Plan ve Bütçe Komisyonunun Sayın Başkanı ve Değerli üyeler



Yüklə 70,35 Kb.
tarix12.01.2019
ölçüsü70,35 Kb.
#95439




Başbakan Yardımcısı

Sayın Ali Babacan’ın

Konuşma Metni








TÜRKİYE KATILIM BANKALARI BİRLİĞİ
12. OLAĞAN GENEL KURULU



11 Mayıs 2013


Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumumuzun Çok Değerli Başkanı, Sermaye Piyasası Kurulumuzun Çok Değerli Başkanı, Türkiye Katılım Bankaları Birliği’nin Değerli Başkanı, Değerli Yöneticileri, Mensupları, Bankalar Birliği’mizin Değerli Başkanı, Değerli Konuklar, Hanımefendiler, Beyefendiler, Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Türkiye Katılım Bankaları Birliği’nin 12. Olağan Genel Kurulu vesilesiyle sizlerle bir aradayız. Bir sene sonra tekrar böyle bir ortamda beraber olmak ve sizlerle bu istişare ortamını paylaşmak bizim için de gerçekten son derece önemli. Ben şimdiden Genel Kurulunuzun hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Katılım bankaları olarak sizlerin de önemli bir parçasını teşkil ettiğiniz bankacılık sektörümüz, pek çok büyük finans kuruluşunun ve hatta pek çok gelişmiş ülkenin iflas noktasına geldiği ve merkez bankalarından sağlanan olağanüstü likidite imkanlarıyla şu anda bir bakıma yüzdürüldüğü bir dönemde gerçekten büyük bir başarı ortaya koymuş durumda. Bütün bu finansal kriz, 2008-2009 krizi döneminde ve hala safhalar değiştirerek bu krizin devam ettiği dönemde, Türkiye’de hamdolsun tek bir finans kuruluşumuz dahi herhangi bir güçlük, herhangi bir sıkıntı yaşamamıştır. Tam tersine bu dönemde iş hacimlerini büyüterek hem katılım hesapları olsun, hem fon kullandırma olsun ya da geleneksel bankalarımızda hem kredi miktarları, hem mevduat miktarları, nereden bakarsak bakalım gerçekten güzel bir büyüme ivmesini de yakalamış bulunmaktayız. Bankacılık sistemimizin bünyesinin bu kadar sağlam olmasında 2004, 2005, 2006 yıllarında yapmış olduğumuz reformların çok önemli katkısı var. Biliyorsunuz o yıllarda yepyeni bir bankacılık yasası çıkarttık, bir kredi kartı yasası çıkarttık. Yine, konut kredileriyle ilgili, mortgage’la ilgili yasamızı çıkarttık. Aynı zamanda düzenleme ve denetleme çerçevemizi güçlendirdik. Bankacılık, mutlaka rekabetin olması gereken bir alan ama eğer düzenlemeler yerli yerinde değilse, düzenlemeler riskleri önleyici bir perspektifle yapılmadıysa, o rekabet ortamında maalesef bazen hırs ve yarış diyelim, bankaları, finans kuruluşlarını hatalar içerisine düşürebiliyor. İşte Amerika Birleşik Devletleri ile başlayan, daha sonra tüm dünyayı etkisi altına alan bu krizde finans sektörüyle ilgili düzenlemelerin yeterince güçlü olmaması ve riskleri dikkate alan bir yaklaşımla bu düzenlemelerin yapılmaması, bu krizi doğuran en önemli sebeplerden birisi.

Ben, Türkiye’nin finans sektörünün bu kadar güçlü bir noktaya gelmesinde katkısı olan herkese buradan özellikle teşekkür etmek istiyorum. Tabii ki Hükümetimizin genel anlamda son 10,5 yıllık dönemde hangi konuda olursa olsun, doğruyu yapma konusundaki cesareti ve kararlılığı burada belirleyici bir rol oynamış durumda. Biz kuşkusuz konumumuz ve görevimiz gereği dünya ekonomisini yöneten ve özellikle kriz döneminde daha da ön plana çıkan G-20 ülkelerinin hem bakanlarıyla, hem merkez bankası başkanlarıyla, hatta pek çok lideriyle, hükümet başkanıyla, devlet başkanıyla sık görüşüyoruz. Bütün bu süreçte şunu görüyoruz ki; bazı ülkelerde problemlerin kaynağı henüz anlaşılamamış durumda. Bazı ülkelerde problemlerin kaynağı anlaşılmış, fakat çözüm noktasında ellerinde doğru politikalar, doğru yol haritaları yok. Bazı ülkelerde de hem problemin farkındalar, hem ellerinde bir yol haritası var, yani ne yapılması gerektiğini biliyorlar. Ama yapılması gereken konusunda gerekli cesaret ve irade eksikliği var. İşte Türkiye çok şükür bütün bu konularda hem problemin farkına varan, hem çözüm için ne gerektiğini iyi bilen ama aynı zamanda o zor ve gerekli kararları alacak, uygulayacak cesaret ve siyasi iradeye sahip bir hükümete kavuşmuş durumda. İşte bu son derece belirleyici. Ama bütün bunlar da tek başına yeterli değil, işin teknik kısmı da çok çok önemli. BDDK başta olmak üzere Merkez Bankası gibi, yine Sermaye Piyasası Kurulumuz gibi bankacılık sektörümüze belki BDDK kadar çok yakından böyle banka banka izlemeyen ama sistemin geneliyle ilgili yine de düzenleme ve denetleme yetkisi olan kurumlarımızın teknik kapasitesi de son derece önemli. Bu kurumlarımız da gerçekten BDDK olsun, Merkez Bankası olsun, SPK olsun bu dönemde çok iyi iş çıkarttılar. İnsan kaynağı yapısıyla ve gerektiğinde korkmadan doğru kararları alabilme noktasında sektörümüze büyük katkıda bulundular. Ama tabii ki hepsinin ötesinde finans kuruluşlarımızın kendisi gerçekten - geleneksel bankalarımız olsun, katılım bankalarımız olsun- insan kaynağı yapısı açısından çok iyi bir noktaya geldi. İyi eğitilmiş, hatta bırakın Türkiye’yi, bırakın İstanbul’u, dünyanın neresine giderse gitsin birinci sınıf bankacılık yapabilen iyi bir ekip oluştu artık Türkiye’de. Türkiye’deki bankacılık sistemiyle ilgili altyapı, özellikle bilgi işlem altyapısı artık dünyada böyle parmakla gösterilen noktaya geldi ve pek çok özellikle Avrupalı banka, hatta Rusları da katmak lazım artık, Türkiye’deki bankalardaki bilgi işlem sistemini alıp o sistemi başka ülkelere taşıyabilmenin arayışına ve araştırmasına girmiş durumda. İşte bütün bunlar bizler için kuşkusuz büyük artı.

Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Şöyle bir baktığımızda; katılım bankacılığı tüm dünyada önemli ve ağırlığı giderek artan ve dünyanın en büyük finans kuruluşlarının dahi artık kayıtsız kalamadıkları bir alan. Günümüzde katılım bankacılığı ya da uluslararası literatürdeki adıyla İslami bankacılık, dünyanın pek çok ülkesinde yüzlerce kuruluşun ilgi gösterdiği, faaliyet gösterdiği bir alan haline geldi. Konvansiyonel bankacılık yapan çok uluslu bankaların da İslami bankacılık esaslarına göre çalışan kuruluşları, birimleri ve ürünleri oluştu. Bu alanla ilgili farkındalığın ve belirliliğin artmasına paralel olarak ilgi duyan kuruluşların ürün çeşitliliğinin ve fonların hacminin her geçen yıl yükseliş sergilediğini görüyoruz. Bugün itibariyle dünya genelinde 600’den fazla İslami finans kuruluşu faaliyet gösteriyor ve bu tür finansal varlıkların toplamı da 1 trilyon doları aşmış durumda. Ancak bu 1 trilyon dolar belki büyük bir rakam ama yine de dünyanın tümüne baktığınızda, İslami finans sistemi tüm finans sisteminin ancak yüzde 1’ini teşkil ediyor. Yani hala toplam içerisindeki pay tatmin edici düzeyde değil.

Katılım bankaları, çalışma prensipleri gereği faiz duyarlılığı olan vatandaşlarımızın, işletmelerimizin fon fazlalıklarını değerlendirmelerini ve getiri elde etmelerini sağlıyor. Ama bu fonların üretime aktarılması belki de en önemli nokta. Katılım bankalarının temel fonksiyonlarını yerine getirirken, mali sektörde ürün ve hizmet çeşidini de sağlamakta, aynı zamanda sektörü daha kapsayıcı bir yapıya kavuşturmakta. G-20’nin de önemli gündem maddelerinden birisi olan bu finansa erişebilirlik ya da finans sistemin daha kapsayıcı olması, toplumun tüm kılcal damarlarına ulaşılır olması, aslında katılım bankalarının da yerine getirdiği çok önemli bir fonksiyon.

Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Aslında küresel finans krizi daha sürdürülebilir, toplumun tüm kesimlerini kapsayan, yeni bir büyüme ve kalkınma modeline, yeni bir paradigmaya ihtiyaç olduğunu da ortaya koymuş durumda. Bugünlerde gerçekten pek çok uluslararası toplantıda mevcut sistem ciddi şekilde sorgulanıyor. Bunun neresinde hata var, nasıl oldu da 2. Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir maliyeti bu finans sistemi kendi kendine üretebildi? Ortada savaş gibi çok çok feci bir tablo yok. Ortada tüm dünyayı etkileyebilecek ciddi bir siyasi çatışma yok ama nasıl oldu da bu sistem böyle büyük bir krizi üretti diye. Benim de sık sık katıldığım pek çok uluslararası toplantıda sistemin derinlerine iniliyor ve nerede hata yaptık, bunun tekrarlanmaması için ne yapmak gerekiyor konusu ciddi şekilde sorgulanıyor. İşte tam bu noktada insanların hayat standartlarının artmasını sağlayan ve sürdürülebilirliği ön plana çıkaran, istikrarı temel alan yeni bir yaklaşım arayışı var. Finans sektörünün reel ekonomiyi destekleyen bir anlayışı baz alması, sorumlu bir yaklaşımla sosyo-ekonomik hedeflere ulaşılmasına katkıda bulunması gerekiyor. İşte tam da bu noktada katılım bankacılığının özetlemeye çalıştığım bu yeni yaklaşımı destekleyen bir yapıya sahip olduğunun özellikle altını çizmek istiyorum. Yani dünyadaki bu yeni arayışla ne yapmalıyız acaba sorusunun belki çok farklı cevapları olabilir ama katılım bankacılığı da bunun belki de en önemli cevaplarından birisi.

Katılım bankaları, kar ve zarara ortaklık prensibiyle çalışmakta. Bu çok önemli bir faktör ve topladıkları fonları, fon kullandırma sürecinde titiz ve seçici davranmakta ve reel ekonomiyle de bağları son derece güçlü. Çünkü burada sadece bir para trafiğinden bahsetmiyoruz, her bir para hareketinin karşılığında mutlaka bir reel sektör hareketi var. Para hareketi karşısında ticaret, para hareketi karşısında yatırım. İşte bu, katılım bankalarını geleneksel bankacılık sisteminde ayıran en önemli unsurdur. Finansla reel ekonomi birbirinden kopmuyor. Sadece finansın kendi içinde bazen düştüğü kısır döngülere katılım bankacılığı sistemi prensipleri gereği, ilkeleri gereği düşmüyor.

Yine katılım bankaları spekülatif işlemlerden de uzak durdukları için hem küresel krizden göreceli olarak daha az etkilendiler, hem de tasarruf ve yatırımları eşleştirmek suretiyle de tüm bu kriz boyunca büyümeye katkı sağladılar. Hatta IMF’in- Uluslararası Para Fonu’nun- geçtiğimiz yıllarda çıkarttığı bir rapor, İslami finans sisteminin bu kriz döneminde nasıl göreceli olarak daha sağlam olduğu ve bu kriz döneminde riskleri yönetme açısından neden tercih edilebilir sistem olduğunu da ortaya koymuş durumda. Reel sektöre dayalı bir sistem olan katılım bankacılığı, üreten bir Türkiye içinde son derece önemli bir kaynak. Özellikle aşırı kaldıraç kullanımı ya da yüksek getirili spekülatif fonlar ve kısa vadeli sermaye hareketliliği üzerinden işleyen finans piyasalarının çıkarttığı sorunlara karşılık olarak dünyada katılım bankacılığı alternatif olarak daha da fazla görünürlük kazanmış durumda.

Türkiye’de de finansal hizmetler sektörü içerisinde katılım bankacılığının payı arttı ama daha da artması gerekiyor. İşte özellikle 2005’teki yasal düzenlemelerimizden sonra katılım bankalarımızın gösterdiği performans, gerçekten takdire değer bir performans. Biliyorsunuz biz 2005 yılında katılım bankalarını yasal mevzuat olarak konvansiyonel bankalarla eşitledik, eşit zeminde buluşturduk. Aynı imkanlardan ve aynı haklardan yararlanır hale getirdik. Uzunca bir süre Türkiye’de katılım bankalarını adeta bir üvey evlat yerine koymuşlardı ve karşılarına sürekli olarak engeller çıkmaktaydı. Bu olumsuz tutumun sonucunda da ülkemizin katılım bankacılığında, İslami finans endüstrisinde oynayabileceği liderlik rolü de maalesef ötelenmiş oldu. Eğer zamanında ön açan, yol açan bir tutum takınılsaydı, rahmetli Özal’ın o başlattığı vizyon kesintiye uğramadan devam ettirilebilseydi, bugün belki çok daha farklı bir noktada olabilirdik. Ama işin neresinden başlasak kardır ve geç de kalmış olsak bundan sonra bu konuda Türkiye’nin önü açıktır.

Uzun bir süre Türkiye’de faize duyarlı kesim sistemden dışlanmış oldu. Bugün ise artık gerek sermaye piyasalarımızda, gerekse bankacılık kesimimizde toplumumuzun faize duyarlı kesiminin de finansal sistemimize nasıl dahil edilebileceği bizler için çok önemli bir çalışma konusu. Eğer zamanımızı gereksiz tartışmalarla heba etmek yerine sektörün önünü açmış olsaydık, dediğim gibi çok farklı bir noktadaydık. Bizim aslında yaptığımız haksız rekabetin önüne geçmek ve fırsat eşitliği içerisinde bir yarışma, rekabet ortamını oluşturabilmek. BDDK’mız, Merkez Bankamız, SPK’mız katılım bankalarının sorunlarıyla çok yakından ilgileniyor. Çözüm üretme konusunda da mümkün olduğunca hızlı davranıyorlar. Katılım Bankaları Birliği ile kuruluşlarımız arasında güzel bir işbirliği var, yakın bir diyalog var. Bu da problemlerin hızlı aşılması konusunda güzel bir ortam, güzel bir çerçeve sağlıyor.



Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Biliyorsunuz son 1 yıl içerisinde atmış olduğumuz önemli adımlardan bir tanesi de; Hazine Müsteşarlığımızın kira sertifikası ihraçları oldu. Yurt dışında bu ihraçlardan bir tanesi yapıldı, yurt içinde de şu ana kadar iki ihraç yapıldı. Türkiye Cumhuriyeti bu piyasalara 10 yıllık bir gecikmeden sonra ilk defa girmesine rağmen geçen yıl yaptığımız ihraç, 2012 yılında dünyadaki en iyi, en başarılı ihraç seçildi. Biraz önce Ufuk Bey’in de dediği gibi çok yüksek miktarda talep geldi. Getirisine, vadesine baktığımızda, Türkiye artık o piyasadaki önemli oyunculardan birisi haline geldi. Yine içeride de bunun mevzuatının hazırlanması, sadece Hazine tarafından değil özel sektörümüz tarafından da, katılım bankalarımız tarafından da kira sertifikası çıkarılmasının önünün açılması yine sektörümüz için kritik bir aşamadır.

Son dönemde biliyorsunuz bireysel emeklilik sistemini de değiştirdik. Ocak ayından itibaren yepyeni bir sisteme, devlet katkısı sistemine geçtik ve bireysel emeklilikte de faize duyarlı vatandaşlarımız için seçenekler oluşturduk. Bu da önemliydi ve bu alanın katılım bankalarımız tarafından daha yoğun kullanılmasını ben çok önemsiyorum ve özellikle katılım bankalarımızın katılım hesabı açan müşterilerine bireysel emeklilik sistemini de tanıtma, anlatmak konusunda daha aktif olmalarını açıkçası bekliyorum. Kuşkusuz sistem çok yeni, hele o faizsiz uygulamayla ilgili düzenlemeler de daha yeni nispeten tamamlanmış durumda ama artık bunun önü açık. Dolayısıyla katılım bankalarımız bireysel emeklilik sistemi konusunda da çok daha faal, önemli bir dağıtım kanalı olacaktır diye düşünüyorum. Bu da aynı zamanda ülkemizde hem tasarruf oranlarımızı arttıracak, hem de finans sistemine uzun vadeli kaynağı sağlayacak çok önemli bir enstrüman. Yılbaşından bugüne kadar 400 bini aşkın vatandaşımız sisteme yeni giriş yaptı ve toplanan fon miktarı da 22 milyar TL’yi geçti. Ama bundan sonraki artışın geçen yıllara göre çok daha hızlı olacağını biz bekliyoruz açıkçası.

Bir başka önemli düzenleme, bu fonlar değerlendirilirken Sermaye Piyasası Kurulumuzun biliyorsunuz bir düzenlemesi vardı ve her bir banka için azami yüzde 4’lük mevduat tutma kuralı vardı. Fakat toplam zaten 4 tane katılım bankamız olduğu için, 4 kere 4 yüzde 16’ya takılıyordu. İşte bunu yeni Sermaye Piyasası Kurulumuz değiştirdi, yüzde 4’ü yüzde 6 yapınca yine o noktada da bankalarla katılım bankalarını eşitlemiş olduk. Dolayısıyla bireysel emeklilik sistemiyle ilgili fonlar mevduat kısmı değerlendirilirken, artık katılım bankalarındaki katılım hesaplarında da bankalarla eşit miktarda bir bakıma tutulabilecek, değerlendirilebilecek.



Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Şöyle bir sistemin yeni unsurlarına bakacak olursak, biliyorsunuz geçen sene biz bir önemli kanun daha çıkarttık, bu da bankacılık dışı finans sektörüyle ilgili kanun, yani finansal kiralama, faktöring ve finansman şirketleriyle ilgili kanun. Bu finansal kiralamanın tekrar yeniden canlanmasını ve o sektörün tekrar önünün açılmasını beraberinde getirdi. Ama oraya bir madde koyduk ki- buna da özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum- o da, sat-geri kirala uygulaması. Bu Finansal Kiralama Kanunu’nda, finansal kiralama yapan şirketlerin ya da katılım bankalarının yeni bir faaliyet alanı olabilecektir diye düşünüyoruz. Eskiden vergiyle ilgili sorunlar vardı o sat-geri kiralada hem satarken, hem geri alırken iki defa tapu harcı doğuyordu. Biz bunu tek bir tapu harcına ve sadece ipotekte ne kadar tapu harcı alınıyorsa o kadarlık bir tapu harcına bağladık. Yani eğer sat-geri kirala formatına girmek istiyorsa katılım bankalarımız ya da reel sektörümüz, bunun vergi oranları normal elinizdeki gayrimenkulü ipotek verip bankadan kredi kullanırken ne ödüyorsanız, sat-geri kiralada da o kadar ödüyorsunuz.

Bu alanın da genişleyebileceğini biz düşünüyoruz açıkçası. Hem şirketlerimizin bilançosu açısından bilançoyu hafifleten ve bilançodaki o öz kaynak oranını güçlendiren bir operasyon, hem de katılım bankalarımız için ve finansal kiralama şirketlerimiz için de yeni bir çalışma alanı. Gayrimenkule dayandığı için de tabii ki teminat konusunda oldukça sağlam olarak görülebilecek bir alan. Bu tabii yeni. Bunun farkındalığının da biraz az olduğunu ben izliyorum, şöyle bir piyasaya bakıyorum ama uygulamayla ilgili, mevzuatla ilgili de sorunlar varsa bundan da hemen haberimiz olsun. Yani “şu da yapılsa bu daha iyi çalışır” diye bize öneriniz varsa onları da duyalım. Biz bu alanın çalışmasını istiyoruz.

Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Şöyle bir sisteminin büyüklüğüyle ilgili konulara bakacak olursak- gerçi Ufuk Bey, Mukim Bey bize önemli bazı unsurlardan bahsetti ama- toplam aktif büyüklüğü yüzde 5,3’e sistemin yükselmiş durumda. 2005’te ne kadarmış? Yüzde 2,4 yani katılım bankalarının toplam bankacılık sisteminin içindeki payı. Ama neye bakarak? Aktif büyüklüğüne, bilanço büyüklüğüne bakarak. Kredilere bakarsak, yüzde 4,1’den yüzde 6,1’e artmış. 2005’ten, yani kanununu düzenlediğimiz yıldan bugüne kadar payı 6,1’e çıkmış durumda. Ama KOBİ kredilerine baktığımızda, 2005’teki pay yüzde 6,1, 2012 sonundaki pay yüzde 11,1. Yani şu anda tüm KOBİ kredilerinin yüzde 11,1’ini katılım bankaları sağlıyor. Öte yandan, mevduat ya da fon hesapları, katılım hesaplarına da baktığımızda da yüzde 6,5’a yükselmiş durumda yüzde 3,3’ten.



Nereden baksak tablo fena değil. Hatta öz kaynaklara bakıyoruz, öz kaynakların oranı yüzde 1,7’den yüzde 4,1’e büyümüş. Yani tüm sistem içerisindeki özkaynakların yüzde 4,1’i katılım bankaları. Fakat bunun da biz gelişmesini istiyoruz.

Ben öncelikle şunu ifade edeyim; biz yeni lisans konusunda tüm bankacılık sisteminde artık kapıları açtık yani yeni lisans vermiyorduk biliyorsunuz, önce mevcut bankaları, zaten pek çok satılma niyetinde olan banka vardı. Onları biliyorduk, diyorduk ki, “Türkiye’ye gelmek isteyenler önce o mevcutları bir alsınlar. Şu el değiştirmeler, sahip değiştirmeler bir tamamlansın. O operasyon bitsin, bankalar bir nihai sahiplerini bir bakıma bulsunlar. Ondan sonra da yeni bankaların önünü açalım” diye planlıyorduk ve bunu da artık gerçekleştirdik. Katılım bankaları için de durum aynı, yani Türkiye’de yeni bir katılım bankası açılmak isteniyorsa bunun artık önü açık, kapılar açık. Tabii ki şartlar, sermaye yeterliliği, bankacılıktaki çok çok önemli “fit&proper” kriterleri. Yani sadece parayla olmuyor bu iş. Bu para kimin parası? Bu adam nasıl bir adam? Bu şirket nasıl bir şirket? Daha önce neler yapmış? Bu işi bilir mi, anlar mı? Bunlar çok önemli kriterler. Yoksa parası olan herkesin ben bankacılık yapmak istiyorum diye ortaya atıldığı bir sektör çok da sıhhatli gelişmeyebilir. İşte bütün bunlara kuşkusuz dikkat edilmeye devam edilecek. Ama biz kamu bankalarımızın da katılım bankacılığı sistemine girmesinin pastayı büyütmek açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Biz hem Ziraat Bankamıza, hem Halk Bankamıza şunu söyledik: “Bakın, eğer mevcut pastadan pay almak için bu işi yaparsanız hiç yapmayın, bu işe hiç soyunmayın. Ama yeni alanlar oluşturabiliyorsanız, sektörü büyütecek, mevcut katılım bankalarımızın belki ulaşmakta, erişmekte coğrafya olarak zorlandığı ya da kesim olarak zorlandığı kitlelere ulaşabileceksiniz o zaman bu işi yapalım, bu işe girelim” diye. Bunun şimdi hazırlıları yapılıyor her iki banka tarafından, alternatifler çalışılıyor. Ben ümit ediyorum ki, önümüzdeki birkaç ay içerisinde bunun formatı, nasıl olacağı şekillenmiş olur. Ama her aşamada da bunun mevcut katılım bankalarımızla istişare halinde ve Katılım Bankaları Birliği ile Ziraat Bankamızın ve Halk Bankamızın da çok yakın beraber çalışarak bunun yapılması gerektiğini ben düşünüyorum. Burada asla bir rekabet psikoloji olmamalı, burada işbirliği psikolojisi ve bu sektörü beraber nasıl büyütürüz yaklaşımı olmalı. Onun da buradan altını mutlaka çizmek istiyorum. Çünkü hassas bir konu, eğer dikkatli yönetilmezse sektörün tümüne de zarar verebilecek bir konu. Bunun çok iyi farkındayız. Tabii ki kamu bankalarımızın özel sektör mantalitesiyle ve ticari perspektifle bu işi yapmaları çok çok önemli, kamu olmanın avantajlarını asla ticari uygulamalarına yansıtmamaları önemli. Ama 10 yıldır bakıyoruz ki kamu bankalarımız bunu yapmıyorlar, yani kamu olmanın verdiği avantajları bir rekabet unsuru olarak piyasada kullanmıyorlar. Bunu zaten baştan yasakladık. Dedik “Siz kamuysanız, kamu olmanın bazı avantajları varsa, bu sebeple bazı maliyetleriniz düşükse, bunu piyasaya yansıtmayacaksınız, piyasadaki rekabet ortamını bozmayacaksınız” dedik ve 10 yıldır görüyorsunuz bu konuda herhangi bir sıkıntı çok şükür Türkiye’de yaşanmadı. Türkiye’de bir yandan kamu bankaları iyi çalıştı, bir yandan özel bankalarımız gelişti ve hep beraber büyüdüler ve dengeli büyüdüler.

Biz 2002’de, 2003’te farklı bir yöntem seçseydik, farklı bir çizgi izleseydik, belki 10 yıl sonra gelecekti kamu bankalarının ağırlığı sistemde 3’te 2, özel bankaların 3’te 1 olacaktı ama bu görmek istediğimiz bir tablo hiçbir zaman olmadı. Hatta pazar payınızı mümkün olduğunca sabit tutun, böyle fazla pazar payı alayım diye agresif bir durum sergilemenize de hiç gerek yok çünkü asıl amacımız Türkiye’de özel sektör odaklı bir büyüme. Ama özellikle küresel finans krizine de baktığımızda, dünyada kamu bankalarının da bir rolü var. Bu rol oynanıyor, devam da ediyor. Bu da önemli bir rol olarak ortaya çıktı. Yani sistemin içeresinde birkaç tane hani güçlü, büyük oyuncunun varlığı ve bunun kamu olması sistemin tümü için bir istikrar kaynağı da oldu, pek çok ülkede bu tecrübe de yaşandı. Dolayısıyla bunun da farkına varmamız gerekiyor. Bu sebepledir ki, biz kamu bankalarındaki özelleştirmelerimizi hep halka açılma yoluyla gerçekleştirdik ama kontrolü de hiç elden bırakmadık. Burada işte en yüksek Halk Bankası’dır yüzde 49 halka açıklıkla, orada da yüzde 51 yine Hazine’nin, bizim kontrolümüzdedir. Kontrolümüzde derken, tabii bankalar asla bir popülizm aracı değil. Tamamen ticari prensiplere göre çalışıyor ve biz yönetim kurulunu atadıktan sonra, yöneticilerimizi atadıktan sonra, artık dosya bazındaki işlemlerine hiçbir zaman karışmıyoruz, müdahalemiz kesinlikle olmuyor. Çerçeveyi, ilkeyi, prensibi koyuyoruz, personel politikası budur, kredilendirme politikası budur, bu politika çerçevesi içerisinde özerksiniz, serbesttiniz. Biz nihayetinde 3 ayda bir sonuçlara bakarız ama ayda bir de krediler ne oluyor diye bakarız geri dönüşler açısından en azından. Yaptığımız bu.

Dolayısıyla böyle bir kültür oluştu Türkiye’de çok şükür ama bu kültürün muhafazası kolay değil. Çünkü bankacılık sektörü bir popülizm alanı çok kolay getirilebiliyor toplumun her kesimini ilgilendirdiği için. Yani öyle şeyler söylersiniz, öyle şeyler yaparsınız ki, kısa günün karı, işte birkaç manşet ama döner dolaşır sektöre de, ülkeye de sonunda zarar verebilir. Dolayısıyla mutlaka bankacılıkla ilgili konularda popülizmden de uzak durmak gerekiyor, her zaman doğrusunu yapmak gerekiyor; istikrar için ve güven için bu da son derece önemli. Şu anda dünyada gelişmiş ülkelerde dahi maalesef bu hastalık çok yaygın. “Bu krizin sebebi bankalardır, dolayısıyla bunun cezasını da bankalara ödetmeliyiz. Ne yapmalıyız? İşte banka yöneticilerinin maaşlarını azaltmalıyız, bonuslara sınır getirmeliyiz. Ne yapmalıyız? Bu bankalara daha çok vergi getirmeliyiz. İşte finansal işlemler vergisi, finansal aracılık vergisi ya da Tobin vergisi.” Şimdi G-20’nin önemli gündem maddelerinden bir tanesi. Biz bu tartışmaları ilk Sayın Sarkozy Fransa’da başlattığında hemen o gün çıktık, açıkladık; “Biz böyle bir şeye kesinlikle karşıyız. Bu uygulanamaz, uygulamaya çalışırsanız da kendiniz bilirsiniz ama sonuçta uygulayan ülkeler bundan en çok zarar görecek ülkelerdir” dedik. Bunu G-20 toplantılarında da yüksek sesle dillendirdik. Şu anda G-20 ortadan ikiye bölünmüş durumda, Avrupalılar ortadan ikiye bölünmüş durumda. Ama daha böyle kendine güvenen, daha ekonomisi sağlam ülkeler, hükümetlerin biraz daha özgüvene sahip olduğu ülkeler böyle bir verginin işe yaramayacağını gayet iyi biliyor. Ama işte hafif böyle sarsıntı geçiren ya da koalisyonların, sık sık hükümetlerin değiştiği ülkelerde de hemen çıkıyorlar, diyorlar ki “Tamam çözümü bulduk”. Ne yapacaksınız? “Daha çok vergi getireceğiz”. İyi de, bu sektör sanki o vergileri kendi üzerinde mi tutacak? Sonuçta dönecek dolaşacak bu vergiler vatandaşa daha yüksek tüketici kredisi faizi ve sanayiye daha yüksek faiz olarak yansıyacak. Bankacılar aynı zamanda hem işin tekniği açısından, hem de zihinsel kapasite olarak ortalamanın üzerinde bir kesim. Bunu da dikkate almak lazım. Yani düzenlemeleri yapan 100 kişiyse, bu düzenlemeleri ben nasıl kendi karıma kullanabilirim diye hesap eden 1,000 kişi ve oldukça akıllı kişiler. Dolayısıyla böyle bir sektörle karşı karşıyasınız, onun için gerçekleri görüp hep makul olabilecek yolları, çizgileri izlemek lazım. Ama dediğim gibi, popülizm yapmak çok çok kolay, manşet olmak çok çok kolay. İşte biz bu noktada hep dikkatli olduk. Dikkatli olmaya da devam edeceğiz, gerçekçi olacağız ve Türkiye için en iyisini bulmaya çalışacağız.

Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Son şöyle bir 1 yıllık döneme bakacak olursak, gerçekten Türkiye’de aslında her biri tek tek çok önemli olan reformlar gerçekleştirdik. Geçen yıl biliyorsunuz Temmuz ayında Yeni Türk Ticaret Kanunumuz yürürlüğe girdi ve 80 maddelik bir değişiklik paketini yaptık, öyle yürürlüğe soktuk çünkü ilk paket yani o 3.000 madde, işte Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu, Hukuk Muhakemeleri Kanunu, bütün bunlar bir paket halinde ve Meclis’te hiç tartışılmadan geçti. Üç günde 3.000 madde kabul edildi Meclis’te. Gruplar arası uzlaşmayla bu yapıldı ama biz dedik ki o zaman “Bakın, biz Adalet Bakanımızla oturduk konuştuk. Bu çok uzun, burada tek tek tartışma konusu yapmayalım ama Meclis’ten geçsin, uygulama tarihini ileri atalım, o sürede herkesi ciddiye alır”. Çünkü Resmi Gazetede yayınlanmadıkça bazen kanunlarımız da ciddiye alınmıyor. Ne zamanki Meclis’te kabul ediliyor, Resmi Gazete’de yayınlanıyor, eyvah diyorlar şöyle bir madde varmış, böyle bir madde varmış, iyi de ya bu kaç aydır gündemde. Bunun komisyon aşamaları var, üst komisyonu var, alt komisyonu var, Genel Kurul var, o dönemlerde hiç bakmadınız kanun çıkınca Resmi Gazete’de yayınlanınca eyvah diye bize geldiniz diyoruz bazen. Dolayısıyla bu yayınlandı, yaklaşık böyle 8-9 aylık da bir inceleme süresi oldu. 80 maddelik değişiklik paketimizi yaptık, çıkarttık ve şimdi yepyeni bir Türk Ticaret Kanunu’na sahibiz. Bu önemliydi. Bunların hepsi uluslararası uygulamalara paralel ve uluslararası en iyi uygulamaları da baz alan ama başka ülkelerin hatalarından da yararlanıp bir bakıma o hataları tekrar etmeyen düzenlemeler.

Sermaye Piyasası Kanunumuz 1 Ocak’ta yürürlüğe girdi. Bunların hepsi sıfırdan yazılan kanunlar arkadaşlar, yani sıfırdan yazılan ve her biri inşallah ileride ta 10 sene sonra, 20 sene sonra referans kanunlar. Nasıl işte 1930’larda çıkan o eski Türk Ticaret Kanunu hep referanstı, şimdi o bitti. 1 Temmuz 2012 Türk Ticaret Kanunu artık yıllarca, on yıllarca bir referans haline gelecek. Sermaye Piyasası Kanunumuzla beraber finans mahkemeleri uygulamasını başlatıyoruz. Bu son derece önemli. Yine Adalet Bakanlığımızla oturduk, çalıştık ve sadece sermaye piyasaları için değil sigortacılık ve bankacılık sektörü için de. Yani finansın tümünü kucaklayacak şekilde ihtisas mahkemeleri kuruyoruz şimdi. Sermaye Piyasası Kanunu’nda sadece sermaye piyasaları açısından bir perspektif vardı fakat son torba yasaya bankacılık ve sigortacılığı ekleyip çerçeveyi genişlettik. 1,5 ay önce geçen torba yasamızda ve şimdi bunu Adalet Bakanlığı’mız bunun hazırlıklarını yapıyor. İnşallah bu finans mahkemeleri de ihtilaflar çıktığında adres belli, ihtisaslaşmış kurumlar, savcılarımız, hakimlerimiz bu konuda eğitim alacak. İhtisaslaşacak ki önlerine gelen dosyaları hızla kavrasınlar, hızlı karar versinler ve tabii tutarlı, güvenilir kararlar versinler diye bunlar son derece önemli. İstanbul Tahkim Merkeziyle ilgili yasamızı Meclisimize gönderdik. Bu da daha mahkemeye gitmeden özel sektörümüzün aralarındaki sorunu çözebilmek için özel sektör yönetimde ağırlıklı olduğu bir akreditasyon mekanizması. Bunu da inşallah Meclis’ten geçirdikten sonra yürürlüğe koymuş olacağız. İhtilaflar eğer isterlerse “yarın hemen gidelim çözelim” derlerse İstanbul Tahkim Merkezi’ne, “yok ben illa dava açacağım, illa yargıya gideceğim” derlerse finans mahkemeleri. Dolayısıyla bu sektörümüz için son derece önemli olacak.

Borsa İstanbul’u biliyorsunuz başlattık, Altın Borsası’yla birleştirdik. Şimdi VOBAŞ muamelesi tamamladı, VOBAŞ da birleşiyor ve bunun yanına ürün borsası, elektrik, daha doğrusu ürün piyasası, elektrik piyasası ve madenlerle alakalı, özellikle bakır ve demir-çelikle ilgili piyasalar. Bunların hepsini Borsa İstanbul’un altında topluyoruz. Bazılarıyla ilgili daha epey çalışma var. Lisanslı depo çalışması, özellikle bu bakır ve demir-çelikte önemli olacak. Bunlar belki biraz daha zaman alacak ama vizyonumuz Borsa İstanbul’un çatısı altında. Hatta yeni çıkarttığımız Elektrik Piyasası Kanunu ve EPİAŞ günlük elektrik orada satılırken, elektriğe dahil gayrimenkullerin de Borsa İstanbul’da satabileceği bir formatta hazırladık yasamızı ki bu iki kanun birbiriyle konuşan, birbiriyle uyumlu kanunlar. Bu şekilde elektriği de sadece Türkiye için değil tüm bu geniş coğrafyada alınıp satıldığı yerin İstanbul olmasını istiyoruz.

Bireysel emeklilik sisteminden bahsettim. Bu yeni, 1 Ocak’ta başladı. Deprem Sigortası Yasamızı geçen sene değiştirdik. Son 8 ayda, değerli arkadaşlar, Türkiye’de sigortalı mesken sayısı 4 milyondan 5 milyon 200 bine yükseldi. Çok ciddi bir artış orada sağlamış durumdayız.

Melek Yatırımcı sistemini başlattık. Bu da son derece önemli. Aslında katılım bankalarımızın her iki taraftaki muhatapları için- hem fon sağlayan, hem de fon kullandırdığı taraf için- çok önemli bir sistem. Yani burada tecrübesi ve parası olanlarla tecrübesi az olan, parası olmayan, ama güzel fikirleri olanları buluşturuyoruz. Bunu yaparken de ciddi vergi avantajları var. Bir Melek Yatırımcı, koyduğu sermayenin tamamını vergi matrahından düşüyor sanki o para birinci günde batmış gibi. Koyduğu para, iki yıl tutmak şartıyla ne kadar kazanırsa koyduğu sermaye, o kazancının tamamı da vergiden istisna. Daha girerken bir vergi avantajı var, bir de çıkarken vergi avantajı var. Bunun sertifikalarını Hazine Müsteşarlığımız veriyor çünkü kriterler var, hem belli bir servet kriteri var, belli bir gelir kriteri var, tabii bir de tecrübe kriteri var. Kimin Melek Yatırımcı olacağının lisanslamasını Hazinemiz yapıyor. Ama o lisansı alan Melek Yatırımcı 3, 5, 10, ne kadar yatırım yaparsa bunların hepsinin vergi avantajından yararlanmış oluyor.

Girişim sermayesiyle ilgili geçen sene yasal düzenlememizi yaptık, vergi avantajlarımızı çoğalttık. Bütün bunlar sermaye piyasamızın çok çok önemli konuları. Biliyorsunuz Melek Yatırımcı böyle ikinci, üçüncü yıl devreye giriyor. Girişim sermayesi üçüncü, beşinci yıl arası bir unsur. Beşinci yıldan sonra zaten artık borsaydı, halka açılmaydı, şirket oturduktan sonra farklı metotlar başlıyor.

Bizim şu andaki şirket yapılarımızda bilançolarda krediler çok ağırlıkta. Kaynak dediğimizde şirketlerimizin çoğu borç almayı anlıyor. Hâlbuki finans piyasalarımız daha da gelişirse ortaklık kültürüyle borç almak değil ortak katmak suretiyle şirketlerimizin genişlemesine, ilerlemesini çok çok önemsiyoruz. Bu alanın da mutlaka daha iyi değerlendirmesi gerekiyor. Katılım bankalarımız da iş yapma kültürleri sebebiyle bu alanda daha çok faal olabilirler diye düşünüyorum. Yani hem Melek Yatırımcılık sisteminde, hem girişim sermayesinde bir bakıma çöpçatanlık, onları buluşturma konusunda da daha faal olabileceklerine katılım bankalarımızın düşünüyorum.



Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Bütün bu söylediklerimiz tabii İstanbul’un finans konusunda tüm dünyada gittikçe daha ön plana çıkan bir şehir olmasını da sağlıyor. İstanbul’un 2023 yılı itibariyle dünyanın en önemli 10 finans merkezinden birisi olmasını hedefliyoruz. Bir eylem planı açıklamıştık 2009 yılında biliyorsunuz, bu eylem planının çok önemli bir kısmını tamamlamış durumdayız. Geçen bütün ekibi topladık- İstanbul Finans Merkezi ekibimizi- tek tek 2009’da ilan ettiğimiz eylem planı üzerinden geçtik. Artık temel düzenleme, temel atılacak adımların tamamının yapıldığını gördük. Bundan sonra uygulama zamanı yani uygulamanın dikkatli yürütülmesi gerekiyor, uygulamayla ilgili soruların ortadan kalkması için çalışmak gerekiyor.

Sermaye Piyasası Kurulumuzu biliyorsunuz bu yılbaşından itibaren yeniledik; kurul şimdi kendi iç bünyesinde önemli değişiklikler yapıyor. Borsa İstanbul olmadan önce İMKB’de değişikliklere zaten başlamıştık, orada değişiklikler var. Merkezi Kayıt Kuruluşumuz olsun, Takasbank olsun, buraları ciddi şekilde eğildik ve bu alanın Türkiye’de biraz geriden gelen bir alan olduğu ve mutlaka daha hızlı koşması gereken bir alan olduğunu da sürekli vurguluyoruz.

Değerli Konuklar, Değerli Katılımcılar,

Dünyanın içinden geçmekte olduğu bu sıkıntılı dönemde çok şükür Türkiye iyi bir noktada ama rehavete de asla marjımız yok. Ne zaman rehavet başlarsa, inanın o noktada Türkiye hemen problemleri yaşamaya başlar. Bu kadar dikkatli olmamız gerekiyor. Düşünün ki hemen yanı başınızdaki Avrupa’da böylesine tarihi bir kriz var. Hemen yanı başınızdaki Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da belki yüz yılda bir yaşanacak bir dönüşüm süreci var. Bu artılarıyla, eksileriyle bir süreç, hele hele kısa vadede çok sıkıntıları olan bir süreç ama inşallah orta ve uzun vadede bunun çok iyi sonuçlar olacağını biz bekliyoruz. Ama böyle bir ortamda, bütün bu zor coğrafyada siyasi ve ekonomik açıdan iki taraftan birden bizi etkileyebilecek pek çok gelişmenin yaşandığı bir ortamda Türkiye hamdolsun istikrarını ve güvenilir bir ülke olma özelliğini koruyor; ama bunu korumak çok çok önemli.

Biliyorsunuz, itibar, güven basamak basamak, yavaş, yavaş oluşuyor. Ama itibarın, güvenin kaybı hızlı ve bir anda. İtibarın, güvenin yükselmesi zaman alıyor, kayıp çok hızlı ve bir anda oluyor. İşte onun için her an dikkatli olacağız, attığımız her adımı hesaplayarak atacağız, her türlü senaryoya karşı mutlaka hazır olacağız. “Ya bu da hiç aklımıza gelmedi” bunu diyemeyiz, böyle bir lüksümüz yok. Hele hele devlet sorumluluğunu üzerimizde taşıdığımız için bizim böyle deme lüksümüz hiç yok. “Böyle olacağını da nereden bilebilirdik, işte başa geldi”. Mümkün olduğunca farklı senaryoları önümüze koyacağız ve hazırlıklarımızı yapacağız.

Kaldı ki, biz geçen yıl, geçen yılın son aylarında ilgili bütün ekip birimlerimizi topladık ve her türlü senaryoyla ilgili hangi devlet biriminin ne zaman ne yapacağıyla ilgili dokümanlarımızı hazırladık, aynı milli güvenlik belgeleri gibi senaryolar ve atılacak adımlar. Çünkü hani olur da bir gecede hızlı kararlar almak gerekecek durumlar olabilir. Bu bizden kaynaklı olmayabilir, Avrupa’da hiç aklımıza gelmeyen bir gelişme olur ve o gece bizim oturup bazı kararlar almamız gerekebilir. İşte bunların hazırlıklarının hepsini yaptık, yazılı hale getirdik ki hani “işte birisi, bir arkadaşımız Japonya’daydı, öbürü İstanbul’daydı, öbürü hastaydı” falan olmasın. Kurumlar ne yapacağını bilsin ki hızlı hareket edip gereken yapılabilsin diye. Ama bunları söylerken, yani sanki bir şeyler kötü gidiyor, kötü bir şeyler geliyor gibi bir anlayışın içinde söylemiyorum. Hele hele bugünlerde dünyanın bin bir hali var, şimdiden tedbirlerimizi alalım, hazırlıklı olalım. İnşallah o kötü senaryolardan hiç kötüsü olmaz, dünyanın da önü açılır, bu küresel kriz de ortadan kalkar ve hep beraber daha güvenle geleceğe doğru yürürüz.

Burada bizim çok çok dikkat etmemiz gereken, değerli arkadaşlar, son bir konuya daha değinip artık sözlerimi tamamlayayım: Türkiye’nin ürettiğiyle tükettiği arasındaki denge. Toplam gayri safi yurt içi hasılamız ne, bir de içeride ne kadar tüketiyoruz; bu ikisinin mutlaka uyumlu olması lazım. Üretmeden tüketen ülkeler er ya da geç felaketle karşı karşıya kalıyor. Hemen yanımızdaki Yunanistan en iyi örnek, iç tüketim sürekli olarak gayrisafi yurt içi hasılanın çok üzerinde seyrediyor Yunanistan’da. Krize rağmen, aradaki fark biraz azalmasına rağmen hala durum böyle, yani borçlanarak hak etmediği bir refah. Ama biraz önce Almanya’dan bahsedildi, Almanya’da bakın tam ters bir tablo var. İç tüketim gayrisafi yurt içi hasılanın oldukça altında ve başı derde giren hemen gidiyor Sayın Merkel’i bir ziyaret ediyor, “Ne yapacağız?” diye soruyor. Bu sadece Sayın Merkel’in kendi döneminde yaptıkları değil, Sayın Schröder’in yapmış olduğu ve bir bakıma onu iktidardan eden reformlar. O dönem kendisiyle ben birkaç dönem görüştüm. Merkel’in kazandığı seçimlere giderken bir akşam Berlin’de, işte Schröder ortamızda oturuyor, bir yanda Sayın Başbakanımız, bir yanda ben, dedim “Bunlar çok zor işler. Tam sosyal güvenlik, iş gücü piyasası yani en zor alanlarda böyle neşter attınız o dönemde. Bunları yapıyorsunuz ama seçim geliyor”. “Bunlar çok önemli Almanya için” dedi. “Ben bunları yapacağım” dedi “ama yaptığım için de muhtemelen bu seçimi kaybedeceğim” dedi, “Fakat Almanya kazanacak” dedi. “Benim için önemli olan Almanya’nın kazanması. Ben olmam, başka birisi olur” dedi. “Ama ben bugün bunu yapmazsam yarın Almanya kaybedecek” dedi. Bugün bakın bütün işgücü piyasasıyla ilgili göstergeler ve analizler Almanya’nın rekabet gücünün önemli bir unsurunun iş gücü piyasası olduğunu gösteriyor; esnek, maliyetlerin makul olduğu bir iş gücü piyasası. İşte bu da son derece önemli ve doğru zamanda doğru işi yaptığınızda sonuçları alınıyor.

Türkiye olarak da, hep söylüyorum, ürettiğimiz ve tükettiğimizi dengeli götüreceğiz. Borçlanıp yatırım yapıyorsak tamam, borçlanıp ihracat yapıyorsak tamam, borçlanıp üretiyorsak tamam, ama borçlanıp tüketiyorsak ona hayır diyoruz. Kazandığımız kadar harcayacağız. Borçlandık ev aldık, sorun yok ama borçlandık yurt dışına tatile gittik, buna sıcak bakmamız mümkün değil. Acelemiz yok, iki yıl bekleriz, biraz aile bütçemizi düzeltiriz, ondan sonra yurt dışı tatili gelir. Yani daha belli bir kazanca, belli bir birikime ulaşmadan çok yüksek bir yaşam standardını yaşamaya çalışmak aileler için de, ülke ekonomisi için de felaketi hazırlayabiliyor. O davranış ülke olarak da cari açığı artırıyor. Yani aile aile, fert fert ürettiğimiz kadar tüketsek Türkiye’de cari açık sorunumuz olmaz. Çünkü biliyorsunuz, cari açık makroekonomik şöyle denkleme baktığınızda, iki çarpı iki eşittir dört der gibi, yatırım-tasarruf arasındaki farkı veriyor makroekonomik dengelerde. İki çarpı iki eşittir ne kadar dörtse, cari açıkta bu yatırım-tasarruf arasındaki fark, dolayısıyla problemin kaynağı o. Onun için, tasarruf oranlarımızı artıracağız, israftan kaçacağız ülke olarak. Ama bunu yaptığımızda belki büyüme oranlarımız biraz düşecek çünkü bankadan kredi çekip halkımız tükettiğinde Türkiye büyüyor. Ama ne oluyor? Potansiyelinin üzerinde büyüyor ve sürdürülemez şekilde büyüyor. 2010 ve 2011’deki tablo bu, yüzde 9,2, yüzde 8,8 bizim potansiyelimizin üzerindeki büyümeler. Tamam, hep beraber sevindik, tamam hep beraber iyi iş yaptık ama sürdürülebilirlik çok çok önemli. İki büyürsünüz, ondan sonra üçüncü yıl gelir Allah korusun farklı bir tablo karşınıza çıkabilir. Dolayısıyla sürdürülebilir, istikrarlı bir büyüme bizim amacımız. Yoksa hemen bu yılı kurtaralım da ondan sonraki yıl zaten kim öle, kim kala gibi bir tutumda olamayız çünkü biz sadece bugünü değil, geleceği, çocuklarımızın, torunlarımızın Türkiye’sini de düşünerek hareket etmek zorundayız. Ama siyasette, politikada bu çok da kolay değil, onu da söyleyeyim, pek çok ülke bunu yapamıyor. Çünkü başbakanlar diyor ki, “Zaten şurada 6 ay sonra seçim geliyor, gidici miyim, kalıcı mıyım belli değil. En iyisi yapıp geçiyim de benden sonraki düşünsün”. Bakanlara bakıyoruz, açıklamalarına bakıyoruz pek çok ülkede, hiç gelecekle istikrarla alakası yok, “Ben bugün ne söylersem haber olurum, bugün ne söylersem biraz popülaritem artar” dert o. Dolayısıyla Avrupa’nın pek çok gelişmekte olan ülkenin bazılarının düştüğü hataya biz Türkiye olarak düşmeyeceğiz. Çok çok dikkatli olacağız.

Ben tekrar katılım bankalarımızın bu Olağan Genel Kurulu’na, Katılım Bankaları Birliğimizin Olağan Gene Kurulu’na hoş geldiniz diyorum. Tekrar bu Olağan Genel Kurul’un hayırlara vesile olmasını diliyorum. Sektörün çok daha güçlü, çok daha parlak bir geleceğe doğru ama emin adımlarla yürüme temennimi buradan tekrar ifade ediyorum.

Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum.




Yüklə 70,35 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin