OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Tamam, alıyorsa alsın, neyi konuşacağız, neyi konuşacağız?
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Bitti giti. Alacaklar nitekim, alacaklar. Bunun hiç kurtuluşu yok. Sana hak olan ona da hak oluncaya kadar bu mücadele sürecek. Silahıyla sürer, siyasetiyle sürer, diniyle sürer, düşüncesiyle sürer. Bize düşen, “Kardeşim, bunu bir savaş gerekçesi yapmadan, biz buna bir çözüm üretebilir miyiz.” Siyasetin boynunun borcu bu. Siyaset bunu yaptıkça görevini yapmış olur, yapamadığı oranda siyaseti silahlı bir mücadele alanına terk etmiş olur. Buna bu kadar sinirlenmeye gerek yok ki.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Farklı bir dil kullanmıyorsun ki. Elinde silah olanın kullandığı dil neyse, senin kullandığın dil de aynı.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Onun için, böyle karşılıklı tartışmayalım. Ben söyleyeyim.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) - Karşılıklı konuşmayalım, heyete hitap edelim.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Şimdi bu düşünce, Bulgaristan’daki Türkler için -asimilasyona uğrayan, Jivkov zamanında- Kürtlerden çok bir farkı yoktu. Jivkov’un zihniyetiyle o yaklaşımla bu yaklaşımın ne farkı var? Orada, Bulgaristan’daki Türk’e “Sen çocuğuna Türk adını koyamazsın, Bulgarca bir ad koyacaksın.” diyen bir mekanizma varken ben gidip de deseydim ki: “Ya, sizin aslında biraz ekonomik durumunuzu düzeltseler, bu sorun hiç kalmaz.” Beni değnekle Kırcaali’ye kadar kovalarlar mıydı, kovalamazlar mıydı?
Onun için, biraz empati; bu konuda geliştirmemiz gereken temel duygu bu. Bundan başka bir enstrümanla da çözemeyiz. Sen Bulgaristan’daki Türkler için başka bir şey, buradaki Kürtler için başka bir şey istedin mi “tutarsızlık” diye bir dertle düçar olmuş olursunuz, tutarsızlık diye bir dertle, onun için bu bir yere varmaz. Siyaset çözüm üretme yeridir. Şunu bir kriter sayabiliriz: “Herkes-hiç kimse” amenna, peki, herkes ana dilini konuşamıyor kardeşim.
Osmanlıyı referans niye veriyorsun? Osmanlıda yüzümüzü kızartacak –bugün bizim hodbinliğimiz karşısında- binlerce mümtaz uygulama var yani Osmanlıya dönüp bakmaya yüzümüz yok bizim bu ayrımcılık meselesinde. Rakka’da, Urfa’da, çok değil 1700’lü yıllarda kendi ana dilinde savunmanın yapıldığı mahkemeler var. Yine, aynı bölgede ana dille eğitim yapılan medreseler var. Şimdi uluslaşma sürecine falan girmeyeceğim yani uluslaşma olmadan önceki paradigma, olduktan sonraki paradigma, oralara girmeyeceğim. Eğer eşitlik diye bir şey ağzınızdan çıkıyorsa kendiniz için istediğinizi karşınızdaki için de istemek, kendinize hak olanı, ona da hak görmek zorundasınız. “Yok, bu alınır, savaşın.” diyorsanız Kürtler zaten bunu otuz senedir yapıyorlar, bunu yapan çocukları var. O zaman siyaset bu alandan çekiliyor anlamına gelir. Siyaset, oysa, bir anlamda sorun çözme, sorunu yönetme sanatıdır. Şu hangi benliğinize dokunur? Osmanlıdan, ulusal onurunuza, kimliğinize, haysiyetinize daha mı fazla düşkünsünüz? Ondaki o öz güvenle Rum Rum okulunda okumuş, Ermeni Ermeni okulunda kendi diliyle, kendi diliyle yargılanmış, kendi kimliğini geliştirmesi için her türlü şey yapılmış. O “Bu ülke bölünür.” dememiş de, “biz” kavramının içini alabildiğine çoğaltmış da siz niye daraltacaksınız, bir tek ırka indirgeyeceksiniz? Böyle bir şey yok. Siyasete eğer “Bu hak verilmez, alınır.” meselesinden bakacaksanız zaten bizim fazlaca bir söz söylememize gerek yok yani bu insanlar ölümden korkan insanlar değil, bu insanlar başka bir hesabın peşinde olan insanlar değil. Gelmişler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 4 maddesinden 3’üne indirgemişler taleplerini. Hâlen “Öleceksin.” diyorsan, hiç sevmediğim bir deyim ama bizi çok aydınlatacak bir deyim: “Çoktan çok gider, azdan az gider.” Peki, istediğimiz bu mu? Başka evlatların üzerindeki…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – “Çoktan çok kalır, azdan az kalır.” Sonuçta tersine de öyle bakarsın. Mantığın oysa, öyle bakılır.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Sen kalanla ilgilenirsin, insan olan da gidene yanar yani kalanla ilgilenmek de şüphesiz bir matematik biçimidir ama gidene yanmak da bir insanlık hâlidir, gidecek olana yanmak da.
Dolayısıyla, MHP’ye bu konuda söylenecek tek şey var, gerisi boş laf: “Kendiniz için ne istiyorsanız onun için istiyor musunuz?” “İstemiyoruz.” diyorlar. “Siyaseten de bunu tartışmayız. Gelin alın.” diyorlar. Dolayısıyla, muhatapları biz değiliz. Bu andan itibaren siyaseten herhangi bir şeyi konuşabilecek durumda değiliz. Kendisini PKK ile aynı düzleme konuşlandırınca PKK ile konuşmak zorunda.
AK PARTİ’nin şeyini merak ediyorum: Nerede, yeri neresi? Ayrıca onu söyleyeyim, şu anda müzakere usulü gidelim. Neresi yeri?
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – “Anayasa’da olmasın.” diyoruz.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Niye? Ne fazla?
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, bir kere, kültürel kimlik hakkı bir hak kategorisi içerisinde ayrı bir başlık mıdır, değil midir? Bu ayrı bir tartışma.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Hoca, ben sana fazla zulmetmeyeceğim. İnanmadığın bir şeyi daha fazla sana söyletme eziyetini yapmayacağım.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Teşekkür ederim.
Meral Hanım, biraz teknik olarak şey edecek.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Mustafa Bey, bir konuyu da dikkate sunmak istiyorum.
Bakın, uluslararası belgelerde Sayın Önder’in dediği şekilde hiçbir hak yok, İnsan Hakları Bildirgesi’nin 2’nci maddesine baktığınız vakit -İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi- orada da böyle bir haktan bahsetmiyor yani uluslararası belgelerde bu hak bir kültürel aidiyeti değil, hakkın kullanımındaki yararlanma eşitliğinden bahsetmektedir.
Bulgaristan’a gelince. Bakın, 1925’te Türk-Bulgar Azınlıklar Anlaşması var yani Türkiye’deki Bulgarlar azınlık, Bulgaristan’daki Türkler azınlık. Bunlar azınlık haklarıdır. Bizim temel felsefemiz, biz Kürtleri burada azınlık diye kabul etmiyoruz, öz be öz bu vatanın evladı olarak görüyoruz. Onun için meseleyi saptırarak böyle getirdiğin vakit sanki bütün uluslararası anlaşmalarda, şurada, burada bir hak verilmiş de, biz de ona sırtımızı dönüyormuşuz gibi pozisyona geliyor. Yok böyle bir şey.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Allah vermiş Allah, en büyük otorite vermiş bunu. “Sizin diliniz ayetlerinizdir.” demiş, bitti gitti, sen ne edeceksin.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Senin araban 280 kilometreyle gidiyor. 90 kilometreyi aştığın vakit başına bir sürü işler geliyor. O da bir hak, verilmiş, 280 kilometre, para vermiş almışsın ama o hakkı kullanamıyorsun.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – O hak değil, o kapasite, hız limiti belli.
FARUK BAL (Konya) – Sayın Başkan, diğer arkadaşlara söz vermeden… Kaynamasın.
Şimdi, Sırrı Bey’in Ahmet İyimaya’dan sonra belagat ustası olduğunu biliriz ama Ahmet İyimaya’yı geçecek şekilde lafları ters yüz etme gibi bir becerisinin de olduğunu şimdi fark ettim, tebrik ediyorum! Oktay Bey’in söylediği bir lafı alarak “Milliyetçi Hareket Partisinin muhatabı PKK’dır.” gibi bir sonucu çıkarabilecek bir mantığı da nasıl bu beceriyle süslediğini anlayamadım. Milliyetçi Hareket Partisinin muhatabı Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve yasa dışı gördüğü terör örgütüyle konuşabilecek hiçbir şeyi yoktur.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Evet, Meral Hanım, buyurun.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Şimdi, kültürel kimlik hakkına ilişkin –Sırrı Bey’in de başta söylediği gibi- aslında birçok toplantıda biz ana dil eğitimiyle birlikte görüşülmesini, diğer bölümlerde görüşülmesini talep ettik ama nasip bugüneymiş. Doğrusu ben de hastayım, böyle hasta olduğum bir gün hani vardır ya psikolojik bir hazırlık…
Ulus devlet mücadelesi, yakın tarih, Osmanlı İmparatorluğu, şüphesiz bunlar hepimizin tarihsel arka planı olarak bilgimiz dâhilinde ve dünyanın, Avrupa’nın, birçok ülkenin, birçok ulusun, birçok etnik kimliğin, din savaşlarının nasıl yaşandığını biz de sizler gibi okuyoruz ama tabii ki insan okuduğu tarihi de, izlediği süreci de bulunduğu yerden değerlendirir yani bu evrensel bir gerçektir. Ben de okurum başka bir şey anlarım ama her birimiz biraz da kendi siyasal yaklaşımımız ve yaşam felsefemiz doğrultusunda bunu yorumlarız. Bizim okumamız şöyledir: Doğrudur, geçmişte büyük işkenceler, büyük katliamlar, büyük soykırımlar, büyük göçler yaşandı. Ulus devlet mücadelesi, Nazi Almanyası, İtalya, İspanya, buralarda da büyük savaşlar yaşandı, Osmanlıdan çıkış, Kurtuluş Savaşı… Ama burada neticede farklılaşıyoruz. O savaşlarda -din savaşlarını ayırarak söylersek- bir grup ulusun diğer ulus üzerine etnik üstünlük sağlama, egemenlik kurma, yok sayma mücadelelerine, maalesef, tarih tanıklık etti. Bugün Avustralya’da Aborjinler yok, maalesef, büyük bir kırımdan sonra artık hiçbir şekilde yoklar ama Avustralya’da herkes konuşmasına başlarken “Aborjinlere saygı duyuyorum.” diye bir selamlamayla başlıyor. Abojinlerin tek bir çocuğunun, tek bir neslin kalmamasından sonra saygı duyulmasının da çok kıymetiharbiyesi var mı tartışılabilir şüphesiz ya da siyahlara yönelik ayrımcılık, diğer, Kızılderililer, vesaire, hani bunların hepsini, şüphesiz, okumak lazım. Fakat bu yıkımlar, bu büyük savaşlar, büyük ölümler, büyük katliamlar dünyayı bir noktaya doğru götürüyor, o da demokrasi; doğru, o da hukukun üstünlüğü ve burada İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle işte yeni anayasaların, uluslararası sözleşmelerin nasıl imzalandığını, hangi teoriyle yola çıkıldığını, eşitlik ve ayrımcılığın önlenmesi mantığının nasıl işlediğini birçok sözleşmeyle görüyoruz ve buradaki temel argüman şüphesiz hiç kimsenin hiçbir sebeple ayrımcılığa uğramamasıdır. Herkesin, her insanın diğer insanla eşit olduğu gerçeğidir. Bu masada baştan beri yaptığımız tartışmalarda şu çok söylendi: “Yani hukuk önünde eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması genel bir ilke olarak yazılabilir.” ama Türkiye’de bu, bu şekilde genel bir ilkeyle giderilebilecek bir sorunu aşalı çoktan geçti yani öyle bir şey yok. Dünya, Avrupa artık şu noktadadır: Haklar sayılır, hak kategorileri adı altında uluslararası sözleşmeler yapılır, tek tek ayrıntılı düzenlemeler yapılır. Buna ilişkin onlarca ulusal üstü sözleşme örneği verebilirim. Bunların başında SEDAV gelir; Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi. Çocuk Hakları Sözleşmesi, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, yine, Birleşmiş Milletler Irk Ayrımcılığının Tüm Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi gibi. Yani, demin hani “Sözleşme yok.” Dendi. Bu sözleşmelerin, bu ve zaman açısından saymadığım onlarca sözleşmenin bir gayesi var: Farklılıkların birbirlerine üstünlük sağlayamaması, ayrımcılığın önlenmesi ve herkesin kendi hakkına kavuşması aslında yani temel arka plan odur. Bu nedenle bir sorun var yani bu sorunu zaten hiçbirimiz, Türkiye’de yaşayan hiçbir vatandaş Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Yahudi ya da Hristiyan reddedemez. Bu sorunda bir hak istemi var, bir eşitlik istemi var, eşit yurttaşlık istemi var her anlamda ve bunun karşılanmasının da biz anayasal -Barış ve Demokrasi Partisi olarak- zeminde olması gerektiğini düşünüyoruz. Siyasal sistem içinde çözülmesi gerektiğine inanıyoruz. Siyaset yoluyla bu sorunun çözülmesinin diğer olayları önleyeceğini düşünüyoruz. Bu masada siyaset dışında bir adresin verilmesini de çok büyük bir dehşetle ve talihsizlikle karşıladığımı da ifade etmek isterim. Biz burada –Sırrı Bey söyledi, onun çok ayrıntısına girmeyeceğim- savaşı değil, barışı, barış anayasasını, çözüm anayasasını konuşmak istiyoruz. Türkiye’nin bu sorunlardan kurtulması gerektiği inancıyla bunları tartışıyoruz.
Şimdi, nedir? Hani buna ilişkin –arkadaşlar hazırlıyorlar- bizim Uzlaşma Komisyonuna görüş bildirenler de var. Maalesef, TEPAV buna ilişkin ayrıntılı bir döküm yapamadı yani bütün kurumlar ne demiş, ne yapmış, biz de istedik ama sadece üniversiteleri söyleyeyim. Bu konuda görüş bildiren 89 üniversitenin 26’sı kültürel haklarla ilgili görüş bildirmiş. Bu grafikler de var yanımızda, merak ederseniz sunabiliriz. Farklı dağılımlar var, mesela 3 tane üniversite doğrudan kültürel kimlik hakkının tanınması gerektiğini söylemiş, yine, 10 tanesi: “Uluslararası hukuk gözetilerek farklı kültürler güvence altına alınmalı, kültürel haklar tanınmalı.” demiş, 13 tanesi: “Kültürel çoğulculuk esas alınmalı, çok kültürlü toplum yapısı tanınmalı.” demiş ve böyle bu görüşler devam ediyor. Şimdi, kültürel kimlik hakkında bu söylediğim grafikte… Yani hepsi bu konuda görüş bildirmemiş, yoksa olumsuz bir görüş bildirmesi de yok, “Tanınmasın.” şeklinde bir görüş bildirmesi de yok. Mesela Adnan Menderes Üniversitesi: “Uluslararası hukukta yeri olan kültürel hakların yeni anayasada düzenlenmesi sağlanmalıdır.” demiş. Bunları örnek olarak veriyorum: Yine, Afyon Kocatepe Üniversitesi, “Ülkede yaşayan farklı etnik yapıdaki insanların kültürel varlıkları güvence altına alınmalıdır.” demiş. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi bir alan çalışması yapmış, burada çok renkli, çok dilli, çok kültürlü bir toplum neticesi çıkmış. Bahçeşehir Üniversitesi Türkiye milletini oluşturan halkların kültürel ve siyasal haklarının tanınmış olması sayesinde toplumsal barışa yönelik önemli bir adım atılacağını not etmiş ve görüşünü bildirmiş. Batman Üniversitesi “Türkiye Cumhuriyeti farklı dil, din ve kültür çeşitliliğini barındırdığından etnik ve dinî grupların dillerine, dinlerine ve kültürlerine saygı gösterilmeli, gelişmeleri önündeki engeller kaldırılmalıdır." demiş. Celal Bayar Üniversitesi, çok kültürlülük ve kimlikler ile ilgili olarak “Alt kimlikler tanınmalı, kültürel haklar teminat altına alınmalıdır.” demiş. Dicle Üniversitesi, anayasada yeni hak kategorileri olarak; kültürel kimlik hakkı, ana dil hakkı, kültürel mirasın korunması hakkı, çevre ve benzeri birçok hususta görüşünü bildirmiş. Yine, Bilgi Üniversitesi var. Bütün üniversitelerin görüşlerini tek tek not ettik. Mesela, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, yine, aynı şekilde: "Yeni anayasa toplumdaki farklılıkları ortadan kaldıran değil var olan çoğulcu yapıyı koruyan bir içeriğe sahip olmalıdır.” Mevlana Üniversitesi: “Bu topraklarda yaşayan tüm kültür ve diller koruma altına alınmalıdır.” demiş. Böyle devam ediyor bu liste.
Sonuçta bu anayasa toplum sözleşmesi olacak ve toplum sözleşmesini de toplum yapmalı ideal olarak, bu görüşlerin de dikkate alınması gerekiyor. Yani bu kadar önemli bir konu başlığında, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna görüş bildiren kurumların sadece üniversite değil kişilerin görüşlerinin burada tartışma konusu yapılmaması da doğru değil. Bunun mutlaka ayrıntılı bir şekilde tartışılması gerekiyor, olumlu olumsuz anlamda bir zemin olması gerekiyor.
Zira, kültürel kimlik hakkı, ana dil anayasada en büyük beklentilerin olduğu alanlardan biridir yani farklılıkların kabulü, farklılık kültürlerinin tanınması anlamında. Bu, böyle, birkaç cümleyle, karşıdan retle çözülebilecek bir mesele değil. Bugüne kadar reddedildiği için bu aşamaya gelmiş zaten, maalesef, bu acılı tarih yaşanmış. Bu nedenle burada bütün kodlarıyla bunun tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Yine, Avrupa Birliği ülkelerinde dil ve kimlik haklarına ilişkin bir notumuz var, bu da çok ayrıntılı yani ilerleyen bölümlerde bunu da anlatırız. Almanya’da, İspanya’da, Avusturya’da, Belçika’da, Bulgaristan’da, Çek Cumhuriyeti’nde, Danimarka’da, Estonya’da, Finlandiya’da, Fransa’da Hollanda’da, İngiltere’de, İrlanda’da, İtalya’da, Letonya’da, Litvanya’da, hepsinde hemen hemen var, Polonya Anayasası, Romanya Anayasası…
Şimdi, bu anayasalarda kültürel kimlik net bir şekilde düzenlenmiş. Bir de -örnek olarak sadece- bu Birleşmiş Milletlerin Irk Ayrımcılığının Tüm Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına Dair Sözleşme’sinden bir iki fıkra okumak istiyorum. “Kültürel kimlik hakkı; yaşam tarzlarını ve örgütlenme biçimlerini, kültürlerini, dillerini ve dinsel ifade biçimlerini muhafaza etme, sürdürme ve geliştirme hakkı”nın tanındığı, “Geleneksel bilgilerini, kültürel ve sanatsal miraslarını koruma hakkı” yine aynı şekilde tanınmış. “Haklarını etkileyebilecek kararlar söz konusu olduğunda, uluslararası standartlara göre, bu kararlarla ilgili olarak önceden kendilerine danışılmasını isteme hakkı.”
Portekiz Anayasası’nda ilgili madde “kültürel haklar ve ödevler” yan başlığıyla düzenlenmiş. “Herkes eğitim ve kültür hakkına sahiptir.” “Devlet, eğitimin okulda ve diğer eğitim araçlarıyla, fırsat eşitliğine dayalı olarak, ekonomik, sosyal ve kültürel eşitsizlikleri gidererek –devam ediyor- demokratikleşmesini teşvik eder.”
Yine, “medya, kültür dernekleri” 2’nci fıkrası var, 3’üncü fıkra, 4’üncü fıkra; “Devlet, özgürlüklerini ve özerkliklerini güvence altına alacak, rekabet güçlerini… Bilimsel kurumlar ve işletmeler arasında iş birliğini sağlayacak derecede bilimsel araştırma ve üretimi…” düzenlemiş. Yine, 78’inci maddesinde Portekiz Anayasası’nın, “Kültürden yararlanma ve kültür oluşturma” maddesi var. Romanya Anayasası’nda doğrudan “Kimlik hakkı” yan başlığıyla bir düzenleme var ve 1’inci fıkrasında: “Devlet ulusal azınlıklara mensup kişilerin etnik, kültürel, lisan ve dinî kimliklerini koruma, geliştirme ve ifade haklarını tanır ve garanti altına alır.” 2’nci fıkrada, yine: “Romanya Devleti tarafından ulusal azınlıklara mensup kişilerin kimliklerini korumaları, geliştirmeleri ve ifade etmelerine yönelik olarak aldığı koruma önlemleri diğer Romanya vatandaşlarına uygulanan eşitlik ve ayrımcılık yapmama ilkelerine uygun olacaktır.” . İspanya Anayasası var, Bolivya var, bir de Türkiye’de görüş bildiren kurumlardan birkaç tane seçtik. Mesela TÜSİAD açıkça, kültürel haklar ve ayrımcılığın önlenmesi şeklinde bir öneride bulunmuş: “Anayasa’da kolektif hak statüsünü de –bu TÜSİAD’ın önerisi- içerecek şekilde kültürel haklar başlığı bir hak kategorisinin yer alması gerekmektedir.” şeklinde önerileri var. Irk ayrımcılığının devamı da var. Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi, ADAM’ın görüşü var, bir cümleyle not aldık: “Yeni anayasada, çok kültürlü ve çoğulcu bir toplum yapısının benimsendiği, desteklendiği ve güvence altına alındığı belirtilmeli.” KESK’in önerisi var, MÜSİAD’in “doğrudan kültürden yararlanma hakkı” başlığıyla bir önerisi var, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının kimlik ve kültürel haklara saygı önerisi var, yine, İnsan Hakları Derneğinin bu konuda, “kültürel yaşama katılma hakkı” şeklinde bir önerisi var ve burada İnsan Hakları Derneği, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Komitenin 2005 yılında kabul ettiği 17 no.lu bir belgeye de atıfta bulunuyor. Onu da sunacağız biraz sonra.
Uzattığımın farkındayım Sayın Başkan ama bir kerede önemli bölümleri söylemek adına… Bir de Türki cumhuriyetlerinden de bir iki örnek verip bitireceğim. Kazakistan Anayasası’nın 7’inci maddesinde devletin ana diller konusundaki tutumu şöyle açıklanıyor: “Devlet, Kazakistan halkının dillerinin araştırılması ve geliştirilmesi için gerekli koşulları sağlayacaktır.” 19’uncu maddesinde ise Kazakistan Anayasası’nın: “Herkes ana dilini ve kültürünü kullanma, iletişim, eğitim, öğretim ve yaratıcı etkinliklerde kullanacağı dili özgürce seçme hakkına sahiptir.” Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan… Bunda ayrı cümleler var, onları okumayacağım.
Yani özetle, madde önerisi olarak sunduğumuz ana dilde kültürel kimlik hakkı hiçbir altyapısı olmadan, hiçbir tarihsel arka planı olmadan, uluslararası hiçbir belgede yer almayan, hiçbir ülkenin gündeminde olmayan, böyle bizim icat ettiğimiz bir hak kategorisi değil, birincisi.
İkincisi: Anayasa yapımında toplumun temel talepleri, ihtiyaçları, toplumsal barış ve yeni demokratik bir bakış açısıyla yapılması da hayati önemde. Ortada Kürtlerin, diğer farklılıkların eşit olma, kültürlerini yaşama istemine kulak daha fazla tıkanamaz, daha fazla gözler kapatılamaz. Bu bir demokratik haktır ve bu masa bunun tam da yeridir, başka bir yer değil bunun yeri. Bir güç savaşı yapmıyoruz, biz gerçekten demokratik bir hakkın anayasada yazılmasını tartışıyoruz. Sonra tekrar diğer sözleşmeler hususunda…
FARUK BAL (Konya) – Sayın Başkan ben dikkatle dinledim tabii. Üç konuda, en azından terimlerinden ne aldığımız noktasında farklılık görünüyor.
Birincisi: “Ana dil” lafından sonra gelen “ana dilini konuşma, ana dilini ifade etme” gibi masum kelimelerin arkasına da “ana dilde eğitim” denilmek suretiyle üniter devletlerde kabul edilmemiş bir hak sıralanarak buradan bir haklılığa ulaşılmak istenmektedir ama bunun sınırı da yok. Bunun sınırının olmadığını geçen toplantılarda Ayla Akat Hanımefendi ifade etti: “Ana dilde eğitim de yetmez, ana dilde yaşam istiyoruz.” dedi. Ben bunun ne manaya geldiğini henüz çözemedim. Bilen varsa, anlatırsa sevinirim. “Ana dilde eğitim yetmez, ana dilde yaşamı istiyoruz.” dedi.
Şimdi, ikinci anlaşamadığımız konu: “Diversity” bu uluslararası hukuka girmiş, çoğulculuk anlamında bir şeydir. Bunu Türkiye’de sadece etnik talepler karşılığı, çoğulculuk olarak anlamak, algılamak yani “diversity” kelimesinin evrensel değerleri ifade eden anlamıyla kullanılmadığı noktasındayız. Dolayısıyla, buradaki çoğulculuk dediğimiz, evrensel değerler anlamındaki çoğulculuktan uzaklaşılarak etnik talep, o etnik talebin de silah gücü ya da terör gücü ile biçimlendirilmesi “diversity”nin mahiyetine aykırıdır, çoğulculuğun mahiyetine aykırıdır.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Şimdi bunu bize bir tez olarak sundunuz. Bizimle terörün ne bağlantısı var?
FARUK BAL (Konya) – Biraz önce sizin ifadenizde geçti, Meral Hanım’ın da geçti. “Bu zaten olacak, isteseniz de istemeseniz de olacak.” derken kastedilen…
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Terörle mi alacağız dedik yani biz?
FARUK BAL (Konya) – Biraz önce siz… Zabıtları çıkarttıralım, arkadaşlarımız yardımcı olsun “Zaten alacağız.” diyorsunuz.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Evet zaten alınacak o hak. Daha ötesine geçeyim, şu an fiilen bu hakkı kullanıyor Kürtler zaten.
FARUK BAL (Konya) – Her neyse benim konuşmalarım bitmesin. Yani evrensel belgelerde anlam bulan çoğulculuk kelimesinin etnik değerlerle sınırlandırılması ve bunun terör baskısıyla güçlendirilerek sunulması “diversity” kelimesinin yani çoğulculuk kelimesinin kendi tabiatına aykırı bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
Üçüncüsü, Meral Hanım’ın okuduğu belgelerde, çoğunda “millî azınlık” lafları kullanılmıştır.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Hiçbirinde yok.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Yok hayır, hiçbirinde yoktu, sonlarda vardı.
FARUK BAL (Konya) – Yani en azından o belgeleri biz de biliyoruz. Burada azınlık ayrı, etnisite ayrıdır. Bu iki kavram karıştırılmaktadır.
Son olarak da, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında bu taleplerin önemli bir kısmı karşılanmıştır. TRT Şeş olmak üzere, ana dilin seçimlik hak olarak derslerde okutulması, öğretilmesi, arkasından pek çok konuda idari işlemler ve birtakım hukukta kısıtlayıcı bulunan hükümler ortadan kaldırılmış. Bunların ne şekle dönüştüğünü hep beraber gördük. Habur açılımıyla terör örgütünün propagandaya dönük faaliyetlerini, Oslo’da yapılan görüşmeleri. Eğer barış dili olsaydı, terörün en azından bu açılımların başladığı tarihe göre biraz düşmesi lazımdı. Aksine terör tırmanıyor, buradan da Sayın Başbakan konunun özüne yaklaşımındaki yanlışlığı fark ediyor, Diyarbakır’a gidip: “Kürt tanımını, Kürt sorununu tanıyorum ve açılım yapıyorum.” sözünden bilahare vazgeçip “Kürt sorunu diye etnik bir sorun yoktur.” noktasına gelmiştir. Dolayısıyla, bizim o bağlamda olaya bakmamız gerekir. Eğer bu bağlamda bir sonuca ulaşmak istersek -benim sözlerimin başında da ifade ettiğim gibi- etnik hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese 1’inci sınıf vatandaş sayabilecek ve bunu hayata geçirebilecek bir düzenlemeyi yapmaya hazırız.
Sırrı Bey ifade ettiği için söyleyeyim. Türkiye’den 11 cumhurbaşkanı, 61 tane de başbakan, onlarca bakan, onlarca genelkurmay başkanı, kuvvet komutanı, vesaire gelmiş geçmiştir. Eğer bir ayrımcılık olsaydı, bunların içerisinde Kürk kökenli kardeşimin olmaması lazımdı ama vardır ve nüfuslarına göre çok fazla miktardadır.
Son bir söz.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) - Çok bekledik zaten.
FARUK BAL (Konya) – Son bir söz.
Yani ben onu sizin de değerlendirmenizi arzu ederdim. Sırrı Bey ısrarla Kürtlerin talebi olarak BDP’nin temsilcisi sıfatıyla konuşuyor, oysa BDP Kürtlerin tamamının oyunu alan bir parti değildir yarısından daha eksik oy alan bir partidir.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) - Çoğunu AK PARTİ almıştır. Kürtleri temsil eden en büyük parti AK PARTİ’dir.
FARUK BAL (Konya) – Ve BDP’ye her oy veren de Kürt değildir çünkü bloktur.
Dostları ilə paylaş: |