RUHSAL GELİŞİM
Prof.Dr.Vedat Şar
Kişi çevreyle etkileşim içersinde yaşamı boyunca büyür. Büyüyen insan yavrusu annenin silik görüntüsünden tüm insanlığa dek genişleyen bir toplumsal çevre ile ilişki kurar. Bu süreçte farklı bir birey ve özne olarak var olma ve kendini gerçekleştirme potansiyelini taşır. Bunda kuşaklararası etkileşimin önemi olduğu gibi bireyin ruhsal gelişimi ile toplumsal kurumların evrimleşmesi arasında da ilişki vardır.
BEŞ TEMEL İLKE
1. Gelişimin yaşam boyu sürmesi: Gençlik yıllarından sonra beden yaşlanma ve yavaş da olsa yıkım sürecine girer. Oysa ruhsal gelişim yaşam boyu devam eder. Her yaş dönemi belirli gelişimsel ödevlerin yerine getirilmesini gerektirir. Bunun yapılamayışı psikososyal işlevselliği azaltır ve krizlerin olumlu yönde çözümünü zorlaştırır.
2. Temel dönemlerin olması: Erik H.Erikson bireyin ruhsal gelişim açısından sekiz çağdan geçtiğini öne sürmüştür. Bu epigenetik (birbiri üzerine bina olan) gelişim şeması her insan yaşamı için geçerli bir taban plandır. Her bir dönemin bir dengeye ulaşması gereken temel kriz ve gelişme alanları şöyledir: Temel güven karşısında temel güvensizlik (0-1 yaş) ,özerklik karşısında utanç ve kuşku (2-3 yaş), girişkenlik karşısında durağanlık (3-6 yaş), işyapıcılık karşısında aşağılık duygusu (7-12 yaş) , kimlik geliştirme karşısında kimlik çözülmesi (13-20) , yakınlık kurma karşısında yalıtılma (20-40 yaş), üretkenlik karşısında duraklama (40-60 yaş) ve ruhsal bütünleşme karşısında umutsuzluk (60 üstü). Her dönem bu kazanımları amaçlayan bir gelişimsel kriz içinden geçilir, çevre ile etkileşim halinde bu krizin olumlu biçimde çözülmesi ilerleme getirir. Olumlu çözümlenemeyen krizler psikososyal sorunlara ve hatta psikopatolojiye yol açar.
3.Bireyleşme, özne olma ve kendini gerçekleştirme: İnsanlığın gelişimi potansiyelini tam olarak gerçekleştiren ve özne olma niteliği kazanan bireyi yaratma amacını güder. Ancak çeşitli psikososyal etkenler buna ancak bir dereceye kadar izin verir. Ruh hekimi kendisinden yardım isteyen bireye karşı sorumludur. Sağlıklı gelişim için bireyin büyümesinin ve özne niteliğini kazanarak kmorumasının desteklenmesi esastır. Özne olan birey içinde yaşadığı sistem (aile,toplum,ekonomik düzen, gelenekler vb.) karşısında kendi duruşunu koruyabilen bir bireydir.
4. Gelişimin kuşaklararası niteliği: Kuşaklar birbirine ruhsal bir miras bırakır. Aile bu mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras yeni yetişen bireylerin gelişimini destekleme yönünde olabileceği gibi onları travmatize ederek,özne olma niteliğine saygı göstermeyerek sağlıklı büyümeden alakoyabilirler.
5.Toplumsal kurumlarla bireyin gelişiminin birlikte evrimleşmesi: Birey ile toplumsal kurumlar da birlikte gelişirler. Bir toplumun kurumları bireyin gelişimini desteklemek durumundadır. Gelişmiş bireylerden oluşan bir toplum ise kendisini ileri götüren kurumlar oluşturur. Bireyin gelişiminde önemli yeri olan aile de uygulayacağı modları toplumsal kurumlarla etkileşim halinde düzenler.
NESNE İLİŞKİLERİNİN ÜÇ DÜZEYİ
Burada nesne ile eşyalar değil bireyler, gruplar, kurumlar, fikirler gibi kişinin, yani öznenin ilişkisi olabilecek soyut ve somut her şey kastedilmektedir. Kişi bu anlamda nesnelerle kendisinin ulaştığı bireyleşme düzeyine göre ilişki kurar ve böylelikle bir özne niteliğini taşır ya da taşıyamaz. İlişkinin üç düzeyi vardır. İdeal olan serbest seçim düzeyinde ilişki kurabilmektir:
1. Füzyon düzeyi: Kişinin ilk kez karşılaştığı bir nesneyi tanıyabilmesi ve onunla ilişki kurabilmesi için kendini o nesneyi kapsayacak biçimde genleştirmesi, başka bir deyişle o nesneyi, geçici de olsa bir anlamda “benimsemesi”, onu kendisinin bir parçası olarak görmesi gerekmektedir. Bu ilişki füzyon olarak adlandırılan taban ilişkidir, yaşamdaki ilk örneği anne ile bebek arasında gerçekleşir. Füzyon ilkel özellik taşır, kişi farketmeden kendiliğinden meydana gelir. Yersiz ve ayarsız füzyon eğilimi ise psikososyal sorunlara yol açar.
2. Aktif ruhsal performanslar: Füzyon üzerindeki düzlemde özdeşleşme, yansıtma, yalıtma, karşıt tepki kurma gibi aktif ruhsal performanslar yer alır. Bu etkinlikler ruhsal savunma olarak da kullanılabilirler. Ancak bu düzlemde nesnelerle sorunsuz ilişkiler de yaşanabilir.
Bu performanslar içersinde en ilkel olanı yansıtmalı özdeşimdir (projektif identifikasyon). Füzyon düzeyine yakın olması nedeniyle diğerlerinden ayrı tutulması gerekir. Bu etkinlikte kişi kabullenemediği, genellikle saldırgan özellikler taşıyan bir parçasını bir nesneye yansıtır, yansıttığı parça ile özdeşleşir, özdeşleştiği parçanın sözümona saldırgan eğilimini “anlar”, bu kez nesnenin saldırısına uğrayacağı korkusuyla ondan uzaklaşır ya da kendisi nesneye karşı saldırganca davranır (saldırma-kaçma). Benzeri “saldırgan” nesnelerden korunma amacı ile, güçlü bulduğu bu nesneyle birlik de olabilir; ancak bu korunma kendi ortamına zarar vermesine neden olur (kendi yuvasına pisleyen kuş). Sonuçta bu etkinliği kullanan kişi ilişki kurduğu nesneden bağımsız davranamamaktadır.
3. Serbest seçim: Üçüncü ve en üst düzey, serbest seçim düzlemidir. Bu düzeyde kişi nesneden bağımsız ve böylelikle bir özne gibi davranabilmektedir. Nesne ilişkilerinde serbest seçim düzeyine gelinememesi toplumsal yaşam içersinde demokrasi için de bir tehlike oluşturur. Yücelttikleri kendiliklerini teşhir eden liderler kendileri ile füzyon ilişkisine giren narsistik bireyleri peşlerinden sürüklerler. Füzyon eğiliminin az ya da çok normal olarak her insanda bulunması, bu eğilim aktive olduğunda geniş kitlelerin ya da toplulukların böyle liderlerce mantık dışı tutumlara sürüklenebilmesinin başlıca nedenidir. Füzyon eğiliminin travmatize olmuş toplumlarda ve kriz dönemlerinde arttığı bilinmektedir. Buna karşı profilaksi yapılmalı ve insanlara topluluk içersinde özne olma niteliğini yitirmemenin önemi anlatılmalıdır. Başkalarıninkine uymayan fikirleri olan bireylerin bunları ifade etmelerinin değeri bilinmeli ve insanlar böyle davranmaya özendirilmelidir.
DIŞTAN YÖNETİLEN BİREY
Bireyin toplum içersindeki konumu son yüzyılda ekonomik,sosyal, bilimsel, teknolojik,ve politik gelişmelere bağlı olarak değişmiştir. Bugünün bireyi, örneğin 19.yüzyıl insanına göre çok daha fazla dıştan yönetilen bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum bireyin bir özne olma niteliğini tehdit etmektedir. Kentleşme ve kitle iletişim araçlarının gelişimi bireyin üzerinde çevrenin etkisini artırırken otomasyon ve bilgisayarlaşma insanı kolayca izlenebilen, kaydedilebilen, kodlanabilen bir varlık durumuna indirgemiştir. Bu ise bireyin sadece özerkliğini ve güvenlik hissini değil, bir varlık olarak değerini de tartışmalı hale getirmiştir. Ülkeler arasındaki ve aynı ülkenin farklı bölgeleri arasındaki ekonomik eşitsizlikler, istismarcı politik sistemler, ve dünya nüfusunun artışı barışçı bir gelecek umudunu köreltmesi ve milyonlarca kişinin teknolojik gücün giderek daha fazla kullanıldığı savaşlarda öldürülmeye devam etmesi de bu gelişmeyi hızlandırmıştır.
Kişilerarası ilişkilerde bu duruma koşut olarak birey her hangi bir ilişkide daha kolay reddedilebilir, terk edilebilir ya da tercih edilebilir bir duruma geldi. Yakın ilişkilerde her bir taraf diğerinin gözünde değerini daha hızlı bir biçimde yitirebilir oldu. Artık bir eşi, dini, mesleği, politik görüşü vb. terketmek ve bir diğerini sahiplenmek eskiye göre daha kolay hale gelirken değer ve anlam kaybı kişilerarası ilişkilerde sınır aşımını kolaylaştırdı.
Bireyin bu dönemde ayakta kalabilmesi giderek politik bir yaratık olmasına bağlı oldu. Açıklığın yerini örtülülük aldı. Kişinin gerektiğinde gerçeği saklamak ve “stratejik” bilgiyi bir sır olarak tutabilir olması gerekti. İlişkilerinde kimseye hemen güvenmemeli, gerektiğinde tutumunu baştan aşağı değiştirebilmeliydi. Bu tip kişiler kolayca saldırgan tutumları benimseyebilir ve karşıt kutuplara sıçrayabilir karakterler olarak ortaya çıktılar. Giderek daha sık olarak “dönebilen” insan tiplerine rastlanır oldu. Bireyin sosyolojik yönleri ile kişisel özellikleri arasındaki bağlantılar karşılıklılığını yitirdi. Sosyolojik kendilik ile psikolojik kendilik arasındaki işbirliği bozuldu ve iki sistem birbirinden ayrı çalışmaya başladı. Birey hem iç hem de dış pusulalarını yitirdi.
Bir başka gerçek de gerek dünyada, gerekse giderek “pazar” olma niteliği yükselen Türkiye’de bulunduğumuz sosyoekonomik düzenin tüketimi kışkırtan yapısıdır. Bu durum ticari alana sınırlı kalmamakta ve artık daha fazlasını istemek, hayattan mutlaka daha fazla haz almanın gerekliliği bireyi iç dünyasına da şekil veren ilkeler durumuna gelmektedir. Artık günümüzün insanının “üst benliği” kişinin isteklerinn sınırlandırmak ve onu aşırılıklarından ötürü suçlamak yerine ona daha fazlasını isteme ve haz alma emrini vermekte, bunu yerine getiremeyen kendini “suçlu” hissetmektedir.
KENDİLİĞİN İŞLEVSEL BÖLÜNMESİ
Zihnin düalite (ikilik) üzerine dayalı bu modeli tümüyle özgün olup Vedat Şar ve Erdinç Öztürk tarafından ortaya atılmıştır. Burada ayrıntılarından arınmış olarak en basit biçimiyle anlatılmaktadır. Kendiliğin işlevsel bölünmesi olarak nitelediğimiz bu model gündelik yaşamın psikopatolojisinin incelenmesinde de kullanılabilecek özelliktedir.
Bireye toplum tarafından ilk öğretilen şey kendinin bazı yönlerini inkar etmektir. Toplumsal çevre psikolojik kendilikle daima çatışma halindedir. Çünkü psikolojik kendilik psikolojik gerçeklikle ilgili iken sosyolojik kendiliğin ilintili olduğu sosyolojik gerçeklik bundan farklıdır. Bu birey için bir çift çıkmaz (dilemma) durumudur. Sosyolojik kendilik sosyalizasyon süreci içerisinde gelişir ve başkaları tarafından oluşturulur. Psikolojik kendilikten uzak kalmak kişiyi yabancılaştırır ve sosyolojik kendiliğin genişlemesine yol açar. Sosyolojik kendiliğin genişlemesi ise psikolojik kendiliğin gelişimini kısıtlar.
Tablo 1:Sosyolojik ve psikolojik kendiliğin bazı özellikleri (Şar &Öztürk,2007)
SOSYOLOJİK KENDİLİK
|
PSİKOLOJİK KENDİLİK
|
Taklit, model alma,kopyalama
|
Yaratıcılık
|
Dogmatizm
|
Olasılıkları kabul etme
|
İstismar etme ve edilme
|
Sınırları tanıma
|
Kırılganlık
|
Dayanıklılık
|
Olanı muhafaza etme
|
Yeni ilişkiler kurma
|
Çarpıtma
|
Olduğu gibi kabul etme
|
Metaforlar, semboller
|
İşaretler
|
Tek odaklı farkındalık
|
Çok odaklı farkındalık, uyanıklık
|
Kutuplaşma
|
Sentez
|
Saldırganlık
|
Meşru müdafaa
|
Pazarlık yapma
|
Seçme
|
Eklektisizm
|
Otantiklik
|
Kollektivizm, klik oluşturma
|
Birey olabilme
|
Takılma
|
İlerleme
|
Uyma
|
Yenilik arayışı
|
Dönüşlülük
|
Devamlılık
|
Acımasızlık
|
Merhamet
|
Rekabet
|
Kendini ortaya koyma
|
İmaj yaratma
|
Karizma sahibi olma
|
Sosyolojik ve psikolojik kendiliklerin arasındaki işbirliği sağlıklı uyuma götürür ve bağımsız bir özne olmaya yardımcı olur. Gelişim döneminde istismar ve ihmal (çocukluk çağı ruhsal travmaları ya da travmatik çocuk yetiştirme tarzı) sosyolojik kendiliğin genişlemesine yol açar. Sosyolojik kendilik istismar etme ve edilmeye eğilimlidir. Tek odaklı sosyolojik kendilik ileri derecede genişlese dahi (bu onu destrüktif yapar) psikolojik kendilik ve psikolojik gerçeklikler rudimanter biçimde canlı tutulur (saklı kendilik). Bu korunmuş bir hazinedir. Bu iki alan birbirine karışmaz, kodlanma biçimleri, parola ve şifreleri farklıdır. En ileri biçiminde sosyolojik kendiliğin baskınlığı sosyal bakımdan tehlikeli ve yıkıcı bir tarza yol açar, bu da günümüzde “dönebilen” (reversible) olarak nitelediğimiz insan tipini yaratır. Bu,gündelik yaşamın dissosiyasyonu ile klinik dissosiyatif bozukluk arasında bir durumdur. Bunun alternatifi ise kişinin kendini bir başkasıyla (kişi, grup, kurum, düşünce vb.) füzyon ilişkisi içersine girmesi ve kendini yitirerek onun bir parçası haline gelmesidir.
Sosyolojik kendilik kültür ve tarihsel dönemle ilişkilidir. Uzun süreli deneyimler ve koşullanmalar, gelenekler, ve bir çok başka etken sosyolojik kendiliğin gelişiminde rol oynar. Sosyolojik kendiliğin iki yönü vardır: 1) Birey ile kültür arasında uzlaşma ve uyum 2) Bireyin toplum tarafından (dışardan) kontrol edilmesi (yönetilmesi). Bireyin travmatize olması toplum tarafından kontrol edilmesini, yönetilmesini kolaylaştırır ve onu bir özne olarak yaşamaktan alakoyar.
Travmatik yaşantıların etkisi ile her iki kendilik de parçalanabilir. Travma kendilikler arasındaki işbirliğini bozar. Sarsıcı yaşantıyı travma olarak algılayan daha çok sosyolojik kendiliktir ve ortaya çıkan yapısal değişiklik psikolojik kendiliği korumaya yöneliktir. Parçalanan sosyolojik kendilik travmanın etkilerini azaltmak için çok sayıda cephede birden savaşır. Dissosiyatif bozukluklarda ortaya çıkan kimlik değişimleri (alterasyonları) sosyolojik kendilikte cereyan eder ve psikolojik kendiliğin korunmasına yöneliktir. Sosyolojik kendilik travma dışındaki toplumsal etkenlerle de parçalanabilir.Travmanın etkisini azaltmada sosyolojik kendiliğin parçalanması yeterli olmazsa psikolojik kendilik de parçalanabilir, fakat bu durum görece ender ve daha ağır bir tablodur.
Sosyolojik kendilik sosyolojik bir kavram olmayıp tarafımızdan yeni tanımlanmış bir psikolojik yapıdır. Usulüne uygun olarak yürütülen psikoterapi, travma kökenli psikopatolojik durumlarda sosyolojik kendiliğin daraltılması ve psikolojik kendiliğe doğru kayma (kendileşme) sonucunu yaratır ve kendini yeniden bağımsız bir özne olarak hissetmesini sağlar.
RUHSAL TRAVMA, SOSYOLOJİK KENDİLİK VE GÖRÜNÜRDE NORMAL AİLE
Her insan çocukluk döneminde az ya da çok stres verici etkenlerle ya da kimi arzularının doyurulamaması gibi gerçeklerle karşılaşır ve bu yaşantılar normal koşullar altında bir travmaya dönüşmez. Ancak gerek yaşanan stres verici olayın şiddeti gerekse cereyan ettiği aile ve çevre koşullarının uygunsuzluğu, bu gibi yaşantıları travmatik bir sürece dönüştürebilir. Bu ise bütün bir yaşamı etkileyecek psikolojik sonuçlar doğurabilir.
Her travma ve ihmal kişiyi kendinden biraz daha uzaklaştırır. Kendinden uzaklaşan insan giderek daha fazla çevrenin esiri durumuna gelir. Herkesçe kabul gören davranışlara mutlaka uyum sağlama çabası, gereksiz amaçları gözünde büyütme ve onları gerçekleştiremeyince büyük kırılmalar yaşama gibi kişinin kendi özüyle ilişkisi olmayan, kendi özüne yabancı bir kendilik geliştirilir. Bu gibi kişiler tipik olarak sosyolojik kendilik özelllikleri gösterirler . Günümüzde psikoterapi için gelen bir çok kişi, gençler dahil, ileri derecede sosyolojik kendilik özellikleri göstermekte ve psikoterapi süreci içersinde bundan arınabilmektedirler.Sosyolojik kendilik çok yaygın ve aşırı olduğunda bu toplum için de zararlıdır.
Çocukluk çağında karşılaşılabilecek olağandışı stres verici olaylar arasında doğal afetler, ölüm, tıbbi hastalıklar gibi insanlardan bağımsız olgular yer alabileceği gibi dövülme, eleştirilme, ihmal, cinsel taciz gibi insan eliyle yapılan kötü muamele sayılabilir. Öte yandan, görünüşte stres verici bir olay gibi durmasa da öyle durumlar vardır ki, bunlar da travma etkisi yapar: Model çocuk olarak yetiştirilme, yaratıcılığın kısıtlanması ve tek odaklı düşünmeye alıştırılma, duygu ve paylaşımdan yoksun aile ortamı,anne ya da babanın aldatıcı davranışları vb.
Sosyolojik kendiliğin kışkırtılarak genişlemesinde sadece özgül travmatik yaşantıların değil, ailenin de çocuk yetiştirme tarzının önemli yeri vardır. Bu nedenle
bazı ailelerde açıkça tanımlanmış özgül bir travmatik etken göze çarpmasa da sosyolojik kendiliğin kışkıtılmasına bağlı önemli psikopatolojiler ortaya çıkabilir. Ruhsal bakımdan sorunlu bir üyesi olan ailelerin bir çoğu ilk bakışta problemsiz gibi görünür ve ‘hasta’ konumuna giren bireyin yaşadığı kimi olumsuzluklardaki paylarını anlamak güçtür. “Görünürde Normal Aile” bu durumu tanımlamak üzere Vedat Şar ve Erdinç Öztürk tarafından ortaya atılmış bir kavramdır.
Çocuk eğitimi için en önemli etken ailedir. Bütün diğer etkenler aile unsurunun süzgeçinden geçtikten sonra etkilerini gösterirler. Çocuğun başına ne gelirse gelsin, ailenin bunu tamponlama ya da etkisini şiddetlendirme gücü vardır. Genel olarak, ailede sosyolojik kendilik düzleminde davranışların egemen olması aile dışı stres verici olayların hazmedilmesini güçleştirir. Ancak bir çok aile bu özelliğinin farkında olmadığı için ana ya da baba kendisinin hangi davranışlarının bu olumsuz etkiyi yaptığını anlayamaz ve bunları düzeltemez. Bu nedenle çocukluk çağı travmalarının kuşaktan kuşağa aktarılma özelliği vardır.
ÇOCUK YETİŞTİRME TARZI , RUHSAL TRAVMA VE TOPLUM
İnsan ruhu ve toplum birlikte evrimleşmiştir. Bu evrimleşmede birey ile toplum arasındaki köprüyü kuran olgu toplumun ve onun bir uzantısı olarak anababaların çocuklarını yetiştirme tarzıdır. Çocuk yetiştirme tarzı aile tarafından uygulanır, kuşaktan kuşağa ve öncelikle anneden kıza geçer. Bu nedenle bir kadınların ve özellikle kız çocuklarının ne muamele gördükleri o toplumun geleceğinde etkili olur.
Çocuk yetiştirme tarzı psikososyal bir evrimden geçmekte ve insanlığın ilk dönemlerinden bugüne yavaş da olsa iyiye gitmektedir (Tablo 1). En gelişmiş çocuk yetiştirme tarzı kişiye birey ve kendisi olma hakkını tanıyan ve onu büyüme doğrultusunda destekleyendir. Ancak bu konuda toplumlar arasında ve aynı toplumun değişik kesimleri arasında aynı zaman diliminde yaşasalar da farklar bulunur.
Tablo 2: Tarih Boyunca Çocuk Yetiştirme Tarzları (DeMause, 2002)
Çocuk Yetiştirme
Tarzı
|
Kişilik
|
Anne
|
Kurban
|
Tribal: Erken infantisidal
|
Şizoid
|
Çocuğu baştan çıkarır, tüketir, terkeder.
|
Hayvan türü alter ruhlara
|
Antik: Geç infantisidal
|
Narsist
|
Kötü diye nitelediği çocuğu öldürür, cezalandırır.
|
İnsan türü alter tanrılara
|
İlkçağ:Terketme
|
Mazoşist
|
Yaralı çocuğu affeder.
|
Kendine işkence
|
Ortaçağ: Ambivalan
|
Borderline
|
Adanmış çocuğu ezer, döver.
|
Kullanma
|
Rönesans: İntruzif
|
Depressif
|
İtaatkar çocuğu disipline eder.
|
İtaat
|
Modern:
Sosyalize edici
|
Nevrotik
|
Çocuğu manipüle eder.
|
Tamamlanmamış
ayrılma
|
Gelecek: Yardım edici
|
Bireyleşmiş
|
Çocuğu sever, ona güvenir.
|
Gerçek kendilik kurban edilmez.
|
Çocuk yetiştirme tarzı ve çocukluk çağı travmaları açısından insanlık tarihi bir kabusu andırmaktadır. Hemen hemen 18. yüzyıla dek erişkinlerin çocuklarının sorumluluklarını yeterince aldıklarını söylenememektedir. Önceki dönemlerde çocukların çok yaygın olarak kötü muamele gördükleri, olağan koşullarda hemen hepsinin bugünün ölçüleri içersinde istismar ve ihmal sayılması gereken muamelelere uğradıkları bilinen bir gerçektir. Nesiller boyunca, travmatize edilen çocukların erişkinlik yaşlarına geldiklerinde toplumların davranışlarını nasıl etkilemiş olduklarını düşünmek güç değildir. Bu nedenle 'tarih tekerrür eder' sözü aslında tarih boyunca travmaların tekerrür ettiği biçiminde anlaşılmalıdır. Tekerrür eden kimi tarihsel olayların (örneğin savaşlar) altında, başka etkenler yanısıra, çözümlenmemiş çocukluk çağı travmalarının etkilerinin birleşerek toplumsal hareketlere dönüşmesi yatar.
Bir çok toplumsal lider, yönettikleri kitlelerin bu yönünü bilerek ya da bilmeyerek harekete geçirdikleri, hatta istismar ettikleri için yönetici konumda kalırlar. Kitleler bu eğilimleri nedeniyle sosyal transa girerler, bir çok politikacı ve başka toplumsal liderlerin konuşmalarında kitlelerde trans yaratan unsurlara yer verdiği dikkati çeker (monotonluk, duygusal gösteriler, mistik temalar, vb.). Anlattıkları içersinde pek de dişe dokunur bir içerik bulunmadığı dikkati çeken kimi liderlerin, tam da tersine, şu ya da bu tavırlarıyla kitleleri etkileyebilmeleri ve sürükleyebilmeleri bundandır.
Bu bağlantıyı travma ve dissosiyasyon açısından en iyi anlatan yaklaşım psikotarih alanının ustalarından Lloyd de Mause’un geliştirdiği sosyal alter kavramıdır. Bu kavrama göre, bireylerin travmatik geçmişleri nedeniyle dissosiye ettikleri duygular o bireyin kişiliği içersinde dissosiye olmuş bir sosyal alter oluşturmaktadır. Kişilerin sosyal alterleri grup ya da kitle ortamlarında birleşmekte ve bireylerden bağımsız davranan, onları peşinden sürükleyen, yöneten bir toplumsal kişiliğe dönüşmektedir. Kitlelerin siyasal davranışlarında onları yönlendiren en önemli etkenlerden biri hangi çocuk yetiştirme tarzını benimsedikleridir. Bir çok erişkin oyunu kendi ait olduğu sosyal sınıfı temsil eden siyasal partiye değil savunduğu çocuk yetiştirme tarzını benimseyen siyasal partiye vermektedir.
Sosyal alterlerin birleşmesiyle oluşan grupların günah keçisi yaratma, kendi travmatik (kötü çocuk diye nitelediği) geçmişini yok etme çabası içersinde tüm (sözümona) 'kötü' (travmatize) çocuklara karşı saldırganlık, onları kurban etme (savaşlarda kadın ve çocukların yok yere kitle halinde öldürülmeleri, sivil hayatta linç girişimleri) gibi kendine özgü davranış biçimleri vardır. Sosyal alter ile çocukluk çağı travması ve buna bağlı dissosiyasyon arasındaki ilişki çocuk yetiştirme tarzı ile ilgili sorunların daha demokratik ve özgür bir dünya için bir engel oluşturduğunu düşündürmektedir. Her ne kadar tarihsel gelişmelerin ardında pek çok sosyo-ekonomik etken bulunsa da psikolojinin buradaki öneminin hemen tümüyle inkar edilmesi ve günümüzde yaygın olarak bilinen psikolojik modellerin bu ilişkiyi ele almaktan uzak olmaları daha bilinçli bir insanlık için engeldir.
KAYNAKLAR:
1.Battegay, R. (1987). Narzisstische Störungen im Lichte der modernen Psychoanalyse (Narcissistic disorders in the light of modern psychoanalysis). Schweizer Archiv für Neurologie und Psychiatrie, 138, 45-59.
2. DeMause, L. (1998). The history of child abuse. Journal of Psychohistory, 25(3), 216-236.
3.DeMause, L. (2002). The evolution of the psyche and society. In L. de Mause, The emotional life of nations (pp.381-432). New York: Institute of Psychohistory.
4. Erikson E.H.(1950/1963): Childhood and Society. Norton Company, New York.
5. Öztürk, E. & Şar, V. (2005). ‘Apparently normal’ family: a contemporary agent of transgenerational trauma and dissociation. Journal of Trauma Practice 4 (3-4), 287-303. (Ayrıca: Trauma and Dissociation in International Perspective. Not Just a North American Phenomenon. Eds: G.Rhoades & V.Sar, New York: Haworth Press).
6. Riesman D (1950): The Lonely Crowd. Yale University Press, New Haven.
7. Şar V &Öztürk E (2005): What is trauma and dissociation? Journal of Trauma
Practice 4(1/2): 7-20. (Ayrıca: Trauma and Dissociation in International Perspective. Not Just a North American Phenomenon. Eds: G.Rhoades & V.Sar, New York: Haworth Press).
8. Şar V, & Öztürk, E (2007). Functional dissociation of the self: a sociocognitive
approach to trauma and dissociation. Journal of Trauma and Dissociation 8 (4):
69-89.
9. Zizek, S. (1992). From the Oedipal journey to the ‘pathological narcissist’. In:
Looking awry: An introduction to Jacques Lacan through popular culture.
Massachusets: MIT Press,S:100-104.
Dostları ilə paylaş: |