani delil?

-Doğruu... böyle bir ziyaret yok. Ama bizim ga­ste oldu yazıyor.

-Nasıl yazıyor?

-...

-Hadi uydurdun diyelim. Ay­nı gün, aynı saate nasıl denk getirirsin?



-Yazıyı ben yazdım!

-Nee...


-Altı ay öncesinin gastesinde aş­ka yazı vardır be!

-Anlamadın galiba dostum, biz yeni bir gaste bas­tık!

-N’âptınız?

-Hadise tarihli gasteye ikinci baskı yaptık. Eskice boş ka­ğıt ayarladık. Sadece iki tane...

-Kimle?

-Kim olacak, gasteci Hurşit’le tabiî.



-Ya anlaşılırsa?

-Mümkün değil. Altı ay öncesinin falan tarihli ‘bil­mem ne kasabasının sesi’ kimde bulunur, içinde ne yazdığını kim hatırlar, kim alır kim satar, anasını satîm... Zaten yüz adet basılıyor.

-Ya arşiv? Mahkeme nüshayı istemez mi?

-Be bilâder, iki adet basıldı dedik ya! Diğeri de gazete arşivinde zaten. Aslını yaktık.

-Kaça patladı bu be?

-Tamm... otuz iki liraya.

-Reis yandın. Bu senin yarı servetin eder lan!

-Olsun be kardeşim, kurtulduk ya...

-Ee... sizin karılarla barışma işleri n’olcak?

-Vallâ mîrim, ateşe koyduk ısıtıyoruz.

-Reis, kart horozun yahnisi ‘pek’ olur demişler.

-Ehh... n’âparsın, eski hatır, şimdi oldu satır. Bilâmecbur, çiğ tavuk bile yiyeceğiz.

-Ne alakası var, şimdi bu lafların?

-Yani, çevir kazı yanmasın hesabı...

-Desene, vaziyetler içgüveysinden hallice ha!

-Hah ha ha...

-Tek parti saadeti bunlar be koçum.Yalnıız... biliyônuz kırk altıda seçim yapılcak, hasolar memolar işbaşına gelirse yandık.

-Hadi canım, o kadar da değil.

-Vallâ hem tatlı hayattan hemi de tatlı kârlar­dan ve dahi tatlı karılardan mahrumiyet mevzubahis ola­bilecek gibi. Bir seçim dalaveresi yapılmazsa dökülürüz.

-Bu mevzu hakketen mühim. Demirkıratlar devr-i sâbık yaratçak deniyô. Eski defterler açılırsa, pohu yeriz.

-Lan derdin bu mu, be bilâder.

-Bırakın bu ciddi işleri yâv... Yarın akşam bendesiniz ona göre. Bir efkar dağıtalım da neşemizi bulalım be!

-İnce iş neyin var mı, lan?

-İşler incee... Siz, karılara mukayyet olun yeter.

-Amman hâ!


Yüklə 0,84 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin