SAADET PARTİSİ GENEL MERKEZİ
Saadet Partisi Seçim Beyannamesi 3 Kasım 2002
SAADET PARTİSİ BİLGİ İŞLEM HİZMETLERİ I. TESPİT
A. Her seçim önemlidir; bu seçim daha da önemlidir!
Çünkü;
1. Türkiye hiçbir seçime bugünkü kadar tahribata uğramış şekilde girmemiştir. Ekonomik krizler ve insan hakları ihlallerinin bunalttığı toplum kesimleri sosyal patlamanın eşiğine gelmiş durumdadır.
2. Türkiye’nin seçime gittiği bugünlerde dünya son elli yılın en ağır gerginliğini yaşamaktadır. 11 Eylül olayları ile birlikte dünya, tehlikeli bir şekilde gerilmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra tek kutuplu kalan dünyanın liderliğini ilan eden ABD, terörle mücadele bahanesi ile, İslam dünyasına karşı bir tavır içine girmiştir. Hiçbir somut kanıt olmamasına rağmen ABD, terörü desteklediklerini iddia ederek İslam coğrafyasında operasyonlara girişerek hakimiyetini perçinlemektedir. Bu arada Irak’ın işgal edilerek bölünmesi söz konusudur. Bu durumun Türkiye için fevkalade büyük hayati önemi vardır.
3. Dış güçler hiçbir seçimde milletin iradesini etkilemek için bugünkü kadar yoğun propagandaya girişmemişlerdi. Kurulmaya çalışılan hegemonya için Türkiye’nin stratejik öneminin farkında olan egemen çevreler, seçimden sonra da kendi çıkarlarına uygun bir iktidarın teşekkül etmesi için, milleti ekonomik krizle tehdit etmek dahil, her türlü imkanı kullanarak ülke seçmenini etkilemek için yoğun bir çaba içine girmişlerdir. İşte bu sebeplerden dolayı bu seçim Türkiye için “olmak yada olmamak” anlamını taşıyacak kadar büyük önemi haizdir.
Seçmenimiz, bu seçimde sadece partilere oy vermiyor, aynı zamanda geleceğini seçiyor. Bu yüzden, aşağıdaki bölümlerde, öncelikle ülkemizin bugünkü durumunu, önümüzdeki tehlikeleri ve dünyanın karşı karşıya bulunduğu tehlikeler konusundaki endişelerimizi belirterek milletimize iş bu seçim beyannamesini sunuyoruz.
B. Türkiye'mizin hali ve Türkiye’nin önündeki tehlikeler
Türkiye’nin son 5 yıllık trajedisi
Ülkemiz, tarihinin en ağır sosyal, ekonomik ve siyasi bunalımını yaşıyor. Geçim sıkıntısı ve insan hakları ihlalleri ülkeyi yaşanabilir bir ülke olmaktan çıkarmıştır. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu geleceğine umutla bakamıyor. Çalışabilir nüfusun yarısından fazlası işsizdir; işi olanlar aldıkları ücretle ailelerine bakamıyorlar. 70 milyonluk Türkiye’de 35 milyon insan yoksulluk sınırının, 20 milyon insan açlık sınırının altında yaşamak zorunda.
a) Borç Tuzağı
Yanlış ekonomik ve politik tercihler ülkeyi iflasın eşiğine sürüklemiştir. Özellikle son beş yılda uygulanan ekonomik politikalarla ülke ağır bir borç batağına sokulmuştur. Bugün Türkiye ekonomisi, 230 milyar dolar borç, buna karşılık 145 milyar dolar milli gelirle dünyanın en kötü ekonomilerinden biridir. 2002 yılının ilk altı ayında tüm vergi gelirleri borç faizlerini ödemeye yetmemiştir. Yatırım ve büyüme şöyle dursun Devlet, memuruna maaş ödeyebilmek, polisinin arabasına benzin koyabilmek, askerinin iaşesini temin edebilmek için bile yeni borçlar almak zorundadır. Türkiye artık ülkenin stratejik değerlerini ve milletin geleceğini ipotek ederek borç almaktadır. Ülkeyi yönetenler, para bulmak için dünya egemenlerinin her dediğini yapmaktadırlar. Bu yanlış politikalar Türkiye’yi savaşın eşiğine getirmiştir. Askerlerimizin Afganistan’a niçin gittiği milletimize henüz anlatılmamıştır. Şimdi herkes Irak’a yapılacak ABD saldırısında Türkiye’ye yükleneceklerden endişe ediyor.
b) Rant Ekonomisi ve Yolsuzluklar
Bazıları devletin ekonomiye müdahale ettiğinden şikayet ediyor, siyasetçilerin popülist politikalarla işçiye, memura, çiftçiye, esnafa bol keseden verdiği için battığımızı söylüyorlar ama işçi, memur, çiftçi ve esnaf açlıkla boğuşmaya devam ediyor.
Ülkede üretime yönelik bir ekonomik faaliyet yok, ülke ekonomisi küçülüyor, halkımız giderek fakirleşiyor, ama küçük bir azınlık faizle, vurgun ve soygunlarla servetine servet katmaya devam ediyor. Bugün ülkemiz maalesef dünya yolsuzluk liginin en kirli 38. ülkesidir.
c) İnsan Hakları ihlalleri
Türkiye’nin insan hakları karnesi maalesef bundan iyi değildir. AB’nin baskısı ile demokratikleşme ve insan hakları adına yapılan göstermelik düzenlemeler gündelik yaşama yansımamıştır, baskılar bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Türkiye’de düşünce hala suç sayılıyor; düşüncelerini ifade eden insanlar hapsediliyor, siyasetçiler yasaklanıyor. İşkence iddiaları hiç eksik olmuyor. Ucube bir laiklik anlayışı ile inançların üzerindeki baskılar devam ediyor. On binlerce kız çocuğu başörtüsü dolayısıyla eğitim hakkından mahrum edildi. Bu ülkede hala anne babalar çocuklarına istedikleri isimleri takamıyorlar. Kısaca, insanların kendilerini ifade etmeleri ve inandıkları gibi yaşamaları sistemli bir şekilde engelleniyor.
d) Sosyal Hukuk Devlet ilkesine aykırı uygulamalar
Sosyal güvenlik kurumlarındaki kara delikler Türkiye’yi batırıyor diyorlar ama bugün ülkede sosyal devlet yoktur. Bu ülke insanlarının ezici çoğunluğu kendilerine yaşlılık, sakatlık, işsizlik gibi herhangi bir durum ulaştığında -ki bir çoğuna ulaşıyor- devletin yada toplumun yardım elinin kendilerine ulaşacağını beklemiyor. Hukuk devleti deniliyor ama yine insanımız, kendisine bir haksızlık yapıldığında hakkının zamanında ve olduğu gibi iade edileceğinden emin değildir.
Maalesef Türkiye yaşanabilir bir ülke olmaktan çıkarılmıştır; insanımız artık nefes alamıyor, millet olarak boğuluyoruz, daralıyoruz, büzüşüyoruz. Halbuki böyle olması için hiçbir sebep yoktur. Türkiye’nin sadece yaşanabilir bir ülke değil, güçlü bir ülke olması için her şeyi vardır. Yeraltı, yerüstü kaynakları, stratejik coğrafyası, zengin tarihi mirası, yetişmiş insan gücü. Ama bunların hepsi tahrip ediliyor, hoyratça harcanıyor.
e) Yeni Sömürgecilik ve Türkiye üzerine oynanan oyunlar
Milletimizin 1996-97 yıllarını, Refahyol hükümeti dönemini hatırlaması gerekir. Bütün iddialar ve içeriden ve dışarıdan yapılan saldırılara rağmen, 1997 yılında GSMH (toplam milli geliri)’sı 200 milyar doları aşan, fert başına düşen milli geliri 3200 dolar olan ve % 9.1 oranında büyüyen bir Türkiye vardı. Kesilen yasal ve yasa dışı hortumlardan elde edilen kaynaklar toplum kesimlerine aktarılıyordu. İşçi, memur, emekli, çiftçi hakkını almış, esnafın yüzü gülüyordu. Piyasalar canlanmış, sanayici üretiyor, tüccar ihracat yapıyordu. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak işsizlerin sayısı azalıyordu.
Dönemin Başbakanı “Türkiye’de aç ve açıkta insan kalmayacak” talimatını vermişti; fakir fukara için büyük fonlar ayrılmış, bu fonlar hakkı olanlara ulaşıyordu. Bütün bunlar, yeni borç alınmadan, zam yapılmadan ve yeni vergi konmadan yapılmıştı. Ayrıca enflasyon artmıyor, faizler yükselmiyor, döviz fiyatları istikrarını koruyordu.
Ekonomideki bütün bu olumlu gelişmelerin nedeni kaynakların israf edilmemesi, yolsuzluklara son verilmesi ve rant-faiz ekonomisinden üretim ekonomisine geçilmesiydi. Sonrasında yaşananları milletimiz çok iyi hatırlıyor. Dönen rant-faiz ekonomisinin tekerleğine çomak sokulduğunu gören çevrelerin hazırladığı tezgahlar ve kışkırtmalarla 54. Hükümet yerine, olağanüstü dönem Hükümetlerine Türkiye teslim edildi. Olağanüstü dönem Hükümetlerinin iş başında bulunduğu beş yılın sonunda 2001 yılı sonu itibariyle GSMH’sı 148 milyar dolara gerileyen, fert başına milli geliri 2100 dolara düşen, büyüme hızı % -9 olan, yani küçülen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Bu olağanüstü dönemde Türkiye aynı zamanda yolsuzluklar ve faizin cenneti haline getirildi. Refahyol hükümeti, tamamı kendisinden önceki dönemlere ait olan, toplam 113 milyar dolar borç bırakmıştı. Olağanüstü hükümetler döneminde borç toplamı 2001 sonu itibariyle 213 milyar dolara yükselmiş, 2002 Haziran sonunda 230 milyar dolar olmuştur. Bugün Türkiye’nin tüm gelirleri borçlarının faizlerini ödemeye yetmiyor, vergilerin borç faizlerini karşılama oranı % 110’dur. Bu oran 54. Erbakan Hükümeti döneminde % 48 idi.
Sadece 57. Hükümet döneminde iç ve dış sermaye çevrelerine borç faizi olarak aktarılan para 100 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu miktar beş yıllık olağanüstü dönem için hesaplandığında 140 milyar doları bulmaktadır. Bankalar aracılığıyla hortumlanan 40 milyar dolar, GSMH’nın 50 milyar dolar azalması, Irak’a ambargonun sürmesinden kaybedilen 40 milyar dolar, yolsuzluklar ve sözde özelleştirmelerle kaçırılan 30 milyar dolar hesaba katıldığında olağanüstü dönemin maliyeti 300 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu rakamın içinde krizler dolayısıyla değer kaybeden milli kuruluşlar ve özel girişimcilerin kayıpları yoktur.
Bu tablodan elbette son beş yılda Türkiye’yi yönetenler sorumludurlar. Ama bu olup bitenleri, bu iflası ve çöküntüyü hiç kimse beceriksizlik, masum yanlışlıklar ve ihmalkarlıklarla izah etmesin. Bu tablo, sadece bilgisizlik, tecrübesizlik ve yanılgıların sonucu olamayacak boyutta vahimdir.
C. Dünyanın bugünkü durumu ve endişelerimiz
2. Sevr Tehlikesi
Türkiye’de yaşanan krizler ve ekonomik çöküntü aynı zamanda neo-liberalizm denen küresel dayatmanın sonucudur. Artık sömürgecilik klasik şemanın dışında işler hale gelmiştir. Gelinen bu aşamada para-sermaye, mal ve hizmet üretimi için değil, spekülatif amaçlar için, faiz için, para ile para kazanmak için kullanılıyor. Değersizleşme riskinden korkan sermaye, bu riski azaltmak için, üretim dışı alanlara, spekülasyona yöneliyor. Sermaye devletlere borç olarak veriliyor, yüksek faiz oranlarından yararlanmak üzere bir ülkeden diğerine ışık hızıyla akıyor, kur farklarından ve spekülasyonlardan yararlanmak üzere bir borsadan ötekine koşuyor. Şimdilerde spekülatif amaçlarla tedavül eden paranın iki trilyon dolara yaklaştığı ileri sürülüyor ki, bunun toplam sermaye birikiminin % 95’ini oluşturduğu sanılıyor. Bunun anlamı mevcut sermayenin % 95’i ile ne mal ve hizmet üretiliyor, ne de herhangi bir mal alınıp satılıyor. Oysa uzmanların ifadesine göre, bu sermayenin yarısı ile mal ve hizmet üretilse dünya iki kat zenginleşecek, bu zenginlikler de adil bir şekilde bölüşülse, dünyada yoksulluk ve açlık kalmayacak.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, dünyayı spekülatif sermayenin hareketlerine hazırlamaktadırlar. Türkiye’de son beş yılda, özellikle 2000 yılından bu yana yaşananlar, Türkiye ekonomisini spekülatif sermayenin hareketlerine hazırlanmasını amaçlamaktadır. Krizler bunun için çıkarılmıştır, bankalar bunun için batırılmış, sonra ayakta duranlara milyonlarca dolar bunun için verilmiştir. Çünkü “güçlü ekonomiye geçiş” adı altında yapılanlar spekülasyon ekonomisinin alt yapısını oluşturmak içindir. Türkiye’de ve benzer gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yapısal uyum programları, yani IMF reçetelerinin amacı, ülkeleri borçlandırmak, borçlarını düzenli ödemelerini sağlamak ve tek taraflı – karşılıksız değer transferini hızlandırmaktır.
Milletimiz yıllardan beri çeşit çeşit yolsuzluklarla zaten soyulmaktaydı. Ama asıl soygun borç-faiz-borç sarmalı ile olmaktadır. Uygulanan spekülasyon ekonomisinde borçlar ödendikçe artıyor, bu sistemde % 10 faizle 20 yıl vadeli her yıl 1000 dolar borç alırsanız, sekizinci yıldan itibaren, net kaynak transfer etmeye başlarsınız, aldığınız yeni borç faiz ve ana para ödemelerine yetmez, geri kalan zamanda alacaklıya karşılıksız kaynak transferinde bulunursunuz. Türkiye’nin durumu aynen böyledir.
Türkiye’de uygulanan IMF programlarının, uluslararası sermayenin kısa vadeli çıkarları dışında, stratejik önemi olan bir amacı daha var: Türkiye’yi her türlü kalkınmacı hedeften uzaklaştırmak. Nitekim uygulanan programlar sonucunda; hayvancılık yok edilmiş, tarım ve sanayi üretimi durmuş, işyerleri, fabrikalar kapanmış, ticari faaliyetler asgari noktaya inmiştir. Sonuçta yeni filizlenen gerçek sanayi kuruluşları bitirilmiş, 198 şirket, yabancıların eline geçmiştir. Aslında çokuluslu şirketlerin yetkili satıcısından başka bir şey olmayan geleneksel Türk hür teşebbüsü de şimdilerde uluslararası sermayenin aracıları durumuna gelmişlerdir. Nitekim Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu, karlarının % 90‘a yakınını faaliyet dışı alanlardan, yani faiz gelirlerinden sağlar hale gelmiştir. Böyle bir ekonomik işleyişte kimsenin üretmek gibi bir kaygısı olmaz. Peki üretmeyen bir ülke borçlarını nasıl ödeyecek, çığ gibi büyüyen işsizliği nasıl önleyecek, giderek artan nüfusunu nasıl besleyecek.
Bu sorunun cevabı yoktur. Bu gidişin sonu iflas etmektir, yok olmaktır, tükenmektir. Hiç kuşku yok ki bu vahim durum, Türkiye’yi güçsüzleştirmeye yönelik uluslararası bir projenin sonucudur. Dünya egemenleri, yani dünyanın zenginliğini beş yüz yıldır yağmalayanlar, topladıklarını ve mevcut ayrıcalıklı konumlarını korumak için, dünyanın geri kalanını sofradan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Plan bunun için yapılmıştır. Bu nedenle sofraya en yakın olan gelişmekte olan ülkeler çökertiliyor. Bu çökertme planının, yani yeni sömürgeciliğin şimdilerdeki ismi küreselleşmedir.
Yeni sömürgeciliğin en önemli aracı da faizdir, rant ekonomisidir. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkeler borçla, faizle batırılmaktadır. Varı yoğu iç ve dış rantiyeler tarafından yağmalanan, üretimin cezalandırıldığı, parayla para kazanmanın kural haline geldiği bir ekonominin sadece işsizlik, yoksulluk, sefalet, ahlaki çürüme, manevi aşağılamayı değil, aynı zamanda kaos üretmesi kaçınılmazdır. Nitekim Türkiye artık yönetilemez bir kaotik zafiyetin içine girmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en kötü günlerini yaşamaktadır. Sadece işsizlerin, açlıkla, yoksullukla boğuşan insanların sayısı artmıyor, Türkiye’nin bütün zenginliklerine; şirketlerine, bankalarına, madenlerine, piyasalarına el konulmaktadır; ülkemizin bağımsızlığı hatta sınırları tehdit altındadır. Bugün maalesef batılı yayın organları Türkiye’ye yine ‘hasta adam’ diyorlar.
Yukarıda belirtilen ve ülkemiz için tehdit oluşturan faktörlerin hepsi Dünya’nın yoksul ülkeleri için de birer tehlikedir. Küreselleşme, dünya egemenleri tarafından nimetleri ve külfetleri paylaşılan bir dünya olarak tasarlanmamış, olay sadece “sermayenin küreselleşmesi” olarak uygulamaya konmuştur. Sonuçta ekonomisi güçlü ülkeler yoksul ülkeler ile aralarına adeta tek yönlü geçişi olan bir ‘filtre’ koymakta; bu filtreden yoksul ülkelerin sermayesini ve kaynaklarını süzerek kendi taraflarına akıtırken iş gücünün ve daha geniş anlamda insanların geçişini engellemektedirler. Yoksul ülkelerin her geçen gün borçları ve nüfusları artmakta fakat sermayeleri ve iş sahaları azalmaktadır. Küreselleşme diğer bir anlamıyla “Hakları Üstün Tutan” değil “Kuvveti Üstün Tutan” zorba bir anlayışı yeryüzünde hakim kılma projesidir. Türkiye’de ve Dünya’nın diğer bazı ülkelerinde gözlenen ekonomik krizler ve çöküntüler “bir ihmal ve beceriksizliğin sonucu değil” bazı dış mihrakların ana gayelerine ulaşabilmek için yürüttükleri “planlı ve programlı bir faaliyet” sonucudur.
11 eylül olayları’ndan sonra Müslüman ülkelerin daha sıkı bir kontrol altına alınması dikkat çekicidir.
D. Önümüzdeki seçimlere 18 parti değil sadece 2 parti girmektedir
Seçimlere girecek 18 siyasi partiden Saadet Partisi hariç diğer 17 parti arasında bir fark yoktur. Bunların hepsi taklitçidir, rantiyecidir, baskıcıdır, dışa bağımlıdır ve “Hakları değil gücü üstün tutarlar.” Bu partilerin iktidarları arasında bir fark olmayacaktır. Hepsi IMF politikalarını uygulayacaklarına dair sıraya girerek and içmişlerdir. İşte bu nedenle bu seçimlere, biri Saadet Partisi öteki de diğer 17 parti olmak üzere, iki parti girecektir. Bu ekonomik politikaları iptal edecek yegane parti Saadet Partisi’dir. Bu gerçek Tablo 1’de açıkça görülmektedir.
E. Seçimlerde oy vermiyoruz, geleceğimizi seçiyoruz.
Bu seçim olmak yada olmamak seçimidir. Bu seçim çektiğimiz acılardan ve muhtemel tehlikelerden kurtulmak için en büyük fırsattır.
Şimdi böyle bir ortamda seçime gidiyoruz. Türkiye’de 3 Kasım’da seçim var. Bu seçim bir fırsattır, hatta son fırsattır.
Türkiye eğer bu seçimden sonra bir acil toplumsal ve ekonomik onarım programı uygulayamazsa korkulur ki bir daha böyle bir fırsatı bulamaz.
Çünkü;
1. Borç-faiz-borç sarmalı bu şekilde devam ederse Türkiye 2003 yılından itibaren borçlarını ödeyemeyecek ve moratoryum, yani iflasını ilan etmek zorunda kalacaktır.
2. 3 Kasım’dan sonra ülkemizi bu hale getirenler yada bu hale gelişte uygulanan politikalara itiraz etmeyenler tekrar iktidar olurlarsa; Türkiye, ABD’nin yedeğinde sınır ötesi maceralara sokulacak, bütünlüğümüz tehlikeye düşecek ve yeni bir Sevr ile karşı karşıya kalınacaktır.
3. Toplum kesimleri bu ağır bedelleri karşılayamayacak; toplumsal kaos ve patlama yaşanacaktır.
4. Bütün bunlar Türkiye’de zaten sorunlu ve sancılı olan demokrasiyi tehlikeye atacaktır.
Seçime gittiğimiz bu günlerde anket partilerinden hiç birinin Türkiye’de IMF ve Dünya Bankası’nın teşvik, destek ve dayatması ile uygulanan politikalara bir itirazları yoktur. Hepsi üretim, ihracat ve istihdamdan söz ediyor ama hiç biri üretimsizliğin, işsizliğin ve durgunluğun, dayatılan IMF politikalarının sonucu olduğunu, bu yaşadığımızın neo-liberal kuşatma olduğunu, yeni sömürgeciliğin yansıması olduğunu görmüyor yada görmek istemiyor.
Biz Saadet Partisi olarak sadece Türkiye’yi ve milletimizi bekleyen tehdit ve tehlikelere dikkat çekmiyoruz, aynı zamanda 3 Kasım seçimlerinde milletimizin karşısına bir acil toplumsal ve ekonomik onarım ve atılım programı ile çıkıyoruz.
Unutulmamalı ki, bu seçimde Aziz Milletimiz sadece Ülkemizi gelecek beş yıl içerisinde yönetecek bir hükümeti seçmeyecek, aynı zamanda ülkemizin geleceği ve bağımsızlığı hakkında da karar verecektir. Seçim, bu halden kurtulmak için en büyük fırsattır, çünkü sözünü ettiğimiz dış güçler hala Sevr’i gerçekleştirme arzu ve planlarından vazgeçmemişlerdir. Türkiye’de 3 Kasım’da seçim var ve milletimizin bu çok önemli fırsatı, kurtuluşu için kullanması bir zorunluluktur.
F. Bu tehlikelerden kurtuluş ve milletin saadeti ancak Saadet Partisi ile mümkündür!
Bu gerçek, aşağıda TEŞHİS bölümünde, hem matematik olarak ispatlanmış, hem de elli yılı aşkın çok partili dönemdeki uygulamalarla açık bir şekilde gösterilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |