BiLİmsel paradigmalarda duygusal zeka



Yüklə 77,39 Kb.
tarix01.11.2017
ölçüsü77,39 Kb.
#26553


BİLİMSEL PARADİGMALARDA DUYGUSAL ZEKA
Yrd. Doç Dr. Canan Erkan

DEÜ. Hukuk Fakültesi

Prof Dr. Hüsnü Erkan

DEÜ. İİBF Buca-İzmir
ÖZET

Rasyonalizmden pozitivizme uzanan eksene bağlı olarak şekillenen Mekanik Paradigma duygusal zekayı tümüyle araştırma programının dışına itmiştir. Bilim insanının duygusal zekası, bilimin pozitif alanı dışında görülmüş, sübjektif alanın bir unsuru olarak, ancak bilgi sosyolojisinin bir sorunu olarak değerlendirilmiştir.
Buna karşılık, görünür doğa yerine, görünmez doğa ve evrenin araştırılmasına yönelen Kuantum Paradigması, duygusal zekayı, araştırma programı ve sürecinin asli parçası olarak görmektedir. Bu nedenle olup bitmiş olayın pozitif ve dıştan izlenmesi yerine, bilinmeyenin, yeninin ve geleceğin araştırılmasında kuantum paradigması, sezgiler olarak, duygusal zekayı etkin bir konuma yükseltmiştir. Böylece bilim adamının duygusal zekası, araştırma programının asli unsuru durumuna gelmiştir.
Bu iki yaklaşım ve araştırma süreçlerinin açıklanması ve karşılaştırmalı analizi bu tebliğin konusunu oluşturmaktadır .



  1. BİLİMSEL DÜŞÜNCEYE GİDEN YOL


Doğa, evren ve yaşamın; oluşum, yapılanış, işleyiş ve akışını anlamak ve açıklamakta çaresiz kalan insan, eski çağlarda bu olgunun çözümünü doğa üstü güçlerde arar. Doğa üstü güçlere dayalı olarak doğayı açıklama arayışı, mitolojik düşüncenin doğmasına yol açtı. Zira, doğa karşısında acz içindeki insan, bu güçsüzlüğünü doğa üstü güçlere inanarak aşmaya çalıştı.

Doğanın gözlenmesiyle, elde edilen bilgi birikiminin pratik düşüncede bir sıçrama yaratması, yani düşünce paradigmasında köklü bir değişim, Mitosdan Logosa geçişle başladı. Mitolojik düşünceden, akla dayalı düşünceye (Logosa) geçiş, net ifadesini Eski Ege uygarlığını yaratan düşünürlerde kendini buldu.

Burada aritmetik ve geometriye dayalı salt beynin ürünü olan akla dayalı düşüncenin, yani soyut düşüncenin doğması, düşünme geleneğinde önemli bir sıçrama yarattı.

Doğanın karşıdan gözlenerek algılanması ve ona hakim olmak için aklın pratik kullanımı pratik teknolojileri yarattı. Başka bir ifade ile, avlanmak ve toplamak için araç kullanımı ile ateşin bulunması ve tekerleğin icadı gibi pratik teknolojiler bu türdendir.

Bu süreçte bilginin doğaya müdahale amaçlı kullanımı, teknolojiyi ortaya çıkarırken, insanların doğa üzerine müdahalesini sağladı.

Eski Asya ve Çin kültüründe doğanın karşıdan değil, içerden, onun bir parçası olarak algılanışını ortaya koyan bir düşünce gelişti. Hint kültüründe, insanın iç dünyası ve ruh dünyasına yönelik bir yolculuk öne çıktı.

Buna karşın, Ege uygarlıklarında, insan aklıyla doğanın keşfi ve ona hakim olma fikri ön plana çıktı. Akli düşünceye ; yani Logosa geçiş, insanın kendi düşünme gücünün keşfi anlamına geliyordu. Böylece Batı uygarlığı içinde gözlenen doğanın işleyişini, akla dayalı olarak algılayıp anlamak ve algılamaya çalışmak önem kazandı. Yine Eski Ege uygarlıklarındaki varlığın en küçük parçası olan atom düşüncesi de akli düşüncenin önemli bir kategorisi olarak öne çıktı.

Akla dayalı düşüncenin, dolayısı ile “düşünen” insanın öne çıkmasına rağmen henüz doğaya egemen olmakta yetersiz kalan insan, bu yetersizliğini Logos’tan Teos’a geçerek açıklamak istedi. Zira ortaçağın Teokratik düşüncesine göre insan aklı zayıf ve yetersiz olduğu kadar, kötüye ve günaha eğilimlidir. Bu aczi aşmak için mutlak aklı temsil eden Teos düşüncesi öne çıkarak ortaçağ düşüncesinin temellerini oluşturdu.

Ancak tarihsel süreç içinde Eski Ege, Yunan ve Roma kültürlerin yeniden canlanmasıyla Rönesans dönemi başlar. Eski Ege uygarlıklarında doğmuş olan soyut düşüncenin merkezi unsuru olarak geometrinin Kuzey İtalya’da mimari ve güzel sanatlarda kullanımı, bu kez aklın ve akla dayalı düşünce ile bu düşünceye sahip insanın yeniden keşfini sağladı.

Rönesans düşüncesine göre insan aklı Orta Çağ düşüncesinin aksine kötüye ve günaha değil; iyiye ve güzele de meyillidir. İyiye ve güzele işleyen akla sahip insanın keşfi aynı zamanda “birey olmanın” keşfini sağladı. Bireyin keşfi, insanın değerli olmasını yani hümanizma akımının doğmasına yol açtı.

Hümanizma; Rönesans dünya görüşünün dışa vurumuydu. Bu düşünce kilise dışındaki eğitimli ve kültürlü insanlarca yaratıldı. Hümanizma, insanı kendine konu edindi ve bilgeliğin yeniden doğmasına ve insan aklının özgürleşmesine hizmet etti (Anabritanica; Rönesans). Ayrıca Batıda aklı öne çıkaran süreç bir süre sonra dinde reform olarak 16. yy Avrupa’sında Protestanlığın gelişmesine yol açtı.

Kısacası Rönesans; hümanizma ve reformasyonla başlayan süreç zaman içinde aydınlanma çağına (17. ve 18. yy) ulaştı. Aydınlanma çağında; din de dahil yaşamın her boyutu yeniden aklın süzgecinden geçirildi, tartışıldı ve konuşuldu. Bu sürece katılan ülkelerde yaşamı ve doğayı yeniden açıklayan düşünme süreçleri devreye girdi. Bu süreç içinde doğanın ve yaşamın işleyişini açıklayan düşünceler ortaya çıktı. Bunlar içinde doğanın işleyiş ve akışını açıklamaya yönelik olarak Newton Yasaları, ilk büyük bilimsel devrim ve sıçrama olarak gerçekleşti.

II. İLK BİLİMSEL DEVRİM: NEWTONGİL PARADİGMA
T. Kuhn’un (Kuhn, 1970:5) deyimiyle ilk bilimsel devrim ve paradigmal sıçrama Newton yasalarıyla gerçekleştirildi. Newton yasaları doğanın mekanik işleyişini açıklayan doğa kanunları olarak mekanik bilimin doğmasını sağladı. Böylece mekanik bilim; tüm bilimlerin anası olarak ortaya çıktı. Bu gelişme ile uygarlık tarihi içinde, pratik düşünceden bilimsel düşünceye bir sıçrama yaşanmış oldu.

Mekanik Bilimsel düşünce, yaşam bütününden aldığı bir parçayı, soyutlayıp basite indirgeyerek, kurguladığı model içindeki neden-sonuç ilişkisini mantıksal tutarlılık içinde sunan bir yaklaşım olarak şekillendi. “Yeniçağ Fiziği” denildiğinde hemen aklımıza gelen Newton Fiziği, o yüzyıllar için “bilim”den anlaşılan şeyin somut örneği sayıldı. Öyle ki o yüzyıllar için “bilim” demek “Newton Fiziği” demekti. Burada F. Bacon’ın öncülüğünü yaptığı tümevarımcı/deneyci yöntem ile Descartes”in temsilciliğini yaptığı analitik/matematiksel yöntemin birleştirildiğini görürüz. Zaten ”bilim”, bu yüzyıllardan itibaren, doğada deneysel yoldan elde edilmiş verileri ve bulguları , matematik dili içersinde , yasalar şeklinde ifade etmeye çalışan kesin bilgi faaliyetinin adı oldu (Doğan 2002:272-73). Doğa bilimleri, bir yönüyle deneylere dayalı pozitif bilim olarak adlandırılırken, diğer yönüyle matematik dilini kullanarak açıklama ve modellerini formüle etti.

Araştırmacı özne için, doğa bir “dış dünya”dır. Özne; doğa olaylarını karşıdan izleyerek, deney yoluyla belirleyip, matematiksel olarak formüle etmektedir. Bu yolla doğa ve evrenin işleyişi açıklanır oldu. Bu şekilde elde edilip, deneylerle test edilen bu bilginin, doğaya egemen olmak için belli yöntem ve araçlar şeklinde kullanımı ise yeni teknolojileri doğurdu Böylece teknoloji, uygulamalı doğa bilimlerinin ürünü oldu.
Diğer yandan doğa bilimlerindeki gelişme, sosyal bilimlerin doğmasında etkili oldu.

Fransız Devriminin “toplumu” öne çıkarması, toplumsal olay ve sorunların bilimsel açıdan ele alınması ihtiyacı, sosyal bilimlerin doğumunda yönlendirici bir etki yarattı. Hatta Sosyolojinin kurucusu olan O. Comte, toplumu konu alan bu bilim dalına “sosyal fizik” adını veriyordu. Zira toplumu incelerken Newton Fiziğini model almıştı. Aydınlanma düşüncesi ile yeniçağ bilimlerindeki gelişmeler ve Comte’cu fizik merkezli yaklaşımlar pozitivizmi doğurdu. Comte; pozitif düşünceyi toplumsal olaylar için de kullandı. Böylece doğa yasalarını açıklamaya çalışan fizik bilimleri yanında “toplum yasalarını” açıklamaya yönelen bir “sosyal bilim” doğuyordu (Özlem, 2002:275-76). “

Kısacası, bilimsel düşüncenin paradigmal bütünlük içinde sunumu Isaac Newton’ un “Principia” adlı eserinde ortaya kondu. Böylece, bu düşüncenin kökleri , insan aklının kullanımı ve eski Ege uygarlıklarında ortaya çıkan düşünce sisteminin Rönesans döneminde yeniden yapılanışı; hümanizma, reformasyon, aydınlanma ve pozitivizmle tamamlanması sonucunda gerçekleşti.

Bu yaklaşımda doğanın işleyişinin fizik-doğa yasaları olarak keşfedilebileceği ve pozitif doğa olaylarının mekanik yasalara göre işlediği temel görüşü vardır. Burada doğa (nesne) dıştan ve karşıdan gözlenir (Özne). Öznenin nesneye müdahalesi söz konusu değildir. Kesin bir özne-nesne ayrımı vardır.


III. İKİNCİ BİLİMSEL DEVRİM : KUANTUM PARADİGMASI
Newtongil Paradigma, ilk bilimsel devrim olan mekanik düşünceye dayalı olarak, doğa ve yaşama yönelik teknolojik müdahalelerle, sanayi uygarlığı ve sanayi toplumunu yapılandırıp şekillendirdi.

Oysa yirminci yüzyılın başında başlayıp ilk çeyreğinde şekillenen kuantum devrimi, bilime yeni bir anlayış, yeni bir bakış açısı getirerek doğa ve evrenin algılayış, analiz ve araştırma yöntemlerinin değişmesine neden oldu. Bu gelişme , hem doğa bilimlerinin , hem de sosyal bilimlerin araştırma yöntemlerinin değişmesine yol açtı.

Einstein`ın İzafiyet Teorisi ile başlayıp; parçacık fiziğindeki gelişmeler, yeni paradigmanın gelişmesine yol açtı. Mekanik anlayışta, sürpriz ve düzensizlik içermeyen doğa anlayışı, termodinamiğin ısı etkisiyle değişmesi, İzafiyet Teorisi ve Atom düşüncesinden, atom altı parçacıklara inilerek atomun iç yapısının çözümlenmesi, yani parçacık ve çekirdek fiziğindeki gelişmeler Kuantum düşüncesini yarattı.

Atom altında temel parçacıkların, hem tanecik (foton) hem de dalga yapısı göstermesi, konum ve hız açısından, kesin durumların değil olasılıkların geçerli olduğu görüldü. Burada enerjinin açığa çıkışı sürekli değil, tanımlanmış miktarlarda (kuantalar) şeklinde gerçekleşiyordu.

Atom altı parçalarda olduğu gibi, makro evrenin de durağan değil büyük patlamadan beri genişleyen bir yapısı olduğu görüşü geçerlilik kazandı. Mikro ve makro kosmosun açıklaması, tek düzelilik ve istikrara değil; karmaşık bir işleyişe sahip olduğu görüldü. Bu nedenle yeni bilim anlayışı, klasik, standart, mekanik etkileşimden, süreksizlik, belirsizlik ve olasılık öğelerinin geçerli olduğu bir etkileşim sistemine oturtuldu.

Fizik, mekanik ve elektronik başta olmak üzere bütün bilim dalları, yeni araştırma yöntem ve modellerine yöneldi. Mikro elektronikte yaşanan sıçrama, yeni ürün ve teknolojiler yarattı; mikro biyolojide DNA şifrelerinin kodları çözülerek genetikte de sıçramalar yaşandı. Bu durum eski bilim anlayışı olan mekanik düşüncenin ve mekanik bilimin sonunu getirirken, yeni bilim, teknoloji ve araştırma yöntemlerini devreye soktu.

Zira mekanik paradigmanın nokta anlayışından, kuantum paradigmasının zaman ve mekân boyutlarına doğru yol alan genişleme, olay ve olguların, bir sistem ve süreç mantığı içinde ele alınmasını gerektirdi. Ancak bu durumda karşımıza çıkan sistem ve süreçlerin karmaşıklığı ile çok yönlülüğü değişik yönlerden, relativite (görelilik kuramı), kaos kuramı, karmaşıklık kuramı gibi yaklaşımların doğmasına yol açtı.

Böylece, mekanik düşüncedeki doğal denge durumundan; doğadaki veya toplumsal olay ve süreçlerdeki kaotik, dinamik, çok yönlü ve karmaşık durumların varlık ve analizine yönelim gerçekleşti.

Kuantum paradigmasında çok sayıdaki karmaşık ilişkilerin, karşılıklı interaktif etkileşimi bir bütün olarak ele alındı. Böylece karşılıklı etkileşim ilişkilerinin bir ağ ve sistem oluşturması ile bu sistemin zaman ve mekan boyutlarında kazandığı işlerlik, süreç düşüncesini gündeme getirdi.

Mekanik paradigmadan kuantum paradigmasına kayış, nokta durumdan; sistem ve süreç durumlarına geçişi beraberinde getirirken toplumsal ve ekonomik olgular da, sistem ve süreç olarak yeni ve bütüncül etkileşim şeması içinde ele alınır oldu.

Mekanik paradigmada, doğa ve toplumun işleyiş modeli “makine” imajıyla evrenin rasyonel işlediği varsayımı geçerliydi. Rasyonelliğe dayalı mekanik işleyiş içindeki evren bütünü, istendiği kadar küçük parçalarına (atom) ayrılıp, soyutlanıp tek başına ele alınabilir düşüncesi geçerliydi. Başka bir deyişle evren bütününün, kesin, değişmez, mekanik, determinist etkileşim gösterdiği kabullenilmişti.

Oysa ki, kuantum paradigması, evren anlayışına farklı bir yaklaşım getirdi. Kuantum dünya görüşü, mekanik paradigmanın getirdiği belirlilik ve mutlaklık ilkesi yerine belirsizliği ve olasılığı; tek yönlü ve mutlak nedensellik yerine, interaktif etkileşimden oluşan sistem bütününü ve objektif tek gerçeklik yerine, etkileşim sisteminin oluşturduğu ağda yapılanmayı ikame etti.

Kuantum paradigmasını şekillendiren temel kavramlar katalogu ise aşağıdaki gibidir:

İndeterminizm

Doğrusal olmama

Katılımcı tesadüfilik

Belirsizlik

Karmaşıklık

Bulanıklık

Karşılıklı bağlantı ve etkileşim

Dalgalı gelişim

Subjektifliğin devreye girmesi

Noktasal olmayan nedensellik

Kesin olmayan nedensellik

Tamamlayıcılık

Birbiri ile bağlantılı olma

Neden sonuç bağlantısında orantısızlık

Başlangıç koşullarına karşı duyarlılık ve

Bütünsellik

Kuantum paradigmasında değinilen kavramlarla doğa ve toplumun algılanışı ve açıklanışı mekanik paradigmaya göre tümüyle farklı bir içerik, işleyiş ve açıklama kazandı.

Böylece, tek yönlü ve tek değişkenli nedensellik spektrumu yerine burada çoklu etkileşim spektrumu devreye girdi. Başka bir deyimle,

  • Her şeyin her şeyi etkilediği (kelebek etkisi),

  • Karşılıklı bağlantı ve ilişkilerin sistem içinde şekillendiği,

  • Sonuçların olasılıklar içinde gerçekleştiği,

  • Sistem içinde, zıtlıkların, olumlu ve olumsuz gelişmelerin sistem öğelerinin yapılanış ve işleyişine göre olumlu ve olumsuz olabileceği ve sistem bütünün, alt sistem ve süreçlerinde kısa dönemde farklı yönde gelişmelerin olabileceği bir işleyiş olduğu ortaya kondu.

Bu paradigmada araştırmacının, tekdüze neden-sonuç bağlantısını araştırması yerine, çoklu bağlantı ve ilintilendirme görevi nedeniyle bütüncül etkileşim anlayışı ön plana çıktı. Sosyal bilimlerde araştırmacının, tek tek ve anlık neden-sonuç bağlantılarını keşfetmesi yerine, dünden bugüne gelen ve bugünden geleceğe uzanan sistem, yapılanma ve süreç işleyişlerinin bağlantılarını bulup, bu bağlantıların oluşturduğu davranış kalıplarını keşfetme görevi vardır. Ayrıca , ağ bağlantılarını farklı düzey, zaman, mekan ve ortamlarda aramak durumundadır.

Toplumsal süreçler gibi, çok yönlü ve çok boyutlu bir konu, tek yönlü tek değişkenli mekanik etkileşim paradigması içinde ele alınırsa, literatürde olduğu gibi sınırlı birkaç değişkenin mekanik nedensellik etkileşimini tasvir eden birbirinden kopuk sayısız model geliştirilebilir. Ancak bunların hiç birisi çok sayıdaki değişkeni ve bunlar arasındaki çok yönlü bağlantıları (ilintileri) dikkate almadığı için konunun açıklanmasında ve reel analizlerin gerçekleştirilmesinde yeterli olamaz.

IV. PARADİGMALARDA DUYGUSAL ZEKA
Daha önce değinildiği gibi, mekanik paradigmada kesin bir özne nesne ayrımı vardır. Bilimsel uğraşın öznesi olan bilim insanı, inceleme konusuna karşıdan bakar. Esasen bilimsel olay, önceden olup bitmiş, pozitif bir olgudur. Bilim insanı, bu olay veya olguda ortaya çıkan sonucun hangi neden veya nedenler tarafından belirlendiğini ortaya koyar. Böylece, bilim insanının ortaya koyduğu, olmuş bir olay veya olgunun sonucu ile bu sonucu belirleyen nedenler ve aralarındaki ilişki üçlüsü birlikte bilimin nesnel alanını oluşturur. Belirleyenler, olaya ilişkin bir genel hipotez ve bu hipotezin uygulanabilirlik koşullarını içerir. Bunlar birlikte, bir bilimsel teorinin açıklayanlarını oluşturur. Bu açıklayanlar ile sonuç arasındaki ilişki ise bir dedüksiyon (tümden gelim) sürecidir.

Kısacası, mekanik paradigmada ortaya konan bilimsel yasalar, bir veya birden çok genel hipotez ile bunların uygulanabilirlik koşullarını içeren bir açıklayanlar seti ile açıklanan yani sonuç arasında kurulmuş tümden gelimci mantık ilişkilerine dayanır. Bu mantık ilişkisi, zaten pozitif bir olgu olarak var olan sonucu, olayı açıklama konumundaki genel hipotezden ve uygulanabilirlik koşullarından, şekli mantık kuralları içinde üretir. “Eğer …. (şöyle şöyle)….ise; bundan dolayı …(böyle böyle)… dir” şeklinde bilimsel ifadeler ortaya konur. Bilimin bu açılama sürecine bilim insanı karşıdan bakar, kendi duygu , heyecan ve tutkularını işin içine katmaz. Burada sadece, açıklanan ile açıklayanlar arsındaki şekli mantık ilişkisi formüle edilir. Üstelik bu ilişkiler zaten matematik veya mantığın şekli (formel) kalıpları içinde yapılır.
Bu yaklaşımda bilim insanının duygu, heyecan,sezgi ,motivasyon gibi tüm insani özellikleri, bilimsel açıklamanın , herkese açık olan nesnel alanında değil, bilim insanının öznel alanında yer alır. Öznel alan bilim insanının özel yaşantısı olarak görülür. Ancak ayrı bir bilim alanı olan bilgi sosyolojisinin konusuna girer.
Kuantum paradigmasında ise durum tam tersinedir. Burada olmuş bir olayın tekli neden sonuç ilişkisi yerine; henüz olmamış ve olmasını istediğimiz veya bilmediğimiz ve görmediğimiz karmaşık ilişki ağı içinde nelerin olabileceği , bir zaman süreci içinde araştırılmaktadır. Üstelik bu süreç, dinamik ve değişken. Kalıplaşmış ilişkiler değil , sürekli değişen ilişkiler ve belirsizlik içerir.

İşte kuantum paradigmasında bilim insanı kendini tam da bu akıp giden dinamik ağ etkileşiminin içinde bulmaktadır. Bu ilişkilerin neler olabileceğini ancak sezgileriyle keşfedebilmektedir. Ayrıca bu sezgilerin oluşması için uzun süre, beyninin bu konu ile meşgul olması, bilgi birikimi , deneyim ve öğrenme süreçlerine sahip olması gerekir.

İlişki ağı içindeki etkileşimin keşfi için araştırmacını en büyük yardımcısı, bilim insanının bu konudaki, sezgileri, tutkuları, heyecanı ve motivasyonudur. Bilim insanı, bilimsel uğraş konusu olan olayın tam içinde ve onunla haşır neşir olmaktadır. Üstelik olayı karşıdan izleme şansı zaten yoktur. Zira burada görünmeyen doğa veya bilmediğimiz geleceğimiz araştırma konusu olmaktadır. Bilim insanı burada etkileşim ağı şeklindeki işleyişin ve sürecin tam içinde ve onun bir parçası olarak, tüm insani değer ve tutkularıyla araştırma sürecinin bir parcasıdır.

Kuantum paradigması ile yaşanan bu sıçrama hem bilimi, hem de insanlığı ve uygarlığı yeni bir spektruma ve yeni bir toplum yapısına yönlendirdi. Başka bir deyimle, yeni paradigma insanlığı bilgi toplumuna, bilgi uygarlığına ve bilgi teknolojilerine yönelmenin yollarını açtı. Burada artık görünün doğanın pozitif ilişkileri yerine; görünmez doğanın; yani atom altı parçalarla, DNA şifrelerinin davranış ve ilişkileri öne çıktı. Yeni yaklaşımda akıl, mantık, sezgi ve duygusal zekamızın da kullanımı ile beynin birikim ve odaklanmasının yarattığı, yeni fikir ve hayallerin önemi devreye girdi. Olanı değil, olmayanı araştırmak ve yeniliği yakalamak önem kazandı.

Kuantum düşüncesinin konuları ele alışı; sosyal bilimlerin eskiden karşılaştığı karmaşıklık ve belirsizlik sorununa bir çözüm getiriyordu. Yeni yöntemde noktasal etkileşim yerine farklı düzeylerde karşımıza çıkan karşılıklı ağ etkileşimi vardı ve yeni sorunlar bu çoklu ağ etkileşim sistemi içinde bütüncül olarak ele alınır oldu.

Bugün bilimin kuantum düşüncesiyle ulaştığı düzey; olmayana, geleceği ve yeniyi keşfetme uğraşı içindeki insanın ve insan beyninin tüm potansiyeli ile araştırma süreçlerinin içinde olduğunu ortaya koydu. Araştırmacı, mekanik düşüncedeki gibi araştırılanın dışında değil; sosyal bilimlerdeki gibi araştırılanın bir parçası olarak öne çıktı. Araştırmada; nesne özne ayrımı ortadan kalktı. Araştırmacı özne, artık araştırma sürecini ve yeni bilgi üretme sürecinin bir parçası durumuna geldi.

Zira atom altı parçalar arasındaki etkileşimin çeşitlilik ve karmaşıklığının keşfi ile , atom altındaki etkileşimi değiştirerek yeni bir ürün; yeni bir ilişki, yeni etkileşim keşfetmeye çalışırken; mikro biyolog yeni bir DNA kodu veya yeni bir iletici veya algılayıcı enzim keşfetme sürecinde olabilir.
Atom altı parçaların dinamik ve karmaşık etkileşimini açıklayan model arayışları sosyal bilimlerde de sürmektedir. Bu alanda bilişsel (cognitive) teorisinin yaklaşımlarından yararlanılmaktadır. Sosyal alanda, birey, örgüt, kurum ve sistemlerin kalıplaşmış standart davranışlar yerine öğrenmeye dayalı dinamik davranışlara dayalı modeller üzerinde çalışılmaktadır. Yeni araştırma modelleri, ağ etkileşim sistemleri şeklinde oluşturulmaktadır.

V. KUANTUM AĞ ETKİLEŞİMİ İÇİN MODEL ARAYIŞLARI
Ağ etkileşim sistemleri farklı düzeylerde birbiri ile bağlantılı (connectionist) modeller olarak kurgulanmaktadır. Ağ etkileşim modellerinin, basitten karmaşığa kadar çok sayıda örnekleri oluşturulmakla birlikte, sosyal sürecin karmaşıklığını, dinamizmini ve öğrenme süresini kavrayabilmesi açısından iki model türü birbiri ile yanaşmaktadır. Daha çok yapay zeka, bilişsel (cognitive) teori, nöröloji bilimi, psikoloji ve zihin felsefesi alanlarındaki çalışmaların ürünü olarak bu araştırmalar şekillenmektedir.

Bunlardan birincisi , bilgisayar sistemini model alan yaklaşımlardır (computational modelling). bu yaklaşımda bağlantılı – bütünleşik ağ etkileşim modeli; içerdiği birbiri ile bağlantılı süreçlerin oluşturduğu bir ağ modelidir. Daha çok sembolik mantığa dayalı şematik amaçlı olarak yapılandırılmış modellerdir. Bu modeller,

  • Zaman içinde birbiriyle bağlantılı unsurlar

  • Birbirine benzer unsurlar veya

  • Birbiriyle zıtlık (karşıtlık) içindeki unsurların bağlantılandırıldığı modellerdir.

Bu türdeki bir ağ etkileşim sistemleri temel özellikleri şunlardır (M.W. Eysenck, M. T. Keane, 2000:7-8).

Birbirine bağlı noktalardan oluşan bir ağ (network) sistemi oluştururlar. Birbiriyle bağlantılar çeşitlilik arz eder; bu bağlantılar genel, özel veya karmaşık bir katılım şeklinde oluşabilir.

Bağlantılı noktalar arasındaki ilişkiler her modelde farklı güç ve etkinliği temsil ederler.

Sistem içinde öğrenme yeni bağlantı ve noktasal ilişkilerin oluşumuna yol açar. Bağlantılar arasındaki ilişkinin güç değeri ve ilişki gücü değişkendir. Örneğin iki ayrı yaklaşım için gerçekleşen öğrenme süreçleri arasındaki sentez öğrenmeyi daha da geliştirir.

Bir bağlantı noktasındaki ağ bölgesinden kaynaklanan değişik etkilerin ağ bütünü içinde yayılma biçimi farklı model yapılanmasına fırsat verir.

Ağ sistemi içindeki etkileşimin dağılımı farklılaşmış faktörlerin bulunmasından kaynaklanabilir. Bunlar faktör analizleriyle belirlenebilir. Bağlantı noktaları, ara bağlantılar, etki gücü ve etki zamanı, sistemin etkileşim süreci içinde yapılanmaktadır.

Ağ etkileşim modellerinin giderek daha çok ön plana çıkan bir türü, beynin çalışması esasına dayalı Sinir Ağları Modelidir. Bu tür ağ-sistem (connectionst network veya neural network) modellerinde öğrenme özel sonuçlar doğurmaktadır. Zihinin yaratıcı işlevi sistem dinamikleri için belirleyici olmaktadır. Bu modellerin özellikleri şöyle özetlenebilir (M.W. Eysenck, M. T. Keane, 2000:9-10):

Bu tür ağ etkileşim sistemleri, beyin ve sinir hücresi benzeri bir yapılanma içinde temel birim veya noktalar içerir. Her birim, bir diğeri ile çok sayıda bağlantıya sahiptir.

  • Her birimde ortaya çıkan bir uyarı veya sinyal diğer birimleri de etkiler.

  • Her birime ulaşan bir etki; etkileşim içindeki etkilerin ağırlıklı ortalamasının belli bir eşik değeri aşması durumunda buradan kaynaklanan tek bir etki (sonuc) üretir.

  • Ağ bütününün karakteri onu oluşturan birimlerin birlikte belirlediği ağırlığa göre şekillenir.

  • Birimler arasındaki bağlantının gücündeki değişim, bütünde geçerli kurallarca şekillendirilir.

  • Ağ bütünü farklı düzeyde yapı ve bağlantılara sahiptir. Girdi birim bağlantısı; ara bağlantı ve çıktı bağlantıları oluşur.

  • Bağlantı konsepti, bütün içinde farklı biçimde dağılıp yapılanan bir davranış kalıbı oluşturabilir.

  • Aynı ağ sistemi; birbirinden çok farklı davranış kalıplarının oluşumuna yol açabilir.

  • Ağdaki önemli bir öğrenme kuralı hatalardan geri bağlantı yoluyla yararlanma şansıdır. Ağ bütünü bir davranışı öğrenebilir, içerdiği yapılanmaya göre yeni davranış kalıbı oluşturabilir.

  • Ağ bütünü uygun sonucu üretinceye kadar tekrarlanabilir. Bu yüzden davranışın dıştan ve önceden programlanmasından çok davranışların öğrenilerek değiştirilmesi söz konusudur. Kuralların belirlenmesinden çok öğrenilmesi esastır.

Sinir ağları modeli, beynin çeşitlenmiş paralel süreçler içermesi nedeniyle, bilgisayar modellerine göre üstünlüğü söz konusudur. Ayrıca burada öğrenme becerisi de devreye girmektedir.

Ağ sistem bütününün esnekliği onun öğrenme yeteneğini devreye almasına yol açarken ; istikrarı ise, onun öğrenilen yeteneklerin korunması olarak orta çıkar. Ancak ikisi arasında genellikle çatışma vardır. Bu nedenle ikisinin sentezi gerekir.

Ağ yapılanışının zaman içinde değişimi onun zaman boyutu içeren dinamik bir sürece sahip olduğunu gösterir. Sinir ağları sistemi sürekli çalışan bir işlerliğe sahiptir. Etkileşim sistem bütününün hepsini birlikte etkileyen yaygın işlerliğe sahiptir. Sinir ağları modeliyle çalışırken, ağ oluşturan birimlerin belirlenmesi, etkileşim aktivitesinin tanımlanması ve öğrenme ile değişen etkileşim ağırlıklarının belirlenmesi gündeme gelir.

B
Girdi Birimleri Katmanı
eynin işleyişini esas alan ağ-sistem modelleri; ekonomik alanda da yeni sentezler yaratmaktadır (Nöroekonomi bilimi-neuroeconomics). Nöroloji bilimleri ve ekonomi ile psikoloji sentezine yönelen bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım içinde karar ve tercih süreçleri ile risk ve ödüllerin değerlendirilmesinde beynin rolü inceleme konusu yapılmaktadır. Bu alanlardaki karar süreçlerinde sinir hücreleri ve biyo-kimyasalların nasıl kullanıldığı araştırılmaktadır.


Nöro ekonominin bulguları; duyguların, ekonomik karara ve tercihlerde oldukça etkili olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Nöro ekonomik bulgulara göre ekonomik karar süreçlerine beynin değişik bölgelerinin katıldığı tesbit edilmiştir. Nitekim Daniel Kahneman, ekonomide Nobel Ödülünü bu alandaki çalışmaları nedeniyle almıştır.

Nöro ekonomi, ekonomi biliminin belli alanında yeni bir açılım getirmekle, interdisipliner bir araştırma alanının doğmasına katkı yapmıştır. Ancak yeni gelişmelerin asıl katkısı, geleneksel ekonomi biliminin kendi kendini hapsettiği kapalı mekanik modellerden, beynin çalışmasını esas alan ağ etkileşim modellerinin ekonomik alana taşınmasıyla elde edilecektir. Böylece mekanik fiziğin daha da daraltılmış bir taklit modeli olan ve pratik değeri olmayan denge modelleri yerine, dinamik çoklu etkileşime dayalı zaman ve mekan boyutu olan modellere fırsat yaratmasıdır. Bu anlamda ekonomi bilimin tüm alanları üretim sürecinin çoklu katılım ve ağ etkileşimi içinde daha gerçekçi açıklamalar ortaya koyduğunu görebiliriz. Bu süreçlere tüm farklılıklarıyla sürece katılan insan, örgüt, kurum ve sistemlerin bu süreçleri birlikte belirlemesi, daha uygulamaya yatkın yeni modeller gerçekleştirilebileceğini göstermektedir.

Mekanik ve noktasal nedenselliğe dayalı sosyal bilim modeli aşırı soyutlamaya dayalı olması nedeniyle sosyal sürecin karmaşık ve çok yönlü içerik işleyişi ile yapılanışını; açıklamak için yetersiz kalırken; ağ etkileşim sistemlerine dayalı bilimsel açıklama şeması sosyal bilimlerin karmaşık, çoğulcu ve çok boyutlu içerik ve işleyişine daha uygun bir yaklaşımdır. Bu nedenle sosyal bilimler kendi analiz yöntemini ancak Kuantum Düşüncesine dayalı yeni yaklaşımlarda bulmaktadır. Mühendislik biliminin, kuantum düşüncesine dayalı, atom altı parçacıkların davranışını inceleyen ağ etkileşim modelleri ile sosyal bilimlerin çoklu ve değişken insani ve kültürel özelliklere dayalı model yapısı arasındaki farklılık eskiye göre nispeten ortadan kalkmıştır. Mekanik düşüncenin dar elbisesi, sosyal bilimlere uymadığı için, mühendislik bilimleri ile sosyal bilimde araştırma projelerinde farklılık oluşmuştur. Oysa ki ağ etkileşim sistemleri içindeki projelerindeki fark azalmıştır. Yine de mühendislik bilimlerinde laboratuar deneyiminin yapılabilir olması karşısında, sosyal bilimin geleceği araştıran simülasyon modellerinde; için belirsizliğin ve kontrol edilemeyen değişkenlerin daha fazla olduğu söylenebilir. Her iki modelde de bilgisayar destekli araştırma ve simülasyon modelleri devreye girmektedir. Bir yıldız sisteminin sönümlenmesi veya bir sosyal süreç içindeki farklı karar ve değişimin yaratacağı sonuçları simülasyon modellerinde görmek mümkündür. Gerçekten de, yeni yaklaşım içinde mühendislik alanlarında yeni alanlar olarak sistem ve süreç mühendisliği alanları doğarken; sosyal sürecin ağ etkileşim yapısı sistem bütünü olarak yapılanmakta ve bu sistem içindeki akış; sosyal süreci vermektedir. Örneğin, artık kalkınma ve büyüme olgusu diğer koşullar sabitken sadece marjinal tasarruf/yatırım oranına bağlı kalmak yerine, sistem ve süreç içindeki bir seri yapılar, kurumlar, kararlar, katılımlar ve işbirliğine dayalı olduğu gibi; bir kerelik bir duruma değil süreç boyunca ortaya çıkan akış ve işleyiş ile bu süreçteki öğrenmeye bağlı olarak gerçekleşmektedir.

VI. SONUÇ
Yaşadığımız doğa ve evrenin, pratik gözlenmesinin ötesinde, işleyiş ve açıklamasının yapılması bilimsel dünya görüşünün doğmasını gerektirmiştir. Bilimsel dünya görüşü, uzun bir evrim süreci sonucunda Newton’un mekanik düşüncesiyle ilk temel formülasyonuna ulaşmıştır. Newton Devrimi doğa ve evrenin aşırı soyutlamaya dayalı mekanik açıklamasını basit ve kapalı model yapıları içinde sunmuştur.

Ancak mekanik düşüncenin kuantum düşüncesiyle aşılarak, yeni, bir sıçrama ile ikinci bilimsel paradigmal değişim yeni yaklaşımların doğmasına yol açmıştır. Kuantum paradigması; fizikte atom altı parçaların etkileşim ilişkisini, sistem ve süreç mantığı içinde çoklu, belirsiz ve kesin olmayan etkileşim ağları içinde sunmuştur.

Canlı organizmalara ilişkin açıklama şeması da sinir ağlarının etkileşiminde ortaya çıkan sistem ve süreçler olarak yapılanmıştır. Kısacası yeni bilimde ağ etkileşim sistemi yeni analiz aracı olarak şekillenmiştir. Ağ etkileşim şeması , görünmez doğanın karmaşık yapısını çoklu etkileşim bütününü sezgisel zeka ile açıklamaya çalışmaktadır.

Yeni yaklaşımda insan unsuru ve araştırmacı; araştırılan konunun dışında değil, içinde ve onun bir parçası olarak, süreç içinde öğrenip motive olarak yer almaktadır. Çoklu etkileşim süreci içinde sistem, dinamik işleyişini ortaya koyarken, araştırmacı yeni durum veya sonuçlara ulaşmak için; süreç unsurlarıyla birlikte kendi bilgi, deneyim, motivasyon ve sezgisel gücünü devreye sokarak yeni durum ve sonuçları yaratmaya, farklı olanı yakalamaya çalışmaktadır.

Farklılaşmış etki oluşumunu, sosyal bilimlerde stratejik planlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Geleceğe yönelik projeler, stratejik planlar şeklinde uygulamaya konulmaktadır. Sürece katılanların işbirliği, ortak değer ve kültürleri ile öğrenme becerilerini ve hatalardan öğrenme sürekli yenilenen dinamik sistem içinde, sürecin belirlenmiş vizyon veya hedefler doğrultusunda, bütüncül yönlendirilmesi sağlanmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar
KUHN, Thomas., The Structure of Scientific Revolutions, University of Chicago Press, Chicago, 1970,

Özlem, Doğan 2002 Kavramlar ve Tarihleri I, İnkılap,ss. 272-73

Erkan. H. “Sosyo Ekonomik Bölgesel Gelişme”, DEÜ İİBF Yayını, İzmir, 1987

Erkan, H.(1982), “Ekonomi Biliminin Temel Paradigması: Denge ve Kaynakları”, ODTÜ Gelişme Dergisi Sayı7:1-2, Ankara.

Erkan, H. (1987) Sosyo,Ekonomik Bölgesel Gelişme, DEÜ Yayını, İzmir (Doçentlik Tezi olarak hazırlanışı 1982).

Erkan, H., (1998) Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İnsan ve Toplum Bilimleri 1992 Büyük Ödülü, 4. Baskı, Ankara.

Erkan, H., (2000) Bilgi Uygarlığı İçin Yeniden Yapılanma, İmge Yayınevi, Ankara.

Erkan, H., (2001) Ekonomi Politikasının Temelleri, 5. Baskı, (1. Baskı 1984), İlkem Ofset, İzmir.

Erkan, H. (2004) Ekonomi Sosyolojisi, Fakülteler Kitabevi, 5. Baskı,(1. Baskı 1986 ,İzmir), İzmir.

Erkan, H. v.d.(1996)Türkiye İçin Çözümsüzlükten Çıkış Stratejisi: Toplumsal Sorunlara Entegre Sistemler Yaklaşımı, (TOPSES ), Cilt 1 ve Cilt 2, EGİAD, İzmir.

E. Nagel, The Structure of Science, Problems in the Logic of Scientific Explanation, Routledge, London, 1971.s. 74

M.W. Eysenck, M. T. Keane, 2000, ss.7-8, Cognitive Pycholology, 4.Edt. Psycology Pres, East Sussex

Istvan S. N. Berkeley, “What is Connectionism”, 1997, 5
Yüklə 77,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin