266 rcshn, 67 plâ, terfta; -ve metin AfiDd* is yaprak renfcsâs, I yap h



Yüklə 5,51 Mb.
səhifə83/91
tarix27.12.2018
ölçüsü5,51 Mb.
#86796
1   ...   79   80   81   82   83   84   85   86   ...   91


ASIM

1100


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

İ10İ

ÂSÎM



Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler, Sade yalçın kayalar, sade ıpıssız çöller. Yurdu baştan başa viraneye dönmüş Türkün; Dünkü şen, şatır ocaklar yatıyor yerde bugün.

Hocazade de Köse İmamın şikâyetlerine iştirak ederek Kartalda bir köy düğünü hâtırasını nakleder:

— Sorma, Kartalda idim ben de bu Çarşamba günü. Dediler: «Kurnada dündenberi var köy düğünü; Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı?..» «Pekâlâ, gideriz; Hem biraz kür görürüz, hem de güreş" seyrederiz». Keski, gitmem demiş olsaydım... İlâhi, o ne hal, O nasıl maskara dernekti ki tarifi muhal. Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra, Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra. Bet beniz sapsarı biçârelerin hepsinde; Ne olur bir kişi görebilsem zinde!" Şiş karın sıska çocuklar gibi kollar sarkık; Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık. Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş; Yüz buruşmuş, uzamış, cephe daralmış, gitmiş. Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor; Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor! Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türkün, Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün. Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek; Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek. Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış; Kırk onun ömrüne sön merfale olmuş kalmış. Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu! Bense İslâmın o gürbüz, o civan unsurunu, Kocamaz derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer!... Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!... Neyse, değnekçi gelip: «Meydan açılsın^ savulun!» Derdemez başladı kalbi sesi yırtık davulun. Güm güm ötmek ne gezer! Tıknefes olmuş kasnak: Göğsü tokmak gibi küt! küt! vuruyor hışlayarak. Zurna hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü; Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü. Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak; Hele bir gölge bulup altına çektim çabucak. Tam demiştim: Azıcık yaslanayım, dinleneyim... Biri tıksırdı tâ ensemde... Acayip, bu da kim? Ne göreydim: Kelebek tarlası olmuş da içi, Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi! «Amma bak, aklıma gelmez de hürmet talebi; O kadar fazla samimiyeti sevmem çelebi, Sakalından çekerim, sonra, karışmam.. Hadi git!» Nerede! Aldırmadı.. Sordum, baş ödülmüş bu yiğit! Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var? Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar. Pehlivanlar hani? derken, söküvermez mi, hocam, Birbirinden daha biçâre sekiz çıplak adam? Ah o soygunluğu rüyada gören korkardı: Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı! Bir delik torbaya girmiş kimi kispet yerine; Çekivermiş kimi bir lime çuval dizlerine. Kiminin giydiği çakşır, kiminin bez şalvar; Kiminin uçkura boynundan asılmış dona var, Acaba yağ sürünürler mi desem, yağ nerede?

Bereket versin onun madeni varmış derede: Sağ omuzlarda birer, başlan kertikli, ağaç, Kadın, erkek suyu aktarmada bakraç bakraç. Sonra, nerdense gelip «yağlanınız haydi!» sesi, Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi. Palaz ördek gibi bandıkça avuçlar Bandı; Meşin ıslar gibi kavruk deriler ıslandı. Bu merasim de bitip, başlayacak dendi güreş, Çarpınıp çırpınarak çıktı niyabet iki eş. Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter, O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter? Baktım: Altından öbür çifte perişan bağrın, Soluğanlar gibi kalkup iniyor çifte karın! Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü; Hele çok sürmiyecefc dördü de cansız düştü. İki biçâre serilmiş, yatıyorken yerde, «kalkın artık!» dediler, lâkin o derman nerde! Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi; Orta, baş, hepsi de bunlar gibi âvâre idi. Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba, Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba; Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak, İki mahzun öküzün seyrine münkad olarak; Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline! Bunu gördüm acımak geldi içimden geline: Sana baksın da kızım, bahtın utansın.. Ne diyim? O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim Ninenin ruhuna âguş açıyorken meîekût, Tertemiz nâşını gufran gibi örten tâbut, Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi. Geçti rüya gibi, Allahım, o günler neydi!

Hocazade, bir de İstanbul civarı köylerinin eski düğünlerini tasvir eder:

Çekilir derken ödüller: Sekiz on seçme davar; İki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma.. Hele peşkir gibi peşkerleri artık sorma. Yağ kazanlarla durur, tartısı yok, ölçüsü hiç; Hani ister sürün, ister dökün, istersen iç! Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir; Ne temaşadır o, titrer durur insan tir tir. Birbirinden daha mevzun iki üç çift endam, Atılıp sahneye şahin gibi etmez mi biram; Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır; O geniş yer de nefeslerle beraber daralır. Çünkü meydanda değü, seyre bakanlarda bile, Asımın dengi heyakiî seçilir yüzlerle. Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bâzııbend, Boynu mıskayla donanmış, o yarım deste levend, Önce peşrev yaparak, sonra tutuşmazlar mı, Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı. Uzanır şimdi göğüsler, kavuşur; şimdi, yine Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine. Kimi tek çapraza girmiş, mütemadi sürüyor; Kimi şirâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor. Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar; Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar. Adali gövdeler altında o biçâre çayır, Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır! Bu elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor; O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor.

Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner; Kimi kündeyle giderken topuk ellerde yener. Kimi cür'etii olur çifte dalar, hem de kapar; Kimi baskın çıkarak kazkanadmdan çarpar. Seyreden halkı da bir gör: O ne candan hizmet; O ne rikkatli adamlar, o ne masum ümmet! Yanlan başları çevreyle boğanlar mı dedin.. Göz silenler mi dedin, incik ovanlar mı dedin.. Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka; Su veren başka, güğümlerle gezenler başka. Şan, şeref duygusu millette nasıl yüksekse, Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse Ne o? Bir şey demedin...

— Geçmize mazi derler!

Köse İmam, İkinci Abdülhamidin keyfî idaresine isyan etmiş, uzun yıllar sürgünde dolaşmış, fakat 1908 meşrutiyeti de kendisini tatmin etmemiş, istikbalden ümidini kesmiş bedbin isandır. Hâs mânada münevver en temiz kıynıetiyle muhafazakâr, sağlam iy-man sahibi bir müslümandır; Hocazade:

Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?

Diye soran bedbin Köse İmama, onun oğlunun neslini, Asımın neslim gösterir ki, bu nesil, Birinci Cihan Harbinde, kahramanca döğüşen ve sonra millî mücadeleyi yapan gençliktir; ve artık Mehmed Akif, bu satırlarda coşar:

— Asımın nesli, hocam,

— Nerde!...

— Hayır, haksızsın! Galiba oğlana pek fazla bugünler hırsın?



  • Asımın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayal!

  • Asımın nesline laünkad olacak istikbal.
    Sana vicdanımı açtım okudum, dinlesene;
    Söyleten başkasıdır, bakma hqeam, söyleyene.

  • Ne kehanet bu?

— Bilirsin ki değil mutadım.

  • Güzel amma, ne faziletleri var evlâdım?

  • Ne fazilet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
    Cepheden cepheye arslan gibi hiç dunnıyarakv
    Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
    Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle!
    Cephenin her biri bir kıtada, etrafı deniz;
    Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.
    Harekâtın görüyorsun ya, hocam, en kolayı,
    Yalınayak Kafkası tutmak, başaçık Sinâyı!
    Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun..
    Kıt'a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.
    Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada esi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Eski dünya, yeni dünya, bütün akvamı beşer, Kaynıyor kum gibi.. Mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşında; Avustraîyayîa beraber bakıyorsun; Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ..

Hani, tauna da züldür bu rezil istilâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûku asil, Ne kadar gözdesi mevcut ise, hakkıyle sefil, Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esran hayasızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz.. Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Öteden saikalar parçalıyor afaki; Beriden zelzeleler kaldırıyor âmakı Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam; Atılan her lâğamın yıktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: savruîur enkazı beşer.. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. Veriyor yangınını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde- gezerken sayısız tayyare. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret M bu tehdide güler! • Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kaî'a mı göğsündeki kat kat iyman!. Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram? Çünkü tesisi ilâhî o metîn istihkâm. Sarılır, indirilir mevkii müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun'i beşer; Bu göğüslerse Hüdanın ebedî serhaddi; «O benim sun'i bedîim, onu çiğnetme.» dedi. Asımın nesli... diyordum ya.. Nesilmiş gerçek: İ^te çiğnetmedi namusunu çiğnetmiyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar.. O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yârab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o- pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtanyor tevhidi.. Bedrin arsîanları ancak bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? «Gömelim gel seni târihe.» desem, sığmazsın. Herc-ü-merc ettiğin edvara da yetmez o kitap.. Seni ancak ebediyetler eder istiâb. «Bu taşındır.» diyerek Kâbeyi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namile, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmile; Ebri nisanı açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli süreyyâyı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına, Türbedann gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile avizeni lebrîz etsem; TüjUenen mağribi, akşamlan, sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son Ehlisalibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili Sultanı Salâhaddini, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran.. Sen ki, İslâmi kuşatmış, boğuyorken hüsran,



ÂSÎM

1102 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1103

ASIM BEY (Filibelizâde)




O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer eerâmı adın; Sen ki, asara gömülsen taşacaksın... Heyhat, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat.. Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Bu kahraman nesle mensup olan Asımın portresini çizerken, evvelâ babası Köse İmam bir fıkra nakleder: Hocazade de çöl harbine ait bir hâtırası ile bu portreyi tamamlar:

— Hocam, evlâdına benzer bulamazsın araşan;

Görmedim ben bu kadar dörtbaşı mâmur insan.

Ne büyük hilkat o Âsim, ne muazzam heykel!

Onu, bir şiiri hamaset gibi, ilhamı ezel,

Sana sunduysa, açıp ruhunu teşhire çalış..

Galiba oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!

Yalnız göğsünün eb'adı mı sandın yüksek?

İn de âmakına bir bak, ne derinmiş o yürek!

Dalgalandıkça içinden taşan iymaa denizi,

Dökülen hisleri gör: incilerin en temizi,

Gövde yalçın kayadan âbide, lâkaydı ecel;

Sanki hiç duygusu yok:: Bir de fakat ruhuna gel;

O ne ifrat ile rikkat! Hani, etsen ta'mik,

Bir kadın ruhu değildir o kadar belki rakik.

Sonra, irfanı için söyliyecek söz bulamam;

Oğlanın bildiği, öğrendiği herşey ( sağlam.

Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;

Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.

Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Asımla;

Hoca, temin ederek söylerim iymanımla:

İğtinam etmeğe baktım çocuğun sohbetini;

Pek yakından tanıdım çünkü hususiyetini.

Ne güreştirmediğim kaldı, ne konuşturmadığım;

Ne de «her şeyde sıfırsın!» diye coşturmadığım.

Çöîün asude muhitinde geçen günlerimiz,

Bana gösterdi tamamiyle ki: Oğlun egsiz.

Bîtenahi safahatile herif ayrı cihan;

Bîtenahi safahatında da, lâkin, insan.

Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib,

Asker etmişti güreşlerle yarışlar tertib.

«Hadi Âsim!» dedik, «olmaz.» dedi, biz dinlemedik;

Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik,

Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk;

Çıktı meydanda gezen hasmına biçâre çocuk.

Neydi oğlandaki endamın o ahengi fakat!

Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.

Ya kemikler ne saiâbetli, ya etler ne katı:

Tepeden tırnağa, güya, dolamışlar halatı,

İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine.

Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne,

Öyle bariz adalâtm ebedi dalgalan,

Ki yorar arızalar seyrine dalmış nazarı.

Çok geniş dersem omuzlar, boy o nisbette uzun,

O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun!

Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb'adı,

Çarpışıp durmada nâçar iki müthiş kanadı.

Enseden tâ bele sarkan o derin hat, o yarık.

Arzı umkunda nihan tuli mücerret artık!

Bel nisabında, omuzlar gibi taşkın çatılar,

Adalı baldırının kutru hemen boynu kadar.

İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek? O biîeklerse o eller demirden daha pek. Yaralar başkaca endamına heybet veriyor, Bir şehâmetli temaşa ki vücut ürperiyor. Vakıa hasmı da gürbüz delikanlıydı ama, Asımın savleti kuvvet mi sorar hiç adama? Silkiyor dut gibi biçâreyi sağdan, soldan. Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan, Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın! Aman Asım, bu güreş olmasın uydurma sakın? Hele anlat şu işin neyse hakikî rengi? «Yenemez mis onu: Bir kerre değilmiş dengi, Bir de biçâre adam pek müteazzım şeymiş, Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş. Sonra, lâyık mı imiş yerlere sermek şimdi, Böyle düşmanla bütün .gün dövüşen bir yiğidi?!»

ÂSÎM (Kocakarı) — Geçen asır sonlarında Orta oyununda zenneye çıkan namlı sanatkârlardan biridir. tAhmed Rasim, orta oyunundan bahsederken bir makalesinde, bu sanatkârın bir jestini tesbit ediyor:

«Bir gün meşhur Kocakarı Asım, merhum Hamdının yutturmak istediği bir cinası müteakib pabucunu çekerek üzerine hamle etti, Hamdi kaçamadı, Âsim da pabucu vuramadı, elinden düşürdü; fakat düşürmekle beraber Hamdinin koluna bir çimdik attıktan sonra :

— Seni piçkurusu seni!

Diyerek anî bir iki göz işmarı ile Hanı diyi ümidvârı vuslat eyledi ki ikisinin de bu netice üzerine aldıkları tavrı mahsusu cidden tasvir etmek için sahifeler ister. O mütekabil nazarla neler ifade ettiğini anlamak için mutlaka eski kadınlığımızın şive, işve ve cilve ile karışık keşfirâz ve meram eden etvarına vâkıf olmak lâzımdır» (Muharrir buya).

Büyük muharrir, ayni eserin başka bir makalesinde, orta oyununda zenneden bahsederken: «Kocakarı, asıl zennenin ihtiyarlık timsalidir. Onun da gözleri fıldır fıldır döner, onun da omuzları titrer, beli oynar, onun da adım atışları işvebâzâne idi. Fransızların «ef f emine» dedikleri «karı erkek» seciyeye malik olmıyanların bu rolleri hüsni ifa etmeleri müstebaddır. Hattâ Kocakarı Âsim merhum ile Zenne Ömer, evkatı âdiyede de tıpkı karı gibi konuşur, karı gizi evzâ takınırlardı» diyor. Bu büyük sanatkârın hayatı hakkında başka bir kayde rastlanamadı.

ÂSÎM BABA — Tuluat tiyatrosunun büyük şöhretlerinden ve son orta oyuncularından; 1869 (H. 1285) da İstanbulda doğdu; ba-

bası Hattat Râsim Efendidir. Kocamustafa-paşa rüşdiyei askeriyesinde talebe iken tiyatroya mera-k sararak aktör olmağa karar verdi, mektepteki derslerini ihmal etti, fakat babasının şiddetli bir muhalefeti ile karşılaştı.

Râsim Efendi de, oğlunu mektepten alarak Dilâver Paşanın Liman reisliği zamanında liman reisliği muhasebe kalemine yerleştirdi. Fakat Âsim burada ancak iki sene kalabildi. Mutaassıp ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, sahneye çıktı; o devrin tezyif yolunda kullandığı b'r tâbir ile «Oyuncu» oldu, Yunanistana turneye çıkan bir kumpanyaya girer&k on yıl kadar, Girit, Selanik, Üsküp, Manastır ve sonra hemen bütün Anadoluyu dolaştı.

İstanbulda ilk defa meşhur komiklerden Kambur Mehmedin kumpanyasında sahneye çıkmıştı; ilk oyununu da Fındıksuyunda oynamıştı. Bilâhara Kavuklu Hamdi ile Merdi-venköyünde orta oyununa çıktı. Bir ara saraya alındı. Uzun yıllar Abdi, Kel Hasan, Nâ-şit ve Dümbüllü ile çalıştı. Türk sahnesinin ilk devrinde, yarım asır çalışan bu sanatkâr, tuluat kumpanyaları dağılıp ihtiyarlık çökünce unutuldu, bir müddet işsiz ve zaruret içinde dolaştı, 1939 da sokaklarda karamela sattı. Hayatının son demlerinde, Şehir Tiyatrosu Rejisörü Muhsin Ertuğrul, emektar sahne düşkünlerinin hemen hepsine yaptığı gibi, Asım Babaya da elin yetebildiği kadar bir yardımda bulunmuş ve bu sayede bu ihtiyar sanatkâr, belki de sokaklarda el açmağa varabilecek kadar sefaletin en son kademesine düşmekten kurtulmuş ve 1943 yılında ölmüştür.

Yukarıda adı geçen Kocakarı Âsım'ın bu Asım Baba olması muhtemeldir.

Bibi.: Son Posta Gazetesi, N. S. Coşkunun makalesi.



İ ÂSÎM BEY — (H. 1241) 1825 de Babıâli kâtiplerinden bir zattır. Kanlı bir şehir mu harebesiyle ocaklarının kaldırılmasına varan son Yeniçeri ihtilâline dair bir hâtırasını, Cevdet Paşa tarihinde şöylece kaydetmiştir: «O zaman Perşembe tatil günü olmakla Mektubu defteri hülefasından Âsim Bey diğer bazı kalem efendileriyle akşamdan söyleşerek Göksu mesiresine gitmek üzere Sabahleyin erkenden sahilhanelerinden hareketle Anadoluhisarma geldiklerinde zuhuru

fitneden haber alarak keyfiyeti tahkik eylemek telâşında iken İstanbuldan beri bir piyade sürat ile gelerek sahile yanaşıp içinden bir bektaşi çıkıp: — Behey gafiller! Burada ne durursunuz! Varın evlerinize gidin, yoldaşlar uyandı, Erkânı saltanatı bitirdiler, ben de kale nefer atını uyandırmağa gidiyorum! demekle efendiler derhal sarayı hümayna azimet etmişlerdir». Bibi.: CT. XII.



Sehid Âsim Bey (Resim: H. Çizer)

ASIM BEY (Fatihii Topçu) — Türk ordusunun kıymetli topçu zabitlerinden; Fatih Askerî Rüşdiyesinde okuduktan sonra Mü-hendishanei berrii hümayundan 1903 (Rumî 1319) da Topçu Mülâzimi rütbesiyle orduya iltihak etti; o devir gazetelerinin tarifi ile « M ak e d o n y a-nın şüuıü şuriş ve tezebzübe sahne o-lan muhiti velvele-darında» eşkıya ve çete takiplerinde; Balkan Harbinde de Cavit Paşa ordusunda büyük yararlıklar gösterdi; garp ordusunun uğradığı büyük bir bozgunda, kumanda ettiği bataryayı, bir ormanda birkaç gün sakladıktan sonra Sırplıların arkasına düşmüş, gündüzleri ormanlarda gizlenerek, geceleri düşman-kafileleri arasında yoluna devam ederek en kestirme yoldan Manastıra gelmeğe muvaffak olmuş, ordunun topa olan şiddetli ihtiyacını kısmen karşıladığından bataryasına «Hûdaverdi» adı verilmişti.

Birinci Cihan Harbine de gönüllü olarak iştirak eden Asım Bey Ardahanın zabtı muharebelerinde şehid oldu.

Bibi.: Harb Mecmuası.

ASIM BEY (Filibelizâde Mustafa) — Geçen asır sonlarının tanınmış şair ve gazete çilerinden; muharrir, mualim, şair ve ansik-lopedist İbrahim Alâeddin Gövsa'nın babası; 1856 da îstanbulda doğdu; zamanının seçkin ulemasından, Abdülmecid devrinde Enderun hocalığında ve huzur dersleri muharrirliğinde bulunmuş Filibeli Abdullah Efendinin oğludur



ÂSÎM BEY (Giriftzen)

1104 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1105 —

ASIM EFENDİ (Mütercim)





Filibeli Âsrm Bey (Resim: Nezih)
babasını pek küçük yaşında kaybetti, ders vekili ve Mecelle Cemiyeti âzası olan amcası Halil Efendi tarafından himaye edildi, Rüşdi-yeyi bitirince IS yaşında Meşihat dairesine kâtiplikle alındı. Amcasının mücavir olaras gittiği Hicazda vefatından az sonra Meşihatte-ki kâtipliğinden istifa ederek yakın dostluk kurduğu Basîretçi Ali Efendi'nin yanında gazeteciliğe başladı. Basiret gazetesi Ali Süâvf nin suikastına uğrayıp kapanınca ve gazetenin sahibi de tevkif olununca Mustafa Âsim Bey korkusundan bir müddet saklandı (B.: Ali Efendi, Basîretçi; Basiret Gazetesi), sonra Kudüse kaçtı; hükümetçe de onun İstanbuldan uzaklaşması kâfi ceza görüldü;, on yedi yıl Kudüste kaldı; (Noterlik) m u k a v e lât muharrirliği yaptı, oradan ayrılmamak şartiyle hükümetçe' de kayırıldı, Kudüs tahrirat müdürlüğüne (Kudüs mutasarrıflığı yazı işleri müdürlüğüne) tayin edildi; bu yıllar içindedir ki fransızca öğrendi. 1887 de Kudüs ile Yafa arasında tramvay işletmek için bu1 imtiyaz aldı, bu iş için sermayedarlar bularak bir şirket kurdu, fakat kendisini çekemiyen-ler ellerine vaktiyle Sultan Murada yazdığı bir culûsiyeyi geçirerek Sultan Hamide jurnal gönderdiler ve tramvay imtiyaz mukavelenamesini feshettirdiler. 1895de İstanbula geldi ise de yerleşip kalamadı, mektupçulukla Basraya sürüldü, orada bir ara Amâre mutasarrıf vekilliğinde bulundu, bu kasabada ilk mektebi yapıp açtı, bir saat kulesi yaptırdı. 1899 da yine mektupçulukla Trabzona nak lolundu. Orada da Vilâyet Salnamesi Yıllığı ile Vilâyet gazetesini ıslâh etti; ki Abdülme-cid devrinde vilâyetlerde çıkarılan ve bugün pek kıymetli birer tarih vasikası olan bu resmî yıllıkların en güzeli ve en mükemmeli, Asım Beyin mektupçuluğu zamanında neşredilmiş olan Trabzon Salnameleridir. 1904 de

kırk sekiz yaşında Trabzonda öldü. Şiirleri toplu basılmıştır, oğlu İbrahim Alâeddin Bey merhumun kütüphanesinde durur derlerdi; Namık Kemalin ölümü üzerine yazdığı mersiyeyi Saadettin Nüzhet merhum «Türk Şairleri» adındaki yarım kalmış büyük Antolojisinde tam olarak neşretmiştir. Kâzım Paşanın «Riyazi Asfiyâ» sına nazire olarak yazdığı bir Kerbelâ mersiyesini de 1883 de «Nâlei Uşşak adı ile kendisi neşretmişti. Fransız mütefekirleı'dnden Fenelon'un meşhur eseri «Telemaque» ı temiz bir nesir ve farscadan da «Pendi Attâr» ı sağlam bir nazım ile tercüme etmiş, fakat her ikisi de basılmamıştır. ASIM BEY (Giriftzen) — Bestekâr; 1851 de Tesalya Yenişehrinde doğdu. Babası Muh-zirbaşızade Ali Efendidir. Daha çocukken, doğduğu şehrin Mevlevîhanesine intisab etti. On dört yaşında Mevlevihane Şeyhi Nazîf Dedenin dikkatini celbetti, bu zattan Fârisî öğrendi ve Mesnevi okudu. Meşhur saz eserleri bestekârı Nâyî Yusuf Paşanın yetiştirmesi Neyzen Hasan Efendiden musiki ve_ ney öğrendi. On sekiz yaşında, 1889 da, îstanbula geldi ve Hicaz peşrevi sahibi Neyzen Salim Beyden ney ve girift dersleri aldı. Neyin kısası ve küçüğü olan bu saza az zaman içinde öylesine hâkim oldu ki, yaşına rağmen bir üstad olarak tanındı. Dayısı Miralay İbrahim Beyin yanında İzmirde askerliğini yaptı. 1876 - 1877 Rus harbine yüzbaşı olarak iştirak etti. Zihni Paşa tarafından İstanbulda ilk defa itfaiye teşkilâtı kurulur iken, Âsim Bey, binbaşılık ile Üsküdar itfaiye kumandanlığına tayin edildi. Deli Fuat Paşa ile ülfet eylediğinden dolayı, Sultan Abdülhamid tarafından, paşa ile beraber Amasyaya sürüldü ve

1908 e kadar tam
bir çeyrek asır ora
da kaldı. Şehirde,
anlayışlı bir musiki
havası yarattı. Bir
çok talebe yetiştir
di ve mühim eser
lerini bu sırada
besteledi. Meşruti
yette 57 yaşında
olduğu halde tek
rar İ s t a n b u l a Giriftzen Asım Bey
geldi; daha 21 (Resim: Nezih)

sene yaşadı ve 26 şubat 1929 da 78 yaşında öldü; Merkezefendi kabristanına gömüldü. Amasyada ikinci defa evlenen Âsim Beyin her iki izdivacından on kadar kız ve erkek çocuğu olmuştur ki, bunların çoğu musikişinastır; bunlardan Musa Süreyya Bey ise bir devrin büyük şöhreti olmuştur.

Âsim Beyin şarkıları; zamanında söylenip unutulacak kıymette parçalardır. Fakat saz eserleri ve bu arada Uşşak, Rast, Hüzzam, Hüseyni, Sebâ, peşrev ve saz semaileri güzel eserleridir. Rast peşrevi ise bir nefise, ve kendisinin en meşhur eseridir.


Yüklə 5,51 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   79   80   81   82   83   84   85   86   ...   91




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin