“Müjdeleyici ve sakındırıcı peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”3
Bak. En’am suresi, 130. Ayet; Mulk suresi, 8-10. Ayetler
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah, Resullerini kendilerine özgü kıldığı vahiyleriyle gönderdi. Onları kulları üzerine hüccet karar kıldı ki, böylece uyarılmadıkları hakkında bahane peşinde koşmasınlar. Böylece insanları doğru dil (bu elçiler) vesileyle hak yola davet etti.”4
İmam Sadık (a.s), nübuvvetin felsefesi hakkında soru sorulunca şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerden sonra, insanlar için Allah karşısında bir bahane kalmasın ve, “Bizi müjdeleyip uyaran ve insanlara Allah’ın hüccetini tamamlasın diye peygamberler gönderilmiştir.” Aziz ve celil olan Allah’ın cehennem bekçilerinden naklen cehennem ehli karşısında, Peygamberlerin ve elçilerin varlığını hüccet göstererek şöyle buyurduğunu işitmiyor musun: “Sizler için uyarıcı gelmedi mi?”5
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah, Peygamberleri yaratıkları üzerine yetkin bir hüccet olsunlar ve onlara gönderdiği elçileri üzerlerine şahitleri olsunlar diye göndermiştir. Allah, insanlar içinde helak olanlar delil üzere helak olsun ve ihya olanlar da delil üzere ihya olsun, kullar rableri hakkında bilmediklerini bilsinler diye Peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermiştir. Neticede inkar ettikleri Allah’ın rububiyetini tanısınlar ve şirk koştukları Allah’ın uluhuyetini birleyerek kabul etsinler.”1
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Muhammed’in onun kulu; buyruğunu yerine getirmek, hücceti tamamlamak, kullarının sakınmalarını sağlamak için gönderdiği elçisi olduğuna şahadet ederim.”2
Felsefi Bahis
“Genel olarak Peygamberlik meselesi, peygamberliğin düzenlenmiş ve yasalaştırılmış hüküm ve kanunların tebliğine yönelik bir misyon olması ve bunların da itibari olgular olmaları, yani gerçek birer olgu olmamaları nedeniyle, kemali bir meseledir, felsefi değildir. Çünkü felsefi araştırmalar varlıkların objeler dünyasındaki oluşları ile ve somut gerçekleriyle ilgilenir. İtibari ve farzi olgularla ilgilenmez.
Ne var ki, Peygamberlik meselesi, bir başka açıdan felsefidir, felsefi bir araştırmanın konusu olabilecek niteliktedir. Şöyle ki: Temel öğretiler, ahlaki ve pratik hükümler gibi dinsel prensipler, insan nefsi ile ilintilidirler. Çünkü nefiste kökleşmiş sağlam bilgiler ya da köklü karakterler, hallere dönüşmeler sözkonusudur. Bu bilgi ve karakterler insan nefsi için birer şekil oluştururlar. Mutluluğa ya da mutsuzluğa, Allah’a yakın ya da uzak olmaya doğru giden yolu belirlemede etkin rol oynarlar. Çünkü insanoğlu, salih ameller, gerçek ve doğru inançlar aracılığı ile nefsi için bir takım kemal nitelikler edinir ve bu nitelikler de ancak kendisi içni önceden hazırlanan Allah katındaki yakınlık ve gözdelik makamlarıyla, ilahi hoşnutluk ve göz kamaştırıcı cennet ödülleriyle ilintilidir. Yıkıcı ameller, batıl ve saçma-sapan inançlar aracılığı ile de, nefsi için bir takım şekiller edinir. Bunlar da ancak geçici dünya ve fani süsleri ile ilintilidir. İşte bunlar insan dünyadan ayrıldıktan ve seçme imkanını kaybettikten sonra, hüsran yurduna, ateşten barınağa sürünklerler insanı. Kuşkusuz bu gerçekliği bulunan bir yolculuktur.
Şu halde Peygamberlik gerçek bir mesledir. Önceki açıklamalarımızda değindiğimiz ve Allah’ın kitabından algıladığımız kanıtsa, gerçekliği bulunan kesin bir kanıt ve akli burhandır, nakli değildir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Amel vasıtasıyla gerçekleşen bu şekiller, kemale doğru giden yola hareket eden insanın nefsi ile ilintilidir. İnsanın gerçek bir canlı türü, gerçekliği bulunan bir varlık ve bir takım gerçekliği bulunan sonuçlara kaynak olduğu hususunda şüphe yoktur. Varlıkların kemallerine doğru hareket etmelerini sağlayan sebepler insana da varoluşunun son kemal noktasına erişme yeteneği bahşetmiştir. Bu olguyu deneyim ve somut kanıtların tanıklığıyla algılıyoruz.
Yüce Allah’ın, bağışı ve feyzi eksiksiz olduğu için, her nefse kemale erişmesine elverişli bir bağışta bulunması, ona bu yeteneği bahşetmesi gerekir. Kemale doğru içinde bulunan eğilim, bu ilahi bağış sayesinde kuvveden fiile geçer ki, biz buna mutluluk diyoruz. Ancak bunun için kişinin güzel sıfatlara, faziletli ve ılımlı karakterlere sahip olması kaçınılmazdır. Eğer kişi, alçaltıcı, rezil niteliklere, aşağılayıcı karakterlere sahipse, kemale yatkın bu içindeki dürtüler onu mutsuzluğa, bedhatlığa sürükler.
Şayet bu karakterler ve ruhsal şekillerin yapıcılık-bozgunculuk, korku-ümit, faydalı şeyleri arzulama-zararlı şeylerden kaçma, inancından kaynaklanan isteğe bağlı fiiller aracılığı ile olmuş olması söz konusu bağışın dinsel davet ile müjdeleme ve uyarma ile, korkutma ve umutlandırma ile iltintili olmasını gerektirir. Ki, müminler için bir şifa olsun, böylece mutlulukları için de öngörülen kemale ersinler. Zalimler için de bir yıkım, bir hüsran olsun, böylece bedbahtlıkları için de öngörülen kemale doğru yol alsınlar. Davet için, bu işi yapacak bir davetçinin olması şarttır. Bu da Allah tarafından görevlendirilmiş Peygamberden başkası değildir. (Böylece genel peygamberlik meselesi ile ilgili felsefi inceleme doğmuş oldu.)
Eğer desen ki: Davet için, aklın insanı, hak nitelikli inanç ve ammellere uymaya, iyilik ve takva yolunda hareket etmeye çağırması yeterlidir. Ayrıca Peygamber göndermeye ne gerek vardır?
Senin bu yaklaşımına cevap olarak derim ki: Bu dediğin şeylere davet eden, bu tür tavırların sergilenmesini emreden akıl, güzellikle ve çirkinlikle hükmeden pratik akıldır. Daha önce de vurguladığımız gibi, varlıkların gerçekliklerini kavrayan teorik akıl değildir. Pratik akıl, değerlendirmelerinin, hükümlerinin önermelerini içsel algılardan edinir. İlk halinden itibaren insanın iç dünyasında bulunan algılar, şehevi ve öfkesel içgüdülerin algılarıdır. Fakat kutsal idrak gücü ise, o sırada henüz kuvveden fiile geçmemiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi, fıtri algılar insanlar arasında anlaşmazlığa yol açar. Ve fiili olarak insanda varolan algılar şimdilik kuvva halinde olan gücün bil fiil olmasına izin vermez. Bunu insanın pratik halinden somut olarak gözlemleyebiliriz. Çünkü olumlu ve yapıcı bir eğitim sistemini, bir terbiye sürecini yitiren herhangi bir topluluk ya da birey çok geçmeden, kendilerinde akıl bulunduğu ve fıtratın hükmü üzerlerinde geçerli olduğu halde barbarlArşırlar, vahşileşirler. Dolayısıyla, yüce Allah’ın insana bahşetiği aklın, Peygamberlik misyonuyla desteklemesinden başka seçenek yoktur.”1