Sosyal biLİmlerde yöntem sorunu



Yüklə 96,59 Kb.
tarix23.01.2018
ölçüsü96,59 Kb.
#40578

  1. Güney, A., “Toplumsal Bilimlerde Yöntem ve Yeni Yönelimler”, Folklor ve Edebiyat, Cilt:13, sayı:49, s. 95-104, (2007).

Atilla GÜNEY

“Nesnel gerçekliğin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, ama pratik bir sorundur. Pratikte, insan gerçekliği, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşünmenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma tamamıyla skolâstik bir sorundur.”

Karl Marx, 2. Tez.


Ekonomik ve toplumsal yapılar nicedir kuramın asıl işi olmaktan çıktı. Toplumsa bilimlerde oldukça eskilere dayanan bu genel eğilim, kimi yazarlar tarafından sosyal bilimlerin bunalım içinde olduğu biçiminde yorumlanmıştır1. Psychopedis, çağdaş toplumbilimlerinde bir kuram bunalımından söz ederken, bunu doğrudan toplumun bunalımı ile ilişkilendirir. Daha çok sol siyasi düşüncenin içinde bulunduğu yöntemsel bunalımdan bahseden Psychopedis, bunalımı en genel biçimiyle, toplumsal yeniden üretimin devamını sağlayan toplumsal-iktisadi bütünlüğün karışıklık içine girmesi biçiminde tanımlar. Bu bunalım, kuramsal düzeyde toplumsal nesnenin içsel ilişkisel doğasını reddeden ve bu bütünlüğü açıklamada kullanılacak tutarlı kavramsal çerçeveler bütünlüğünü parçalayan kuramın bunalımı biçiminde ortaya çıkar.

Toplumsal bilimlerin bunalımda olduğu tartışma götürür bir varsayım olmakla birlikte, bilgi felsefesi ve varlık felsefesi açısından bakıldığında, aydınlanmadan bu yana en köktenci dönüşümün yaşandığı söylenebilir. Özne ve yapı sorunu dört yüz yılı aşkın bir süreden sonra yeniden tartışılmakla kalınmadı, bir yandan tarihsel ve toplumsal olayların eyleyicisi olarak insana, diğer yandan da bu olayların ardındaki “gerçekleri” araştırıp anlamaya çalışan özneye karşı güvensizlik insana dair olan tüm bilim alanlarının ortak özelliği oldu. Artık tarihsel ve toplumsal olayların rastlantısallığı, belirsizliği ve oynaklığı yeni araştırmacılara daha çekici geliyor. Bütün bunlardan daha önemli bir gelişme gözden kaçırılıyor. Gelinen nokta itibariyle hal ve vaziyete bakıldığında, aynı zamanda bir toplum projesini de içeren modern dönemin iki önemli düşünce akımının bilgi-kuramsal ve hedefledikleri siyasi proje açısından bugün, her zaman olduğundan daha fazla birbirlerine yakın oldukları görülür2. Daha açık söylemek gerekirse, modern topluma ve onun işleyiş dinamiklerine tamamen farklı mantıksal ve kavramsal çerçevelerden bakan iki bilimsel geleneğin, tarihte hiç olmadığı kadar ortak paydaları paylaştığı söylenebilir.

Bahse konu olan gelenekler liberalizm ve marksizmin yapısalcı, post önekli zamane versiyonlarıdır. Kuşkusuz her iki geleneğin de hala direngen kanatları varlığını sürdürüyor. Özellikle Althusser’in Marksizm içinde başlattığı yapı-özne tartışması ve onun yapısalcılık sonrası sürümünün, gelinen nokta itibariyle hem bilgi-kuramsal olarak ortak temalar etrafında tartıştıkları, hem de siyasal proje olarak ortak hedeflere sahip oldukları söylenebilir3. Aslında bu yakınlaşma ya da birbirine benzeşme çift taraflı değildir. Liberalizm ya da bugün muhafazakarlıkla harmanlanmış biçimiyle yeni-liberalizm felsefi, bilgi-kuramsal ve varlık-bilimsel köklerini ve temel varsayımlarını korumaktadır. Siyaset bilimi açısından bakıldığında hem genel anlamıyla bir liberal tahakkümden bahsetmek olanaklıdır, hem de sol siyasal kuramın bu ideolojik basınç altında eriyişinden.

Bu çalışmada, toplumsal bilimlerdeki yeni bilgi-kuramsal yönelimler, araştırma konularındaki değişimler, siyasal alana ilişkin bilginin üretim biçimindeki değişim değerlendirilmeye çalışılacak. Bunu yaparken, günümüzde egemen bilgi kuramsal yaklaşımların kökenlerine değinildikten sonra bugün akademianın tahtına oturmuş olan kültür araştırmalarının toplumbilim ve özellikle de siyaset bilim üzerindeki etkileri değerlendirilmeye çalışılacak.


I. Meta-Anlatılara Karşı Metafiziğin Yüceltilişi
Tarihi ve toplumsal ilişkileri bütün olarak anlayıp çözümlemeye çalışan “büyük anlatılar”a karşı saldırı bilindik postmodern bir argümandır. Ve yine bilinmektedir ki aslında burada büyük (meta) anlatı ile asıl kastedilen marksizmdir. Ancak, siyaset bilimi alanında bu karşı çıkılan büyük anlatı(lar/yı) aratacak derecede genellemeler ve soyutlamalarla karşılaşıyoruz4 Büyük anlatılara karşı çıkılırken, siyasetin ve onu incelemeyi hedefleyen siyaset biliminin alanının, kapsamının yeniden tanımlanması sürecine girildi. Burada yeniden tanımlamadan amaçlanan, toplumsal ilişkileri inceleyen bilimsel disiplinlerin kullandığı kavramsallaştırmaların varlıkbilimsel olarak yeniden tanımlanması gerektiği düşüncesidir ki, bu da genel olarak toplumsal bilimlere özel olarak da siyaset bilimine felsefi bir müdahaleyi doğurmuştur. Nitekim son birkaç on yıldır siyaset bilimi yazınına bakıldığında toplumun, siyasal alanın varlıkbilimsel olarak yeniden tanımlanışından tutun da, yapı-özne ilişkisine, zaman-mekan ilişkisine ve bu çerçevede siyasetin mekansal sınırlılıklarına ilişkin son derece soyut ve bir o kadar da eklektik tartışmaların egemen olduğu görülür.

Yirmi birinci yüzyılın siyaset ile meşgul olan entelektüelleri, çadırlarını felsefe platosunun tam da ortasına açtılar ve orada eylenip duruyorlar. Ancak felsefeyi kuru bir semantik olaya indirgemiş olan bu yapısalcılık ve modernite sonrası akımlar için bu yeterli değildi. En açık örneğini kadim Yunan’da Aristoteles’de ve Platon’da gördüğümüz toplumsal yaşama ve siyasal etkinliğe yüklenen ahlakilik, ortaçağa özgü skolastik felsefeyi hiç de aratmayacak bir kendine güvenle teolojiyle harmanlandı. Bu günlerde ahlaki halesini yitirmiş olan felsefe için en iyi izdivaç olarak teoloji reva görülüyor. Gerçekten de teoloji, ahlakı, siyaseti, estetiği, metafiziği ve en önemlisi gündelik hayatı ve nihai gerçekliği kolaylıkla ve gayet uygun bir biçimde birbirine bağlıyor5.

Böylece felsefi bir tartışma kılıfı altından teoloji yüzyıllar öncesinden diriltilerek yeniden toplumsal bilimlerin hücrelerine şırınga edildi. İki önemli isim, bu gün sosyal bilimlere egemen olan yeni-muhafazakâr ve yapısalcılık sonrası siyasal düşüncenin yerleşip gelişmesinde önemli gibi görünüyor: Bergson (1859–1941) ve Spinoza (1632–1667). Bergson aracılığıyla, Augustinus'tan ‘Aquino’lu Thomas’a değin gelen inançla bağlaşımlı sezgi yoluyla gerçeğin kavranması fikri büyük bir felsefi buluş olarak toplumsal bilimlere yeniden sirayet etti. Yeni-Plâtonculuk' tan esinlenen ortaçağ tarikatlarında sezgi Tanrı'ya ulaşmanın, kendi özünde Tanrı'yı görmenin tek koşuludur. Onlara göre sezgi, usun kavrayış gücünün bütün yetkilerini aşar, en kısa süre içinde en kesin gerçeğe varmayı sağlar6. "Ermişlik ‘’ denen aşamaya ancak sezgiyle ulaşılır. Postmodern çağın yeni ermişleri yapı-sökümcüler ve onlarla aleni bir ittifak içerisinde yer alan yeni muhafazakârlardır.

Spinoza da tıpkı Bergson gibi skolâstik felsefenin derin izlerini içkinlik felsefesinde taşır. Ancak Spinoza’nın yapısalcılık sonrasına ve yeni-muhafazakârlığa kalıtı, onun bilgi felsefesinde yatar. Sıklıkla onun aşkın özneye karşı savunduğu içkinlik – ki onun kamutanrıcılığının bir uzantısı olan bu felsefenin ortaçağın doğal hukuk felsefecilerinin tanrı anlayışını yansıttığı söylenebilir- felsefesi üzerinde durulsa da, bugün toplumsal bilimlerde daha çok onun duygulanışlar öğretisinden yararlanmıştır.

Spinoza, öncelikle “neden insanlar fazlasıyla akıldışıdırlar? Neden kendi kölelikleriyle övünürler? Neden insan sanki özgürlükleriymiş gibi kendi kölelikleri uğruna savaşırlar?” sorusunu sorar7. Gerçekte insanların hep bilincinde olmadıkları yasalarca yönetildikleri halde, iradelerini kullanırken her bakımdan özgür olduklarına inanmalarının bir kuruntu olduğunu ısrarla vurgulayan Spinoza, bilinci doğal olarak sahip olduğumuz sakatlanmış ve budanmış upuygun olmayan fikirlerin yekünü olarak tanımlar.

Bu sakatlanmış ya da budanmış bilinç, duygulanım düşüncesi ile birleştiğinde modernite sonrası ideoloji ve kültür çalışmalarının bu denli yoğunluğunun arkasındaki Spinozacı etki açıkça görülebilir. Spinoza’ya göre, insanda yalnızca fikirler birbirlerini kovalamakla kalmazlar; aynı zamanda bu fikirlerin her birine tekabül eden, onlar tarafından belirlenen "ruh halleri" de uyanır. Bir fikir iki belirlenime sahiptir: Bir taraftan bir şeyi "temsil" etmektedir, öte taraftan kendisi de bir "şey"dir. Bir duygulanış ise, önce bir "şey"dir, sonra da, fikrin aksine o, "hiçbir şeyi temsil etmeyen" bir düşünme tarzıdır. Yani, biz bir şeyleri kendimizde "temsil etmekle" yetinmeyen varlıklarız. Aynı zamanda o şeylerden etkileniyoruz --onlara kızıyoruz, onları seviyoruz, umutlarımızı bağlıyoruz, öfkeleniyoruz, onlardan nefret ediyoruz, korkuyoruz, kurtarıcılarımız olarak onlara sarılıyoruz. Her duygulanış bir fikre sahip olmayı varsaymaktadır. Başka bir deyişle Spinoza bize, sevmek için sevilecek bir şeyin fikrinin, ister bir imge olarak, isterse kavram olarak bizde bulunması gerektiğini anlatmak istemektedir.

Gerçekliğin, o gerçekliğin duygulanımda yarattığı fikirden bağımsız bilinemeyeceğinin üstüne basa basa vurgulayan Spinoza’nın bu idealist bilgi kuramı, postmodern ve yapısalcılık sonrası bilgi kuramında gerçekliğin söylemden bağımsız bilinebileceği olasılığının yadsıması biçimine dönüşür. Böylece büyük anlatılar karşısında felsefenin tekrar yüceltilişi, düşüncenin kendisine yönelmesi biçimine döner. Yine Ortaçağ’ı aratmayacak bir biçimde, toplumsal bilimler alanında bilimsel etkinlik, sıradan ve fani insanlardan uzakta, onarın anlamayacağı derecede karmaşık bir dille yapılır.

İnsan emeğinin ürünlerinin meta biçimini aldıkları bir toplumda, insanlar arasındaki canalıcı ilişkiler de şeyler arasındaki, metalar arasındaki ilişkiler biçimine bürünürler. Gündelik yaşamda, insanlar arasındaki dolaysız ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilerle biçiminde kendisini dışa vurduğunu ve bunun dolayımın da emek aracılığıyla yürütüldüğüne dair maddeci tarih ve toplum anlayışı 1970’lerin sonlarından itibaren hem sol hem de sağ cenahtan hızla yükselen anti-hümanizm yüzünden itibarını kaybetmişti. Spinoza’nın felsefesini pratik felsefe olarak tanımlayanlar, bu felsefenin kendisini mümkün kılan toplumsallıkla ve tarihsellikle bağını kopardılar. Nitekim Spinoza ve çağdaş tilmizleri tarihi askıya alırken felsefeyi tek pratik etkinlik olarak gördüler. Oysa Marx’ın 11. tezi, bütün bu skolâstik lafazanlıkların tersine düşüncenin toplumsal bağa eklemlenmesini zorunluluk olarak gören bir bilgi-kuramsal tavrın ifadesidir8.

Toplumsal bilimlerde yöntem bağlamında yürütülen tartışmalarda bir adım daha ileri gidilerek, insan aklının dış gerçekliği temsil edip edemeyeceğinin epistemolojik bir sorun olarak ele alınması terk edilmiş, onun yerine anlamın anlaşılmasının- yorumlanmasının olanaklı olup olmadığı sorusu sorulmaya başlanmıştır. Daha açık söyleyecek olursak, önceleri siyaset bilimi yazınında hiç de küçümsenmeyecek yere sahip olan ideoloji eleştirisinin yerini ideolojide sunulanın gerçeklik olarak kabulü noktasına gelindi. Gerçekliğin yeniden tanımlanışı, soyut yöntem tartışmasına dönüştü. Gerçekliğin simgesel olarak kuruluşu, gerçekliğin özne tarafından simgeselleştirilmesinden, simgeselleştirilenin gerçeklik (ya da teorinin nesnesi) olarak kabulüne gelindi.

Spinoza ve hatta daha öncesinde Descartes’ten başlayarak Bergson üzerinden Nietzsche ve yapsökümcülere ve yeni-muhafazakârlara kadar uzanan düz bir gelişme çizgisinin merkezinde yer alan, bilginin nesnesinin bizce ancak bizim tarafımızdan yaratıldığı için ve o ölçüde bilinebileceği motifidir9. Burada Spinozacı içkinlik kuramı merkezi öneme sahiptir:


“Spinoza yegane özgürlüğü içkinlikte bulmuştur…. Spinoza, nice filozofun boşu boşuna kurtulmaya çabaladıkları içkinliğin başdöndürücülüğüdür. Acaba Spinozagil bir esinlenişe erişebilecek miyiz? Bunu bir kezinde Bergson yakaladı. Madde ve Bellek’in başında, kaosu, hem durmamacasına yayılmakta olan bir maddenin sonsuz devinimi, hem de saf bir bilinci durmamacasına her köşeye yayan bir düşüncenin imgesi olarak dümdüz kesen bir düzlem çizer”10.
Ya aşkınlık ya kaos. Kaosa karşı sunulan aşkınlık seçeneğini tartışmayı bir yana bırakırsak, tercih edilen kuşkusuz kaostur. Kaostan ibaret olan gerçeklikte verili hiçbir düzen yoktur. Anlam sırf bizim anlam verme edimlerimizle keyfi bir biçimde inşa ettiğimiz bir şeydir. Bunca yaldızlı sözlerin altında yatan Hayek’in kendiliğinden düzenidir ( Spontaneous Order) de aynı zamanda. Ya da Niklass Luhmann’ın ve Giddens’ın kendinden devinimli ( autopoietic) yapılarıdır. Spinozacı teolojik içkinlik kavramı toplumbilime ve siyaset bilimine uyarlanır: Nesneler tümüyle onları oluşturan söyleme içseldir ya da yapılar veya toplumsal edimler kendilerini oluşturan daha geniş ve kapsayıcı yapılara içseldirler. Kuşkusuz bu noktada ne liberalizmin bireyi bu bütünselliği/içselliği kavrayacak akla sahiptir ne de marksizmin toplumsal sınıfları toplumsal yaşamı değiştirebilecek bilince erişebilir.
2. 1. Yeni Yönelimler: Anti-Sosyoloji
Katıksız bir anti-hümanizmle beslenen büyük anlatı karşıtlığı, katıksız bir bilgi-kuramı karşıtlığı ile nihayet bulur. Bu anlayış, toplumsal formasyonun farklı düzeylerden oluştuğunu ve bunlardan bazılarının daha önemli belirleyicilikleri olduğunu reddeder. Bu türden bir toplumsal bütünlük anlayışı, toplumu düşüncedeki kavramlar çerçevesinde önceden kurgulanmış rasyonel bir yanılsama olarak görür: Bir bütünlük olarak toplumdan bahsedilemeyeceği gibi, siyasal, iktisadi ve kültürel şeyler arasındaki ilişkiler bizim söylemimizden bağımsız olamazlar. Düşünce ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki ve fark atlanarak, daha doğrusu ikincisi tamamen yok sayılarak söylem kategorisi hayatın tamamına nüfuz edecek şekilde şişirilir. Böylece toplumsal bilimlerde, bolca söylem analizleri, ya da moda deyimle, aynı toplumsal/siyasal olayın “farklı okumaları” ile karşılaşırız. İnsanın toplumsal varoluşu ve toplumsal gerçekliği üzerine çalışmaların yerini toplumsal söylem analizleri ve hegemonya çözümlemeleri aldı.

Siyaset bilimi söz konusu olduğunda, durum pek de farklı değildir. Siyasal mücadeleler ve iktidarın doğası tamamen toplumsal dayanaklarından koparılır. Siyasal analiz, bütün olarak Spinozacı bir kavramlaştırma olan arzunun analiziyle örtüştürülmeye çalışılır. Artık insanı toplumsal bir varlık yapan “emek” kategorisinin yerini “arzu”nun libidinal enerjisinin incelenmesi alır. Böylece, toplumsal çıkarlar ya da daha genel anlamıyla sınıfsal çıkarlar ile siyasal mücadele arasındaki bağ koparıldıktan sonra, siyasal analiz ve siyasal pratikler kurumsal olarak psikoterapiye tabi tutulur.

Daha çok eski marksistler ya da bir şekilde marksizmden etkilenmiş toplumsal bilimciler tarafından yürütülen bu tartışma, birey ya da toplumsal grupların toplumsal ve iktisadi açıdan toplumda işgal ettikleri konum ile siyasal ve ideolojik çıkarları arasında herhangi bir zorunlu ilişki olmadığı noktasına gelir. Bir adım daha ileri gidersek, siyasal mücadeleler ve siyasal iktidar da bu çıkarlarda bağımsızdır. İşte 19. ve 20. yüzyıla damgasını vurmuş iki farklı siyasal ve düşünüsel akımın oydaşım noktasına geldiği en belirgin konu burasıdır. Post-marksist, sol-liberal, neo-Marksist veya üçüncü yolcu olarak tanımlanan farklı sol düşünce biçimleri bugün itibariyle siyasal iktidarların toplumsal çıkarlardan bağımsız olduğu noktasında hem fikirdirler. Ve bilindiği gibi bu da en genel anlamıyla devletin toplumsal çıkarların uzağında, bağımsız bir kurum olduğuna dair kadim liberal tezle örtüşmektedir.

Buraya kadar toplumsal bilimlerde gözlemlenen bilgi felsefesi, bilgi kuramı ve yöntem alanlarında yaşanan dönüşüm ya da kırılmalardan bek de bahsedilmedi. Daha çok, toplumsal bilimlerinin nesnesi olan toplumun ve toplumsal ilişkilerin varlıkbilimsel olarak kökeninin sorgulanıp yeniden tanımlanmaya tabi tutulduğu gösterilmeye çalışıldı. Kökleri Fransız devrimi sonrası rasyonalizm karşıtı tartışmalara kadar götürülebilecek toplumsal bilimlerin nesnesinin yeniden tanımlanışına ilişkin çabalar, Spinoza’nın yeniden keşfi ve yapısalcı dilbilim tartışmalarıyla da zenginleştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu nokta en özet biçimiyle, gerçek nesne ile ya da bizim ilgi alanımız itibariyle gerçek toplumsal ilişkiler ile bilimin nesnesi olan toplum ve toplumsal ilişkiler arasında köktenci bir ayrım söz konusudur. Toplum fikrinin nesnel gerçekliği, toplumu temsil etmesi anlamında toplum fikridir; ama toplum fikri de bizzat bir şeydir. Zaten toplum fikrinin de bir şey olması sayesinde onun bir fikrini oluşturabilirim. Yani fikrin fikrini kurabilirim.

İşte bu fikrin de nesnel bir gerçekliği vardır biçiminde formüle edilen Spinozacı yargı günümüzde toplumsal bilimlerde oldukça geniş kabul görmektedir. Öyle ki, artık toplumbilimin gerçek nesnesi toplumun nesnel gerçekliği değil, bu gerçekliğin fikridir. Yani toplumbilim artık gerçekliğin fikrine yönelmiş bir düşünsel etkinliktir. Artık toplumsal bilimlerin nesnesi olmak anlamında toplum yoktur, toplum fikri vardır.
2.2. Yeni Yönelimler: Toplumsal Sorunların Medikalleştirilmesi
Bilimin nesnesi olarak toplum bu şekilde tanımlandıktan sonra, ikinci aşama insan eylemliliğinin bu süreçten çıkarılmasıdır. Bir kez toplumsal ilişkiler düşünsel yapılar olarak tanımlandıktan sonra bu yapının içerisinde öznelere ihtiyaç yoktur. Yapı kendi kendini üretir. Toplumsal sistem, insan üretimi olmayan ve ancak kendisinden çıkarsanabilecek davranışlar sergiler. Toplumsal bilimin nesnesi, toplumsal ilişkiler değil, her biri kendisini simgesel biçimde gösteren ve kendiliğinden devinen yapılar olmalıdır. Bu türden toplumu hayali yapılar olarak gören yaklaşımlar, Carl Schmitt’ten Cornelius Castoriadis’e, Hayek’ten Niklas Luhmann’a, Bob Jessop’tan Antony Giddens’a kadar oldukça farklı konumlarda yer alan toplumbilimciler, iktisatçılar, siyaset felsefecileri tarafından benimsenmektedir.

Bu türden ontolojik yeniden tanımlamanın bilgi kuramsal sonucu, Kantçı anlamda bilinemezcilikle harmanlanmış bir görecelilik ve daha da önemlisi, Bergsoncu sezgicilikle yoğrulmuş bir yorumsamacılıktır. Burada klasik göstergebilimsel yönelmişlik kavramı devreye girer. Husserl’in katkılarıyla bilgi kuramına giren yönelmişlik kavramı, bilinçli bir nesneye yönelimini ifade eder. Bilincin bir nesneye yönelmesi sözcük ya da gösterge aracılığıyla anlam oluşturması demektir. Burada yönelinen nesne her zaman gerçek bir varlık olmayabilir. Bir başka deyişle, zihinsel edimlerin betimlenmesi, nesnelerin de betimlenmesini içerir, ama bu nesneler varoldukları varsayılmaksızın yalnızca birer görüngü olarak betimlenir. Dolayısıyla, zihnin yöneldiği nesne – burada toplusal yapı(lar)- bilişsel olarak yapılandırılır, kurulur. Ve bu yapılar üzerine bizler ancak ve ancak yorumsayıcı biçimde yönelebiliriz: özellikle postmodern entellektüelizmin cazibesine kapılmış yeni kuşak akademisyenler arasında moda olan terimle “okuma gerçekleştiririz”.

Oldukça köklü tarihsel dayanakları olan yönelmişlik kuramı ve yorumsamacı yaklaşım, toplumbilimler söz konusu olduğunda, ya da toplumbilimlerde kullanılacak bir yöntem olarak tercih edildiğinde oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmaya başladı. Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var: Bu türden yorumsamacı yaklaşımlar ilkin kültür bilimlerde yoğunlukla kullanılıyordu. Ancak daha sonraları toplumbilim, siyaset bilimi, iktisat gibi alanlara da sirayet etti. Hatta ve hatta bu gün gelinen noktada, kültür çalışmalarının neredeyse toplumsal bilimlerin hemen hemen tüm alanlarında egemen olduğu söylenebilir. Kuşkusuz akla ilk önce, bu türden yorumsamacı ve yapıları düşünümsel bütünlükler olarak gören bakış açısına en uygun çalışma alanı olan, kimlikler, mikro-milliyetçilik gibi toplumbilim ve siyaset biliminde sıkça ele alınan temalar geliyor.

Benzer biçimde insan bilimlerinde egemen olan bir diğer yöntemsel eğilim psikolojiyle bezenmiş son derece karmaşık ve bir o derece eklektik, dil açısından son derece felsefi çıkarımlara duyulan rağbettir. İnsan bilimlerinin nesnesine bilimsel yaklaşımın yerini o nesneyle kurulan bir sempati türü almıştır. Bu da tamamıyla Bergsoncu sezgiselcilikten kaynaklanır. Bergson’da sezgi bilginin nesnesiyle kurulan bir sempati türüdür. Sezgi ve zekâ, ona göre bilinçli çalışmanın birbirinin karşıtı iki yönünü oluşturur. Zekâ maddeye, sezgi ise yaşama ayarlanmıştır. Ona göre, sezgi nesnenin içindeki biricik görüntülenemez ve dile getirilemez olanı doğrudan bilebilmek için o nesneyle özdeşleşmeyi sağlayan çok özel bir sempati türüne verilen addır. Aklın etkili olduğu dolayımlı bilgiye karşıt olarak dolayımsız bilgi sezgiyle elde edilen bilgidir.

Böylece, Freud’un açtığı yol, Bergson’un idealizmiyle donanarak, Spinoza’nın arzu felsefesinin de inkâr edilemez katkılarıyla toplumsal bilimler günümüzde oldukça revaçta olan yöntemsel eğilimini doğurmuştur. Bizatihi arzunun tanımı, yapısalcılık sonrası simgesel toplumsal yapı anlayışla son derce uyum içerisindedir. Çünkü Spinozacı arzu kavramı bizatihi gerçekliğin reddine dayanır. Arzu daima nesneye değil o nesnenin imgelemine duyulan arzudur. Arzunun kendisi de nesnel olarak ölçülüp tartılamadığına göre, o da imgenin imgesidir. Böylece, toplumbilim ve kültür çalışmalarında sıklıkla karşılaşılan kimlik, öteki sorunsalı, kadın ve cinsellik araştırmaları, mikro-milliyetçilik gibi popüler konularda yapılan araştırmalar için, insan pratiğinin yerine arzu duyan insanı koyan bu türden yöntemsel yaklaşımlar son derece uygun zemin oluşturmaktadır.

Toplumsal olanın varlık bilimsel olarak bu denli köktenci bir biçimde yeniden tanımlanışının, daha doğru bir deyimle, eski şarabın yeni şişelerde tekrardan sunuluşunun ve bunun devamında yöntem alanında yaşanan değişimin en belirgin sonuçlarından bir tanesi toplumsal bilimlerde “psikolojizm” olarak tanımlanabilecek bir yaklaşımın egemen olmasıdır. Deleuze’un ‘Anti-Oedipus’ ve ‘Kapitalizm ve Şizofreni’ de geliştirdiği yöntem son dönemlerde pek rağbet görüyor. Öyle ki uluslaraarası ilişkiler alanından tutun, tüketici eğilimlerine, kadar pek çok alanda bu türden yöntemlerin kullanıldığı görülüyor. Bu bağlamda, bir noktayı özellikle vurgulamakta yarar var. İnceleme konusu olan ilişki veya nesne tıpkı psikolojide olduğu gibi patolojik bir vaka olarak ele alınıyor. Bundan sonrası pek de zor değil. Geriye hastayı konuşturmak, çocukluğuna inmek, rüyalarını dinleyip yorumlamak kalıyor.

Bu yaklaşımda, artık toplumsal olanın mantığı ile arzunun mantığı arasında, gerçeklik ilkesi ile zevk ilkesi arasındaki ayrım ortadan kaldırılmıştır. Bir bütün olarak bakıldığında “şizoanaliz” olarak tanımlanabilecek bu türden bir psikolojizm, toplumda gizlenerek, görmezden gelinerek toplumun bilinçaltına atılanı ortaya çıkararak onun üzerine bir kuram inşa etme sürecidir11. Buradan çıkarılacak en olumlu yargı, toplumdaki bütün ilişkilerin aslında hastalıklı olduğudur.

Bilinç dışının kuramı ile toplum kuramı arasındaki sınırların böylesine akışkanlaştırılmasının bugünlerde siyaset biliminde oldukça popüler olan kimlik ve etno-kültürel çalışmalara yöntemsel yol göstericilik yaptığı kuşku götürmezdir.

Toplumsal üretimle arzunun üretiminin doğası arasındaki ayrım ortadan kaldırılınca, arzunun “mantığı” kapitalist sistemin merkezine yerleştirilebilir artık: Buna göre, kapitalist yeniden üretim, insanın kendi türünün yeniden üretiminden bağımsız ele alınamaz. Ve dolayısıyla, kapitalizmde tahakküm insanın kendi kendisine uyguladığı tahakkümden ayrı ele alınamaz. Böylece psikoanaliz, insanın kendi maddi yaşamının ardında yatan gerçek sorunların maskesini indirme işlevi görecek kuramsal pratikleri bütünlüğü olarak tanımlanıp inşa edilir.

Bu yaklaşımın doğal sonuçları batı toplumbilim çalışmalarında kendisini açıkça gösteriyor. Bizim ülkemizde henüz pek yaygın olmamakla birlikte, beden toplumbilimlerde moda bir konu başlığına dönüştü. Eagleton’un belirttiği gibi, üzerine fikir üretilen tam da Deleuze ve Guattari’nin istediği erotik beden, açlık çeken beden değil : “Çalışan değil, çiftleşen bedenlere odaklanmış yoğun bir merak var” toplumbilimlerde12.

Toplum ve toplumsal ilişkiler geniş ve yaygın kapanıp-kuşatma mekânları ile tanımlanıp ayırt edilirler. Foucault’un hapishaneler, akıl hastaneleri ve genel olarak delilik, cinsellik gibi konular üzerine araştırmalarında kullandığı yöntem, bilgi kuramı ve toplum anlayışı, Foucault’da bir nebze de olsa varlığını koruyan tarihselci öğelerinden de arındırılarak tüm toplumsal bilim konularına uyarlanmaya çalışılır. Burada asıl analojik model oluşturan hapishanedir. Bu analojiden yola çıkılarak toplumsal ilişkile şizoanalize tabi tutulur. Kapatıp kuşatma mekânlarına ilişkin genelleştirilmiş bir bunalım söz konusudur burada. Hapishane, fabrika, hastane, okul, diğer bütün “içeriler” gibi bunalım içindedir. En yetkin örneğini Foucault’da gördüğümüz kurumsal şizoanaliz yöntemiyle toplumsal ilişkilerin ele alındığı görülür13.

Olabildiğince radikal bir üsluba sahip bu türden kültürcü araştırmalarda, iktidarın sevimsiz egemenliğinden kaçılabilen, olabildiğince siyasetten arındırılmış alanlar araştırma konusu olarak tercih edilir oldu. Modern toplumun dışarı attığı ya da sorun olarak görmezden geldiği alanlar kültürel ve toplumbilimsel çalışmaların ilgi alanı haline geldi; ama tamamen siyasetten arındırılmış bir biçimde. Artık her türden geçmişe ve şimdiye ait toplumsal olay “kodlanmayı bekleyen”, ya da daha doğru bir deyimle hastalıklı ruhun altında yatan bilinçaltı nedenlerin ortaya çıkarılıp teşhisin konulacağı olgular olarak görülür oldu.

Sınıf çatışması, toplumsal sınıflararası ilişkiler ve devlet sorunun bu türden bir çözümlemenin içine oturtulamayacağı aşikârdır. Çünkü sorun bir modernleşme sorunudur. Bir bütün olarak modernleşme hastalıklı ruhun içinde yeşerdiği beden olarak ele alınırken, geçmişe yönelik çalışmalarda, tarihsel veriler söylemlere dönüştürülür ve adeta ruh çağırma seanslarını çağrıştırırcasına masaya yatırılır, şeytan kovma ayinlerini aratmayacak biçimde tüm kötülükler gözler önüne serilir ve ayin sonrası içinde bulunulan vecd halinin verdiği rahatlığa erişilir.

Sınıfsal analizin toplumbilimsel çalışmalarda yeri olmayacaksa tek yol kaçmaktır. Kaçmanın da en kolay yolu soru sorma biçimini değiştirmektir. Toplum nedir sorusu pek de anlamlı bir soru değildir artık. Bunun yerine, nasıl yaşarız sorusunu soracağız. Son derece soyut ve beraberinde bir o kadar genel cevapları getirecek ‘toplum nedir?’ sorusundan daha somuttur ‘nasıl yaşarız?’. Bu soruyu, nerede yaşarız, nasıl ikamet ederiz gibi cevabı daha somut olan soruları sormalıyız. Çünkü toplumsal olan artık özerk bir bütünlük değil parçalı ve birbiriyle alakasız özerk değişimler alanıdır.

Son dönemlerde, eğitimin, sporun, sanatın ideolojik işlevleri, yeni özne kimliklerinin oluşumundaki rolü üzerine hatırı sayılır miktarda çalışma yapılıyor. Bu çalışmalarda yöntemsel olarak egemen iki yaklaşım var. Bunlardan bir tanesi, toplumsal ilişkileri bireysel psikoloji içinde eritmeye çalışan ve dolayısıyla kapalı bilinç/kendi üzerine kapanmış bilinç yaklaşımını aşamayan ve dolayısıyla bütünlükleri kavrayamayan Weberci yaklaşım, diğeri ise, büyük oranda dilbilimden etkilenmiş olan yapısalcılık sonrası akımdır. Yapısalcı dilbilim, sözün yapılarının, bu sözü konuşan insanlardan/toplumlardan yani tarihten, yaşanmışlıktan bağımsız olarak belirtildiğini, ortaya çıkarıldığını ileri sürer. Bu düşünceden hareketle yapısalcılık sonrası yöntem, insan bilinci ve bilincin olanaklarını dışlar, yani bilince hiçbir belirleyicilik rolü tanımaz. Bugün çok yaygın olan bu türden çözümlemeler, her toplumsal kurumun, her toplumsal olgunun altındaki “bilinçsiz” yapıyı arar. Örneğin Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi üzerine siyasal bir çalışmada üzerine odaklanılacak konu, kurum olarak eğitim sistemi ile onu ürettiği söylemsel yapılar olacaktır. Çünkü bu anlayışa göre söylem gerçekliği üretir.

Oysa bir toplumsal oluşumun dile gelme biçimini, kurumsal örgütlenmesini nitelendirmek için kullanılan sözcük dağarcığını, bu gerçekliği inceleyecek kuramın sözcük dağarcığından ayırt etmek gerekir. Öte yandan insani eylemin önüne bütünüyle söylemsel olan siyasal etkinliği koyarak toplumsal-siyasal ilişkileri açıklamaya çalışmak, insani eylemliliği ve pratiği büyük oranda bilinçaltı süreçlerin ürünü olan söylemsel yapıların edilgen nesnesi haline getirmektir. Oysa Marx’ın Louis Bonapart’ın 218. Brumiare’inde belirttiği gibi, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil; doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar"14.

İnsani eylemliliğin yerine yapıların ikame edilerek toplumun açıklanmaya çalışılmasının altında, iktisadi ilişkilerin diğer toplumsal ilişkileri belirlediğine dair bilindik tarihsel materyalist tezi çürütme amacı yatar ve bu çaba neredeyse yarım yüzyıldır bütün post önekli yaklaşımların ortak, açık amacı olmuştur. Günümüzde kendiliğindenlik ve yapılanım kuramı aracılığıyla tarihsel materyalizmin temel tezini çürütmeye çalışan Giddens gibi kuramcılar devlet, ordu, eğitim, din gibi doğrudan iktisadi güç yapıları olmayan örgüt ve kurumların öneminin marksizmin üretici güçler ve üretim ilişkilerine tanıdığı açıklayıcı öncelik iddiasını çökerttiğini savunurlar.



Bu çerçevede, genel olarak savunulan düşünce şudur: toplumsal bir oluşumun dile getirilme biçiminin toplumsal hiyerarşilere ve kurumlara göre görünen örgütlenmesinin, eyleyicilerin üretim ilişkileri içindeki konumlarıyla tanımlanan sınıf ilişkileri yapısına doğrudan denk düşmediği yerde iktisadi ilişkilerin önceliği tezi geçerli olmaz.. Giddens şöyle yazar:
“Marx maddeci tarih kuramında ayırıcı kaynaklara öncelik verdiği halde, ben kapitalist olmayan toplumlarda yetkili kaynakların – kabaca siyasi ideolojik egemenliği kolaylaştıranların- eşgüdümünün toplumsal bütünleme ve değişimin belirleyici eksenini oluşturduğunu savunuyorum”15.
Marx, Kapital’in önsözündeki tarihsel maddecilik özetinde bu türden eleştirileri şöyle yanıtlamıştır:
“… bütün bunlar maddi çıkarların baskın olduğu günümüz için pek doğrudur, ama Katolikliğin egemenliği altındaki Ortaçağ, ne de politikanın egemenliği altındaki Atina ve Roma için doğru değildir… Bir şey açıktır: ne Ortaçağ Katoliklikle ne de antik dünya siyasetle yaşayamazdı. Tam tersine, neden bir durumda siyasetin, diğerinde de Katolikliğin başrolü oynadığını açıklayan, yaşamlarını kazanma biçimleridir”16.
Oysa Nietzsche-Weber geleneği aracılığıyla günümüz kuramcılarına kadar ulaşan ve bu gün bilim insanları cemaatinin üyelerinin büyük kısmı tarafından kabul gören düşünce, egemenlik mücadelesinin insan varoluşunun içkin bir özelliği olduğudur. Giddens bu Weberci tezi biraz daha yapısallaştırarak ifade eder: Sömürünün kimi biçimleri kapitalizmle, hatta daha genel olarak sınıf ayrımlarıyla başlamaz. Bu türden sömürünün sınıf ilişkilerini de önceleyen başlıca üç ekseni vardır Giddens’a göre. Bunlar, şiddet araçlarının denetimi açısından devletler arasındaki sömürü ilişkileri; etnik gruplar arası sömürücü ilişkiler ve cinsler arası sömürücü ilişkiler. İşte bu üç başlık bugün siyaset biliminde iktidar ilişkileri analizinin önüne geçmiş durumda. Birincisi yerel ve ulusal sınırlar içerisindeki sınıf mücadelesinin ve bu mücadelenin uluslararası sınıfsal boyutunun devlet biçimi üzerine yansımaları yerine uluslar arası siyaset ön planda ele alınıyor. İkincisi, kimlik politikaları ekseninde siyasetin doğası ve siyasal alan yeniden tanımlanmaya çalışılıyor.
2.3. Yeni Yönelimler: Toplumsal Sorunların Estetikleştirilmesi
Bütün toplum kuramlarının, özellikle de tarihsel materyalizmin yüceltilmiş anlatı biçimleri olduğu düşüncesi kabul gördükçe, bu anlatılardan duyulan hoşnutsuzluğun kendisi bilginin olanaklı olup olmadığı kabilinden sorulara yönelmiş kuşkuculuğu doğurmuştur. Kuram kendi kategorileri ile doğallaştırılmış mitoloji ya da sağduyu sistemleri arasında varolan ciddi bir mesafeyi varsayar17. Ne var ki, postmodern ve yapısalcılık sonrası düşünürlerin yaptığı gibi bu uzaklığı yıkmak tartışmayı tam da rasyonel eleştirinin temellerinden uzakta yapmaktır. Salt kuramsal araştırma kavrayışı olarak “theoria” etkinliği popüler anlatı ile özdeş olmayan bir söylem kavrayışıdır. Genel olarak bütüncül toplum kuramına karşı çıkan hemen hemen bütün yaklaşımlar bu iki söylem düzeyi arasındaki farkı ortadan kaldırarak statükonun siyasal eleştirisini olanaksız hale getirirler.

Bilgi kuram tartışmaları düzeyinden pratik hayatın analizine yönelindiğinde bütün kuram karşıtı söylemlerin istemeyerek de olsa gerçek dünyaya ilişkin oldukça genel kuramsal açıklamalara yöneldikleri de bir gerçek. Ancak görünen o ki, bu yaklaşımlarda dile getirilen toplumsal dünyaya ilişkin olmaktan çok bir tür sona gelinmişlik duygusuna dönüştüğü görülür. Genel olarak sanayi sonrası toplum söylenceleri olarak tanımlanabilecek bu yaklaşımlar içinde bulunulan toplumsal siyasal durumları gelinen nihai nokta olarak sabitlenip buradan geçmişe bakarlar. Ya da tersinden söyleyecek olursak geçmişte sabitlenmiş bir modern/sanayi toplumu fikrinden hareketle bu gün yorumlanmaya ama sadece yorumlanmaya çalışılır. Gerçekten, toplumbilimlere yön veren çağdaş düşünürlerin temel referans alınan eserlerine bakıldığında bu türden ikili modelleştirmelerin egemen olduğunu ve bunların özellikle azgelişmiş toplumlardaki entelektüeller tarafından kendi toplumlarını anlamada hoyratça analitik araçlar olarak kullanıldığı görülür.

Daniel Bell tarafından formüle edilen biçimiyle sanayi sonrası toplum, mal üretiminden hizmet ekonomisine bir kayma ve hem teknolojik yeniliklerin, hem de siyasaların oluşturulmasının kaynağı olarak kuramsal bilginin oynadığı merkezi rol ile karakterize edilir18. Bu değişimi anlamaya çalışıyormuş gibi görünen ama özünde toplumsal yapıları süreçlerden ve eyleyenlerden kopararak statik bütünlükler olarak ikili modelleştirme içerisinde açıklama mantığı sonraları, üretimin örgütlenmesi, kültürel ilişkiler, siyasal alan-iktisadi alan arasındaki ilişki gibi pek çok ölçütten hareketle sıkça kullanıldı ve kullanılıyor. Fransız düzenleme okulu savunucuları tarafından geliştirilen Fordizm- post-Fordizm modeli üretimin örgütlenişi ile üretim ve tüketim arasındaki ilişki ve bu ilişki içerisinde devletin yerine odaklanır19. Bu modelin daha teknik anlamda iktisadi kisveye bürünmüşünü kullanan Lash ve Urry örgütlü kapitalizm-örgütsüz kapitalizm kavramlaştırmasını kullanır20. Baudrillard, içinde yaşadığımız dünyayı, simülasyon ya da gösteri toplumu olarak nitelerken toplumsal yaşamın derinliksizliğine taklitle gerçeklik arasındaki kısa devreye vurgu yapar. En az Daniel Bell kadar geçmişten gelen bir ses, içinde yaşadığımız toplumu bilgi ve propagandanın, reklam ya da eğlencenin doğrudan tüketimi gibi bütün belirli biçimleriyle insanlar arasındaki imgelerin aracılık kurduğu bir toplumsal ilişkinin egemen olduğu “seyirlik toplum” olarak tanımlar21.

Ulrich Beck, ayrıntılı bir biçimde tanımladığı yeni dünyadaki toplumsal ilişkileri risk toplumu kavramlaştırmasıyla açıklamaya çalışırken22, Giddens “gelenek sonrası toplum” kavramını kullanır23. Ve bütün bunlardan daha önemlisi artık enflasyonist derecede kullanılan küreselleşme söylencesi. İçinde bulunduğumuz “toplumsal durumu” – ilişkileri değil – açıklamaya çalışan bu ikici modellerin çoğunluğunda söz konusu durumsallığın patolojik bir “vakıa” olarak tanımlandığı bir kötümserlik egemendir ki bu yukarıda açıklamaya çalıştığımız şizoanaliz mantığının bir uzantısı olarak görülmelidir. Bütüncül toplum anlayışının mutlak biçimde reddine dayalı postmodern bilgi kuramı anlayışının büyük oranda hakim olduğu bu modelleştirmelerde, toplumsal bütünün yalnızca belirli bir parçası üzerinde yoğunlaşılmıştır. Yine bu yaklaşımlarda ortak olan bir nokta, hemen hepsinde teknolojik belirlenimciliğin egemen olduğudur. Sanayi sonrası toplum söylemlerinin hemen hepsinde analiz edilen toplumsal durumu öncesinden ayıran temel belirleyici, bilgisayarlar iletişim teknikleri, propaganda, reklâm, nükleer enerji gibi teknolojik değişimler ve onların toplum üzerinde yarattığı etkidir. Bütün bu sanayi sonrası toplum kurmacalarının merkezinde teknolojik değişimin yarattığı yıkım, muğlâklık, tehlikeler, riskler, yanılsamalar yatar.

Tam da postmodernce bir tutum içerisinde toplumsal sorunlar karşısında pozisyon almak otoriteryanlık, muğlâk, şüpheci ve kararsız olmak ise bir türden demokratlık sayılır. Gerçekten de bir tür tarihin sonu mantığından hareketle oluşturulduğu aşikar olan sanayi sonrası toplum kurmacalarında sorunlar karşısında takınılan politik olmayan tavır dikkat çekicidir. Daha doğrusu yol göstericileri Nietzsche’nin izinden giderek, estetize olmuş bir siyasal ve toplumsal bakışla, sorunlar nesnel bağlamlarından koparılır. Sömürü, sömürülenler, yerine yoksulluk, yoksullar, yoksulluk halleri, yoksulluğun halleri gibi şiirsel temalar toplumbilim ve siyaset biliminin başat inceleme temaları haline gelir. Yoksulluk ölçümleri yapılır, bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere yoksulluk sınırına ilişkin istatistikler yayınlanır.

Kimlik-fark-öteki gibi kavramlar silsilesi karşımıza estetize edilmiş kavramlar olarak çıkar. Sivil toplum devlet karşısında estetiğin yücesidir. Devlet mutlak kötü olandır. Sivil toplum kurtuluşun biricik yoludur. Kimlik ekseninde verilen siyasal mücadelenin demokrasinin önünü açacağına dair sarsılmaz bir inanç kimlik çalışmalarının çoğunda hakimdir. Denilebilir ki, sivil toplum devlet karşısında, etnik gruplar devlet ve kültürel hak mücadelesi verdikleri daha büyük gruplar karşısında epistemolojik olarak “olumlu” kabul edilirler.


Sonuç Yerine: Bilgi Üretiminin McDonaltlaşması
Rekha Mirchandani’nin “deneye dayalı postmodernizm” olarak betimlediği bu sanayi sonrası toplum söylencelerinde, bilginin doğası, bilgiye erişebilirlik gibi epistemolojik sorunların ötesine geçilir, yeni Postmodern dünya olarak tanımlanan günümüz toplumsal yaşamı kavranmaya çalışılır24. Lyotard’dan bu yana Postmodern düşünürler, bilgi kuramsal sorular – bilimsel yöntem, gerçeklik ve gerçek bilginin temellerinin olabilirliği, bilgi ile iktidar arasındaki ilişki, bilme sürecinde öznenin rolü, bilginin dil aracılığıyla temsili ve evrensel bir doğrunun var olup olamayacağı - üzerine yoğunlaşmışlardı. Son dönemlerde postmodern tartışma bu sorular üzerinden yeniden toplum kuramına, kültürel çalışmalara ve siyaset bilimine doğru ilgi alanını genişletmeye başladı. Bunu yaparken de, klasik toplum kuramlarının merkezi kavramlarının geçerliliğinin, kullanışlılığının ve yeni gelişmelere uygulanıp uygulanamayacağının tartışıldığını ve bu tartışmadan hareketle sanayi sonrası toplum kurmacalarının üretildiğini görüyoruz.

Bu yaklaşımların ortak olan yanı, bizlerin zaman-mekân, sanayileşme-toplumsal risk, çağdaş kapitalizm ve yeni ahlaki değerlerin yeni toplumsal ilişkilere dair anlayış ve algılayışlarımızı harekete geçirmeyi, deyim yerindeyse yerleşik toplumsal algılayışlarımızı gıdıklamayı hedef edinmişlerdir. Bu araştırmaların öne çıkardığı bir önemli unsur da teknolojik ilerlemenin yararları konusunda dile getirilen kuşkuculuktur. Bu tavır geniş ekolojik endişeler ve hareketler yelpazesiyle siyasal bir biçim alırken, entelektüel alanda da değerlerin bilimsel analizinin merkezine dönüşü – buna felsefenin geri dönüşü de denilebilir – biçiminde ortaya çıktı. Postmodern kuşkuculuk modern eleştirinin yerini alırken büyük teoriler denilen şeylerin hemen hepsi, oldukça soyut bir teorileştirme adına saldırıya uğradı. Kültürelciliğin etkisi bütün disiplinlerde hissedilir oldu. Yorumsamacı yaklaşımlar, yitirdikleri alanı yeniden kazanmaya başladılar. Farklı disiplinlerde dil, gerek bir araştırma nesnesi, gerekse disiplinin kendini epistemolojik yönden irdelemesinin aracı olarak tartışmaların odağına yerleşti.

Bu tür kültürcü araştırmalar varolan bazı sorunlara makul çözümler önermekle birlikte, bir yandan da yeni sorunlar yarattı. Faile ve anlama verilen ağırlık, insan davranışını sınırlayan gerçek yapısal kısıtların ihmal edilmesine varan bir yaklaşıma yol açtı. Yerel mekanların önemini vurgulamak, tarihsel dokunun daha genel etkileşimini ihmal etmeye kadar götürdü. Postmodern kuşkuculuk, en az kendisi kadar eleştirel olan başka perspektiflerin mahkum edilmesine neden olan, körükörüne bir teori düşmanlığına yol açtı.

Ancak belki de bütün bunlardan daha önemlisi, postmodern ve kültürcü yaklaşımlar, kapitalist sistemin yarattığı maddi tahribata ve rasyonalizme şiddetle saldırırken, bizzat onun moral değerlerini meşrulaştırıcı bir işlev gördüler, görmeye devam ediyorlar. Bütün bu son kertede tarihin sonunu imleyen sanayi sonrası kurmacalar, bugünkünden çok farklı bir gelecek tasavvur etmezler ve bu durumu da ilginç bir biçimde övünç kaynağı sayarlar. Postmodern toplumbilimcilerin kapitalizmle ilişkisi huzura kavuşamamış bu dünya ile öte dünya arasında gidip gelen bir türlü ölemeyen ruha benzetilebilir25. Kültür, siyaset ve ideoloji düzeyinde yaptıkları çalışmalarla, çoğulculuğa, merkezsizliğe yaptıkları vurguyla kapitalizmin bedenine can verirler. Çünkü “bıkıp usanmaksızın sınırları ihlal eden, ve karşıtlıkları parçalayan, çeşitli yaşam biçimlerini bir yamalı bohça halinde bir araya getiren ve hiçbir kalıba sığmayıp taşan kapitalizm, tarihin şimdiye kadar gördüğü en çoğulcu düzendir”26. Ancak iktisadi ilişkiler ve piyasa söz konusu olduğunda postmodern yaklaşımlar son derece kayıtsızdır. Postmodern ruh burada bedeni terk etmek ona kayıtsız kalmak için elinden geleni yapar.

Bu gün sosyal bilimlerin krizinden söz ediliyorsa, bunun bir nedeni kapitalist toplumsal bedeni terk etmekle ona can vermek arasında kararsız kalan bu post modern anlayıştır, bir diğeri de postmodern toplumbilimcilerim üniversitelerde yeni-liberal ideologlar can ciğer olmalarıdır denilebilir27. Bu kutsal ittifak’ın sonuçları üniversitelerin kurumsal yeniden yapılanmalarından tutun da bilgi üretim tekniklerindeki değişimlere kadar birçok alanda kendisini gösteriyor. Türkiye’de de kolaylıkla gözlemlenen bir sonuç yeni kurulan üniversitelerde Kamu Yönetimi bölümlerinin yerine doğrudan işletme fakültelerinin açılması, varolan bölümlerdeki ders programlarının işletme ağırlıklı olarak değiştirilmesi, siyaset bilimi derslerinin sayının olabildiğince düşürülmesi, kalanların da daha çok kültür çalışmaları formatına dönüştürülmesi buna örnek verilebilir.

Öte yandan kuramsal ve eleştirel çalışmaların hem akademik değerlendirme düzeyinde rağbet görmeyerek, hem de araştırma fonlarından yararlandırılmayarak cezalandırılmaları, buna karşılık yoksulluk araştırmaları, sivil toplum kuruluşları, yönetişim gibi popüler konuların sorgulanmaksızın fonlanması bu ittifakın dikkati çeken bir diğer sonucudur. Belki de bunlardan daha dikkat çekici olanı bilgi üretim ve eğitim sürecinin üniversiteler ve akademilerin kontrolünden çıkıp, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların, ya da özel finans kuruluşlarınca desteklenen “düşünce kuruluşlarının” eline geçmesidir.

Bu kutsal ittifak ve onun doğurduğu kurumsallaşmanın en belirgin sonucu ise toplumsal alana ilişkin bilginin ve bilgi üretiminin metalaşması ve sürecin bir bütün olarak“mcdonaldlaşmasıdır”. Bu metafor, merkezileşmiş, standart üretime dayalı ve otomata bağlanmış ürünün üretimine dayanan, yerel olarak dağılmış fakat kolayca yönlendirilip yönetilebilen geniş mağazalar zincirine sahip hamburger üretiminden türetilmiştir28. Gerçekten de toplumbilimin ele aldığı konulardaki standartlaşma, hızlı üretim ve büyük oranda talebe göre üretim, üretenin niteliğinin değil beklenen sonuçları doğuracak bilginin üretilip üretilmediğinin temel ölçüt olduğu postmodern epistemolojinin hâkimiyet kurduğu çağımızda, bilimin ve akademinin içinde bulunduğu durum bundan iyi nasıl tanımlanabilir ki
Kaynakça
Aglietta, M. (1979) A Theory of Capitalist Regulation, Verso, London.

Anderson, P. (1982) Batı’da Sol Düşünce, Birikim Yayınları, İstanbul.

Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity, Sage, London.

Bell, D. (1974) The Coming of Post Industrial Society, Harper Colophon Books, New York.

Boron A. (1999) “A Social Theory for21th Century”, Current Sociology, October, 47 (4), s. 47–64.

Çiğdem. A.(2002) “Bilimlerin Krizinin Bir İşareti olarak Pratik Felsefenin Sonu”, Doğu Batı, Yıl.1 Sayı. 1. s. 126–142.

Debord, G. (1970) The Soicety of Spectacle, Zone Book, Detroit.

Deleuze, G. (2006) “Denetim Toplumları Konusunda Bir Ek”, L’Autre Journal, 1992. Paris (çev) Ulus Baker. http://www. Krotonomedya.net/kor/index.php.

Deleuze, G. (2005) Spinoza: Pratik Felsefe, Norgunk Yayınları, İstanbul.

Deleuze, G. Ve Guattari, F (1993) Felsefe Nedir? Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Donzelot, J. (2001) “An Anti-Sociology, in Gnesko, Gray, (ed), Deleuze and Guattari: Critical Assessment of Leading Philosophers, Vol.2., Routledge, London.

Eagleton, T.(2004) Kuramdan Sonra, Literatür Yayınları, İstanbul.

Ergun, D. (1993) Yöntemi Bulmak, Gerçek Yayınevi, İstanbul.

Giddens A. (1996) “Living in a Post-Traditional Society”, in Antony Giddens, In Defense of Sociology: Assays, Interpretations and Rejionders, Cambridge, Polity Press.

Giddens, A. (1981) A Contemporary Critique of Historical Materialism, London,

Hellstro T. and Raman, S. (2001), “The Commodification of Knowledge About Knowledge: Knowledge Management and Reification of Epistemology”, Social Epistemology, Vol 15, No. 3. s. 139–154.

Lash S ve Urry J. (1987) The End of Organized Capitalizm, University of Wiscontin Press, Madison.

Lukacs, G. (1998) Tarih ve Sınıf Bilinci, Alan Yayıncılık, İstanbul, çev. Y. Öner.

Marx, K. (2003) Louis Bonaparte’ın 18. Brumaier’i, Eriş Yayınları, İstanbul.

Marx, K. (2003) Kapital I., Eriş Yayınları, İstanbul.

Mirchandani, R. (2005) “Postmodernism and Sociology: From the Epistemological to Empirical”, Sociological Theory, Vol. 23. No.1. s.86–113.

Norris, C. (1985) The Context of Faculties, London, Sage.

Psychopedis, K (1993) “Crisis of Theory in the Contemporary Social Sciences”, in Werner Bonefold and John Holloway (eds) Post-Fordism and Social Form, MacMillan Press, London.



 Mersin Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.

1 Psychopedis, K (1993) Crisis of Theory in the Contemporary Social Sciences, in Werner Bonefold and John Holloway (eds) Post-Fordism and Social Form, MacMillan Press, London, 1993.

Perry Anderson, Batı’da Sol Düşünce, Birikim Yayınları, İstanbul, 1982.




2 Bilim felsefesi ve bilgi kuramı çoğunlukla birbirine karıştırılır. Bu nedenle çalışmanın başında bu iki farklı alanın ve onları tanımlayan kavramlaştırmaların açıklaya kavuşturulmasında yarar var. İngilizce karşılığıyla epistemoloji çoğunlukla bilgi kuramı karşılığı olarak kullanılır. Oysa epistemoloji, bilimsel çalışmaların, kullandıkları yöntem, varsayımlar ve araştırma teknikleri bir bütün oluşturan bu süreci inceler. Bu da bilim felsefesinin ( epistemoloji) konusudur. Bilim felsefesi esas itibariyle birçok bilimin, ilkelerinin, varsayımlarının ve sonuçlarının eleştirel incelenmesidir ve bu eleştirel inceleme, bilimlerin mantıksal kökenini, değerini ve nesnel sonucunu belirtmeye yöneliktir. Bilgi kuramı ise, deney öncesi bilmek eyleminin ya da yetisinin bir mantık yöntemiyle düşünsel çözümlenmesidir. Bir başka deyişle bilgi kuramı bilmek yetisinin kökenlerini, niteliğini, değerini ve sınırlarını araştırır. Bu nedenle, bilgi kuramı karşılığı olarak gneseoloji kavramı kullanılır. Bilim felsefesi, bilgi kuramı ve yöntem bilim arasındaki ilişki ve tanımlamalar için, Türkiye de bir ilk olan ve değerini hala koruyan Doğan Ergun’un çalışmasına bakılabilir.

3 Her türden yapısalcılık sonrası ya da postmodernist yaklaşımın ortak özelliliği içinde bulunulan siyasal ve toplumsal ilişkileri özellikle moral değerler açısından kıyasıya eleştirmekle birlikte, geleceğe yönelik bir seçenek sunmamalarıdır. İktisadi ilişkilere ve piyasa karşı kayırsız tavırları onları çoğulculuk, katılım, hak ve özgürlükler bağlamında liberalizminle işbirliği yapmaya yöneltmiştir.

4 Çalışmanın ilerleyen sayfalarında ele alınacağı gibi, özellikle postmodernizmin ve yapısalcılık sonrası akımın yöntem ve bilgi kuramına ilişkin felsefi çalışmalarından sonra toplumsal olgular, değişim ve siyasete ilişkin ampirik postmodernizm olarak tanımlayabileceğimiz çalışmaların o çok eleştirdikleri meta kuramların çok ötesine giden modeller geliştirdikleri söylenebilir.

5 Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, Literatür Yayınları, İstanbul, 2004, s.82.

6 Bergson, Madde ve Bellek adlı kitabının başında şunu belirtiyor: dünya imgelerden yapılmıştır, bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi de bu imgelerden birisidir: böyle olduğuna göre, bilincin beyinsiz varolmaması şöyle dursun, tersine, "bilinç"siz varolamayacak olan beyindir! Bilinç, "bağımsız bir gerçektir"; beyin kendinden önce varolan düşüncenin hizmetinde bir mekanizmadır.

7 Gilles Deleuze, Spinoza: Pratik Felsefe, Norgunk Yayınları, İstanbul, 2005, s. 16.

8 Ahmet Çiğdem, “Bilimlerin Krizinin Bir İşareti olarak Pratik Felsefenin Sonu”, Doğu Batı, 2002, Yıl.1 Sayı. 1. s. 126-142.

9 George, Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Alan yayıncılık, İstanbul, çev. Y. Öner, 1998, s.194


10 Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Felsefe Nedir? Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993, s.50.

11 Jacques Donzelot, “An Anti-Sociology”, in Gnesko, Gray, (ed), Deleuze and Guattari: Critical Assessment of Leading Philosophers, Vol.2., Routledge, London, 2001.

12 Terry Eagleton, a.g.e., s. 3.

13 Gilles Deleuze, “Denetim Toplumları Konusunda Bir Ek”, L’Autre Journal, 1992. Paris (çev) Ulus Baker . http://www. Krotonomedya.net/kor/index.php. İnternetten indirildiği tarih Kasım 2006.


14 Karl Marx, Louis Bonapart’ın 18. Brumaier’i, Eriş Yayınları, İstanbul, 2003, s. 14

15 Antony Giddens, A Contemporary Critique of Historical Materialism, Polity Press, Cambridge, 1981, s. 104.

16 Karl Marx, Kapital I, Eriş Yayınları, İstanbul, 2003, s. 175-176

17 Charles, Norris, The Context of Faculties, Sage Publication. London 1985, s. 23.


18 Daniel Bell, Coming Of Post-Industrial Society, Harper Colophon Books, New York, 1974.

19 Michel Aglietta, A Theory of Capitalist Regulation, Verso, London, 1979.

20 Scott Lash and John Urry, The End of Organized Capitalizm,: University of Wiscontin Press , Madison 1987.

21 Guy Debord, The Soicety of Spectacle, Zone Book, Detroit 1970.


22 Ulrich Beck, Risk Society: Towards a New Modernity, Sage, London, 1992.

23 Antony Giddens, (1996) “Living in a Post-Traditional Society”, in Antony Giddens, In Defense of Sociology: Assays, Interpretations and Rejionders, , Polity Press, Cambridge 1996.


24Rekha Mirchandani, “Postmodernism and Sociology: From the Epistemological to Empirical”, Sociological Theory, Vol.23, No.1, 2005, s. 88.


25 Benzetme Eagleton’a aittir, Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 158.

26 Eagleton, a.g.e., s. 156.

27 Son dönemlerde toplumbilimlerin bunalım ya da tıkanıklık içinde olduğuna dair çığlıkların yükselişi birazda postmodern toplum bilim anlayışı ile yeni sağ ideolojinin akademik düzeyde kurduğu bu kutsal ittifaktan kaynaklanıyor denilebilir. Bu konudaki rahatsızlıkları dile getiren önemli çalışmalar için, bkz. “Sosyal Bilimleri Açın”, Gulbenkian Komisyonu: Sosyal Bilimlerin Yeniden yapılanması için Rapor, 2005 Metis, İstanbul. Ülkemizde bu anlamda ilk derli toplu serzenişleri için bu konuda yapılmış kapsamlı bir sempozyumun bildirilerinin yer aldığı, “Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek”, 1998 Metis, İstanbul çalışmasına bakılabilir. Ayrıca, kuram karşıtı toplumbilim anlayışının yeni-liberalizmle ittifakının doğurduğu sıkıntıların enine boyuna ele alındığı kapsamlı bir çalışma için, bkz. Atilio Boron, 1999, A Social Theory for21th Century, Current Sociology, October, 47 (4), s. 47-64.

28 Çağımızın bilgi üretim ve tüketim süreçlerini analiz etmede kullanılan bu metafor için, bkz. Thomas, Hellstro and Sujatha Raman, 2001, The Commodification of Knowledge About Knowledge: Knowledge Management and Reification of Epistemology, Social Epistemology Vol 15, No. 3. s. 139–154.

Yüklə 96,59 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin