Divan edebiyari



Yüklə 123,04 Kb.
səhifə1/3
tarix05.09.2018
ölçüsü123,04 Kb.
#76845
növüYazı
  1   2   3

DİVAN EDEBİYATI

Divan Edebiyatı


                  Osmanlı ülkesinde, özellikle medreseden yetişen aydın kimselerin Arap ve Fars edebiyatlarını örnek alarak oluşturdukları yazılı edebiyata, "divan edebiyatı" adı verilir. XIII. yy'dan XIX. yy'ın ortalarına kadar süren divan edebiyatı, adını, şairlerin şiirlerini topladıkları "divan" denilen kitaptan almıştır. Divan edebiyatının tarihsel gelişmesi dört dönemde incelenebilir:
Kuruluş dönemi: Geçiş dönemi; olgunluk dönemi; çöküş dönemi.

                  KURULUŞ DÖNEMİ (XIII. yy.-XV. yy'ın ilk yarısı) Bu dönemde Sadi, Feridettin Attar, Nizami gibi İranlı şairlerin yapıtları Türkçe'ye (Osmanlıca'ya) çevrildi. Bu çeviriler, biçim ve öz bakımından yeni bir edebiyat geleneğinin kurulmasına ön ayak oldu.Gülşehri, Hoca Dehhani, Nesimi, Ahmet Dai, Kadı Burhanettin, Şeyhi gibi şairler, bazen din dışı konuları, çoğunlukla da, çeviri yapıtların etkisiyle, tasavvuf konularını işlediler.


                  GEÇİŞ DÖNEMİ (XV. yy'ın ikinci yanst-XVI. yy'ın baş¬lan): Saray ve çevresinde oluşan divan edebiyatı, bu dönemde özellikle belirli bir sınıfın (saray ve çevresi) edebiyatı olma niteliği aldı. Seçtikleri konular, genel eğilimleri, dilleri ve dünya görüşleri, şairleri bu sınıfın hizmetine soktu. Saray ve çevresinden yakın ilgi ve destek gören, ama topluma açılmayan divan edebiyatı, resmi bir edebiyat, daha doğrusu bürokratik bir edebiyat kimliğine büründü. Ahmet Paşa, Necati şiir alanında, Mercimek Ahmet, Âşıkpaşazade ve Sinan Paşa düzyazı alanında başarılı yapıtlar ortaya koydular.


                 OLGUNLUK DÖNEMİ (XVI. yy'ın başları-XVIII. yy'ın ikinci yarısı): Bu dönem, Fars edebiyatı etkilerinin en aza indiği, divan şairlerinin ve yazarlarının kendi kişiliklerini, yaratıcılıklarını en iyi biçimde gösterdikleri dönem olarak kabul edilebilir. Divan şair ve yazarları bu dönemde, etkilenme ve esinlenme yerine, özgün yapıya yöneldiler; biçim ve içerikte bazı yerli öğeler oluşturdular. Şairlerin bazıları (özellikle Şeyh Galip), "Sebk-i Hindi" akımını tanıttılar ve bu akıma uygun şiirler yazdılar. Sabit ve Nabi'nin başlattığı "yerlileşme"yse, Nedim'de ve onu izleyenlerde belirli bir bütünlük kazandı. Bu dönemin şairleri arasında Fuzuli, Hayali, Baki, Bağdatlı Ruhi, Taşlıcalı Yahya, Naili, Nabi, Nef'i, Nedim, Şeyh Galip, Koca Ragıp Paşa, yazarları arasındaysa Sehi Bey, Âşık Çelebi, EvliyaÇelebi, Kâtip Çelebi, Peçcvi, Naima, Koçi Bey, Veysi, Nergisi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi, vb. sayılabilir.


               ÇÖKÜŞ DÖNEMİ (XVIII. yy'ın ikinci yarısı- XIX. yy'ın ilk yarısı):Osmanlı toplumunda görülen yenileşme akımları ve girişimleri, Batı dünyasıyla çeşitli alanlarda kurulan yakın ilişkiler, gazete ve dergilerin Osmanlı ülkesinde de yayınlanmaya başlanması, bazı Osmanlı aydınlarının Batı ülkelerinde öğrenim görmeleri, Batı toplumlarını ve uygarlığını yakından tanımaları, edebiyat dünyasında da belirli bir etki uyandırdı. Diliyle, dünya görüşüyle toplumdan kopuk olan dîvan edebiyatı, yeni Osmanlı aydınları tarafından eleştirilmeye başlandı. Böylece, divan edebiyatının kendi çerçevesi içinde en güzeli yapılandırma, en güzel deyişe varma anlayışı değişmeye, edebiyatı toplumun eğitilmesinde, ahlâkının düzeltilmesinde, çevresini tanımasında ve değiştirmeye yönelmesinde etkin bir araç olarak görme eğilimi yaygınlaşmaya başladı. Divan edebiyatı, ilk sivil gazetenin çıkış tarihi olan 1860 yıllarında sona ermiş kabul edilmektedir.

               Edebiyat eğitiminde ve öğretim programlarında “Divan Edebiyatı” adıyla geçen ve XII ve XIX. yüzyıllar arasındaki sürecin ürünleri olan eski edebiyat metinleri, altı yüzyıllık Osmanlı kültür ve uygarlığının verileridir. Her ne kadar son yıllarda adı üzerinde klâsik şair, yazar ve eserler esas alınarak veya beslendiği kültür ve felsefî kaynaklar ölçüt alınarak tartışmalar yapılmış,“Klâsik Edebiyat”,“Klâsik Türk Edebiyatı”, “İslâmî Edebiyat”, “İslâmî Devir Türk Edebiyatı” (1), gibi adlandırmalarla sınıflandırılmışsa da bizim amacımız, adla ilgili tartışmaları, alan uzmanı bilim adamlarına bırakarak, Divan Edebiyatını hangi metinlerle ne ölçüde öğretme olup işi, eğitim açısından ele almaktır. Bu nedenle, şimdilik yaygın kullanımı olan Divan Edebiyatı adını tercih ettik.

               XVI. yüzyılın sonunda, önce duraklayan sonra da hızla çöküş dönemine giren Osmanlı Devleti’nin çöküşüne paralel olarak edebiyat da çöker. Vefasızlığından yakınılan, uğrunda acı çekilip göz yaşı dökülen hayalî sevgili tipi, mecaz, mezmun ve istiarelere dayalı kuralcı anlatımı, güncel ve gerçek yaşamdan uzak, yapay ve abartmalı kurgusuyla Divan Edebiyatı,Batıya yönelmeyi hedefleyen yeni edebiyat anlayışına ve esaslarına ters düşer. Nitekim, toplumun eğitimini ve medenileşmesini esas alan, halkın gerçeklerine dayanan somut eserler vermeyi amaçlayan Tanzimat Döneminin büyük şairleri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ai Suavi eski edebiyat yerine yeni edebiyat tarzını benimserler.

              Yeni kurulacak edebiyatın esaslarını “Lisân-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı uzun makalesinde açıklayanNamıkKemal, edebiyatın tanımını yaparak“Fikrin gelişmesine ve toplumun eğitilmesine olan büyük hizmetinden” söz eder. Divan Edebiyatının “realite ile ilgisizliğine, sunî’liğine ve boşluğuna”(2) değinir.

             1868’de Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir ve İnşa makalesinde, Divan Edebiyatını millî olmamakla suçlayan Ziya Paşa, “gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu” (3)söyler. Altı yıl sonra yayımladığı üç ciltlik Harâbât antolojisinde ani bir dönüşle övdüğü Divan Edebiyatının propagandasını yaptığı gerekçesiyle de Namık Kemal’in Tahrib-i Harâbat ve Takip adlı eserlerinde ağır eleştirilere hedef olur.

             Peki ama, günümüzde artık yaşamayan, Yahya Kemal’in deyişiyle “nadir insanların anlayıp zevkine vardığı bir tarihî çağrışım vasıtası” olan eski edebiyatımızdan geride kalan kalıcı değerler, güzellikler yok mu?Biz bunları genç kuşaklara nasıl aktarabiliriz. Onlara özellikle eski şiirimizi nasıl sevdirebiliriz?

              Kuşkusuz, fikir ve sanat dokusu; teşbih, istiare ve mazmunlarla örülmüş, yaratıcılığı ses ve estetik üzerine kurulu, özgün şiir diliyle yazılan eserleri inceleyip yorumlamak uzmanlık işidir. Ancak, kültür ve uygarlık değişimine koşut olarak değişen zevk ve anlayışa, dil tasfiyesine rağmen, sanat ve söyleyiş mükemmelliğiyle kendisini kabul ettiren bu edebiyatı öğrencilere tanıtıp sevdirmek de edebiyat öğretiminin amaçları arasındadır. Peki ama, bu konuda niçin zorlanıyoruz?Önce, bunu irdeleyelim:

         1.DİL FAKTÖRÜ

               Divan Edebiyatının büyük şairlerinin eserlerini,Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğunlukla kullanıldığı bir dille yazmaları, bu dili kültür ve sanat dili olarak yüzlerce yıl işlemeleri, sanat kaygısıyla Türkçe’ye gereken önemi vermemeleridir. Tanzimat döneminde, Maarif-i Umûmiye Nizamnamesiyle (1869) Türkçe öğretim dili kabul edilip bağımsız ders olarak öğretim programlarına girmiş, Cumhuriyet döneminde yapılan harf ve dil devrimiyle değer görmeye başlamışsa da daha önceki yüzyılların ürünü olan Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğun olarak yer aldığı metinlerle günümüz öğrencisi doğal olarak bağ kuramamıştır.

             Bu metinlerin anlaşılmasını güçleştiren başlıca etken, açık olmayan şiirsel anlatımın Arapça, Farsça kelime ve kelime gruplarında iyice örtünmüş olmasıdır.”(4)

             Kendi çağında anlaşılır bir şehirli Türkçesi kullanılmasına rağmen,Bâki’nin, liselerde de okutulan Kanunî Mersiyesinde yer alan,

Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng

Ta key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bidireng

beytinde tek Türkçe sözcük bulunmazken veya Nefî’nin,Sultan I.Osman’a yazdığı kasidedeki

Aftâb-ı bahr ü ber sâhip-kırân-ı şark ü garb

Şehsüvar-ı nâm-ver râyet-güşâ-yı safderi

              beytinde gene tek Türkçe sözcük yer almazken, öğrencilerin bu ve benzeri metinlere ilgi duyup sevmeleri beklenemez.

              Sorun, sadece Arapça ve Farsça’dan alınan sözcükler değildir. Çünkü, kültür etkileşimi sonucu, aşağı yukarı tüm dünya dillerinde yabancı sözcükler vardır, olması bir ölçüde de doğaldır.Ancak, Türkçe’ye sözü edilen dillerden sözcük alınmakla kalınmamış, dil kuralları da olduğu gibi alınmıştır.

              Osmanlıca’nın sakatlığı yalnız üç dilin kelimelerinden toplanmış olmasından değil, bu dillerin kurallarının da olduğu gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da adı “kavâid-i Osmaniye”dir (5).

              Medrese dili olan Arapça, Tanzimat döneminde rüşdiyeler açılınca bu okullara da “kavâid-i Osmaniye” adıyla girmiş; Emsile, Bina, Maksûd,Türkçe’ye çevrilerek okutulmuşsa da ağırlık gene Arapça’da olmuş, Türkçe gene ikinci plânda kalmıştır.

              Böylelikle, “kavâid-i Osmaniye” dedikleri Türkçe dil bilgisinin ağırlık merkezi Arapça’nın kuralları olmuş, Farsça’nın kuralları da buna katılmış, Türkçe’nin kuralları ise, önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir”(6).

               Kur’an dili diye kutsal sayılan ve söz varlığı açısından zengin bir dil olan Arapça’nın tüm bâbları (kalıpları) alınmış, kamus ve ferhenglerden (Arapça ve Farsça sözlüklerden) sanat ve hüner amacıyla yığın yığın sözcük aktarılmıştır.

               Canlı bir organizma olan dilin gerçek yaşamla bağlantısını dikkate almayan, onun toplumla iletişimini, millî birlik ve bütünlüğü sağlamadaki işlevini hesaba katmaya Divan şairleri, bunun bedelini unutulmakla ödemişlerdir.

               “Dil üzerinde düşünmeyiş, dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Dil, sıkı sıkıya millî varlığa, hayata ve cemiyete bağlıdır. Bu basit hakikati Türk edebiyatçıları çok geç, yirminci yüzyılın başında öğrenmişlerdir”(7).

                                                      2. KÜLTÜREL DEĞİŞİM FAKTÖRÜ

               Eski metinlerin genç kuşaklar tarafından anlaşılmasını engelleyen veya zorlayan önemli bir neden kültür değişimidir.

               Bilindiği üzere,Türklerin, müslümanlığı kabul edişlerinden sonra İran etkisiyle gelişen Divan Edebiyatı, “ümmet kültürüne” dayanmaktadır. Beslendiği toplumsal ve felsefî kaynaklar; Kur’ân ayetleri, hadisler, peygamber ve evliya kıssaları, tasavvuf ve tasavvufî motifler, İran ve Arap hikâyeleri, yerli ögeler, günlük yaşamdan sahneler, yer yer hurafelerle karışmış bilgilerdir.

               Osmanlı kültür ve uygarlığının bir yansıması olan bu edebiyat, toplumun geçirdiği kültür ve uygarlık değişimine koşut olarakCumhuriyetin lâik ve millî kültür kaynağından yetişen günümüz kuşaklarına hitap edememektedir. Çünkü, artık eskiyen, ona yabancılaşan sadece Divan Edebiyatı değil, onu biçimlendirip ortaya çıkaran Osmanlı kültür kaynakları ve verileridir.

               Günümüz kuşakları, genel olarak, söz konusu bu kültüre, bu arada doğallıkla divan şiirine yabancı düşmüştür. Çünkü onlar bu eski kültürle değil, yeni, değişik bir kültür kaynağından beslenmişlerdir. Divan şiirinin yukarıda belirttiğimiz temel kaynakları, onlara tanımadıkları bir dünyadan ses verir. Onlar, tarikatın da şeriatın da yabancısıdırlar. Oysa, bu şiire yaklaşabilmek için daha bu türden kavramlara gelmeden, söz konusu kültürün en ilkel verilerini bilmek gerekir.”(8)

               Ayrıca, bu edebiyatı, kültür zenginliği ve yüksek zevki nedeniyle de anlayıp yorumlamak zordur.

               “Evet, bu edebiyatı anlamak güçtür. Büyük bir kültür zenginliğine muhtaçtır. Bu kültürü elde edip bu sanat mahsullerini avucu içine almak, yüksek tefekkürün verdiği yüksek zevke erişmek demektir. Bu büyük nimetin külfeti de büyüktür.”(9)

               Dünya görüşü, yaşam felsefesi, sanat anlayışı, konuların işleniş tarzı, imaj, söz ve ses oyunları, dil ve üslûbuyla tarihe karışan eski edebiyat metinleri, ihmalin dışında, geçirdiği medeniyet değişiminin doğal sonucu olarak zamanın tahribatına da uğramış, genç kuşakların kendisiyle bağlantı kurup anlamasına fırsat vermemiştir.

               “... yüzyıllarla ifade edilen zaman farklılığının getirdiği tarihî, sosyal ve kültürel kopuklukları saymak gerekir. Eski Türk edebiyatı metinlerini bu engelleri aşabildiğimiz ölçüde anlayabiliriz.” (10)

         3.ÇEVİRİ FAKTÖRÜ

               Eski metinlerin genç kuşaklara ulaştırılıp sevilmesinde zorluk çekilen bir başka husus da “çeviri” sorunudur. Kendine özgü sözcük ve söz gruplarından oluşan, çeşitli mecaz, istiare ve benzetmelerle anlamlandırılmış, estetik değer taşıyan sanatlı bir anlatımı düz yazıya çevirme, kuşkusuz uzmanlık gerektiren bir alandır.

               Bilindiği üzere, eski edebiyatta manzum bir metin önce “düz yazıya” çevrilir. Ardından “günümüz Türkçesiyle” açıklanıp içeriği -söz ve anlam sanatlarının çağrıştırdıkları- okuyucuya aktarılır. Ancak, bu çevirilerde şiir, duygu, ahenk hatta anlam kaybına bile uğrayabilmektedir. Dili anlaşılır, günümüz kuşaklarının anlayabileceği kadar yalın metinler bu sorunu bir ölçüde ortadan kaldırabilir. Öğrencinin de şiirden doğrudan zevk almasına yardımcı olur.

                 eski şiiri anlamak için onu düz yazıya çevirip günümüz Türkçesiyle ifade etmek, dile çekilen yabancılıktandır. Ahmet Haşim’in,“şiir nesre kabil-i tahvîl olmayan nazımdır” tanımı elbette çok doğrudur. O yüzden de düz yazıya çevrilerek günümüz Türkçesiyle ifade edilmiş şiir, ahengi ve duygusal yönü kayıplara uğrayarak, şiirsel anlatımdan aldığı derinliği yitirerek okuyucuya ulaştırılmıştır. İşte bu yüzden seçilen metinler günümüz Türkçesine ne kadar yakın olursa, okuyucu şiiri o kadar doğrudan tatma imkânına kavuşacaktır.”(11)

               Şairlerin anlatım güçlerini ve ustalıklarını büyük ölçüde yeni ve orijinal söyleyişlere bağladıkları eski şiirde ahenk, anlamdan daha fazla öneme sahiptir. Anlamın pek dikkate alınmadığı, söylenenin değil, söyleyiş tarzının önem taşıdığı bu şiirde “ses” unsuru ön plânda gelir. Bu nedenle şiirin ahengini bozmadan, sözcükler anlam açısından işlenebilir.

               “Çünkü Divan şiiri yüzde seksen, bir ses edebiyatıdır. Onu elden geldiğince sesi, havası, arkaik dünyasıyla, bazen birkaç sözcük katarak bazen de çıkararak aktarmalıyız”(12).

               Özellikle metnin yazıldığı dönemin tarihî, toplumsal ve felsefî temelleri, kültürel dokusu, edebiyat ve dil özellikleri, şairin psikolojisi hakkında yeterli birikim edinmeden sırf yabancı sözcük ve deyimlere karşılıklar bularak yapılan çeviriler, yüzeysel ve basmakalıp olmakta, metnin içeriğini tümüyle öldürmekte, okuyucunun eski şiiri anlayıp sevmesine engel olmaktadır.

               Günümüzde kimi izahlı veya açıklamalı Divan şiiri antolojileri, el kitapları veya yardımcı kitaplar bu olumsuz örneklerdendir.

               Bunun dışında, “şerh” denilen metni açımlama vardır ki çoğunlukla, Osmanlı dönemi eğitim kurumlarında ders kitapları gibi okutulmuştur. Önceleri,Arapça ve Farsça eserler için yazılan şerhler, daha sonra Türkçe yazılmış, tasavvufî metinler ile eski edebiyat metinlerini günümüz okurlarına aktarmayı amaçlamıştır.

              4.ÖĞRETİM FAKTÖRÜ

               Lise düzeyindeki öğrenciye eski metinleri tanıtma, özellikle düzyazıya çevirip günümüz Türkçesiyle açıklama bir yöntem işi olmakla birlikte büyük ölçüde öğretmenin bu edebiyatı öğrenciye sevdirme yeteneğiyle de ilgilidir.

               Geleneksel bir yöntem olarak, eski metinlerde geçen Arapça ve Farsça sözcükler ile edebî sanatları ezberletmek, sanki bu edebiyatın öğretimini ezber üzerine kurmak, günümüz öğrencisini daha baştan soğutmakta, onun eski ama güzel metinlerden alması gereken estetik zevki tatmasına izin vermemektedir.

               “Ölü sözcükleri, gereksiz sanat oyunlarını, bunların adlarını ve tanımlarını ezberletmek, şiirin onlardan oluştuğu kanısını uyandırmak da Divan şiirinden soğutuyor günümüz insanını. Okul kitapları, bu tür uygulamalarla doludur. Dolayısıyla Divan şiirine sevgi ile bakma, ona anlamlı yaklaşım olanağını da kaldırıyor ortadan. Örüler(metinler) birer taşıl gibi sunuluyor. Sevdirme yerine soğutmaya çalışılıyor sanki”(13).

              Özellikle de aruz kalıbı ezberletmek, bunu yazılı sınavlarda ölçme aracı yaparak öğrenciyi ürkütmek, onun eski şiirle bağ kurmasını daha baştan engellemektedir.

              günümüz şartlarında orta öğretim kurumlarında aruz öğretilebileceği konusu umut verici değildir. En başarılı öğretmenlerin en başarılı öğrencileri aruzla yazılmış metinlerin ölçüsünü ezberlemekte, bunu isteyerek değil, öğretmeni istediği için, kendi eğitim açısından bir yararı bulunup bulunmadığını düşünmeden yapmaktadır” (14).

             Oysa, aruz kalıbı ezberletmek yerine her biri bir musikî makamı gibi olan vezinleri, metinler üzerinde seslendirerek öğrenciye bizzat uygulama yaptırmak, daha ilgi çekici ve zevk verici olabilir.

             Öğrenciyi, bu edebiyattan soğutan bir başka önemli sorun da öğretim programları ve ders kitaplarına alınan metinlerle ilgilidir. Şair ve yazarları kronolojik sıraya göre dizip onlardan metin seçmek, her zaman beklenen sonucu vermemektedir. Edebiyat tarihinin temel ölçüt alındığı geleneksel anlayışta metin göz ardı edilebilmektedir. Oysa, eseri anlamak, ondaki sanatı ve vermek istediği iletiyi almak temel amaç olmalıdır.

              Mazmun, mecaz ve istiarelerden örülü bir dünyası olan Divan şiirinden intikal eden kalıcı güzelliklerin nasıl yaşatılacağı, onlardaki sanat ve estetik zevkin genç kuşaklara nasıl tattırılacağının yanıtı şöyle verilebilir:

              Bu, her şeyden önce, dil ve söyleyiş tarzı, ses yaratıları, söz oyunları, imaj ve buluşları, biçim özellikleri, sanat ve estetik anlayışıyla kendi koşulları içinde gelişen özgün bir edebiyat olduğunu kabul edip ondan alabileceğimiz güzellikleri almakla mümkündür.

              “Unutmamalı ki, her devrin beşerî telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski şairlerimiz güzel olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar.

               Bize düşen şey, umumî mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır” (15).

               Batı uygarlığına geçişte, Divan Edebiyatı, dili, kültürü ve ürünleriyle çoğu kez hak etmediği kadar suçlanmış, kötülenmiş, hatta “millî değildir” diye inkâra varan sert eleştiri ve karalamalara hedef olmuştur. Özellikle, Tanzimat döneminde yeni edebiyat anlayışını yerleştirmek için bu tavrı koyanlar olmuştur.

               Bu suçlamada, Divan Edebiyatını bilimsel ölçütle inceleyip değerlendirmeme sorunu yatmaktadır. Önyargılı yaklaşımlardan uzak, bilimsel ve objektif değerlendirme yapıldığında, tek yanlı ve çekişmeli görüşlerden kurtulunacak, ortak paydalar çevresinde birleşilecektir. Bunun için de önce,Divan Edebiyatını günümüz anlayış ve ölçütleriyle değerlendirme yanlışından kurtulup ona, kendi döneminin koşulları ve sanat anlayışıyla bir bütün olarak bakmayı kabul etmemiz gerekecektir.

               İkincisi, eski metinlerden yola çıkarak günümüz insanının yaşam gerçeğine ve beklentilerine cevap veremeyiz. Ancak, hoşumuza gitse de gitmese de, Arapça ve Farsça tamlamalarla yüklü dil, mezmun ve imajlarla bezenmiş sanatlı anlatımı, gerçekçilikten ve doğallıktan uzak, yapay ve abartmalı tarzı, şekilci ve kuralcı yapısıyla Divan Edebiyatı bizimdir. İslâm felsefesi ve kültür kaynaklarından beslense de Türk insanının ruhunu yansıtır.

              “Saz şairlerimizin şiirlerini okumalıyız, ama divan şiirini de bırakamayız. Bizim dilimizi asıl onlar öğretecek, tadına asıl onlar erdirecektir.Fuzûlî’nin gazellerini okurken, Bâkî’nin gazellerini okurken o Arapça,Farsça sözlerin altında Türkçe’nin tatlı sesini duymuyor musunuz?Suçu onlarda değil, kendinizde arayın. Karacaoğlan’a bayılırım ama Nedim’i,Galip’i okurken de kelimeleri her zaman anlamasam dahi, gene benim dilim olduğunu seziyorum, gene kendi dilimi duyduğum için yüreğim çarpıyor. Divan şairlerimizin Arapçadan Farsçadan aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler birer yabancıdır ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar, Türk kokar” (16).

              Hoca Dehhanî, Âşık Paşa, Ahmedî,Necati,Fuzûlî, Bâkî,Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Nâilî, Neşatî, Nâbî,Nedim, Şeyh Galip gibi Türk şairlerinin mısra mısra, beyit beyit işledikleri şiirler, Türk kültür ürünleri olup edebiyat tarihimizde altı yüzyıl gibi uzun ve görkemli bir geçmişe sahiptirler. Bu ürünleri genç kuşaklara öğretmek, geçmişiyle köprü kurarak geleceklerini daha sağlam kurabilmelerini sağlamak da eğitimin görevidir.

              Kaldı ki Divan Edebiyatından günümüze kalan pek çok kalıcı değer ve güzellikler vardır. Zirve şahsiyetlerin, “mısra-ı berceste”denilen en seçkin, en güzel mısra ya da beyitlerinden yola çıkarak bu metinleri sevdirip öğretmek mümkündür.

             “Eski şiirimizin en muteber divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzûlî ve Nedim gibi şairler bile gözden düşer.En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını veyahut beyitlerini bir antolojide okutmaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle denilebilir ki eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur, hasılı eser yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır”(17).

             “İşte eski şiir hakkında hüküm vermek lâzım geldiği zaman asıl düşünülmesi lâzım gelen bu attıklarımız değil, değişen bir zevk ve anlayışı, dildeki bütün bir tasfiye ve tekâmüle rağmen, bize hâlâ kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren mısralar ve beyitlerdir”(18).

             Şairin, “bazen bir mısra veya beyit, hatta bütün bir manzume, havada güneş vurmuş bir gemi küpeştesi gibi hafızamızda birden bire aydınlanır ve biz, bu eski şairlerin yaptıkları işi bir lâhzada görür ve şaşırırız” (19) dediği örnekler, öğrencilerin sevebileceği, onların duygu ve hayal dünyalarına girebilecek kadar lirik ve etkilidir.

Aşk derdiyle hoşam el çek ilâcımdan tabib

Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânındadır.

dizelerinde sevgilinin çektirdiği aşk acılarından hoşnut olan Fuzûlî’nin derman istemeyen ruh hâli, plâtonik aşkın söylemidir.

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı

beyti ise, şairin yoğun biçimde yaşadığı yalnızlık duygusunun lirik bir anlatımıdır.

Lise ders kitaplarında da yer alan Su Kasidesinde;

Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su

Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

Dest bûsî arzûsiyle ölürsem dostlar

Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su

              beyitlerinde gözüne seslenen şair, gönlünde tutuşan ateşlere, göz yaşından su saçmamasını, böylesine tutuşan ateşlere suyun fayda etmeyeceğini belirterek sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürse, toprağından yapılan çanakla ona su verilmesini istemesi, ince ve zarif duyguları yansıtan eşsiz bir buluştur.

Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan

Düştü çemende berk-i draht itibârdan

Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak

Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan

             gazelinde Bâkî, giden yazın bıraktığı boşlukta esen sonbahar rüzgârlarının uğultularını, dört yana savurduğu yaprakların hışırtılarını duyurur. Ağaçların tepelerinde mağrur dururken yere düşen yaprakların, kendilerini düşüren rüzgâr ve zamandan (sonbahar mevsimi) şikâyetçi olmalarını -yüksek mevkilerden düşen insanların psikolojisiyle- zengin ve derin bir anlam içinde canlandırır.

            Ders kitaplarının çoğunda yer alan, şairin renkli ve parıltılı hayal dünyasından ve güçlü duygularından yansıttığı bu gazelinin yanı sıra;

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

beytinde olduğu gibi atasözü hâline gelen hikmetli sözleri eğitici niteliktedir.

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana


Yüklə 123,04 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin