15. YÜZyilda diNÎ-tasavvufî TÜrk edebiyati ve temsiLCİleri XV yüzyıl Anadolusu’nda; “Dîni-Tasavvufî Türk Edebiyatı”



Yüklə 52,99 Kb.
tarix31.05.2018
ölçüsü52,99 Kb.
#52185

15. YÜZYILDA DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI

VE TEMSİLCİLERİ
XV. yüzyıl Anadolusu’nda; “Dîni-Tasavvufî Türk Edebiyatı”, özellikle çeşitli coğrafyalarda bulunan Türk toplulukları arasında fikrî-dinî ve mimarî yönden bütün canlılığı ile gelişiyor ve merkezden muhite doğru yayılıyordu. Bu yayılma esnasında XV. yüzyıl Anadolu’sunda gittikçe güzelleşen bir mimari ile kurulan ve sayıları süratle çoğalan mescitler-camiler, medreseler-tekkeler-türbeler, sebiller-çeşmeler vb. dinî hayat kadar Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının da yücelmesine vesile olan abide eserler ortaya konuluyordu. Böylece aynı çağ Anadolusu’nda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı bir çığ gibi büyüyordu. Eserler fazlasıyla veriliyordu.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre vb. gibi büyük mutasavvıfların kendi dönemlerinde ortaya koydukları zengin tasavvufî hayatın, XV. asırda bunları örnek alan Alâaddin Gaybî (Kaygusuz Abdal), Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, Yazıcıoğlu Mehmed, Gülşehrî, Süleyman Çelebi, Eşrefoğlu Rûmî, Kemal Ümmî, Emir Sultan, İbrâhim Tennurî, Rûşeni, Şirâzî vb. pek çok şair de yetişmiştir. Bu mutasavvıf şairler, hem eski gelenek çerçevesinde dinî hayatın en güzel meyvelerini edebî sahada verirken, hem de İslam dininin kurallarını en güzel bir şekilde Türk insanına, Türk dili ile onların anlayabileceği bir tarzda anlatıyorlardı (Banarlı 1971: 479, 504).
Bu yüzyıl şairlerinden Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n Necat’ı, şekil itibariyle divan tarzında ise de muhteva itibariyle Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı edebî mahsulleri arasındadır. Bu dönemde Anadolu’da “fikrî ve zühdî” hareketler bir hayli yoğunlaşmış gözükmektedir.
Tarihimize “Fatih Rönesans’ı” tabiriyle geçen sosyal hayat ve nizamıyla muhteşem bir yapıya bürünen Osmanlı-Türk Devleti’nin bu asrı, Fatih’i yetiştiren büyük bir mutasavvıfın da yaşadığı devirleri içine alır. Akşemseddin adıyla anılan bu büyük veliden günümüze dini-tasavvufî ve tıbbî bazı eserler kalmıştır (Banarlı 1971: 624-625, Yund 1972: LXXXIII-V, Yücel 1994)). Akşemseddin’in yazmış olduğu Divân, bu güne kadar ortaya çıkmamışsa da bazı ilâhîleri, eski mecmua ve cönkler-de mevcuttur. Onun sufîler redifli ilâhîsi sofilerin bütün özelliklerini ortaya koyduğu gibi, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının da genel mahiyetini belirlemiş olmaktadır. Zira, sufîlerle ilgili bütün bilgi ve ıstılahlar, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının bünyesinde incelenmektedir.
Bu yüzyılda; “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”, Yunus Emre’den beri, onun yolunda bir şair yetiştirmemekle beraber, (Akşemseddin örneğinde olduğu gibi) aynı yolda eserler vermeye devam ediyordu. Tekkelerde ve tekke mensupları arasında bestelenerek okunmak için yine ilâhîler söyleniyordu. Mutasavvıf halk şairleri bu ilâhîleri, yine Yunus Emre tarzında ve onun yolunda söylüyorlardı. Dinî-Tasav-vufî Türk Edebiyatı şairleri içinde medreseden yetişenler ve divan tarzı şiirler söyleyenler de eksik değildi. Bunlar, şiirlerini umumiyetle aruz vezniyle ve gazel tarzıyla yazıyorlardı.

HACI BAYRAM VELÎ
Hacı Bayram Velî‘nin asıl adı Nûman’dır. Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunlucalı Ahmed’in oğludur. Kendisi kuvvetli bir medrese (üniversite) tahsili görmüş, ilim yolunda “müderrisliğe-profesörlüğe” kadar yükselmiştir, Müteâkiben Ankara’da Kara Medrese-Melike Hatun Medresesi’nde “Müderris-Profesör olarak” hocalık yapmıştır. Bu sırada, Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh fiücâ vasıtasıyla Kayseri’ye davet edildi. Burada şeyhinin bazı kerametlerini açıkça gören Hacı Bayram Velî, ona intisap etti ve müderrisliği terk ederek büyük bir ruhî istidat gösterip “tasavvuf-tefekkür ve iman yolu”nu seçti. Kendisine tasavvuf yolunda el veren şeyhi Hamudiddin Aksarayî ile birlikte Rûm, Şâm ve Hicâz’a gitti. Mekke’de üç yıl kadar kaldı. Daha sonra yine şeyhi ile birlikte Aksaray’a yerleşti. fieyhi’nin vefatından sonra onun halifesi olarak Ankara’ya döndü. İlk icraat olarak da, ilim-tasavvuf-toplum hocalığındaki öncülüğü, birleştirici-bütünleştirici yönleriyle, Halvetiyye (Safaviyye) ve Nakşîbendiye tarikatlarını da birleştirerek Bayramiyye tarikatını kurdu.
Hacı Bayram Velî; bilgi, sabır, beceri, tefekkür ve hoşgörü ile tasavvufî olgunluğa ulaşarak “ilim-tasavvuf sentezi”ni yapmıştır. Bu cümleden olarak Hacı Bayram Velî’nin müritleri ve halifeleri arasında; Yazıcızade Mehmed Efendi, Fâtih’in Hocası Akşemseddin ve Eşrefoğlu Rûmî’nin de bulundukları bilinmektedir.
Böylece kısa zamanda şöhreti bütün Anadolu’ya yayılan Hacı Bayram Velî, çevresine, çoğu toprakla uğraşan ziraatçı halktan meydana gelen büyük bir cemaati toplamayı başardı. Şöhretini çekemeyen bazı din adamları; onu, şeriata uymayan bir hareketin temsilcisi gibi göstererek değişik senaryolar hazırlayıp, devrin padişahı Sultan II. Murad’a şikâyette bulundular. Bunun üzerine Hacı Bayram Velî, padişah tarafından Edirne’ye davet edildi. O da, Akşemseddin gibi birkaç müridiyle birlikte Edirne’ye giderek padişahı ve diğer devlet büyüklerini ziyaret etti. Saray çevresince Hacı Bayram Velî’de görülen bazı olağanüstü hâller sebebiyle, saray er-kânınca derhal fark edildi ve sorguya lüzum görülmeden özür dilenerek padişahın ihsanına mazhar oldu. Hacı Bayram Veli, Edirne’de kaldığı sürece, II. Murad’ın da talimatıyla Eski Câmiî’de vaazlar verdi. II. Murad, Hacı Bayram Velî’nin dönüşünü bizzat makam arabası ile sağladı. Hacı Bayram Velî de Ankara’ya dönüşü esnasında Gelibolu’ya da uğradı; orada Muhammediye’nin yazarı Yazıcızâde Mehmed Efendi ve onun kardeşi Ahmed Bîcan’la görüştü, onları da tarikatına dâhil etti.
Hacı Bayram Velî’nin, Anadolu’daki millî edebiyatın ve tasavvufî hayatın gelişip yayılmasında büyük rolü olmuştur. Bu cümleden olmak üzere başta Akşemseddin, Eşrefoğlu Rûmi, Dede Ömer Sikkinî, Akbüyük, Kızılca Bedreddin gibi birçok halife de Hacı Bayram Velî’nin yanında yetişmişlerdir. Hacı Bayram Velî, 1429-30’larda Ankara’da vefat edince, bugün yine Ankara’da kendi adıyla anılan Hacı Bayram Camii Külliyesi’nde, yani İmparator Augustus Mâbedi’nin de yanındaki türbesinde ebedî istirahatgâhına defnedilmiş.
Hacı Bayram Velî’nin müstakil yazılı bir eseri yoktur. Fakat yetiştirdiği pek çok eser olarak mübarek kişiler vardır. Bunların eserlerinde onun emekleri çoktur. Kısacası Hacı Bayram Velî, teşkilatçı bir mutasavvıftır. Onun eseri insandır ve onu da yetiştirmiştir. Bu bakımdan “toplumun hocası olarak” hizmeti de büyük olmuştur. Hacı Bayram Velî’nin bugün elimizde aruzla iki, heceyle de üç şiiri bulunmaktadır. Şathiyye ve ilâhî tarzındaki bu şiirlerinin bazıları bestelenmiş olup eskiden tekkelerde zikir sırasında okunurdu (Bursalı 1972, Mehmed 1924, Gölpınarlı 1931, Bay-ramoğlu 1983).
Sayılarının çok az olmasına rağmen, aruzla olsun, hece ile olsun, tamamiyle raksan ve vecdi bir dille söylediği tasavvufî şiirleriyle Hacı Bayram Velî, “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”nın unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. Onun eski kaynaklarda ve yeni antolojilerde meşhur olan üç ilâhîsi bulunmaktadır. Ayrıca bu ilâhîler pek çok kişi tarafından yorumlanmaya çalışılmıştır. Her yorumcu bu ilâhîleri kendi bilgi ummanının muhtelif derinliğine, genişliğine ve muhteva zenginliğine göre yorumlamaya çalışır, fakat hepsi de aynı “vahdet inancı”nda, yani “Allah’ın birliği”nde de birleşiverirler.
“Hiç kimse çekebilmez güçtür felegün yayı

Derdine gönül verme bir gün götürür vayı


Bir fâni vefâsızdur kavlüne inanma hiç

Gâh bây’ı ider yohsul, gâh yohsul’u ider bây’ı


Oynayı gelür aldadur çünkü eli çabuktur

Bir bunculayın fitne kande bulur arayı


Bayram kamu âlimler bu mâninün altunda

Kaf’tan kaf’a hükmeder bilmez bu muamma’yı


Çün yüzünü döndürdü bir lahza karar etmez

Nice seri pây ider döner ider ser-pâyı


Ol vâhid ki vahdet kesret’te kani tefrîk

Hızır irmedi bu sırra bildirmedi Mûsâ’yı


Miskin Hacı Bayram sen dünyaya gönül verme

Bir ulu imaretdür alma başa sevdayı” (Güzel 2009: 629).


EŞREFOĞLU RÛMÎ KİMDİR, HAYATI, ESERLERİ, EDEBİ KİŞİLİĞİ
Eşrefoğlu Rûmi’nin asıl adı Abdullah’tır. Babasının adına istinaden Eşrefoğlu veya Eşrefzâde de denilmektedir. Künyesi, Abdullah bin Seyyîd Ahmed Eşref bin Seyyîd Muhammed Suyûfî’dir. Eşrefoğlu, 754 (M 1353)’de İznik’te doğmuştur. Ancak bu tarihin, Orhan Köprülü’nün şahsi kütüphanesinde bulunan Menâkıb-ı Eşrefzâde nüshasının arkasında yer alan küçük bir kayda göre, 779 (1377) tarihinin daha doğru olabileceği ileri sürülmektedir. Çünkü bu tarihin bazı kaynaklara göre, onun Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan’la (ö:833/1429) olan münasebetlerinin de göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilmektedir.
Eşrefoğlu Rûmi’nin vefatının da H. 874/1470 tarihi olduğu bilinmektedir. Onu vefatından sonra yerine, kızı Züleyha ile evlenen damadı Abdurrahim Tirsî halife olarak geçmiştir. Eşrefoğlu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinin sonlarıyla, yükseliş devri arasında yaşamış, ilim, irfan, irşat ve çeşitli sebeplerle yaptığı gezilerde Bursa, Ankara, Hama gibi şehirlerde bulunmuştur.
Eşrefiyye tarikatını kuran Eşrefoğlu, zâhirî ve batınî ilimleri öğrendikten sonra intisap ettiği Emir Sultan tarafından, Bayramiyye Tarikatı’nın kurucusu Ankara’da bulunan Hacı Bayram Velî‘ye gönderilir. On bir sene burada riyazet ve nefis mücadelesi yaptıktan sonra, ondan icazet alır ve İznik’e halife olarak geri döner. Bir süre sonra da Hacı Bayram Velî’nin emri ile Abdülkadir-i Geylânî’nin evlâdından Hama’da bulunan Şeyh Hüseyin el-Hamavî’ye intisap eder. Şeyh Hüseyin, ona kısa zamanda hilafet vererek Kadiriyye Tarikatı’nın Anadolu’da kurulmasına ve yaşatılmasına memur eder.
Eşrefoğlu Rûmî, İznik’e döndükten sonra, burada Kadirîliğin bir kolu olan Eşrefiyye tarikatını kurar ve halkı irşada başlar. Tarikatı kısa zamanda her tarafa yayılır. Özellikle İznik ve Bursa havalisinde etkili olur. Kadirîler çevresinde o, bu tarikatı Anadolu’ya getirip yaygınlaştırdığı ve bir kurum haline getirdiği için de Pîr-i Sâni olarak anılır.
Eşrefoğlu Rûmî; Anadolu’nun Türkleşmesi ve Türklerin İslamiyet’i hayat tarzı haline getirmelerinde rol alan ve Anadolu’da Mevlevilikten sonra Ehl-i Sünnet tarikatlarının yayılmasında emeği geçen önemli mutasavvıflarımızdan biridir. Eşrefoğlu’nun şiirlerinde Yûnus Emre tesiri kuvvetle hissedilir. Hece ve aruz veznini başarıyla kullanmış, lirik şiirler yanında didaktik manzumeler de yazmıştır. Bu ilâhîlerinden birçoğu bestelenerek, bugün dahi pek çok yerde okunmaktadır. Onun didaktik mahiyetteki mensur eserlerinde ise devrinin halk dilini en iyi bir şekilde kullanmış olması ve bu sayede tasavvufî ahlakın halk arasında yayılmasında büyük rol oynamıştır.

Eşrefoğlu Rûmi’nin Eserleri


Eşrefoğlu’nun nesri, XIV-XV. yüzyıl Anadolu Türkçesinin en güzel örnekleri arasında yer alır. Onun Divânı’nın dışında kalan diğer
mensur eserleri;
Müzekki’n-Nüfûs,

Tarikatnâme,

Delâilü’n-Nübüvve,

Fütüvvetnâme,

İbretnâme,

Ma’zeretnâme,

Hayretnâme,

Münâcâtnâme,

Esrârü’t-Tâlibin,

Tacnâme,


Elestnâme,

Nasihatnâme,

Cinânü’l-Canân vb.leridir.
Demek oluyor ki Eşrefoğlu Rûmî’nin, eserlerinin çokluğu ve değişik konularda da ayrı ayrı yazması suretiyle, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatına ait pek çok türde eserler verdiğini de ifade etmeliyiz.
“Aşkun odu ciğerimi

Yaka geldi yaka gider

Garip başum bu sevdâyı

Çeke geldi çeke gider


Arifler durur sözüne

Gayrı görünmez gözüne

Eşrefoğlu yâr yüzüne

Baka geldi baka gider” (Güzel 2009: 632-633).


SÜLEYMÂN ÇELEBİ
Süleyman Çelebi, XV. asrın meşhur mevlit yazarlarındandır. Süleymân Çelebi; iyi bir dinî eğitim ve öğrenim görmüş, bir süre Sultan Bayezid’in Divân-ı Hümâyun imamlığı görevini yapmış, daha sonra 802/1400’de yapılan Bursa Ulu Camiî baş imamlığı’na getirilmiş ve hayatının sonuna kadar da bu vazifede kalmıştır. Süleymân Çelebi, eserini 812/1409’da tamamlamış ve adını Vesîletü’n-Necât koymuştur. Eserin duyularak, hissedilerek sade ve manzum bir dille yazılması, dinî-tasavvufî bir vecdin heyecanını vermesi, özel bir makamla camilerde ve evlerde okunması, halk ve münevverler arasında bunun sanki gökten inmişçesine kabul görmesi sebebiyle büyük bir şöhret kazanmasını sağlamıştır.
Bilindiği gibi, Vesiletü’n-Necat, mesnevî nazım şekliyle yazılmış bir mevlit türüdür. Bu sebeple, mısra ahengi itibariyle de son derece başarılıdır. Çünkü Çelebi, büyük bir sanatkârdır. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne önem verdiği kadar, her mısraın ayrı ayrı güzel ve mükemmel olmasını, kolay anlaşılması için de sehl-i mümteni sanatını ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Bu cümleden olarak Mevlit; tevhit, ilâhî, münacat, naat, velâdet, miraç, hilat, hicret, nasihat, vefat, istimdat (dua), hatime vb’leri olan “Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı edebî tür”üdür. Eser, bölümleri itibariyle 732 beyitten oluşmakta ve Türk edebiyatı bünyesinde benzeri olmayan bir hususiyet arz etmektedir. S. Çelebi bu eserini her ne kadar klasik Divân edebiyatı nazım şekliyle yazmışsa da; eser Divân edebiyatı bilim dalına ait olmayıp, tamamıyla Dînî-Tasavvufî Türk edebiyatı bilim dalına ait bir türdür.
KEMAL ÜMMÎ KİMDİR HAYATI ESERLERİ EDEBİ KİŞİLİĞİ
Kemal Ümmî’nin asıl adı İsmail’dir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi sahibi değiliz, Doğum tarihi bilinmemektedir. XVI. yüzyıl şairlerinden Hâkî’nin Niğde hakkında yazmış olduğu bir şiirdeki;
“Kemal-i Ümmî ol sâhip kemâl

Burada eylemiş arz-ı cemâl”


beytine ve bazı araştırıcıların türbesinin Niğde’de bulunmasına dayanarak ileri sürdükleri görüşe bakılacak olursa Niğde’de doğmuş olduğunu veya en azından uzun bir süre Niğde’de yaşamış olduğunu söyleyebiliriz. Kemal Ümmî’nin Şeyh Cemâl-i Halvetî pirdaşlarından ve Muhammed Bahaeddin-i Erzincanî’nin halifelerinden olduğu konusunda kaynaklar birleşmektedir. Kaynaklara göre Karaman’da ölmüştür, Ancak türbesi Niğde’nin Yenice mahallesindedir. Kemal Ümmî’nin adına Karaman, Manisa, Mudurnu ve Niğde’de birer makam bulunması, onun Anadolu halkı tarafından çok sevildiğinin bir göstergesidir.
Kemal Ümmî; şiirde muhteva yönünden Yûnus takipçilerinden olmuş, XV. yüzyılda aruz vezniyle; kaside, gazel, mesnevi gibi klâsik nazım şekilleri ile tasavvufî şiirler söylemiş, tekke şiirlerinde kendinden sonrakilere örnek teşkil etmiş şöhretli bir şahsiyettir. Onun hayatı da tıpkı Yûnus Emre’de olduğu gibi menkıbelerle süslüdür.
Kemal Ümmî, şiirlerinde sade bir Türkçe kullanmış, aruz vezniyle yazmış olmasına rağmen halkın dilinden uzaklaşmamış usta bir şairdir. Özellikle ilâhî tarzında oldukça başarılı olmuş ve şöhreti Anadolu sınırlarını aşmış Kırım, Kazan, Taşkent ve Özbek Türkleri arasında da tanınmıştır. Divânı’nın, dil açısından Türk dili tarihine çok önemli belgeler kazandıracağı söylenebilir. Mehmet Fuat Köprülü’nün 15. yüzyıl şairleri arasında ona özel bir önem vermesinin bir sebebi de budur. Di-vân’ında dünyanın fâniliğine, Allah sevgisine, nimetlerine, iyi ahlak ve ibadete dair yazdığı nasihat şiirlerinin sayısı bir hayli fazladır. Ayrıca Divân’da münacat, naat, kaside, gazel, mesnevî ve ilâhîlerden müteşekkil nazım tür’leri ve 2371 beyit bulunmaktadır. Divân’ın pek çok yazma nüshası, Kırk Armağan adlı didaktik bir eseri de vardır.
“Her kim cihâna geldi peşîmân olur gider

Kim derd ile gelür ise dermân alur gider


Evvel kâdem bu menzile çün basdı ağlayu

Ahir dahi o zâr ile giryân olur gider


Has ü haset niçün bizi bu milke getüren

Üryân getürdi yine hem üryân alur gider


Bayramıdur ölüm güni gerçek âşıklarun

K’anlar cânını ma’şuka kurban alur gider


Hak sen inayet it bu Kemal Ümmî âsîye

Kim hazretüne el dolu isyân alur gider.” (Güzel 2009: 649).


EMİR SULTAN KİMDİR HAYATI ESERLERİ EDEBİ KİŞİLİĞİ
Emir Sultan’ın asıl adı Seyyid Şemseddin Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buharî’dir. Rivayete göre yedinci göbekte Hz. Muhammed’in soyuna (sâdât) ulaşan, Emir Külal adıyla tanınan Seyyid Ali isminde Buhârâlı bir mutasavvıfın oğlu ve velî bir kişidir. Emir Sultan, Türk-İslâm dünyasının başlangıçta ilim membaı olan Buhara’da yetişmiştir. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de de ayrıca ilim tahsil etmiştir. Hac farizasını ifayı müteakip Medine’de de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin kendisine Rum’a gitmesi, mezarının da orada olacağını söylemeleri üzerine önce Irak üzerinden Anadolu’ya geçmiş, Karaman, Hamid-ili (Isparta), Kütahya ve İnegöl üstünden Bursa’ya gelerek Gökdere civarında bir mağara veya sağmaya yerleşmiştir. Orada bir süre ibadet, züht ve takva içinde yaşamıştır.

Mutasavvıflara ilgisi olan Bursa halkı tarafından kısa sürede sevilmiş ve etrafında birçok mürit toplanmıştır. Bursa ulema ve meşayihi ile de münasebette bulunmuştur. Emir Sultan; Bursa’da Şemseddin Fenâri’den ders aldı ve icazet diploması da hocası tarafından yazılıp verilmiştir. Daha sonra I. Bayezid’in kızı Hundî Hatun ile evlenmiş bu evlilikten iki kızı ve daha sonra kendi emri ile öldürteceği Emir Ali Çelebi adında bir oğlu olmuştur. Çocukları hep kendisinden önce ölmüştür. Emir Sultan, “kerametler Sultanı” diye de anılmıştır. Zamanında Osmanlı sultanları kendisine hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzura gelip, mübarek duasını alırlardı. Emir Sultan, aynı zamanda birinci Bâyezid’in ‘Bilim Danışmanı’ idi. Ordu onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emir Sultan; hayatı boyunca din ve vatan için yapılan gazaları teşvik etti. Müritlerine bu işlerin kutsiyetini anlatarak onların da bu yola gönül bağlamalarını sağladı.


Emir Sultan’ın vefatından sonra bile manevî yardımlarının serhat boylarındaki gaziler tarafından görüldüğü sürekli bir şekilde anlatılırdı. Bu cümleden olarak onun, çok gayret sarf etmesine rağmen Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemediği ve savaşın da Emir Sultan’ın işaret ettiği gibi Yıldırım Bayezid’in aleyhine sonuçlandığı bilinmektedir.
Emir Sultan, 63 yaşında vefat ettikten sonra, kendisinden başka eşinin ve çocuklarının da bulunduğu türbesi şu anda Bursa’da bulunmaktadır. Türbe’nin, müritleri tarafından kalabalık bir kafile tarafından ziyaret edilmesi ananesi bundan 50 yıl öncesine kadar devam etmekteydi. Osmanlı Devleti’nin genişleyip büyümesinde maddî ve manevî yardımları olan Emir Sultan, asıl kurduğu tarikat ve yetiştirdiği müritleri vasıtasıyla hizmet etmiştir. Anadolu’nun Türkleşmesi-İslâmlaşması sürecinde onun da büyük rolü olmuştur. Kendisi, daha çok “toplumun hocası” olarak görev yapmış, öğrenci yetiştirmiş, şairlik yönü itibariyle de birkaç şiir yazmış ve söylemiş, fakat bunun dışında da herhangi bir eseri bulunmamakta, ama ona ait bir menakıpname ölümünden bir müddet sonra müritleri tarafından kaleme alınarak birkaç nüsha halinde yazılmıştır.
Akar gözlerümden yaş yerine kan

Zerrece görünmez gözüme cihân

Deryâlar nûş idüb kanmaz iken cân

Aşıklar kandıran ummânı buldum


Emîr Sultan dir ne hoş bâzâr imiş

Aşıklar seyr idüb gezerler imiş

Cümlenün maksudı ol dîdâr imiş

Hakk’a karşı duran divanı buldum” (Güzel 2009: 651).


DEDE ÖMER RUŞENİ KİMDİR HAYATI ESERLERİ EDEBİ KİŞİLİĞİ

Dede Ömer Rûşenî, daha çok şiirlerinde kullandığı Rûşenî mahlasıyla tanınmaktadır. Asıl adı Ömer, lakabı Dede, künyesi Ali ibn Umur Bey’dir. Aydın’ın Tire kazası yakınlarındaki Güzelhisâr’ın Rûşen köyünde doğar ve bu doğduğu yere nispeten de Rûşenî lakabıyla tanınır. Tahsiline, önce doğduğu yerde başlar, daha sonra bilgisini ilerletmek üzere Bursa’ya gider ve mezuniyetinden sonra da orada Yeşil İmaret Medresesi’nde müderris-profesör olarak görev yapar. Bu sırada bir aşk hikâyesine adı karışan Ruşenî, dedikoduyu önlemek maksadıyla Bursa’yı terk ederek Karaman’ın Lârende kasabasına gider. Ağabeyi Alâeddin Halvetî’nin aracılığı ile Halvetî tarikatına intisap eder ve Azerbaycan’a gider. Bakû’de Halvetîliğin ikinci piri kabul edilen Seyyid Yahyâ Şirvânî’den el alır. Yine orada Seyyid Yahyâ Şir-vânî’nin yanında sülûkunu tamamlayıp onun baş halifesi olur. Şeyhinin vefatı üzerine (1457), postnişin sıfatıyla Karabağ, Gence ve Tebriz civarında toplumun hocası olarak halkı irşad etmeye başlar. Kendisinden feyz alanlar arasında, Halveti-ye’nin Gülşeniyye kolunu kuran İbrahim Gülşenî de bulunmaktadır.

Rûşenî, 1487’de Tebriz’de vefat eder, orada zaviyesinin haziresine defnedilir. Rûşenî’nin hayatındaki bu yirmi yıllık Tebriz devresi, onun tasavvufî şöhretini ve tasavvufî mesnevîlerini de kaleme alışı, şair olarak da ününün artması, hatta yazdığı şiirlerin diyâr-ı Rûm’a ve İstanbul’a kadar ulaşıp onlara nazirelerin yazılması sebebiyle Anadolu’da bir Rûşeni ekolü oluşmuştur. Adına izafeten isimlendirilen Rûşeniye tarikatı, Halvetiye’nin en büyük şubelerinden biri olmuştur. Aslında Rûşenîlîk, Allah’ın adlarını anmayı esas tutan bir yoldur. Devrinin kuvvetli şairlerinden biri olan Rûşenî’nin, dinî ve tasavvufî şiirlerinin bazıları bestelenmiş olup, asırlarca tekkelerde okunmuştur. Gençlik yıllarında daha çok âşıkane ve hiciv türünde şiirler yazmasına karşılık, tarikata intisap ettikten sonra yazdıkları, dinî ve tasavvufî muhtevalı şiirlerinin çoğunda sade ve akıcı bir üslûp dikkati çekmektedir.

Dede Ömer Rûşenî’nin Eserleri:

Dede Ömer Rûşenî’nin,



  • Divân,

  • Çobannâme,

  • Miskinnâme,

  • Neynâme,

  • Kalemnâme adlı eserleri vardır.

Bunları sırasıyla muhtevalar itibariyle kısaca vermeye çalışalım:

Divân’da “birkaç münâcât, beş na’t, beş terci-i bend, dört terkib-i bend, doksan kadar gazel, yüzden fazla tuyuğ, rubaî ve muhtelif beyitler” bulunmaktadır.



Çobannâme, “Hz. Mûsâ ile Çoban” adlı kıssanın Rûşenî tarafından yapılmış genişçe bir tercümesidir. Eser, yaklaşık 1000 beyit kadar olup yirmi beş bölümden oluşmaktadır.

Miskinnâme de didaktik bir manzumedir. Bu eser, Rûşenî’nin mesnevîleri içinde tamamıyla telif bir eser olması yanında, onun tasavvufî anlayışını da ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Eser, 128 beyitlik bir girişten sonra başlamakta, çoğunlukla “hikâyet” başlığı altında 34 bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümlerde; Hz. Peygamber ve ashabının başından geçen ibret verici olaylar, evliya menkıbeleri, çeşitli hikâyeler daima tasavvufî bir yorumla anlatılmıştır.

Neynâme, 1028 beyit ve Hâtime’siyle birlikte 24 bölümden oluşan mesnevînin aslında belli bir adı yoktur. Neynâme’nin önemli bir özelliği, Rûşenî’nin kendisi, doğum yeri ve ailesi hakkında bilgiler vermesidir.

Kalemnâme, 250 beyit hacminde olup, ilk 100 beyitte kalemden bahsedilmekte, geri kalan beyitlerde ise bazı hikâyelerle tasavvufî yorumlar yapılmaktadır.

“Dir idüm gül yüzüne olsa gül’ün gözi kaşı


Ya benefşe kokulu haddi kad-i serv-veşi

Hâşe lillâh ki diyem ben de senün gül yüzüne


V’ey nice benzedeyim pâdişehe câr-keşi

Ne aceb kâfir-i bed-gevher ü sengîn dil imiş


Gelmeyüp rahma senün gevherine atdı taşı

Pak ü sâf oluben evsâf-ı beşerden armur


Nûş iden lâ’l-i leb’ünden mey-i bî-gıll ü gışı

Rûşenî zülf ü ruhun yâdına tan mı okusa


Sure-i Nur u Duhan “külle gadâtin ve aşî” (Güzel 2009: 654)

Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri
Yüklə 52,99 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin