Yenileşme Döneminde



Yüklə 5,47 Mb.
səhifə47/67
tarix18.01.2019
ölçüsü5,47 Mb.
#100745
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   ...   67
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 İzmit ve Eskişehir Konuşmaları, Ankara 1982.

2 Nutuk, II, s. 727.

3 Nutuk, II, s. 728.

4 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Ankara 1991, s. 514.

5 “Neşrettiğim programı, bir fırka-ı siyasiye için gayrı kâfi, kısa bulanlar oldu. Halk Fırkası’nın programı yoktur dediler. Filhakika umdeler namı altında malum olan programımız, itiraz edenlerin gördükleri ve bildikleri tarzda, bir kitap değildi. Fakat, esaslı ve ameli idi.”, Nutuk II, s. 718-719.

6 341, 342, 343 ve 344 sayılı yasalarla onaylanmıştır. İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları I. Cilt (1920-1945), Ankara 1989, s. 79.

7 Soysal, a.g.e., s. 204.

8 Bilal N. Şimşir, Ankara… Ankara Bir Başkentin Doğuşu, Ankara 1988, s. 195-206.

9 Şimşir, a.g.e., s. 213.

10 İnan, a.g.e., s. 51.

11 Şimşir, a.g.e., s. 220 vd.

12 Nutuk, II, s. 796.

13 TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 2, Ankara, s. 587, 598, 665-667. TBMM’nin 27 sayılı kararı için bkz. Yalçın-Gönülal, a.g.e., s. 292.

14 Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri, Ankara, 1985, s. 103, 111, 172, 256, 257.

15 Antlaşma’nın yürürlüğe girmesi için parlamentolarca onaylanan metinlerin teatisi gerekiyordu. Türkiye onaylı metni 31 Mart 1924’te vermişti. Antlaşma’nın 143. maddesinde çağrıyı yapan dört devletten (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) en az üçünün onay belgelerini sunar sunmaz, Antlaşma’nın o gün o devletler arasında yürürlüğe gireceği belirtiliyordu. İtalya ve İngiltere’den sonra, Japonya 6 Haziran 1924’te söz konusu işlemi tamamlamış ve Lozan Antlaşması ilgili devletler arasında bu tarihte yürürlüğe girmiştir. Fransa’nın onay işlemi, 27 Ağustos 1924’te tamamlamıştır. (Soysal, a.g.e. s. 79-80).

16 Şimşir, a.g.e., s. 249-350.

17 Nutuk, I, s. 12.

18 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, Ankara 1986, s. 74.

19 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, Ankara 1989, C. 3, s. 86-87.

20 Kili-Gözübüyük, a.g.e., s. 88, 94. 8 Temmuz 1922 değişikliğinin 2. maddesinde, hükümet başkanının vekiller arasından seçilmesi durumunda, haiz olduğu vekâleti de meclis kararı ile muhafaza edebilecekti. Ayrıca bkz. Yavuz Aslan, TBMM Hükümeti Kuruluşu, Evreleri, Yetki ve Sorumluluğu (23 Nisan 1920-30 Ekim 1923), Ankara 2001.

21 Nutuk, II, s. 796-800.

22 Nutuk, II, s. 801-803.

23 Nutuk, II, s. 802-813.

24 TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, c. 3, Ankara, s. 89 vd.

25 Nutuk, II, s. 803-804.

26 Nutuk, II, s. 714-717. Atatürk, 16/17 Ocak 1923 gecesi İzmit Kasrı mülâkatında, Kılıçzade Hakkı Beyin yeni hükümetin dini olacak mı? sorusuna, “Vardır efendim, İslâm dinidir. İslâm dini hürriyet-i efkâra maliktir.” cevabını vermiş, Hakkı Bey, “Yani hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?” deyince, “edecek mi etmeyecek mi bilemem! Bugün mevcut olan kanunların aksine bir şey yok” şeklinde konuşmasını sürdürmüştü. (İnan, a.g.e., s. 67). Nutuk’un okunmasından altı ay kadar sonra, 10 Nisan 1928 değişikliğinde, “dini islâm” ifadesi anayasadan çıkarılacaktır.

27 TBMM Zabıt Ceridesi, II. Dönem, C. 3, s. 89-98.

28 TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 3, s. 103-104.

29 TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 3, s. 166, 168.

30 Cumhuriyetin ilân edildiği oturumun sonunda, Afyon mebusu Kâmil Efendi tarafından kürsüde okunan dua kastedilmiş olmalıdır.

31 Nutuk, I, s. 815-819.


Saltanatın Kaldırılması ve
Sonuçları
Prof. Dr. Dursun Alİ AKBULUT

Ondokuz MayısÜniversitesi EğitimFakültesi / Türkiye

1. Saltanatın Kaldırılması
(1 Kasım 1922)

üyük Zafer’in kazanılması ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması Türkiye’nin uluslararası alanda yeniden algılanmasını, başka bir deyişle doğru algılanmasını sağlamıştır. Mondros Mütarekesi’nden bu yana yapılacak barış anlaşması ile ilgili olarak sürekli Osmanlı hükümetlerini muhatap alan İtilâf Devletleri, Ankara hükümetinin vazgeçilmezliğini bir kez daha anlamışlardı. Bununla birlikte Osmanlı Devleti ve onun hükümeti hâlâ mevcuttu. O nedenle İtilâf Devletleri, 27 Ekim 1922’de her iki hükümeti de 13 Kasım’da Lozan’da toplanacak barış konferansına davet ettiler. Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa, 29 Ekim’de TBMM Başkanlığı’na çektiği telgrafta, barış konusunda birlikte hareket edilmesini ve bu münasebetle Ankara’nın belirleyeceği bir kişinin özel talimatla hemen İstanbul’a gönderilmesini ya da İstanbul hükümetince Ziya Paşa’nın Ankara’ya gönderilebileceğini bildirdi.1 Esasen barış konferansına “müşterek mesai” ile katılma önerisi, daha önce 17 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından yapılmış, Mustafa Kemal Paşa bunu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na aykırı bulduğundan reddetmişti.2

Sadrazamın barış konferansına birlikte katılma önerisi TBMM’de de yankı uyandırdı. Bu mesele, 30 Ekim günlü meclis toplantısında ele alındı. Görüşmeler sırasında, İstanbul hükümetinin böyle bir girişimde bulunmaya hakkı bulunmadığından, bu hükümetin yok sayılması gerektiği noktasına kadar çeşitli düşünceler dile getirildi. Bazı mebuslar daha da ileriye giderek, konuyu yetki meselesinin ötesine taşıdılar, hükümet biçimini değiştirecek bir mahiyette irdelediler ve saltanatın kaldırılması için harekete geçtiler.3 1 Kasım 1922’den önce, Meclis’teki muhalifler saltanatın kaldırılacağına dair telaşlı ve heyecanlı bir propagandaya koyulmuşlardı. O zamanki hükümetin başkanı Rauf Bey’in de dahil bulunduğu bir grup saltanatın kaldı

rılmasına karşı olduklarını Mustafa Kemal Paşa’ya söylemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa onlara verdiği cevapta, “mevzuubahs ettiğiniz mesele, bugünün meselesi değildir. Meclis’te bazılarının telaş ve heyecanına da mahal yoktur” demişti.4

İstanbul hükümetinin girişimleri, “bugünün meselesi” olmayan saltanatın kaldırılması olayını çabuklaştırdı ve zorunlu hale getirdi. 30 Ekim günlü meclis toplantısında, Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca meclis başkanlığına 6 maddelik bir önerge verildi. Bu önerge uzun uzadıya tartışıldı. Söz konusu önergede Osmanlı Devleti’nin sona erdiği, Ankara hükümetinin onun yerine geçtiği, hilâfet makamının esaretten kurtarılacağı belirtiliyordu. İstanbul hükümetinin meşruiyetini kaybettiği, Ankara hükümetinin Türkiye Devleti’nin yegane temsilcisi olduğu noktasında mecliste fikir birliği oluşmuşken, onun da ötesinde saltanatın kaldırılmasına karşı çıkanlar vardı. Dolayısıyla bu son noktada fikir birliği bozulmuş, Meclis’te bir karmaşa yaşanmaya başlamıştı. “Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler yoktu. Ayrılık bu sonuncular arasındaydı.”5

Bütün mebuslar, millet hâkimiyetinden yana oldukları halde, bunun nasıl sağlanacağı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Mebuslardan bir kısmı, millet iradesine dayanan Ankara’daki meclisi bunun için yeterli görürlerken, daha kalabalık bir grup saltanat kaldırılmadıkça gerçek anlamda millet hâkimiyetinden söz edilemeyeceğini savunuyor ve kesinlikle saltanatın kaldırılmasını istiyordu. Saltanat ve milli egemenlik, Batı’da birbirine zıt kavramlar olarak değil, Fransız İhtilali’nden bu yana birbirini tamamlayan öğeler olarak geliştirilmiş ve bunun sonucunda taçlı demokrasiler ortaya çıkmıştı. Geç de olsa yarım yüzyıl kadar sonra bu akım Osmanlı Devleti’ni etkilemiş, 1876’da Meşrutiyet ilan olunmuştu. Şeklen Osmanlı Meşrutiyeti diğerlerinden çok farklı bulunmamakla birlikte uygulamada, padişah buyruğu millet iradesinin önüne geçmiş seçimle toplanmış beş meclis, padişah buyruğu ile feshedilmişti. Şimdi saltanatın kaldırılmasını isteyenler, millet egemenliğinin üzerindeki bütün engelleri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı. Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen önerge, ad okunmak suretiyle oylamaya konuldu. 131 kabul, 2 red, 3 çekimser oya rağmen, çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamadı ve 1 Kasım Çarşamba günü toplanmak üzere oturuma son verildi.

1 Kasım Çarşamba günü yapılan 130. birleşimin ilk oturumunda söz konusu önergenin 6. maddesini değiştiren bir önerge daha verildi. Ayrıca Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca, değişiklik niteliğinde görünmekle birlikte, ondan tamamen farklı mahiyette ikinci bir önerge daha başkanlık makamına sunuldu. 2 maddelik bu önergede Osmanlı hükümetinin tarihe intikal ettiği belirtiliyor, fakat saltanatın kaldırılmasından söz edilmiyordu. Bunun anlamı Osmanlı saltanatına dayalı bir TBMM yönetimi demekti. Açıkça söylenmese bile, Osmanlı Parlamentosu’nun yerine TBMM, Bâbıâlî’nin yerine Ankara hükümeti getirilmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin devamlılığı sağlanmaya çalışılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu önergeler ve yapılan tartışmalar üzerinde görüşlerini belirten uzunca bir konuşma yaptıktan sonra, söz konusu önergelerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi en

cümenlerinden oluşan ortak komisyona havale edilmesine karar verildi. Ortak komisyon bir karar metni tasarısı hazırlayarak Başkanlık Divanı’na sundu. 2 maddelik karar metni tasarısında, saltanatın kaldırılması ile hükümet olarak sadece Ankara hükümetinin varlığı, halifeliğin Osmanlı hanedanına ait bulunduğu fakat bu makama ilim, ahlâk, olgunluk ve iyilik bakımlarından en önde olan hanedan mensubunun TBMM tarafından seçileceği belirtiliyordu. Bu tasarı meclis tarafından aynı gün, yani 1 Kasım 1922’de bir karar olarak kabul edildi.6

1 Kasım 1922 tarihli TBMM Genel Kurul Kararı şu düzenlemeleri beraberinde getiriyordu: 1. Saltanatla birlikte Osmanlı hükümetinin de varlığına son verilmiştir. 2. Hilâfet, saltanattan ayrılmış, hilâfet makamı olduğu gibi korunarak Osmanlı hanedanı’na ait olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı hanedanı ilga olunmamıştır. Vahideddin sultan unvanını yitirmiş sadece halife olarak kalmıştı. 3. Osmanlı Devleti son bulmuş, yerine “Türkiye Devleti” adıyla yeni bir devlet kurulmuştur. 4. Yeni Türkiye Devleti’nin hükümet biçimi tespit edilmemiştir.7 Bununla birlikte bu karar, bir anayasa değişikliği ya da mevcut 1921 tarihli anayasaya bir ilave mahiyetinde görülmekteydi. Nitekim Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının 6 maddelik önergeleri görüşülürken Hüseyin Avni Bey bu hususa işaret etmiş, bir kanun tasarısı niteliğinde olması nedeniyle Layiha Encümeni’ne gönderilmesini istemişti. Fakat meclis genel kurulu bu düşünceye katılmadığından karar tasarısı şeklinde görüşülmeye devam edilmişti.

1 Kasım Kararı, o zaman yürürlükte bulunan Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. maddesi ile de çelişiyordu. Söz konusu madde, TBMM’nin kuruluş amaçları arasında hilafet ve saltanat makamlarının da korunmasını öngörmekteydi. Bu da kararın son derece acele ve şartların zorlaması sonucunda alındığını düşündürmektedir. 1 Kasım olayı, önemli bir değişikliği içerdiğinden gerekli yasal ve anayasal değişikliklere muhtaçtı. Atatürk’ün Nutuk’ta “bugünün meselesi” olarak görmemesinin sebebi de buydu.

Söz konusu yasal ve anayasal değişiklerin yapılamamış olması, bu konuda farklı görüşlerin, farklı değerlendirme biçimlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Saltanatın kaldırılmasından sonra, saltanat-ı milliye, milli halk saltanatı, millet saltanatı vb. gibi yine saltanat sözcüklü deyimler kullanılmaya başlandı. Meclis, yeni anayasal düzeni belirlemediğinden bu deyimler alternatif kavramlar olarak ileri sürülmüş görünmektedir. Fakat bunlardan hiçbiri anayasal rejimi ifade etmiş olamaz, eski sisteme tepki olmanın ötesine geçemezdi. Saltanat kaldırıldığı halde “saltanat” sözcüklü deyimlerin kullanılması dikkati çekmekte, bazı mebuslar bu sözcüğün telaffuz dahi edilmemesini, bu hususta konuşmacıların uyarılmasını başkanlık divanından istemekteydiler. Böyle bir ortamda anayasal rejim tartışmaları ortaya çıktı. Yeni Türkiye Devleti’nin hükümet biçimi neydi ya da ne olmalıydı konusu ile ilgili görüşler TBMM’nin dışında basın yayın organlarında geniş bir yer edindi.

Saltanatın kaldırılması altı asırlık bir yönetim biçimine, 2000 yıllık karizmatik egemenlik anlayışına son verilmesi bakımından önemli bir olaydı. Bu konu

halledildikten sonra, yürürlüğe konulacak hükümet biçiminin kabullenilmesinde bir direnişle karşılaşılmaması beklenirdi. Fakat içeride ve dışarıda mevcut problemler, şekli hükümetin belirlenmesini bir müddet daha geciktirmiştir.

2. Anayasa Rejim Tartışmaları

Mudanya Mütarekesi gereğince Trakya’yı tesellüme memur edilen Refet (Bele) Paşa, 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelmiş, TBMM’nin ve milli ordumuzun bir temsilcisi olarak heyecanla, sevgi gösterileriyle karşılanmıştı.

Refet Paşa, İstanbul’da bulunduğu sırada, çeşitli ziyaretler yaptı ve bu ziyaretleri sırasında milli hakimiyet prensibi, bunun önemi üzerinde görüşlerini anlattı. Bu anlatımlara İstanbul gazetelerinde geniş ölçüde yer verildi. Refet Paşa bir temsilci olmanın ötesinde, bu türden görüşleriyle basının ilgi odağı haline geldi. 21 Ekim’de Darülfünun’da yapmış olduğu konuşmasında, yabancıların Anadolu hükümetinde bir “Cumhuriyet Fikri” aradıklarını anladığını söylüyor, aynı gün Belediye Başkanlığınca onuruna verilen ziyafette de cumhuriyet hakkındaki düşünceleri “köhne bir fikir” olarak değerlendiriyor ve “zaten ben esas itibariyle cumhuriyeti memleketimizin bünyesi için daha zararlı görürüm” diyordu. Refet Paşa, mevcut meclis hükümeti tarzının en uygun yönetim biçimi olduğunu savunmaktaydı. Bu konuşmalar yapıldığı sırada saltanat henüz kaldırılmamıştı. Dolayısıyla Refet Paşa’nın görüşleri, cumhuriyet yönetimine karşı olmak ve milli egemenliğin meclis hükümeti biçiminde gerçekleşebileceğini savunmakla sınırlı kalmıştır.

Refet Paşa’nın görüşleri bazı çevrelerce tepkiyle karşılandı. Çünkü o, tek kişinin yönetimine dayanan sistemi eleştiriyor, meşrutiyet ve cumhuriyet yönetimlerinin dışında meclis hükümeti öneriyordu. İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey, konu ile ilgili olarak yayınladığı kitapçıkta, meşrutiyeti savunmakta, meşruti hükümetlerde hükümdarların sakıncalı yönlerinin ortadan kaldırıldığını iddia etmekteydi. Buna göre hükümdarın varlığı elzemdi. Hükümdar, bir millete daha çok şahsiyet, bir kimlik, bir sağlamlık ve bir kuvvet verirdi. Meclis Hükümeti biçiminin hiçbir yerde mevcut olmadığını ve olamayacağını da savunan Lütfü Fikri Bey, saltanatın korunması ya da kaldırılması hususunda halk oylamasına gidilmesini de önermekteydi.

1 Kasım kararına aykırılık teşkil eden bu görüşlere aynı şekilde, karşı yayınlarla cevap verildi. Böylece bir “risaleler savaşı” başlatılmış oldu. Süleyman Nazif Bey, Lütfü Fikri Bey’i Batı’nın anayasa hukuku kuralları ile yönetim biçimimizi belirlemeye çalışmakla itham ediyor, onun “hükümdarların yararlı taraflarının kaldığı” yönündeki tezinin geçersizliğini göstermek için Osmanlı tarihinden örnekler veriyordu. İstanbul Barosu avukatlarından Fuat Şükrü (Dilbilen) Bey, Lütfü Fikri Bey’i ağır ve alaycı bir biçimde eleştirmiş, Mehmet Emin (Yurdakul) Bey, Anadolu’da halkın çektiklerini anlatarak padişahların gereksizliğinden ve o sistemin geçersizliğinden söz etmişti. Refet Paşa da dahil, eski sistemi tenkit edenler devlet başkanlığı makamının nasıl doldurulacağını söylemiyor ya da söyleyemiyorlardı. Çünkü yeni yönetimin biçimi açıklanmadığından bu konuda hemen hemen hiç kimse bir şey bilmiyordu.

Vahideddin’in firarı üzerine, yeni halifeyi seçmek için 18 Kasım 1922’de toplanan TBMM’de bazı mebuslar halifenin görevinin de belirlenmesi gerektiğini

söylediler. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, İslamiyet’te egemenliğin şûra esasına dayandığını, halifenin bu şûranın doğal başkanı olması hasebiyle cismani ve ruhani sıfatları taşıdığını savunarak, “halife yalnız bir kelime ile olmaz. Biz Vatikan Sarayı’nı taklit etmiyoruz” dedi. Bununla halifenin yeni devletin başkanı olması gerektiği belirtilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa hemen kürsüye gelerek bu girişimi sonuçsuz bırakan bir konuşma yaptı. Halifeye, 1 Kasım Kararı’na aykırı olarak birtakım hak ve yetkiler tanınması girişimi sonuçsuz bırakılınca, Afyon Mebusu İsmail Şükrü (Çelikalay) Efendi, yani Halife Abdülmecit Efendi’ye biat meselesini açtı ve bunun şart olduğunu söyledi. Bütün bunlar mecliste tepkilere neden oldu. Meclis dışında özellikle Ankara’da Yeni Gün gazetesinde, halifeye hak ve yetkiler verilmesine karşı yoğun eleştiriler, taraftarlarına karşı tehdit anlamına gelebilecek bir dizi yazılar yayımlanmaya başladı.

Yunus Nadi Bey, 26 Kasım 1922 tarihli Yeni Gün’de, “Yeni Bir Cidal Devri” başlığı altında yayımladığı makalesinde, memlekette sultan ve padişah isteyen sefil ruhların bulunduğunu farzettirecek belirtilerin varlığına işaret ediyordu. Ertesi günü, yani 27 Kasım 1922’de Mersin mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey ile 23 arkadaşının imzaladıkları konu ile ilgili önerge meclis genel kurulunda okundu. Bu önergede makale sahibinin, düşünce özgürlüğünün sınırlarını aştığı, yüce meclisin şeref ve haysiyetine saldırıda bulunduğu iddia olunuyor ve meclis başkanlığından gereken işlemin yapılması isteniyordu. Yunus Nadi Bey ise söz konusu önergenin işleme konulmaması için harekete geçmiş ve bu doğrultuda bir önerge vermişti. Her iki önerge bir arada okunarak başkanlık divanını ilgilendirmesi bakımından oraya gönderilmesi kabul edildi ve sıradaki gündem maddesine geçildi.

Fakat suçlama altında bırakıldıklarına inanan mebuslar işin peşini bırakmak niyetinde görünmüyorlardı. Bu defa Afyon mebusu İsmail Şükrü Efendi, Dahiliye Vekâletinden cevaplandırmasını istediği bir soru önergesi verdi. Önergede, bu “irticai” hareketin önlenmesi için Dahiliye Vekâleti’nin ne gibi önlemler aldığı soruluyordu. Dahiliye Vekili Fethi (Okyar) Bey memleketin hiçbir yerinde “irticai” mahiyette bir hareket görülmediğinden bahisle, önlem alınmasına gerek görülmediğini belirtti. Cevabı yeterli bulmayan İsmail Şükrü Efendi tartışmayı sürdürmek isteyince, mecliste karışıklıklar çıktı, sözlerini tamamlayamadan, oturumu yönetmekte olan başkan görüşmelere ara vermek zorunda kaldı. İsmail Şükrü Efendi, olayı bir başka yoldan gündeme taşımakta gecikmedi. 15 Ocak 1923’te Ankara’da Hilâfet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi unvanlı bir risale yayınladı. Risâlenin gerçek yazarı gazeteci Eşref Edip (Fergan) Bey’di.

Risaleye göre, 1 Kasım Kararı’yla hilâfet makamı korunmuş, bu makam Osmanlı Hanedanı’na bırakılmıştı. Hilafet, hükümet demekti. Bu noktada bir tereddüt yoktu. Ancak hükümet TBMM çatısı altında düşünüldüğünde, halifelik makamına seçimi meclisin yaptığına bakıldığında, hilâfet makamının üstünlüğü söz konusu olamazdı. İsmail Şükrü Efendi, “halife meclisin, meclis de halifenindir” demek suretiyle, halifeyi hem devlet, hem de hükümet başkanı olarak görmek istiyor, meclisin tüm yetki ve sorumluluğu halifeye bırakmasını bekliyordu.

Ona göre 1 Kasım Kararı’nın temel espirisi de buydu. Fakat halife ile meclis ayrı şehirlerde bulunduğundan, şimdilik böyle bir birleşmeye imkan yoktu. Bu geçici durum ortadan kalkınca, her şey yerli yerine oturacak, gerekirse bir kanuni düzenleme ile hilafet asli fonksiyonuna kavuşturulacaktı. İsmail Şükrü Efendi bu görüşleri savunurken, 1 Kasım Kararı’nı padişahlık sıfatlarından birinin yani “sultan” sıfatının kaldırılmasından ibaret bir hareket sayıyordu. O zaman gerçekte değişen bir şey olmuyor, şimdiye kadar sultan ve halife olarak ülkeyi yöneten Osmanlı padişahı, bundan sonra halife sıfatıyla ülkeyi yönetmeye aday gösteriliyordu. Bu da 1 Kasım Kararı’nın özüyle çelişiyordu. İsmail Şükrü Efendi’nin adı geçen kitapçıkta öne sürdüğü görüşleri mecliste, hükümette, basında geniş yankılara sebep oldu.

Risale yayınlandığı gün Ankara’dan hareketle Batı Anadolu gezisine çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa, anında olaydan haberdar edildi ve onun direktifleriyle mesele Müdafaa-yı Hukuk Grubu tarafından meclise taşındı. Ayrıca bir karşı risale ve basın yoluyla harekete geçilmesi kararlaştırıldı. Mustafa Kemal Paşa bir yandan Ankara’yı sürekli uyarırken, öbür yandan gezisi sırasında gittiği yerlerde milli egemenlik, milli irade kavramlarından sıkça söz ediyor, bunların önemi üzerinde bir kez daha ısrarla duruyordu.

16/17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetecileriyle yapmış olduğu İzmit mülakatında İsmail Şükrü Efendi’nin hareket tarzından bahisle, bunun olumsuz bir gelişme olduğunu, karşısında tavır almanın gerekliliğini belirtmiştir. Hükümet de Şeriye Vekâleti kanalıyla mülakat şeklinde bu tarz hareketin doğru olmadığı hakkında Hakimiyet-i Milliye’de yayınlar yaptırdığı gibi, bu husus ajanslarla her yana tamim ettirildi. Dahiliye Vekâleti, iç durumu yakından incelemeye aldı. Adliye Vekâleti de savcılık aracılığı ile adli takibat başlattı. İsmail Şükrü Efendi’nin dokunulmazlığının kaldırılması için hükümet 20 Ocak 1923’te TBMM Başkanlığı’na bir tezkere gönderdi. Bu tezkere işleme konulmakla birlikte sonuçlandırılamadı, müdevver dosya halinde yeni yasama yılına intikal etti.8 Yeni yasama yılı yeni bir meclisle, ikinci dönem TBMM ile açılacak, İsmail Şükrü Efendi mebus seçilemediğinden dokunulmazlığının kaldırılması söz konusu olmaktan çıkacaktır.

3. İstanbul Hükümetinin İstifası (4 Kasım 1922)

1 Kasım Kararı ile İstanbul hükümetinin İstanbul’un işgalinden, yani 16 Mart 1920’den itibaren ve sonsuza kadar tarihe intikal ettiği kabul edilmişti. Çünkü Türk Milleti, Anadolu’da hem dış düşmanlara karşı ayaklanmış hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhinde harekete geçmiş olan Saray ve Babıâli ile mücadele ederek kurtuluş gününe ulaşmıştı. TBMM’nin açılmasından sonra, 24 Nisan 1920’de kabul edilen bir kararla, meclis üyeleri arasından ayrılacak bir heyetin vekâleten yürütme görevine memur edileceği, meclis başkanının aynı zamanda bu heyetin de başkanı olacağı ön görülmüştü. Buna bağlı olarak 25 Nisan’da yedi kişilik bir İcra Encümeni seçilmiş, 2 Mayıs 1920’de hükümetin oluşumu ile ilgili yasa yürürlüğe girmişti. Bütün bunlar Ankara’da meşru ve yasal bir hükümetin varlığını ortaya koymaktaydı. Bununla birlikte İstanbul’da da bir Osmanlı hükümeti bulunuyordu. Aynı devletin iki ayrı hükümetle temsil edilmesi, Milli Mücadele boyunca aksaklıklara yol açmış, İtilâf Devletleri bu durumu

kendi lehlerinde değerlendirmeye ve bundan yararlanmaya kalkışmışlardı. 1 Kasım Kararı kabul edildiği sırada İstanbul’da 21 Ekim 1920’de iktidara getirilmiş olan Tevfik Paşa Hükümeti bulunuyordu. Meclis kararına rağmen bu hükümetin icraatına devam etmesinin sakıncaları ortada idi. Padişah, 1 Kasım Kararı’nı tanımadığı için bu hükümet de yerinde kalmakta ısrar ediyordu. Böyle bir ortamda Refet Paşa, kişisel olmak üzere bazı girişimler başlattı. 1 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta, İstanbul hükümeti’nin Gelibolu’ya mutasarrıf atama ve Lozan Konferansı’na delege gönderme hazırlıklarının ardında İngilizlerin bulunduğunu belirttikten sonra, “padişahı, sadrazamı ve hariciye nazırını mutasarrıf tayinine ve konferansa murahhas göndermeye kalkışmaları halinde kendileri için muhakkak bir felâketin yakın olduğunu söylemek suretiyle tehdid ettim.9 demekteydi.

1 Kasım Kararı 16 Mart 1920’den beri İstanbul’da bir hükümetin bulunmadığını öngördüğünden, Tevfik Paşa Hükümeti’ne bu konuda bildirimde bulunulmadı. Varlığı kabul edilmemiş olan hükümete 1 Kasım Kararı’nın tebliğinin çelişki yaratacağı düşünülüyordu. İstanbul hükümeti, padişahın meclis kararı karşısındaki tavrı ile Refet Paşa’nın “tehdid”leri arasında sıkışmıştı. Üstelik Tevfik Paşa İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerinden de destek alamamıştı. Öte yandan İstanbul’daki üst düzey devlet memurları ile diğer görevlileri Refet Paşa’ya müracaat ederek, ne şekilde hareket edeceklerine dair ondan talimat istediler. Esasen Refet Paşa bu konularla ilgili bulunmadığından herhangi bir talimat verebilecek konumda bulunmuyordu. Fakat bu kabil başvurular, her geçen gün sürekli artmaktaydı. Refet Paşa, bir yandan İstanbul’daki memurlara görevlerine devam etmelerini bildirirken, bir yandan da Ankara’dan sürekli talimat istiyordu. Bu arada İstanbul hükümetinde istifalar başladı. Adliye ve Maarif nazırları gerekçe göstermeden hükümetten ayrıldılar. Yerlerine yenileri bulunup atanamadı. 2 ve 3 Kasım günleri yapılan kabine toplantılarında istifadan başka çarenin kalmadığı anlaşıldı. Padişahın başkanlığında 3 Kasım’da Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirilen toplantıda Vahideddin istifadan vazgeçilmesini istediği halde, hükümet 4 Kasım’da topluca istifa kararı aldı. Onun yerine yenisi kurulamadığından, Tevfik Paşa başkanlığındaki kabine aynı zamanda son Osmanlı hükümeti oldu.

Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifası, İstanbul’un yönetimi ve bu yönetimin gereği ödeneğin tahsisini zorunlu olarak Ankara’nın gündemine getirmiş bulunuyordu. O nedenle Ankara hükümeti 4/5 Kasım gecesi yaptığı toplantıda İstanbul vilayetinin yönetim işlerini düzenleyen kısa bir talimatnâme hazırlayarak Refet Paşa’ya gönderdi. Talimatnâmede belirtilmeyen önemli ve acil konularda Refet Paşa serbestçe karar verebilecek ve kararlarını uygulamaya koyabilecekti. Söz konusu talimatnâmeye göre İstanbul’da yönetim, adalet ve askerlik işleri yeniden düzenlendi. Bütün nazırlıklar ilga olunarak, bunlar müdürlüklere dönüştürüldü. Memurlar ve öteki devlet görevlilerinden bir kısmı yerlerinde bırakılırken, bir kısmı zorunlu izinli sayıldı. Hepsinin maaşları ödenmeye devam olundu. İstanbul’un başkentlik statüsüne son verilerek, sıradan bir vilayet haline getirildi. 1 Kasım Kararı’yla devletin hükümet biçimi belirlenmediği gibi, şimdi başkenti

de resmen kararlaştırılmamıştı. Ankara, meclisin açıldığı günden beri fiili başkent olmayı sürdürüyordu.

İstanbul’daki devlet gelir ve giderleri bu zamana kadar Osmanlı hükümetleri tarafından düzenlenmiş bulunuyordu. Şimdi İstanbul’un yönetimi Ankara Hükümeti’nin eline geçtiğinden gelirlerden önce giderlerin karşılanması gerekiyordu ve hükümetin bütçesinde İstanbul ile ilgili ödenek doğal olarak mevcut değildi. O nedenle hükümet meclisten bu konuda ek ödenek talebinde bulundu. Meclisin onayı ile sağlanan ödenekle İstanbul’daki memurların ve öteki görevlilerin maaşları karşılanmış oldu.

İstanbul halkı TBMM yönetimine geçmiş olmaktan büyük sevinç ve mutluluk duyduğunu göstermekte gecikmedi. Her taraf bayraklarla süslendi, okullar, kuruluşlar, halk gruplar halinde gösteriler yaparak bu olayı kutladı. Siyah-beyaz matem bayraklarının yerini, kırmızı renkli Türk bayrakları aldı. Mitingler düzenlendi ve bu mitinglerde konuşmalar yapılarak milli hükümete duyulan minnet ve şükran duyguları dile getirildi.10

Bu sevinç gösterileri yapıldığı sırada İstanbul hâlâ İtilâf Devletlerinin işgali altındaydı. İtilâf temsilcileri Türkiye’nin içişlerine karışmayacaklarını Refet Paşa’ya söylemiş oldukları halde, işgal altında bulundurdukları şehrin asayişini sürdürmeye kararlı olduklarını bildirdiler. Yönetimdeki değişiklik, özellikle İstanbul’un başkentlik statüsüne fiilen son verilmesi onları rahatsız etmiş görünüyordu. İdari alandaki düzenlemeleri, yeni atamaları ve görevden almaları kınamak suretiyle bu rahatsızlıklarını ifade ettiler.11 Bu konunun onlar için ne denli önemli olduğu Ankara’nın başkent ilân edilmesi ile ortaya çıkacaktır.

1 Kemal Atatürk, Nutuk III, MEB İstanbul 1973, s. 1238-1239, vesika 263.

2 Nutuk III, s. 1236-1237, Vesika 260 ve 261. “Türkiye mukadderatına vazıülyed ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti olduğu cihanca malum ve hadisatı filiye ve muamelatı siyasiye ile müeyyet bulunmaktadır.” Nitekim söz konusu Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 7. maddesi, Osmanlı Anayasası’nda padişaha tanınan hak ve yetkileri TBMM’ye devrettiğinden “barış yapılması” konusunda da tek yetkili merci TBMM idi.

3 Dursun Ali Akbulut, Saltanat, Hilâfet ve Milli Hakimiyet, Samsun 1994, s. 2.

4 Nutuk II, s. 683-685.

5 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Ankara 1980, s. 350.

6 308 Sayılı Karar için bkz. Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılabı, Ankara, 1984, s. 285-286. .

7 Akbulut, a.g.e., s. 5-6.

8 Akbulut, a.g.e., s. 9 vd.

9 Dursun Ali Akbulut, “Hey’et-i Vekilecik”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 7 (1992), s. 5-6.

10 Betül Aslan, Refet Paşa ve İşgalden Kurtarılacak İstanbul’un İdaresi Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1991, s. 82 vd.

11 Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. IV, Ankara 1996, s. 806, 813, 823.


Atatürk dönemi ve

Atatürk İnkılâpları


Prof. Dr. Yücel Özkaya

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-CoğrafyaFakültesi / Türkiye

Giriş


4 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla Türk milletinin cephelerdeki varlık-yokluk mücadelesi sona ermişti. Her ne kadar Fransızlarla Adana-Mersin demir yolu, dış borçlar, misyoner mektepleri; İngilizlerle Musul meselesi ve Yunanlılarla iskân anlaşmazlığı gibi meselelerin hâlli daha sonraya bırakılmış ise de bu asıl durumu değiştirmiyordu. Zaman içinde bu anlaşmazlıklar da ortadan kaldırılmıştı.

Anlaşmayı takiben Türkiye asırlardır tazyiki altında bunaldığı ve zaman zaman da çok müşkül durumlara düştüğü Batı karşısında güçlü olabilmek ve varlığını koruyabilmek için harp cephesindeki mücadelesini, iktisat, kültür, eğitim ve idare sahasında devam ettirmişti. Atatürk devrindeki (1923-1938) bu büyük mücadelenin ve çok hızlı icraatın temelinde devlet yapısını ve milletin varlığını, bir daha Batı karşısında benzer müşkül durumlara düşmeyecek bir seviyeye yükseltmek kararlılığı bulunuyordu.

Bu bakımdan bu on beş senenin belli başlı icraatının, sadece satırbaşlarıyla sıralanması bile, yapılan işlerin genişliğini göstermeğe kâfidir. Ancak bu devrin tam bir tablosu büyük taarruzun başarıya ulaşmasından itibaren yapılanları da dâhil etmek suretiyle çizilebilir.

1. İç Olaylar ve İnkılâplar



1.1. Saltanatın Kaldırılması
(1 Kasım 1922)

30 Ekim 1922 Pazartesi günü, Meclis saat 17’de kapalı bir toplantı yapmaktaydı. Rasih Kaplan’ konuşmasında “Babıâli ve Padişahın dayandığı istilâcı kuvvetlerin pek yakında yıkılıp

gittiğini göreceğiz” demişti. İkinci grup ise, Tevfik Paşa’nın konferansa katılmak teklifinin reddedilmesini öneren bir takrir vermişti. 30 Ekim 1922 günü karar alınamamış ve çoğunluğun sağlanması için toplantı 1 Kasım’a ertelenmişti.

1 Kasım günü yapılan konuşmalar sonunda netice alınamayacağını anlayan Mustafa Kemal, müşterek encümene karar ve isteğini yazdırmıştı. Takrir o gün kânûn haline getirilmiş ve oy birliği ile saltanatın kaldırılması kabul edilmiştir.1 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nu 16 Mart 1923’te çıkararak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hükûmet şekli tanımayacağı ilân edilmişti.

TBMM, Padişahlığa son verdikten sonra, İstanbul’daki idarî kadrolar Refet Bey’e (Refet Paşa), Millî Hükûmetin emrine girdiklerini söylemişler ve İstanbul il olarak Ankara Hükûmeti’ne bağlanmıştır.2

1.2. İzmir-Türkiye İktisat Kongresi
(17 Şubat 1923/4 Mart 1923)

İktisat Vekili Mahmut Esat Bey “Türkiye İktisat Kongresi İktisat Vekâleti’nin teşebbüsü ve isteklendirmesi ile toplantıya çağrılmıştır. Vekiller Heyeti’nin kararı yoktur. Memleketimizin iktisatçılarının bir araya gelmesindeki ihtiyacı duyup, 21 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir’den bir telgraf çekerek; meslek adamlarını dinlemek ve dileklerine göre bir ekonomik programı düzenlemek gereklidir” demekteydi.

Türkiye İktisat Kongresi, 17 Şubat 1923’te 1135 temsilcinin katılmasıyla saat on buçukta açıldı. Beş yüzü kadın olmak üzere, üç binden fazla dinleyici vardı.

Atatürk yapmış olduğu konuşmada “Bence, yeni devletimizin, yeni hükûmetimizin bütün temelleri, bütün programları İktisat Programı’ndan çıkmalıdır. Çünkü her şey bunun içindedir. Böylece, esaslı bir hükûmet programı yapıp uygulamak ve bu program üzerinde bütün milleti ahenkli olarak çalıştırmak gereklidir” dedikten sonra, bir iktisat programının yapılmasına değinmiştir. Daha sonra İktisat Vekili Mahmut Esat Bey bir konuşma yapmıştır.

Mustafa Kemal Paşa, Kongre’nin tabiî başkanı idi, fakat o akşam Ankara’ya dönecekti. Kongre Başkanlığı’na, Kâzım Karabekir Paşa seçildi. Tüccar, sanayici, çiftçi ve işçi gruplarından da birer başkanvekili seçildi ki, bunlar aynı zamanda kendi gruplarının da başkanı oldular. Daha sonra grupların raporlarının okunmasına geçildi. Sonuçta dört grup delegelerinin de oy birliği ile kararlaştırdıkları esaslar tespit edildi ve bunlara Misâk-ı İktisadî denildi.3

İzmir İktisat Kongresi 4.3.1923 günü sona erdi. Kongre Başkanı Kâzım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya iktisadî bağımsızlık ve gelişmeler yapıldığı yolunda bir telgraf çekerek, Kongrenin sevgi ve bağlılığını bildirdi.

Bu sırada TBMM’nin birinci döneminin dördüncü toplantı yılı başlıyordu. Bu nedenle Meclis’te bir konuşma yapan M. Kemal, ticaret okullarının açılacağını, ormanların çağdaş bir şekilde düzenleneceğini, demiryolu, liman, benzeri tesislerin yapılıp işletileceğini beyanla devleti yaşatmak için dışa başvurmadan,

memleketin gelir kaynaklarıyla yönetimi sağlamanın çare ve tedbirlerini bulmak gerekli ve mümkündür. Bundan ötürü, maliyedeki usûlümüz; halkımızı zarara sokmadan ve ona baskı yapmadan, dışarıya ihtiyaç duymadan temin edileceğini söylemekteydi.4



1.3. Cumhuriyet’in İlânı:
29 Ekim 1923

Saltanatın kaldırılıp, hilâfetin alıkonulması, devlet başkanlığında tehlikeli bir belirsizlik yaratmıştı. Mustafa Kemal’in Ekim başlarında Cumhuriyet’i ilân edeceğine dair haberler dolaşmaya başladı ve bunlar ateşli bir muhalefet ve tartışma uyandırdı.

Mustafa Kemal, 28 Ekim 1923 akşamı, Çankaya’da vermiş olduğu yemek sırasında hazır bulunanlara “Yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz” dedi. Gece, Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun bazı maddeleri hakkında değişiklik teklifi hazırlamayı ve kanuna “Türkiye Devleti’nin şekl-i Hükûmeti Cumhuriyet’tir” kaydının konması kararlaştırıldı.

29 Ekim 1923’te, Halk Fırkası’nın toplantısında hükûmet buhranına çare bulmak için “Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun bazı maddelerinin tavzihi ve cumhuriyet ilânı teklifini kabul ettiren Mustafa Kemal, Meclis için gerekli hazırlığını yaptı. Artık Cumhuriyet’in ilânı bir formaliteden ibaret olmuştu. TBMM saat 18: 00’de toplandı. Teşkilât-ı Esâsiye Yasası’ndaki bazı değişiklikler ve Cumhuriyet İlânını’n görüşülmesine sıra gelmişti. Saatlerce süren görüşmelerden sonra Mustafa Kemal gece saat 8:30’da hiç aleyhte oy olmaksızın 158 oyla cumhuriyetin kabulüyle Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyetin ilânından on beş dakika sonra Cumhurreisi seçilen Mustafa Kemal,5 kürsüye gelerek Meclis’e teşekkürlerini bildirmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır” demiştir.

Cumhuriyet’in ilânı haberi, bütün ülkeye aynı gece yayıldı. 30 Ekim 1923’te Cumhurreisi Mustafa Kemal Paşa tarafından Başvekil seçilen İsmet Paşa, aynı gün kabinesinin programını Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde okumuş ve tam ittifakla güven oyu alınca, Meclis’te yaptığı konuşmada, Cumhuriyet Hükûmeti’nin Meclis’e ve millete güven vermek için elinden geleni yapacağını belirtmiştir.

1.4. Hilâfetin Kaldırılması:
3 Mart 1924

Mustafa Kemal, hilâfetin kalkmasını ve bu sıfatla Abdülmecid’in Türkiye Cumhuriyeti’nde bulunmasını önlemek istiyordu. Bu bakımdan hazineden Abdülmecid’in para istemesini çok sert bir tepkiyle karşılamıştı.

Başvekil İsmet Paşa, Halife Abdülmecid Efendi’nin başkâtibini Ankara’ya göndermiş, bazı isteklerde bulunmuş olması yolundaki bilgileri İzmir’de bulunan Mustafa Kemal’e bir telgrafla yollaması üzerine Mustafa Kemal bu duruma çok kızmıştı. Mustafa Kemal, bu bilgileri kendine veren Başvekil İnönü’ye vermiş olduğu cevapta, halifenin ve bütün dünyanın kesin olarak gerçekte halife ve hilâ

fet makamının ne din ne de siyaset bakımından hiçbir anlamı olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, böyle boş şeylerle, mevcudiyetini, istiklâlini tehlikeye atmayacağını, hilâfet makamının yalnız tarihî bir hatıra olduğunu belirtmişti.6 Atatürk’ün 22 Ocak 1924 tarihinde İsmet İnönü’ye yazdığı cevaptan da anlaşıldığı üzere, Abdülmecid’in hilâfet hazinesi tabiri Atatürk’ü çok kızdırmıştır. Çünkü, gerçekte böyle bir şey yoktu ve yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halktan topladığı vergilerle teşekkül eden bir bütçe mevcuttu.

1 Mart 1924’te ise, Mustafa Kemal Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, İslâm dininin siyasî sahadan uzaklaştırılması ve onun yüceltilmesini savunmuştur.7 Mustafa Kemal, bu sıralardaki hazırlıklarını hilâfeti kaldırmak üzerine yapmaktaydı.

Henüz 1924 Şubatı’nın sonlarında iken bütçe konuşmaları sırasında halifeye ait tahsisat ve giderler münasebetiyle ihtilâlci konuşmalar başlamıştı. Prof. Yusuf Akçura ve daha sonra, Balıkesir’de mücadele yıllarında “İzmir’e Doğru” gazetesini çıkaran Vasıf Çınar, Sultanlıktan sonra hilâfetin ilgası gerektiği yolunda bir konuşma yapmıştı.8

Şubat ayındaki gelişmeler, 1 Mart’ta Gazi’nin nutkundan sonra vermiş olduğu direktif gereğince, Parti tarafından üç ana konu olarak 2 Mart 1924’te hazırlanmıştı. Bunlar, cumhuriyetin korunması ve istikrara kavuşması, millî eğitimin kurulması ve hilâfetin kaldırılmasıydı.

3 Mart 1924’te, Fethi Okyar’ın başkanlığında toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılmasına dair Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ile 53 arkadaşının teklifini görüşmeye başladı. Teklifin gerekçesi şu idi “Türkiye Cumhuriyeti içinde hilâfet makamının bulunuşu, Türkiye’yi iç ve dış siyasette iki başlı olmaktan kurtaramadı” bu yüzden halifelik kaldırılmalıdır.9 Bundan sonra Meclis’te hilâfetin kaldırılması ve kaldırılmaması konusunda pek çok konuşma yapıldı. Rize Mebusu Ekrem Bey teklif lehinde konuşurken, Gümüşhane Mebusu ve Meclis’in tek bağımsız üyesi Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey aleyhte konuşmuş, Dadaylı Halit (Akmanisa) Bey “Halifelik gene Meclis’in manevî kişiliğinde saklı kalsın” tezini ortaya atmış ve konuşmalar bu şekilde sürüp gitmiş ve neticede 3 Mart 1924’te Meclis “Hilâfetin ilgâsına ve Hanedân-ı Osmanî’nin Türkiye Cumhuriyeti” hudutlarının dışına çıkartılmasını kabul etmişti.10 Ertesi şafakta, son halife Abdülmecid bir arabaya konup Doğu Ekspresi’ne (Orient Expres) bindirilmek üzere (Sirkeci’ye değil bir başka istasyona getirilmesi bir hadisenin çıkmasını önlemek içindir) ufak bir istasyona götürüldü. Böylece saltanattan sonra, halifelik de tarihe karıştı.11

Hindistan’daki Müslümanların lideri Chotani, halifeliği Mustafa Kemal’e teklif etmiş, Mustafa Kemal, Chotani’ye Halifeliğin bundan böyle Büyük Millet Meclisi’ne ve Türk milletine geçmiş olduğunu bildirmişti. 7 Mart 1924’ten itibaren de camilerde hutbeler “Türkiye Cumhuriyeti ve İslâm milleti” adına okunmaya başlamıştı.12 Hindistanlı Müslümanlar da yeni gerçeklere ayak uydurmuşlardı. Amerikalı tarihçi, Arnold J. Toynbee’nin belirttiği üzere, gerçekten de, Meclis’in bu tarihî karara varmak için üç gün aralıksız çalıştıktan sonra aldığı karara yalnız Hindistanlı Müslümanlar ters tepki göstermiştir.13

1.5. 23 Nisan’ın Çocuk
Bayramı İlânı

23 Nisan 1921’de, 23 Nisan’ın millî bayram kabul edilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iki önerge verildi. Birinci önergeyi, Manisa milletvekili, Sinop, Bitlis milletvekilleri, Samsun, Genç, Hakkâri, Afyon, Konya, Siverek, Ergani milletvekilleri vermişti. İçel Mebusu Şevket tarafından verilen önerge de hemen hemen birincinin aynısı idi.

Bu önergede “Yasama hakkımızın devamı ve bağımsızlığımız için Türk Ulusu’nun mücadele eylediği büyük devrine rastlayan 23 Nisan 1920 gününde TBMM kurularak milletin kaderine el koyduğu mutlu bir gün olduğundan milletin kalbinde ulaşılması için sözü edilen günün resmî bayram günlerinden sayılan bir bayram günü olmasını teklif ederim” denilmekteydi. Konu acele olarak gündeme alındı. Konuşmalar sonunda 23 Nisan’ın Millî Bayram kabul edilmesine karar verildi.14 Bu bayram aynı gün ilk defa, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önünde binlerce halk ve öğrenci tarafından kutlanmıştır.15 Aynı tarihte 23 Nisan Bayramı daha başka şehirlerde de kutlanmıştır.16

Demokrasi Yolunda Atılan İlk Adımlar

1.6. 1920 Kararları

Türkiye Büyük Millet Meclisi toplandığı 23 Nisan 1920’de şu kararı almıştı: Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni seçilen üyeler ve İstanbul Meclis-i Mebusânı’ndan oluşur. 2 Mayıs 1920’de, 25 Nisan’da kurulan Layiha Encümeni’nin hazırladığı Büyük Millet Meclisi Bakanlarına Dair Kanun kabul edildi.

Bu kanun gereğince, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nde biri bakanlık niteliğinde Genel Kurmay Başkanlığı olmak üzere on bakanlık kurulacak, bakanlar arasında çıkacak anlaşmazlıkları Meclis bağdaştıracaktı, Bakanlıklar, Dahiliye, Adalet, Nafıa, Hariciye, Sıhhat ve İçtimaî Muavenet, İktisat, Maliye, Maarif, Millî Müdafaa, Erkân-ı Harbiye Riyaseti ile ona ayrılmış olup, Vekiller Heyeti Başkanı Mustafa Kemal, aynı zamanda Meclis Başkanı olduğundan ayrıca seçim yapılmadan başkan kabul olunmuştu. Bakanların seçimi 3 Mayıs 1920’de yapılmıştı.17

1.7. 1921 Anayasası

1921 Ocak ayının başlarından itibaren Anayasa konusunda tartışmalar sürüp gidiyordu. Nihayet, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk anayasası Birinci Dönem’in 20 Ocak 1921 günlü oturumunda 85 sayılı kanun olarak çıktı. Bu anayasanın önemli maddeleri kısaca şunlardır.

Madde 1- Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.

Madde 2- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.

Madde 3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve Hükûmeti “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır.

Madde 4- Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntehap âzâdan mürekkeptir.

Madde 5- Büyük Millet Meclisi’nin intihabı iki senede bir kere icra olunur. İntihap olunan âzânın âzâlık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Sabık heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder. Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi âzâsının her biri kendini intihap eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir.

Madde 6- Büyük Millet Meclisi’nin heyet-i umûmîyesi teşrinisâni iptidasında davetsiz içtima eder.

Madde 7- Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vaz’ı, tâdili, feshi ve muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuk-ı esasiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelat-ı nâsa erfak ve ihtiyacat-ı zamana evfak ahkâm-ı fıkhiye ve hukukiye ile âdâb ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyet-i vekilenin vazife ve mesuliyeti kanun-ı mahsus ile tayin edilir.

Madde 8- Büyük Millet Meclisi, Hükûmeti’nin inkısam eylediği devairi kanun-ı mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icra-i hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler.

Madde 9- Büyük Millet Meclisi heyet-i umumîyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vaz’ına ve heyet-i vekile mukarreratını tasdika salahiyattardır. İcra vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi reisi vekiller heyetinin de reis-i tabiîsidir.18

1922 Temmuzu’nda ek kanunla, Hükûmet üyelerinin seçimine dair değişiklik olmuştur. Hükûmet Başkanı ve bakanlar, TBMM’de gizli oyla mutlak çoğunlukla ayrı ayrı seçileceklerdir. Hükûmet Başkanı Vekiller Heyeti arasından seçilirse, bakanlık işlerini de yürütür. Bir bakan görevden ayrılırsa, yerine geçici olarak bir başkası seçilir. 30 Ekim 1922’de Padişahlık kaldırılmış ve Osmanlı Devleti yerine TBMM’nin teşkil ettiği Hükûmetin halk adına hareket edeceği ilân olunmuştu.

29 Ekim 1923’te, 1921 Teşkilât-ı Esasiyesi’nin Hükûmet şeklinin Cumhuriyet olduğu, Cumhurreisi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından bir seçim devresi için seçileceği, aynı kişinin tekrar Cumhurreisi seçilebileceği, Cumhurreisi’nin devletin başı olarak Meclise ve Hükûmete başkanlık edebileceği, Başvekil Cumhurreisi tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçileceği, bakanların da milletvekilleri arasından, Başvekil seçildikten sonra, Cumhurreisi tarafından Meclis’in onayına sunulacağı belirtildi.19

1.8. 1924 Kararları

20 Nisan 1924’te Anayasa daha mükemmel hale getirildi. Anayasa Sözcüsü Celâl Nuri (İleri) Bey, bu anayasa ile inkılâbın tamamlanmış olduğunu sandığını

belirterek, bu Anayasa Tasarısı’nın beş yıllık millî mücadelenin bir zafer belgesi olduğunu belirtmişti.

Daha sonra Amerikan Anayasası’ndan ve İsviçre Anayasası’ndan yararlanmadan, kendi anayasalarını her kelimenin üzerinde durarak 108 esas madde ile bir ayrı ve bir geçici madde olarak hazırladıklarını beyan etmiştir. Daha sonra anayasa tasarısı hakkında konuşmalara ve arkasından da maddelere geçilmiştir. Sonunda hemen hemen maddelerin hepsi kabul edilmiştir. Bu anayasanın önemli maddeleri şunlardır:

Madde 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Madde 2- Türkiye Devleti’nin dini, dini İslâmdır; resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.

Madde 3- Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir.

Madde 4- Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegâne ve hakiki mümessili olup millet namına hakk-ı hâkimiyeti istimal eder.

Madde 5- Teşri salâhiyeti ve icra kudreti Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.

Madde 6- Meclis, teşri salâhiyetini bizzat istimal eder.

Madde 7- Meclis, icra salâhiyetini, kendi tarafından müntehap reisicumhur ve onun tâyin edeceği bir İcra Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder.

Meclis, Hükûmeti her vakit murakabe ve ıskat edebilir.

Madde 8- Hakkî kaza, millet namına, usulü ve kanunu dairesinde müstakil mehâkim tarafından istimal olunur.

Madde 9- Türkiye Büyük Millet Meclisi kanun-ı mahsusuna tevfikan Millet tarafından müntehap meb’uslardan müteşekkildir.

Madde 10- On sekiz yaşını ikmal eden her erkek Türk, mebusan intihabına iştirak etmek hakkını haizdir.

Madde 11- Otuz yaşını ikmal eden her erkek Türk, meb’us intihap edilmek selâhiyetini haizdir.

Sıkıyönetime ait 86. madde, Meclis’in tatilde bulunması halinde derhal toplantıya çağrılması kaydıyla kabul olundu. İlk Cumhuriyet Anayasası 491 sayı ile kanunlaştı.20

1924 anayasası iki kere dil bakımından değişikliğe uğramıştır. 1945’te ve 1952’de. 1960’tan sonra da Kurucu Meclis 1961 Anayasası’nı yapmıştır.



1.9. Ankara’nın Başkent Olması
(13.10.1923)

9 Ekim 1923’te İsmet Paşa ile on dört arkadaşı, Meclis Başkanlığı’na bir önerge verdiler: “Lozan Antlaşması’nın tamamlayıcılarından olan Boşaltma Protokolü’nün uygulanması tamamlanmış ve baştan başa yabancı işgâlinden kurtu

lan Türkiye’nin bütünlüğü tamamlanmıştır. Milletimizin en değerli malı olan İstanbulumuz İslâm Halifeliği’nin merkezi olmak durumunu, İslâm âlemi içinde sadece Türk milletinin savunma araçlarına emanet ederek, sonsuza kadar muhafaza edecektir. Öte yandan, Türkiye Devleti’nin idare merkezi için TBMM’de karar vermek zamanı da gelmiştir. Bir devletin merkezini tayinde esas olan düşünce, Yeni Türkiye Devleti’nin idare merkezini Anadolu’da seçmek ve Ankara olmak gereğini emreder. Sözü edilen düşünce; Antlaşma ile Boğazlar için kabul edilen hükümler, Yeni Türkiye Devleti’nin temel varlığı memleketin güçlenme ve gelişme kaynağını Anadolu’nun merkezinde kurmak gereği, coğrafya ve stratejinin müsaadesi, iç ve dış güvenlik ve gelişme konusunda edinilmiş tecrübelerle özetlenebilir” tarzında olduğunu bir kanun maddesi altında bunu belirttiler. Bu kanun maddesi, “Türkiye Devleti’nin idare merkezi Ankara şehridir olarak düzenlenmişti. Meclis Başkanlığı bu raporu Anayasa Komisyonu’na gönderdi. Anayasa Komisyonu da vardığı kararı aşağıdaki raporla Meclis Genel Kuruluna bildirdi: Yüce Başkanlığa 10.10.1923 günü komisyonumuza gönderilen Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin merkezi olmasına dair Malatya Mebusu İsmet Paşa ile arkadaşlarınca verilen ve Tasarısı komisyonunca görüşülmeye değer bulunan kanun teklifi komisyonumuzca da görüşülerek doğru ve uygun bulundu. Olaylar, Anadolu’nun hemen ortasında bulunan Ankara’yı zâten tabiî merkez gösterdiğinden bu kanun teklifi bir gerçeğin belirtilmesinden ibarettir. Teklifte yer almış olan kanun maddesini sonradan düzenlenecek ve kabul edilecek ayrıntılı Anayasamız’ın maddeleri arasında konması dileğinin Genel Kurul’a sunulmasına oy birliği ile karar verilmiştir.”

Meclis Başkanlığı konuyu gündeme koydu ve 13 Ekim 1923 günü görüşülmesine başlandı.

Gümüşhane Mebusu Zeki Bey, İstanbul’un başkent olmasını ileri sürdü. Gelibolu Mebusu Celâl Nuri Bey, Ankara’nın merkez olmasını savundu. Ahmet Besim Atalay, Ankara’nın başkent olmasını savunan konuşmasında “Ne ise, biz burada tozlar içinde yaşarız, buranın tozu pudradan daha güzel gelir. Burada, bâzı gazetelerin dediği gibi çatıları sayarız” demekteydi. Daha sonra oylamaya geçildi. 13.10.1923 günlü Meclis’in toplantısında Ankara’nın Türkiye Devleti’nin idare merkezi olması büyük çoğunlukla kabul edilmiştir.21

1.10. Şapka, Kılık-Kıyafet İnkılâbı

Mustafa Kemal, 1925 Nisanı’nda Büyük Millet Meclisi tatile girince, düşündüğü inkılâbı gerçekleştirmek için, yurt gezisine çıktı. 24 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya hareket etti. 25 Nisan 1925’te, önce hastaneye, sonra kütüphaneye gitti. İlk defa gittiği kışlada ise Mareşal üniformasını giydi. Kütüphanede yalnız din adamlarının sarık giymesini belirterek “yetkisi olmayanlara sarık sardırılmamalı, yetkisi olanlar da ancak görevlerini yaparlarken sarmalıdırlar” dedi. Esnaflarla yaptığı konuşmada ve valilikte memurlarla yaptığı konuşmalarda kılık konusuna değindi. 25 Ağustos 1925 günü geç vakit İnebolu’ya geldi. 27 Ağustos günü, İnebolu’da halka hitaben yaptığı konuşmada “Bizim kıyafetimiz millî midir?” diye sorunca “Hayır” sesleri duyuldu. 29 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada tutumunu belli etmiştir.

Mustafa Kemal gittiği her yerde, Çankırı, Ankara, Balıkesir, Akhisar, Kemalpaşa, Konya’da yaptığı konuşmalarda kıyafet konusuna değindi. Vekiller Heyeti, 2 Eylül 1925 memurlara şapka giydirilmesi hakkında kanun niteliğinde kararlar vermişse de, Mecliste Vekiller Heyetinin buna hakkı olmadığı, bunun Anayasa’ya aykırı olduğu yolunda itirazlar olmuştu. Sonuçta Şapka Giyilmesi Hakkında 657 Sayılı Kanun, 25.11.1925’te kabul edildi.22

2 Eylül 1925’te, dinî makamlarda bulunmayan kişilerin dinî kıyafet ve işaret tanıması yasaklandı. 1934 Aralığı’nda bir kanunla, hangi dinden olursa olsun, ruhanîlerin ibadet yerleri ve dinî törenlerin dışında dinî kıyafet giymeleri yasaklandı.

Osmanlı Saltanatı’nda iş başında olan hâkimlerin çoğu okullardan yetişmeyen kişilerden oluşmaktaydı. Bu yüzden Yeni Türk Devleti, bir taraftan yeni kanunlarla çağdaşlaşma çabasını sürdürürken, diğer taraftan da bunları kavrayabilecek bir hukukçu nesli yetiştirmeyi düşünüyordu. Anadolu’nun ortasında bir üniversite ve buna bağlı bir hukuk fakültesi kurmak millî devletin önemli emellerinden biriydi. Bunun için 1922 bütçesine gerekli ödenek konmuştu. İstanbul’daki İstanbul Hukuk Fakültesi’nin yetiştirdiği hukuk adamları bütün Türkiye’ye yetmemekteydi. 5 Eylül 1925’te Ankara Hukuk Mektebi Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği bir toplantıda konuşmalardan sonra merasimle açıldı. Diğer taraftan Adliye Bakanlığı’nın koyduğu esaslar içinde hukuk bilginlerinden kurulu heyetler, yeni kanunları hazırlamaya çalışıyorlardı.

Hâkimlerin ve bütün hukuk görevlilerinin fesli, sarıklı, cüppeli, setreli ve şalvarlı, pantolonlu karmakarışık giysileriyle gülünç bir manzara göstermesi dikkatleri çekmekteydi. 3 Nisan 1924 tarihli kanunla buna son verildi. Bir kıyafet düzenlemesi ile hukukla ilgili kişilerin giyecekleri resmî kıyafetler ayrı ayrı düzenlendi.



1.11. Tekkelerin, Türbelerin,
Şeyhliklerin, Zaviyelerin,
Dervişliklerin Kaldırılması:
2 Eylül 1925

Memlekette, ölmüş bazı kimseler daha sonra peygamber gibi gösterilmekte ve bunlar için yapılan türbeler, bazıları için geçim kaynağı olmaktaydılar. Halk türbelerden çağdışı inanışlarla mucizeler beklemekteydi. Gazi Mustafa Kemal, İnebolu’dan Kastamonu’ya dönüşünde, 30.8.1925’te şöyle diyordu: “Ölülerden medet ummak medenî bir cemiyet içindir… Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tâbi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta saadete mazhar kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümulüyle medeniyetin parlak ışıkları karşısında filân veya falan şeyhin irşadı ile maddî, manevî saadet arayacak kadar iptidâi insanların Türkiye medenî camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum” demekteydi. 31.8.1925’te, Gazi Mustafa Kemal, hoca ve imam gibi görevlere haiz olmayanların giydiği kıyafetler ile de ilgili olarak, Ankara’ya dönüşünde Çankırı’da İskilip halk heyetleri ile konuşmasında “… yalnız bir Di

yanet İşleri Reisliği ve buna mensup müftü, imam ve hatipler vardır. Bu sınıfa ait kıyafeti tanırız. Bu işlerle muvazzaf olmayıp da hariçte kalanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez.”

Nihayet, 30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.23

1938’de çıkan Cemiyetler Kanunu’yla din, mezhep ve tarikata dayanan cemiyetlerin kurulması kanunsuz sayılmıştır. Din propagandası yapma amacı ile siyasî parti kurulması da kanunsuz sayılmıştır. 1926 Ceza Kanunu’nun 163. maddesiyle dini siyaset aracı olarak kullanma eylemi yasaklanmıştır. Aynı kanunun 241. maddesi din görevlilerinin görevlerini yaparken devlet kanunları ve nizamlarına karşı söylev ya da dinî konuşma yapmalarının yasak olduğunu ortaya koymuştur. Din öğretimi ve ilgili okulları herkes açabilirdi. Ama, 1928’de Latin harflerinin alınması zamanında izinsiz olarak okul ya da kurs açarak Arap yazısının öğretilmesi yasaklanmıştır.

1.12. Milletlerarası Takvim ve
Saatin, Yeni Rakamların Kabulü:
26 Aralık 1925

Takvim, saat, rakam ve tatil meseleleri, gerek memleketin iç hayatında, gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde ortaya büyük güçlükler çıkarıyordu. Hicrî takvimin, devlet maliyesi işlerine uymaması sonucu güçlükler çıkmaktaydı. Meşrutiyet Dönemi’nde Batı’da yerleşmiş (Gregoire) düzeltmeli güneş takviminin yavaş yavaş yaygınlaşmasıyla beraber Hicrî, Malî-Rumî gibi takvimler kullanılmaya devam edildi. Meşrutiyet’te bunu çözümlemek için girişim yapıldıysa da Ayan Meclisi’nin tutuculuğu yüzünden, yine çağdaş takvim sistemine tam giriş olmadı.24

Ancak, 26 Aralık 1925’te kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî takvim bırakılarak milletlerarası takvim (milâdî) ve milletlerarası saat kabul edildi.

20 Mayıs 1928’de milletlerarası rakam kabul edildi. Böylece milletlerarası fikrî, siyasî, malî ve iktisadî temasların zamanında yapılması sağlandı. Yerli malların kullanılması da 9 Aralık 1925’te karar altına alındı.25



1.13. Belediye Konusunda Yapılan
Yenilikler

1908 Devrimi’nden sonra, demokratik belediye kurumlarının geliştirilmesi için yeni bir çabaya girişildi. 1912’de, her biri bir Hükûmet memuru tarafından yönetilen dokuz şubeli bir İstanbul Şehremaneti kuruldu. Her şubeden 6 üye katılmasıyla kurulan 54 üyeli bir Cemiyet-i Umumiye-i Belediye Şehremini’ne yardım edecekti.

Bu, İstanbul’un şehir hizmetlerini düzeltecek, özellikle lağım, çöp temizliği, itfaiye ile uğraşacaktı. Cumhuriyet Hükûmeti’nin ilk beledî tedbiri, Ankara’da yirmi dört üyeli bir umûmi meclis ile Şehremaneti’ni 16 Şubat 1924’te bir kanunla kurmak olmuştur.26
1.14. Belediye Kanunu:
3 Nisan 1930

3 Nisan 1930’da yeni bir belediye kanunu kabul edildi. Şehremini ve Şehremaneti adları kaldırıldı. Onların yerine belediye ve belediye reisi geldi. 1930 yılında Belediye Kanunu dolayısıyla kadına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkının verilmesiyle, yüzyıllar boyunca ikinci plânda kalmış bulunan Türk kadını böylece siyasî alanda ilk hakkını kazanmış oldu.



1.15. Kadın Hakları

Kadın haklarının Cumhuriyetin ilk senelerinde değil de, daha sonraki tarihlerde kabul edilmesinin sebebi yüzyıllardır kafalara yerleşmiş olan muhafazakârlıktan ileri gelmiştir. 1923 yılının Nisan ayında kadınları da adet olarak sayalım teklifine karşı büyük bir reaksiyon doğmuş, değil siyasî hakkı tanımak, bu saymaya dahi razı olmayan bir düşünce Meclise hâkim olmuştur.27 20 Ocak 1924 yasasında mebus seçilme hakkının yalnızca erkeklere verilmesi de bunun bir delilidir. Kadın hakları konusunda en fazla Atatürk durmuştur. Mustafa Kemal, 21 Mart 1923’te Konya’da, Kızılay Kadınlar Şubesi’nin tertiplediği toplantıda kadın hak ve görevleri yönünden pek çok konuya temas etmişti.28 Ayrıca, Mustafa Kemal, 1925’te İnebolu’da, Kastamonu’da, İzmit Kız Öğretmen Okulunda bu çeşit konuşmalar yapmıştı.29

İstiklâl Savaşı sırasında, Büyük Millet Meclisi’nce “Hukûk-ı Aile Kanunu Projesi” Millî Hükûmet’çe üzerinde durulan bir konuydu. Bu kanun, 17.2.1926 Medenî Kanun olarak yürürlüğe girmiş ve kadınlar böylece pek çok hak elde etmişlerdi. 3 Nisan 1930’da ise 164 maddelik Belediye Kanunu kadınlara belediye seçiminde rey verme ve seçme hakkını getirmişti. Perşembe günü Meclis’te yapılan oturumda, 198 kişi oylamaya katılmış ve müspet oy vermiş, 117 kişi ise oylamaya katılmamıştı.30

Kadınlara bu hakların tanınmasında Atatürk’ün büyük çalışmaları mevcuttu. Atatürk, 1931 yılındaki uzun memleket dolaşmasında, İzmir’de yapmış olduğu sohbet toplantısında, vatandaşın siyasî seçimlerde oy kullanmasının bir hak olduğunu, erkek ve kadın arasında fark olmadığını, kadının siyasî haklara sahip olması gerektiğini söylüyordu. Atatürk bunları belirterek, siyasî haklar konusunda kadınların da erkeklerle eşit derecede tutulması gerektiğini ileri sürmüştü.31



Yüklə 5,47 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   ...   67




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin