2008 Küresel Krizin Gelişim Süreci
Küresel ekonomik kriz, aslında finansal kriz olarak da anılmakta olup; Nobelli iktisat profesörleri Krugman ve Stiglitz tarafından, ABD mali piyasalarında konut kredileri ve türevlerinin geriye dönmemesi dolayısıyla yaşanan mali çöküntü olarak takdim edilmektedir.
Krizin başlangıcı sayılan 28 Aralık 2006 tarihinde, Ownit Mortgage Solutions adlı ipotekli şirketi batmıştır. Genel olarak 2007 yılında Amerika’da HSBC, Donald Tommitz, New Century Financial gibi dev şirketler konut sektörü için olumsuz beklentilerini belirtmişlerdir. Ayrıca “New Century Financial” şirketi iflas başvurusu yapmıştır, General Motors Şirketinin finansman kolu 1 milyar dolar zarar açıklamıştır. İpotekli konut kredisi almış ama kredi borçlarını ödeyemedikleri için evlerine el konulan kişilerin bu sorununa çare bulmayı amaçlayan bir plan ABD Senatosu’na sunulmuştur. Bu dönemde İngiltere’de de mortagage piyasasında sorunlar baş göstermiştir; General Electric, subprime kredi veren şirketini kapatacağını açıklamıştır, İngiltere subprime konut kredisi satan beş kuruma karşı önlem almıştır. Krugman gibi bazı iktisatçılar küresel krizin çıkış tarihi olarak, bir Fransız bankası olan BNP-Paribas’a bağlı üç hedge fonunun ödeme güçlüğüne düşerek ödemelerini askıya aldığı 9 Ağustos 2007 tarihi olarak almaktadır.
Şekil 1: 2009’da (Reel GSYH) Büyüme oranlarını gösteren Dünya haritası1
-
2008 Küresel Krizi Neden Önlenemedi?
Küresel finans krizi 2008 yılının ikinci yarısında kopmuştur. ABD’nin ilk iki çeyrekte büyümesi, finansal krizin ekonomik durgunluğa yol açmadan atlatacağı yanılgısına yol açmıştır. Ayrıca ayrışma teorisi geliştirilerek, ABD yavaşlasa bile Asya’nın hele Çin gibi ülkelerin bundan fazla etkilenmeyeceği ileri sürülmüştür. Küresel büyüme balonuyla petrol 147 doları görmüştür. Petrol 200 doları bulur bekleyişiyle gıda fiyatları yükselişe geçti, küresel enflasyon paniği yaşanmıştır. Ayrıca avro 1,60 doları aştı ve altının onsu 1000 doların üzerine çıkmıştır. Ancak ikinci yarıda rüzgar tersine dönmüştür. ABD resesyona girerek ve kriz de AB, Japonya ve Çin başta olmak üzere tüm dünyaya yayılmıştır. Enflasyon paniğinin yerini deflasyon paniği almıştır. Petrol fiyatları hızla yere 40 doların altına; avro 1.30 doların, altın ise 900 doların altına inmiştir.
ABD ekonomisindeki sorunların 2007 yılında oldukça hız kazandığını daha önce söylemiştik. Ancak küresel krize dönüşmesi 2008 yılı ortalarında oldu. Şimdi alınan önlemlere bakacağız. 2007 yılında eşik altı Mortage piyasasında sorunlar çıkınca ECB bankalara 61 milyar avro likidite sağlanmıştır. Avrupa, ABD ve Japonya merkez bankaları likidite sağlamaya devam etmişlerdir. 4 büyük ABD bankası FED den 2 milyar dolar borç almıştır. 2007 yılının Eylül ayında İngiliz ipotekli kredi kurumu Northen Rock önünde mevduat çekilişleri hızlanmış hatta banka önünde kuyruklar oluşmuştur. Likidite sıkışıklığının had safhaya çıktığı ve merkez bankalarının birçok kuruma kredi açmasına karşılık 2008 yılında bunalım daha da artmıştır. 2008 yılında da ekonomiyi canlandırma paketleri, IMF anlaşmaları ve birçok ülkede banka kurtarma ya da devletleştirme operasyonları olsa da küresel kriz ve yayılması engellenememiştir. Çünkü likidite bolluğu sağlanmaya çalışılması, nakit sıkışıklığını gidermek için gerekmektedir ancak krizin kökeninde yatan konut piyasasındaki sorunlara hiçbir şekilde çözüm getirememiştir. Sorunun kökenine inilememesi sonucu finansal kurumların sermayesi bu süreçte hızla erimiştir. Faiz indirimi de gerekli olmasına karşın sermaye sorununa eğilmediğinden krizi engellemede yeterli olamamıştır. Bu kötü gidişata rağmen iç talebi arttırıcı önlemler en başlarda devreye girmemiştir.2008 yılında Bush yönetimi tarafından yürürlüğe sokulan 168 milyar dolarlık mali genişleme paketi finansal kriz karşısında oldukça yetersiz kalmıştır. Bu önlemin hem geç hem de miktar olarak oldukça yetersiz kalmasını dönemin piyasa fanatiği anlayışına bağlayabiliriz.
-
Küresel Finansal Kriz sonrası Türkiye ekonomisi
-
Büyüme
Ekonomik büyümeyi GSYH’nin bir dönemden ötekine fiyat artışlarından arındırılmış olarak artması olarak tanımlayabiliriz. Ekonominin sermaye ve işgücü miktarından oluşan üretim faktörleri stokundaki artışlar ve teknolojideki gelişmelerin yardımıyla büyüme sağlanmaktadır.
2001 yılında krizle -5,7 oranında küçülen Türkiye ekonomisi sonraki yıllarda potansiyel büyümesi olan 4,7’nin üzerinde bir büyüme performansı göstermiştir. Dünya konjonktürünün büyüdüğü bu dönemde, Türkiye ithalata bağlı bir büyüme gerçekleştirmiştir. 2003 sonrası dönemde artan bu ithalat oranı öncelikli olarak ülkeye sıcak paranın çekilmesiyle sağlanmış, daha sonra ise tüm dünyadaki trende de uyan ve soğuk para olarak nitelendirilen, özelleştirme ve gayrimenkul satışından elde edilen gelirlerle karşılanmıştır. Ayrıca özel sektör bu ithalatı finanse edebilmek için dünyadaki finansal genişleme, bol likidite ve ucuz kredi imkânlarından yararlanarak doğrudan borçlanmaya gitmiştir.
Küresel krizin yıkıcı etkisine 2008’in son çeyreğinde giren Türkiye ekonomisi, 2009 yılının tamamını yüzde 4,8 küçülme ile kapamıştı. 2009 yılında dünya ticaret hacminin küçülmesi ve özellikle ülkemizin en önemli ticaret ortağı olan AB ülkelerinin büyüme performansındaki bozulma ve yetersiz talep koşulları, dış ticaretimizde önemli ölçüde daralmaya yol açmıştır. Bununla birlikte, harcama kalemleri içinde net ihracat 2009 yılında reel GSYH’ye önemli ve olumlu katkı sağlayan kalemlerden biri olmuştur. Ekonomideki küçülmeyle birlikte ithalatın ihracatın üzerinde azalma göstermesi, net ihracatın reel GSYH üzerinde pozitif etki oluşturmasına neden olmuştur. Dolayısıyla net ihracatın reel GSYH’ye %57,2 oranında pozitif katkı yapmış olması, ekonominin 2009 yılında daha büyük oranda daralmasını önlemiştir. Ayrıca 2009 yılında net ihracattan başka kamu kesiminin harcamaları da reel GSYH’nin düşüş hızını engelleyici bir diğer harcama kalemi olmuştur. Kamu harcamaları kriz sürecinde diğer kalemlerden farklı olarak, ekonomide toparlanmayı sağlamaya yönelik politikalar ve teşvikler neticesinde artmıştır. 2008 yılına göre kamu harcamaları %7,8 oranında büyümüştür. Bunun neticesinde kamu harcamaları 2009 yılında reel GSYH’ye yaklaşık %17 oranında katkı sağlamıştır.
Belirsizliklerin azaltılması, sermaye girişinin devam etmesi, faiz oranlarının düşük seviyelerde kalması ve kredi genişlemesi sonucunda Türkiye ekonomisi 2010 ve 2011 yıllarında yüksek bir büyüme performansı yakalamıştır. GSYH büyümesi 2010 yılında yüzde 9,2; 2011 yılında yüzde 8,5 oranında gerçekleşmiş ve Türkiye, dünyada büyüme hızı en yüksek ülkeler arasında yer almıştır.
Küresel finansal krizi sonrası Türkiye ekonomisinin toparlanma ve yüksek büyümeye geçiş sürecini iç talep bileşenleri belirlemiştir. Daha önceki dönemlerde büyümeye pozitif katkı yapan net ihracatın(dış talep) bu dönemde büyümeye katkısı negatif olmuştur. İç talebin temellerinden özel tüketim ve yatırım harcamaları ithalatın temel belirleyicileri olarak yüksek oranda büyümeye katkı sağlamışlardır. Büyümeye sektörler açısından bakacak olursak sanayi sektörünün GSYH içindeki payı yüzde 27 olmasına rağmen toparlanmanın temel belirleyicisi olmuştur. Yüzde 63 paya sahip hizmetler sektörü de büyümeye katkı sağlarken tarım sektörünün katkısı oldukça az olmuştur.
Grafik 1 : Büyüme Oranları (%)
-
Enflasyon
Küresel kriz sonrası toplam talep koşullarının enflasyona düşüş yönünde yaptığı katkının devam edeceği ve emtia fiyatlarının büyük ölçüde yatay seyredeceği öngörülmektedir. Politika faizlerinin dönem boyunca tek haneli düzeylerde kalması, gıda enflasyonunun yüzde 7 seviyesinde dalgalanması ve petrol fiyatlarının 100 dolar civarında seyretmesi beklenmektedir. Bu çerçevede, TÜFE yıllık artış hızının, 2012-2014 yıllarında orta vadeli hedef olan yüzde 5’e yakın gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.2010 yılında TÜFE yıllık artış hızı yüzde 6,4 olarak gerçekleşmiş vehedefin 0,1 puan altında kalmıştır.Mal ve hizmet grubu fiyatları önceki yıllar ortalamalarının altında kalmış, çekirdek enflasyon ortavadeli hedeflerle uyumlu hareket etmiştir.
2011 yılının Ocak-Eylül döneminde ise ithalat fiyatlarının birikimli yansımaları, gıda fiyatlarındaki artışlar, nominal döviz kurundaki yükselme ve baz etkisiyle TÜFE yıllık artış hızı yüzde 6,15 olarak gerçekleşmiştir. Mevcut dinamiklerin TÜFE yıllık artış hızını 2011 yılı sonunda yüzde 7,8 civarına yükselteceği beklenmektedir.
Şekil 2: Enflasyon2
-
İstihdam
2008 küresel krizinin etkileri hissedilmeye başladıkça işsizlik de hızlandı.Türkiye ekonomisinde işsizlik rakamları azaltılmaya çalışılırken küresel kriz sürecinin işsizliği önemli ölçüde artırdığı görülmektedir. Kriz sürecinin henüz başlamadığı 2007 yılının Ağustos ayında bile işsizlik oranı % 9,8’e yükselmiştir. Reel kesimdeki daralma ve yatırımların azalması özel sektörde birçok alanda özellikle otomotiv sektöründeki işsizlik seviyesini arttırmıştır. Sadece Türkiye’de değil dünya genelinde işsizlik büyük bir sorun olarak yaşanmaktadır.
Türkiye ekonomisinde daha önceki dönemlerde işsizliğin durumuna bakacak olursak ekonomimiz 2001 krizi sonrasında istihdamda önemli bir daralma ve artan işsizlikle karşı karşıya gelmiştir. 2002–2007 yıllarına bakıldığında yıllık ortalama GSYH artış oranı yüzde 6,9 iken, ortalama işsizlik oranı yüzde 10,2 olarak gerçekleşmiştir.
TÜİK’ in hane halkı işgücü araştırması sonuçlarına göre, 2008 yılı Şubat ayında, kurumsal olmayan sivil nüfus 69 milyon 372 bin kişidir. Bu nüfusun 49 milyon 672 bini 15 yaş ve üzerinde iken, 22 milyon 804 bin kişi işgücü kapsamındadır. İşgücünün 20 milyon 162 bin kişilik kısmı istihdam edilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde, işgücüne katılma oranı yüzde 45,9; istihdam oranı yüzde 40,6 ve işsizlik oranı yüzde 11,6’dır
Kriz yılı olan 2008’de Türkiye’de ortalama işsizlik oranı yüzde 14 oldu. 2000 yılında aynı oran yüzde 6,5 idi. Aynı şekilde 2000 yılında yüzde 46,7 olan istihdam oranı da, 2009 yılında yüzde 41,2’ye geriledi. Türkiye’de işsizliğin sosyal riski de yüksektir. Çünkü genç nüfusta işsizlik oranı daha fazladır. TÜİK 2009 Ekim ayı için, kentlerde genç nüfusun işsizlik oranını yüzde 26,6 olarak ilan etmiştir. TÜİK, işsizlik hesaplamalarını AB standartlarına göre yapmaktadır. Ancak, AB’de işsizlik sigortası daha iyi çalıştığından iş aramayan ve morali bozulmuş işsiz yok denecek kadar azdır. Ayrıca iş bulma organizasyonları Türkiye’ye göre çok daha gelişmiştir. Bu nedenle fiili rakamlar ilan edilenlerden daha yüksektir.2010 yılında işsizlik oranı düşse de yüzde on ikilik işsizlik oranı, diğer ülkelere göre yüksektir.
2009 yılı ikinci çeyrekte ekonomide toparlanmanın başlaması ve Mayıs 2009’daki istihdam paketinin uygulamaya konulmasıyla, Haziran 2009’da %13’e gerileyen işsizlik, sonraki dönemlerdeki dalgalanmalara rağmen, 2011 Nisan ayında tek haneye inmiş, 2011 Eylül ayında ise hem mevsimsel düzeltilmiş hem de manşet seride en düşük oranlara ulaşılmıştır. İşsizlik oranındaki bu hızlı gerilemenin, işgücüne katılım oranında azalma kaydedilmemesi itibarıyla, temel belirleyicisi istihdamda hızlı artışlar olmuştur.
2010 yılı Ekim ayından sonra tüm alt sektörlerde istihdam artışı ivme kazanmıştır. İstihdam artışında sağlanan bu yüksek hızlı tempo, inşaat sektöründe istihdam artış hızını 2011 Eylül ayında %24’ün üzerine çıkarırken, hizmetler sektöründe istihdam artış hızı aynı dönemde %6,5’i geçmiştir. Böylelikle, tarım sektörünün de katkısıyla, toplamda istihdam artış hızı yıllık olarak %7,7’ye yükselmiş ve 2011 yılı Eylül ayı işsizlikte en düşük oranın gerçekleştiği dönem olmuştur.
Grafik 2: İşsizlik Oranları(%)
-
Cari Denge
Cari hesap, bir ülkenin gelir ve giderlerini ölçer.Bir ülkenin gelirlerinin üzerinde harcama yapmasının (cari açık) iki yolu vardır. Ya daha önce biriktirilen kaynaklar (yani rezervler) kullanılacaktır ya da ülke yurt dışından kaynak ödünç alacaktır (sermaye hesabı fazlası). Cari hesap; dış ticaret (mal ve hizmet ithal ve ihracı), dış yatırım gelirleri (yurt içine ve yurt dışına kar ve faiz transferleri) ve cari transferler (dış yardım ve işçi gelirleri) olmak üzere üç ana öğeden oluşur.Türkiye’de cari açığın en önemli belirleyicisi mal ticareti açığıdır.
Büyüyen cari açık, Türkiye ekonomisini daha kırılgan bir hale getirmiştir. Türkiye 2000’li yıllarda yaşanan küresel likidite bolluğu nedeniyle şanslı bir dönemden geçmiş, dış borç ve sermaye akışına dayalı yüksek bir büyüme oranı yakalamıştır. Bu büyüme oranları iyimserliği arttırmış ve risk faktörünün küçümsenmesine sebep olmuştur. Türkiye bu dönemde hem ihracat portföyünü arttırmıştır hem de ihracatı artan oranlarda ithalata bağımlı hale gelmiştir. Türkiye yüksek faiz, düşük kur ve sermaye akımlarına bağlı olarak büyümeye çalışmıştır.
Şekil 3: İhracat ve ithalatın seyri
Küresel krizin Türkiye’yi en fazla etkilediği kanalların başında dış ticaret gelmektedir. Çünkü Türkiye’nin ticaret haddinin yarıdan fazlası yaşanan küresel krizin etkilendiği AB ülkeleri ile yapılmaktadır.2008 yılı Ekim ayından itibaren Türkiye’nin ihracat ve ithalat hacmi ciddi bir gerileme sürecine girmiştir. Bu süreç ihracatçıları zor durumda bırakmıştır. TÜİK verilerine göre, 2009 Haziran ayında ihracat, 2008 Haziran ayına göre % 32,8 oranında azalmıştır. Yani Türkiye’nin hızla küçülen ve talep daralması yaşayan AB pazarına mal satamaması ihracat kanalından ciddi derecede etkilenmesi sonucunu doğurmaktadır.
Şekil 4: Türkiye’ye Gelen Uluslararası doğrudan yatırımlar ve Büyüme oranları
Uluslararası doğrudan yatırımlar krizle birlikte ciddi bir çöküşe uğramış. Türkiye 2004 yılından itibaren hızla UDY çekmeye başlamış ve 1980-2003 döneminde toplam 16 milyar dolar civarında olan doğrudan yabancı yatırım miktarı, 2004-2008 döneminde 72,8 milyar dolara yükselmiştir. 2009 yılının ilk çeyreğinde ise sadece 2,2 milyar dolar UDY çekilebilmiştir.Benzer şekilde Ocak 2008’de %80,3 seviyesinde olan imalat sanayinde kapasite kullanım oranı Şubat 2009 itibari ile %63,8’e kadar gerilemiştir.
Türkiye’de büyümeyle cari açık arasında oldukça sıkı bir ilişki vardır. Çünkü büyüme hızı, ithalat artışları aracılığıyla cari açığı etkiler. İthalat üzerine odaklanma bizi doğrudan sanayi sektörüne ve bu sektörün artan ithal bağımlılığına götürecektir. İhracatı büyük ölçüde sanayi ürünlerinden oluşan bir ekonomide bu ihracatın da bağımlılığı anlamına gelmektedir. 2010 ve 2011 yıllarında göz kamaştırıcı bir büyüme performansı gösteren Türkiye ekonomisi, cari açık olarak da tarihi rekorlarını kırmıştır. 2010 ile 2011 yıllarında ortalaması yüzde 9’a yaklaşan büyümenin temelinde dış kaynak girişi vardır. Yüksek büyüme madalyonunun öteki yüzünde milli gelirin yüzde 10’una, bir dünya rekoru olarak vuran ve toplamı 77 milyar doları bulan cari açık vardır. 2012 yılında ise büyüme azalırken cari açık da azalmıştır.
-
Bütçe Dengesi
2000–2001 krizine yüksek kamu açıkları ile giren Türkiye ekonomisi, kriz sonrası süreçte uyguladığı sıkı maliye politikası ve mali disiplin anlayışı ile kamu açıklarını önemli ölçüde düşürmüş kamu borçlanma gereğini azaltmış, buna bağlı olarak bütçe üzerindeki faiz yükü giderek azalmıştır. 2006 yılına gelindiğinde bütçe açığı yok denecek kadar az bir seviyeye gelmiştir. 2006 yılından itibaren, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu uyarınca konsolide bütçe uygulamasından uluslararası standartlarla uyumlu ve daha geniş kapsamlı olan merkezi yönetim bütçe uygulamasına geçilmiştir.
Bütçe giderlerinin gelirlerinden büyük olması durumu diye ifade edilen bütçe açığı tanımı kadar faiz dışı fazla kavramı da önemlidir. Faiz dışı fazla; bütçenin toplam gelirleriyle, bütçeden yapılan harcamalardan faiz ödemelerinin yok sayıldığında geriye kalan harcamalar arasındaki farktır. Kısaca faiz dışı fazla; Türkiye'nin hiç faiz gideri olmaması durumunda, bütçenin gelir-gider durumunun ne olacağını açıklayan bir kavramdır.Faiz dışı dengenin önemi büyüktür. Bu denge açık veriyorsa bütçe, faiz ödemeleri olmasa bile açık veriyor demektir ki o zaman ya gelirleri artırmak ya da giderleri kısmak için önlem almak gerekir. Eğer faiz dışı fazla söz konusuysa o zaman bütçe gelirleri faiz dışı giderleri karşılayabilmekte ve faiz ödemeleri için de bir miktar fazla elde edebilmektedir. Yani borçlanma ihtiyacı en azından o faiz dışı fazla miktarı kadar düşüyor demektir.
Kriz öncesi 2005-2008 yılı bütçe açığı ortalaması yaklaşık 1,3 dür. Daha öncede bahsettiğimiz gibi özellikle krizin derinleştiği 2009 yılında alınan önlemler ve mali teşvik paketleriyle bütçe dengesi bozulmuştur. Kamu borç stokunun GSYH’ya oranı yüzde 46’ları bulmuştur.2010 yılında hem bütçe açığı hem de kamu borç stokunda azalmalar olmuştur. Ancak kriz sonrasında bütçe görünümü açısından en iyi dönem 2011 yılı olmuştur.
Türkiye ekonomisi 2011 yılında, dışarıda küresel ekonomideki sorunların devam etmesi, içeride ise seçim yılı olmasına rağmen maliye politikası bakımından başarılı bir yıl geçirdi. 2009 sonunda GSYH’nin %5,5’ine kadar yükselen ciddi bir acık verdikten sonra bütçe görünümü hem faiz harcamalarındaki düşüş hem de faiz dışı fazlalarla 2011 yılı boyunca iyileşmeye devam etti. Rakamlarla ifade edecek olursak, Merkezi Yönetim Bütçe açığı 2010 yılındaki 40 milyar TL’lik seviyesinden (GSYH’ ya oran olarak%3,6), 2011’de 17,4 milyar TL’ye geriledi (GSYH’ ya oran olarak %1,3). Bu değişimde faiz dışındaki iyileşme kadar faiz giderlerindeki iyileşme de rol oynadı. Örneğin faiz dışı fazla 2011 yılını yaklaşık 25 milyar TL ile kapattı ve böylece GSYH’ye oranla %0,8’den %1,9’a yükselerek hatırı sayılır bir iyileşme kaydetti. Düşük faiz ortamının bu dönemde faiz giderleri de azaldı ve 2009 yılında GSYH’ nin %5,6’sından, 2011 yılında GSYH’nin %3,3’une geriledi.
2011’deki bu güçlü performansın ardında, giderler tarafındaki disiplinden çok, gelirlerin, özellikle de dolaylı (tüketim ve ithalat) vergi gelirlerinin hızlı bir artış göstermesi yatmaktaydı. Ayrıca 2011yılında devreye sokulan vergi ve sosyal güvenlik borçlarının affı sonrasında gerçekleşen ödemeler de bütçeye GSYH’ ye oranla tahminen en az %1-%1,5 civarında bir katkı sağladı.
2012’de cari açığı düşürmek amaçlı izlenen politikalar 2011 yılında azalan bütçe açığını tekrar arttırmıştır. Cari açık arttıkça ithalat vergileriyle otomatikman azalan bütçe açığı, cari açığın azalmasıyla artmıştır.
-
Para politikası
Küresel finans krizi sonrasında gelişmiş ülke MB’ları krizin etkilerini sınırlamak amacıyla uyguladıkları parasal genişleme politikalarının Türkiye üzerinde de önemli etkileri oluşmuştur. Bu dönemde FED başta olmak üzere yapılan faiz indirimleriyle kısa vadeli yurt dışı finansman imkanlarının bol ve düşük maliyetli olarak sağlanabilmesi, kredi genişlemesine ve TL’nin değerlenmesine yol açmıştır. Bu süreç sonunda 2010 yılında makro finansal riskler ve dış dengesizlikler artmıştır. Ayrıca krizle beraber geleneksel MB politikası olan fiyat istikrarının artık yeterli olmayacağı, finansal istikrarında oldukça önemli olduğu anlaşılmıştır. Bu çerçevede TCMB’nin 2010 yıllarının sonlarından itibaren uyguladığı yeni politika yaklaşımında fiyat istikrarı önceliği korunurken finansal istikrar da destekleyici bir amaç olarak gözetilmiştir. Bu yeni sistemde faiz koridoru aracı önemli rol üstlenmiştir. Faiz koridoru TCMB’nin bankalardan gecelik vadede borçlanabileceği ve borç verebileceği faiz seviyeleri arasında kalan alandır. Faiz koridoru sistemiyle TCMB kısa vadeli faizleri ayda bir kez değil günlük frekanslarla ayarlayabilmektedir.
Şekil 5 :Faiz Koridorunun operasyonel yapısı (Para Politikası)
Bu yeni sistemle, grafikten de görüldüğü gibi belirsizliklere ve risk iştahındaki artışlara süratli bir şekilde yanıt verilebilmektedir. Ayrıca kredilerle döviz kuru kanalları ayrı ayrı etkilenmektedir.
Zorunlu karşılık oranları ve faiz koridoru tamamlayıcı nitelikte araçlar olarak birlikte kullanılmaktadır. Mesela yoğun sermaye girişlerinin olduğu, TL’nin değerlendiği ve bunların sonucunda cari açığın arttığı Kasım 2010-Ağustos 2011 döneminde faiz koridoru aşağıya doğru genişletilmiştir. Kredi genişlemesini önlemek için ise zorunlu karşılıklar belirgin bir şekilde arttırılmıştır.
TCMB ek bir araç olarak TL’nin zorunlu karşılıklarının belirli bir oranını (yüzde altmışını) döviz ya da altın cinsinden tutulmasına olanak sağlamaktadır. Rezerv Opsiyon mekanizması (ROM) denilen bu sistem bankalar için bir zorunluluk değil alternatiftir. ROM’un işlemesini sağlayan temel unsur bankaların lira cinsinden fonların maliyeti ile döviz cinsinden fonların maliyeti arasındaki farktır. Mesela lira cinsinden fonların maliyeti, döviz cinsinden fonların maliyetinden yüksekse MB’ de döviz tutmak daha avantajlıdır ve döviz cinsinden borçlanabilecekleri uygun dış koşullar varsa bu avantajı uygun bir şekilde değerlendirebilmektedirler. Ayrıca MB bu maliyet farkını ayarlayabileceği Rezerv Opsiyon Katsayısı (ROK) aracını da geliştirmiştir. Bu katsayı arttırıldığında bankaların MB da eskiye göre daha fazla döviz tutmaları gerekmekte yani döviz tutmanın maliyeti artmaktadır. Tamamen TCMB’ye özgü bu yeni sistemle bankalar TL likiditesini arttırarak fonlama maliyetini düşürüyorlar. TCMB de ROM sistemiyle herhangi bir riske karşılık döviz rezervlerini arttırıyor ve para ikamesinin etkilerini azaltıyor.
TCMB’ye özgü bir diğer ek araç da istisnai gün uygulamasıdır. Sermaye girişlerinin aniden yavaşlaması sonucu lira ve buna bağlı olarak enflasyon üzerinde oluşan baskılara karşı geliştirilen bir politikadır.Yeni politika uygulamasına göre “normal” günlerde TCMB’nin piyasayı makul oranlardan(politika faizinden) fonlanması söz konusu iken, “istisnai” günlerde “efektif” fonlama faizinin yükseltilmesi yoluna gidilmiştir. Yani istisnai günde fonlama maliyetinin oranı TCMB tarafından değil ihale metoduyla belirlenmektedir. Bu ihale de bankalar piyasadaki sıkışıklığa göre taleplerini arttırmakta ve ihalede oran faiz koridorunun üst bandına yaklaşmaktadır. Dolaylı olarak faizlerin artmasını sağlayan TCMB bu yolla kur üzerinde baskı oluşmasını ve TL’nin değer kazanmasını hedeflemektedir. Diğer yandan politika faizini değiştirmeden geçici olarak faizleri yükseltmiştir. Tam olarak istisnai gün tanımına girmese de benzer şekilde TCMB miktar ihalelerinde piyasaya verdiği para miktarını azaltarak sıkışıklık oluşturabilmekte ve gecelik faizlerin yükselmesini sağlamaktadır.
Yeni para politikalarının ne kadar etkili olduğuna bakacak olursak döviz kuru oynaklığı diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla sınırlı bir seyir izlemektedir. Yani diğer ülkelerin para birimleri ABD doları karşısında hızla değer kaybederken, TL’nin değer kaybı daha sınırlı olmuştur. 2010 yılının son çeyreğinde yüzde 50’lere ulaşan kredilerin büyüme eğilimi, alınan tedbirlerle yüzde 15-20 düzeylerine çekilmiştir. 2011 yılında cari açık rekor düzeyde seyrederken 2012 yılının ilk çeyreğinde enerji dışı cari açık neredeyse kapanmıştır. Ancak 2011 yılında yüzde 5,5 ile hedeflenen enflasyonun, yılı yüzde 10,5 ile tamamlayarak fiyat istikrarının finansal istikrar kadar başarılı olmadığını ortaya koymaktadır.
-
AVRUPA BORÇ KRİZİ
2008 yılı Eylül ayında, ABD’nin dördüncü büyük yatırım bankası olan Lehman Brothers’ın iflas etmesiyle patlak veren kriz kısa sürede tüm dünyaya yayılarak küresel çapta bir mali ve reel sektör krizine dönüşmüştür. Krizin olumsuz etkileri Avrupa Birliğinde de ciddi boyutlarda hissedilmiş ve Euro Alanı 2009 yılında % 4,1 oranında küçülerek tarihindeki en büyük daralmayı yaşamıştır. Yaşanan küresel kriz, AB ülkelerinde kamu açıkları ve borç stoklarının ciddi boyutlarda artmasına ve birçok üye ülkede kamu maliyesinin sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesine neden olmuştur. Nitekim 2006 yılında 7,1 trilyon Euro olan AB hükümetlerinin borç yükü; 2009 yılında ekonomik krizle birlikte daha da belirgin bir hal almış ve bu durum Euro’nun, dolayısıyla Ekonomik ve Parasal Birliğin ve nihayetinde AB’nin geleceğine dair endişeleri artırmıştır. Özellikle Almanya ve Fransa gibi AB’nin siyasi bir proje olduğunu savunan bazı AB ülkeleri, mevcut AB politikalarının yaşanmakta olan sorunların çözümünde yetersiz kaldığını, özellikle Euro Alanı’nda makroekonomik gözetimin ötesinde bir ekonomik koordinasyona ihtiyaç duyulduğunu ve bu çerçevede AB düzeyinde yeni mekanizmalar oluşturulması gerektiğini savunmaktadır. Bu yaklaşım çerçevesinde, yalnızca para politikasının değil, üye ülkelerce uygulanacak maliye politikalarının da AB ölçeğinde çok daha sıkı kurallara tabi tutulması ve Euro Alanı ülkeleri arasındaki ekonomik yakınsamanın artırılması için ekonomik politikaların uyumlaştırılması büyük önem arz etmektedir.
-
Dostları ilə paylaş: |