Anayasa Uzlaşma Komisyonu 3 No.lu Alt Komisyonun huzurundasınız. Komisyonda, Cumhuriyet Halk Partisinden Konya Milletvekili Sayın Atilla Kart, Adalet ve Kalkınma Partisinden Ankara Milletvekili Sayın Ahmet İyimaya, bendeniz, Milliyetçi Hareket Partisi Erzurum Milletvekili Oktay Öztürk, Barış ve Demokrasi Partisinden Diyarbakır Milletvekili Sayın Altan Tan, sizleri dinleyeceğiz.
Toplumun bütün katmanlarının, söyleyebilecek sözü olan herkesin sözlerini dinlemek istiyoruz. Bu vesileyle buradasınız. Yeni bir anayasa yapımı sürecinde, elbette ki herkesin katkısının olmasını istiyoruz, herkesin bu anayasadan haberdar olmasını istiyoruz. Katkı yeteneği bulunan insanların şüphesiz ki katkılarından istifade edeceğiz. Bu cümleden olmak üzere, kırk dakikalık bir süreniz var. İsterseniz tek başına bir kişi kullanabilir, isterseniz paylaşabilirsiniz. Sonuçta eğer vakit kalırsa birkaç dakika, belki arkadaşlarımızın izaha muhtaç gördükleri bir teklifiniz var ise onun açıklanmasını isteyebilirler.
Hazırsanız başlayalım, buyurun efendim.
ŞEHİT AİLELERİ FEDERASYONU BAŞKANI HAMİT KÖSE – Bizleri kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bizler de bu anayasaya katkıda bulunmak üzere en çok mağdur olan kişiler, şehit aileleri ve gaziler olarak elbette ki görüş ve düşüncelerimizi sunmak istiyoruz.
Mevcut Anayasa’da 17 kez değişiklik yapılmış, 100’den fazla madde değiştirilmiştir. Anayasa’mızın çeşitli değişikliklerle oluşturulmuş bugünkü hâli ile 1982 yılındaki ilk hâli arasında, temel hak ve hürriyetler ve demokrasinin temel ilkeleri açısından herhangi bir benzerlikten bahsetmek mümkün değildir.
Zaman içinde yapılan çok önemli değişiklikler dahi tartışmaların sona ermesi için yeterli olmamıştır. Ayrıca çok sayıdaki değişiklik Anayasa’nın insicamını bozmuş, birbiriyle bağlantısı kopuk hükümler ortaya çıkarmıştır.
Anayasa’nın bütünlükçü bir şekilde yeniden ele alınması, eksikliklerin giderilmesi için Anayasa’nın yenilenmesi, tüm toplumun beklentisi hâline gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde görülmemiş bir şekilde “Demokratikleşme ve Özgürleşme” adı altında, parçalanma süreci ile karşı karşıyadır.
Yapılacak anayasa çerçeve anayasa olmalı, gereksiz ayrıntılardan uzak, açık ve net hükümler içermelidir.
Anayasada kavram ve dil bütünlüğünün sağlanması gerekir. Anayasanın yapılış sebeplerini ve dayandığı temel felsefeyi açıklayan edebî bir üslupla yazılmış bir başlangıç metni mutlaka bulunmalıdır. Ayrıca temel hak ve hürriyetlerin bu anayasada düzenlenenlerle sınırlı olmadığı da belirtilmelidir. Başlangıç kısmı metne tabi olmalıdır.
Yapılacak anayasada, cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ile taşınan değerlerin koruma altına alındığı ilk 3 maddesi ve bu maddeleri koruma altına alan 4’üncü madde asla anayasa tartışmalarının konusu yapılmamalıdır.
Anayasa Hazırlık Komisyonu ve nihai karar yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülkenin bütünlüğünü ve birliğini bozacak düzenlemelerden uzak durmalıdır. Aksine davranış, Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından kendi varlığını tahrip hatta inkâr anlamına gelecektir.
Yeni Anayasanın Kapsamı İle İlgili Görüşlerimiz:
"Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir." şeklindeki hüküm,
Yine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ile cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen "insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğu hükmü, bu hüküm çerçevesinde devletin dilinin "Türkçe" başkentin 'Ankara" millî marşın "İstiklal Marşı" bayrağının beyaz ay yıldızlı "Al bayrak" olduğu gerçeği anayasal sistemimizin temelini oluşturmaktadır.
Bu üç madde, belirtilen tüm ilkeleri kapsayacak bir biçimde korunmalıdır. Bu ilkelerden verilecek en ufak taviz anayasanın ilkeler bütününü ortadan kaldıracağından, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonlanması veya rejimin değişmesi manasını taşıyacaktır.
Eğer ferdî hürriyetler açısından, haklara üstünlük tanırsanız kamu düzeninin sağlanabilmesi tehlikeye girer, kamu düzenine aşırı önem verirseniz hakların istenmeyen ölçüde sınırlanması söz konusu olur. Doğru olan, haklar ile kamu düzeni arasındaki dengeyi kurmaktır.
Yine, başka bir kesim ise birbirlerini memnun etmek için millî kimlik olan Türk kimliğinin anayasada yer almaması “Türkiye cumhuriyeti vatandaşı” denilerek nötr bir tanım yapılmasından yanadır.
1923 cumhuriyeti ya da günümüzde bu ülke toprakları üzerinde yaşayan insanların tesadüfen yığınlar olduğunu kabul etmek, Kurtuluş Savaşı gibi büyük bir savaş vermiş ve bağımsızlığını kazanmış bu millete yapılacak en büyük hakaretlerden birisidir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çok kültürlü yapısından, başka bir ifadeyle, ırk, dil, din ve kültürel farklılıkların olduğu tebaa anlayışından, cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte farklılıkları bertaraf eden vatandaşlık anlayışına geçilmiş ve ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olanlar da eşit statüde Türk olarak kabul edilmiştir.
1924 Anayasası’nın 88’inci maddesinde "Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir." ifadesi ile ırk, dil, din ya da kültürel farklılıkları bertaraf eden bir Türk tanımı yapmışlar ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin de millî devlet şeklinde örgütlenmesini sağlamışlardır.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki Türk milliyeti anlayışını Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre "Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir." Başka bir tanımlamasında da “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirası muhafazasını beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir." Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün veciz bir şekilde ifade ettiği gibi millet kavramının özünde "müşterek kültür" ön plana çıkmaktadır.
Anayasal vatandaşlık ya da çok kültürlülük veya Türkiyelilik kavramları millî devlet olarak örgütlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin değiştirilmesi teşebbüsünden başka bir anlam taşımamaktadır.
Anayasa’nın 66’ncı maddesine göre "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür." Bu ifade ile antropolojik ve sosyolojik manada Türk tanımından ayrı olarak hukuki manada bir tanım yapılmıştır.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve bu devlete ait olduğunu hisseden herkes Türk olarak kabul edilmiştir. Antropolojik ve sosyolojik manadaki Türk kavramı, vatandaşlık hukuku bakımından doğrudan bir anlam ifade etmemekte yani kişileri dil, din, ırk veya kültürel özellikleri nazara alınmadan Türkiye Cumhuriyetini kuran milletin adıyla, vatandaşlık kavramı özdeş kabul edilmektedir. Bu anlamdaki vatandaşlık anlayışı azınlık kavramını da reddetmektedir.
Ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan kişiler "Türk" kabul edildiğine göre, dil, din, ırk ve kültürel kökene ilişkin ayrıcalıklar ortadan kalkmakta, belli bir dinden, kültürden, etnik kökenden olan çoğunluğa karşı korunması gereken bir azınlıktan da bahsedilmemektedir.
Alman Anayasası'na giriş metninde "Alman Halkı" ve "Almanlar" ayrıca tanımlamaya gerek duyulmaksızın yer almaktadır. Benzer bir şekilde 1’inci maddeden başlayarak Alman vatandaşlarına yönelik kişisel haklar ve ödevlere ilişkin maddelerde "Tüm Almanlar" ya da "Hiçbir Alman" ifadeleri yer almaktadır. Görüldüğü gibi, Alman Anayasası "Almanya vatandaşı" değil "Alman" demektedir. Ama bizim Anayasa’mız "Türkiye vatandaşı" değil de "Türk" dediği için ırkçılıkla suçlanmaktadır. Alman Anayasası’ndaki "Alman" ifadesi nasıl ki Alman ırkını değil, Alman vatandaşlarını tanımlıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 66’ncı maddesindeki "Türk" ifadesi de Türk vatandaşlığını tanımlamaktadır.
Türkiye'de asıl eleştiri konusu olan da uygulamadır. Uygulamadaki yanlışlıkların düzeltilmesi, demokratikleşme ve toplumsal barış açısından önemlidir. Ancak bunun Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 66’ncı maddesinin değiştirilerek yapılabileceğini iddia etmek ve yukarıda örnekleri verilen ülke anayasalarında benzeri olmayan "Türkiyeli", "Türkiye Halkı", ve benzeri ifadeleri anayasaya sokmaya çalışmak yanlıştır, hatadır, kasıtlıdır.
"Türk" kavramı ülkede yaşayan halklardan biri değil, hepsini kucaklayan, kuşatan siyasi ve kültürel bir kavramdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin "millî devlet" yapısının değiştirilmesi veya bir başka deyişle "Türk karakterinin" silinmesi için “demokratikleşme” adı altında güçlü bir retorik kullanılmaktadır.
Vatandaşlar arasında çok kültürlülük, dil, din, ırk ya da kültürel sebeplerle, farklılıkların olduğu esasını kabul eden bir anayasa düzenlemesi yapılması demek, cumhuriyetin en büyük projelerinden birisi olan "millî devlet" anlayışının da bertaraf edilmesi demektir ki bu asla kabul edilebilecek bir şey değildir.
Laiklik ilkesi özgürlük boyutu ile ele alınmalı, din ve devlet işlerinin ayrılığının yanı sıra, din hürriyeti boyutu da anayasa ile korunmalıdır. Ayrıca devletin dinler ve inançlar tarafsızlığı da garanti altına alınmalıdır.
Din kültürü eğitimi konusunda mevcut Anayasa’daki düzenlemenin benimsenmesi, ancak din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin çoğulcu bir içeriğe kavuşturulması gerekir. Din eğitimi ve öğretiminin ise ilk ve ortaöğretim okullarında isteğe bağlı olarak yapılması sağlanmalıdır.
Din kültürü, kültürlü olan herkes için gerekli olan dinî bilgilerin tamamı olarak ifade edilebilir. Bir anlamda genel kültür kapsamında olması gerekli olan din kültürü dersinin, mevcut Anayasa’daki düzenlemede olduğu gibi, herkes için zorunlu olması isabetli olacaktır. Başka bir deyişle devletin, ilk ve ortaöğretimde öğrenciler arasında herhangi bir ayrım yapmadan bütün öğrencilere din kültürü dersini vermesi bir zorunluluk olarak kalmalıdır. Zorunlu din kültürü dersinin içeriğinin tespitinde belli bir dine, mezhebe ve bu dine mensup kişiler nazara alınmamalı, genel anlamda genel kültür boyutunda dinî bilgiler verilmelidir. Başka bir anlatımla, bütün kutsal dinlerin ana akidelerinin dersin kapsamı içinde kalması gerektiği gibi, diğer inanışlar hakkında da öğrencilere bilgiler verilmelidir.
Devlet Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim yapamaz. Ancak özel eğitim kurumları, mahallî nitelikli lehçe ve dil öğretimi yapabilirler. Yine devlet yabancı dille eğitim anlayışından vazgeçip yabancı dil öğretimini önemle benimsemelidir.
1982 Anayasası'nın 3, 42 ve 174’üncü maddeleri uyarınca, ülkede Türkçeden başka dilin resmî dil olarak kabul edilmesi ve ana dil olarak eğitim dili hâline getirilmesi mümkün değildir. Anayasanın 3’üncü maddesinde, Türkiye devletinin ülkesi ve milletiyle bir bütün olduğu ve dilinin Türkçe olduğu belirtilmektedir. Buradan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki idarenin tüm iş ve işlemlerinde kullanılacak dilin Türkçe olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir.
1982 Anayasası’nın 3’üncü maddesindeki “Devletin dili Türkçedir.” yerine son zamanlarda malum çevrelerin ve etnik bölücülerin bile bu ifade yerine "Resmî dili Türkçedir." ifadesini tercih etmeleri boşuna değildir. Çok büyük fark yokmuş, önemsiz bir değişiklik gibi görünse de “devletin dili” kavramı yerine “resmî dil” kavramının konulmasını isteyenlerin maksadı, ana dil gibi başka ayrımları gündeme getirmektir. Bu tip ayrıntıların ise toplumu ayrıştıracağı, dil ile başlayan bu ayrışmanın zamanla kültür, tarih gibi ortak başka değerler üzerinden devam edeceği muhakkaktır.
Türkçe, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sadece resmî dili değil, aynı zamanda Türk vatandaşlarının eğitim ve öğretim dilidir.
Her ne kadar Lozan Antlaşması ile tanınanlar haricinde azınlık bulunmamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti kültürel haklar konusunda çoğulcu bir politika izlemiştir. Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeleri kullanma konusunda yasal ve idari düzenlemeler yapılmıştır. Bu kapsamda çıkarılan yönetmelik ile özel dil kurslarının açılmasına izin verilmiştir. Bahse konu dillerde radyo ve TV yayıncılığına izin veren yasa gereği TRT'de yirmi dört saat Kürtçe yayın yapılmaktadır. Söz konusu yayınlar kamu kaynakları kullanılarak yapıldığından kamu yararının gözetilmesi dikkate alınması gerekir. Bu kapsamda, TRT 6'nın Anayasa’ya uygunluğu tartışmalıdır.
Ülkemizde vatandaşların mahallî dil ve lehçelerinin devletin resmî kurumları dışında, özel eğitim kurumlarınca öğretilmesinde hiçbir engel yoktur. Burada önemli olan kamu güç ve kaynaklarının bu yönde kullanılmamasıdır. Devlet tüm sosyal gruplara eşit yaklaşımla aynı mesafede olmalıdır.
Türkçe, dünyada en çok konuşulan dillerden biridir. Türkiye'de dünya dili olarak Türkçe birleştirici bir ortak paydadır. Aksi bir eğitim, çalışma hayatı dâhil birçok alanda fırsat eşitsizliklerine sebep olabilir. Devletin Türkçemizin gelişmesi ve dünyada yaygınlaşması için gereken tedbirleri alacağına ilişkin bir düzenlemeye yer verilmelidir.
Anayasa'nın 10’uncu maddesinin üçüncü fıkrasında, şehit ailelerine pozitif ayrımcılık kapsamında ayrıcalıklar tanınacağı hükme bağlanmıştır. Bizim esas konumuz da bunu içermektedir. Bu düzenleme eksik ve yetersiz bir düzenlemedir. Şehit ailelerine pozitif ayrımcılık tanıyan bu hüküm ayrı bir madde başlığı altında ve daha kapsamlı bir şekilde düzenlenmelidir. Yapılacak bu düzenleme ile yasama organının bu hüküm kapsamında ilgili kanunları ivedilikle çıkartacağı ve kamu kurum ve kuruluşlarının bu hüküm kapsamında ivedilikle bu hükmün gereklerini yerine getireceği açık bir şekilde belirtilmelidir
Burada müsaade ederseniz bazı rahatsız olduğumuz bir konu, 10’uncu maddenin bir paragrafında yer almıştır bu pozitif ayrımcılık. Yeni anayasada, tamamen müstakil bir madde olarak belirtilmesi, bunun içerisinde gerekli hak ve özgürlüklerimizin tanınması gerekir.
Burada ben, birkaç tane rahatsız olduğumuz konuyu müsaade ederseniz anlatmak istiyorum.
Temel hak ve özgürlüklerin anayasa yargısı yoluyla etkin bir şekilde korunmasını sağlamak amacıyla Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu muhafaza edilmelidir. Bireysel başvuruya konu olacak hak ve hürriyetler belirlenirken uluslararası anlaşmalara atıf yapılmamalı, doğrudan ilgili anayasa maddelerine atıf yapılmalıdır.
Bizim şehit ve gazi ailelerimizin son zamanlarda rahatsız olduğumuz konulardan birisi de şehitlik ve gazilik tanımının kanunlarımızda maalesef tanımı yoktur. Şehit kime denir, gazi kime nedir? Bu, Meydan Larousse gibi dergilerden öğrenilmektedir. Bunun bizim kendi kanunlarımızda yer almasını arz ve talep etmekteyiz.
Şehit ve gazi ailelerinin kurmuş olduğu derneklerin kamu yararında değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü bizim çocuklarımız kamu yararı hizmeti yaparken şehit olmuşlardır, gazi olmuşlardır. Kamudan uzak hizmet verenler maalesef kamu yararına alınıyor, kamu yararı yaparken hayatını kaybeden, uzvunu kaybeden kişiler kamu yararına alınmamaktadır, bunun da dikkate alınmasını istiyoruz.
Bir başka konu, şehit ve gazi ismi kullanılarak tabela dernekleri kurulup halk nitelikli olarak dolandırılmaktadır. Bunların önlenmesi, hiç şehitlikle, gazilikle ilgisi olmayan kişiler tabela dernekler kurup “şehit ailelerine yardım” adı altında ellerinde makbuzlarla dükkân dükkân, kapı kapı, site site gezip şehit ailelerine yardım diye para toplamaktadır. Sanki şehit ailesine devleti sahip çıkamıyor da ne olduğu belirsiz kişilerin kucağına itilmiş gibi şehit ailelerinin onur ve gururuyla oynanmaktadır. Bu da bizi son derece rahatsız etmektedir.
Bir başka konu da son zamanlarda dinimizde şehit kime denir, gazi kime denir, bellidir. Burada, kaçakçılık yapan, devlete ihanet eden, Türk Bayrağı’nı yakanların, yıkanların, bunlar da son günlerde bazı kesimler tarafından “Şehitlik kavramını genişleteceğiz.” diye bu şekilde şehitlik kavramına alınması bizleri çok rahatsız etmektedir. Devlete hizmet edenle devleti bölmek isteyen, devlete ihanet edenlerin aynı kefede tartılması, biz şehit ailelerini oldukça rahatsız etmektedir.
“Sivil şehitlik” olarak kime şehit denileceği, Kur'an-ı Kerim’de bu şerefe kimlerin nail olacağı belirtilmiştir. “Dini uğruna, bayrağı uğruna ölenlere, onlara ölü demeyiniz, onlar diridirler, siz onları göremezsiniz.” demektedirler. Bu, Kur'an-ı Kerim’imizde vardır fakat yasalarımızda yoktur. Bunun yasalarımızda yer almasını talep ediyoruz. “Sivil şehitlik” diye bir kavram olmaması gerekir. Affınıza sığınarak ben şunu söylemek istiyorum: Hrant Dink’in de şehitlik kavramına alınacağı söylendi. Şehitlik bizim dinimizde Müslümanlara has bir olaydır. Şimdi, sizleri tenzih ederim ama bunu da söylemeden geçemeyeceğim, sizlerin herhangi birisi vefat ettiği zaman Müslümanlığın haricinde herhangi bir dine mensup kişiler sizleri ödüllendirme adı altında vaftiz yapılsa, şu yapılsa, bu yapılsa, sizin aileniz ve kişiler olarak siz razı olur musunuz? Olmazsınız. Hrant Dink, şu anda Ermeni mezarlığında yatmaktadır. Belki bu söylem Ermeni camiasını üzmüş müdür, sevindirmiş midir, onu bilemeyiz ama herhâlde hiçbir Müslüman’ın kendi dininin haricinde başka bir şekilde ödüllendirilmesine en azından kendisi haberdar olmaz da ailesinin razı olmayacağını biz biliyoruz ve tahmin ediyoruz.
Onun için, ülkeye ihanet edenlerle, kaçakçılık yapanlara ödenen tazminatlar, normalde şehit ailesine ödenen tazminatın 3 katına yakınıdır. Bu da bizi rahatsız etmektedir. Bu tazminat, bu verilen haklar, şehit ailesinde çok büyük sıkıntı yaratmıştır, çok büyük üzüntü yaratmıştır. Birisi ülke hizmeti yaparken, devletine doktor raporuyla sapasağlam gelip de bu şekilde bu ölüm olayını da kendi seçmediğine göre, vatandaş orada uzvunu bırakmıştır, canını bırakmıştır, onunla ülkeye ihanet edeni aynı kefede tartmak, aynı kategoride değerlendirmek, aynı hakları ona da sağlamak, hatta 3 katını vermek, şehit ailesini ve Türk milletini derinden üzmüştür.
Çok teşekkür ediyorum, bazı arkadaşlarımın da sözleri vardır, onlar da söylemlerini yapabilirler efendim.
ÇANKIRI ŞEHİT VE GAZİ AİLELERİ DERNEĞİ BAŞKANI YÜKSEL TEKE – Kıymetli Komisyon üyeleri, Sayın Başkanımız Hamit Köse esasında bizim tüm düşünce ve fikirlerimizi sizlere aktardı. Ben, Çankırı Şehit Aileleri Derneği Başkanıyım, kendim de emekli astsubayım, Güneydoğu gazisiyim. 1993 yılında Diyarbakır Kulp ilçesinde timimle çıkmış olduğum bir çatışmada yaralanarak malulen emekli oldum.
Çalışmalarınızı basından takip ediyoruz, gerçekten ülkemiz için iyi şeyler olacağına inanıyoruz. Esasında Sayın Başkanım gerçekten çok güzel konulara değindi. Ben de kısaca bazı notlar aldım, onları sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki Komisyonumuzun dışında olan bazı görüş ve cümleler, bundan dolayı da affınızı istiyorum.
Üç yıla yakın Diyarbakır Merkez ve ilçeleri olan Ergani, Dicle, Hani, Kulp, Silvan, Hazro ve Maden'de sayısız operasyonlara katıldım. Saat ve mesai mefhumu tanımadan timimde bulunan 14 vatan evladı ile birlikte ülkemizin bölünmez bütünlüğü, bölgede yaşayan vatandaşlarımızın huzur ve güvenliği, onları hainlerin saldırılarından korumak için en değerli varlıklarımız olan ailelerimiz, eş ve çocuklarımızı memleketimizde önce Allah’a sonra da anne ve babalarımıza emanet edip bölgede göreve başladım. Bölgede görev yapığım üç yıl boyunca timimden 10’a yakın vatan evladı hayatlarının baharında şehadet şerbetini içti. Bir o kadarı da sakatlanarak bölgeden ayrıldı.
Amaç ne idi? Vatan aşkı, vatan sevgisi, vatan görevi, şehit ve gazi olma arzu ve isteği idi. Çoğu da bu uğurda amacına ulaştı. Güneydoğu’yu yaşayan, gören, orada ikamet eden bilir, o bölgede yaşamak gerçekten çok zordur. Bölgede görev yapan asker, polis, güvenlik güçleri, öğretmen, imam, doktor, kamu görevlileri, en önemlisi de bölgede ikamet etmek zorunda olan vatandaşlarımız bu sıkıntıyı yaşamakta idi.
Bölgede yaşanan bu sıkıntıların sebepleri olarak:
1) Bölgenin coğrafi yapısı deniliyor.
2) Zamanında yapılamayan veya hainler tarafından engellenen yatırımlar sonucu geri kalınmışlık deniliyor.
3) Eğitimsizlik ve cahillik deniliyor,
4) Dış güçler deniliyor.
Acaba gerçekten teşhis doğru veya tam konulmuş mudur? Hastaya konulan teşhis doğru olursa tedavi de doğru olur inancını taşımaktayım.
Ülkemizde yaşanan terör belası tüm mücadelelere rağmen 1984 yılında başlayarak 2012 yılına kadar gelmiştir. Demek ki hastaya konulan teşhis yanlıştır.
Çözüm olarak:
1) Terörle mücadelenin sadece TSK ve emniyet güçleri ile çözülemeyeceği, yani öldürmekle bitmeyeceği, topyekûn bir mücadele gerektirdiği, kararlı ve azimli bir irade, Hükûmetin de vereceği tam destek ile terörle mücadele sürdürülmelidir.
2) Bölgede yaşanmakta olan ağalık ve aşiretlik sistemine son verilmeli veya engellenmelidir.
3) Bölge halkına devletin gücü hissettirilip, dinî ve manevi konular üzerinde yoğunlaşarak tekrar kazanımları sağlanmalıdır.
4) Bölgede cansiperane görev yapan fedakâr ve cefakâr kahraman personele görev esnasında ve ölümü veya sakatlığı esnasında, kendisine ve ailesine devletin her türlü imkânı sunularak sahip çıkılacağı kanaati ve güveni oluşturulmalıdır.
5) Ülkemizde yaşanmakta olan PKK terörü ve terör belası sadece asker, polisin sorunu olmayıp 73 milyonun sorun ve davası olmalıdır.
Kıymetli üyeler, bir gazi olarak beni ve arkadaşlarımı derinden üzen bir konu da şehit ve gaziler üzerinden siyaset yapmak, bizler üzerinden getirim elde etme arzu ve isteğidir.
Mesela 2011 Haziran ayındaki referandumda, şehit aileleri ve gazilerle birlikte yaşlı, özürlü ve çocuklara da pozitif ayrımcılık hakkı tanındı. Böyle bir düzenleme yapılacak ise bizlerin isimlerini kullanmadan veya ayrı ayrı madde düzenlemesi yapılabilirdi. Ayrıca bu zamana kadar şehit ve gazilere verilen haklara hiç itiraz eden oldu mu ki böyle bir düzenleme yapıldı.
Yine, son günlerde yapılan bir düzenleme ile şehit ve gazilerin haklarında genişleme yapıldı derken “sivil şehitlik” kavramı ve terörden zarar gören sivil vatandaşlarla ilgili bir düzenleme yapıldı. Burada da şehit ve gazilerin adı ön plana çıktı.
Teröristin, kaçakçının, bölücünün insan hakları var da bizzat olayın içinde olan, canını ve bedeninin bir parçasını vatana feda eden şehitlerin ve gazilerin insan hakları yok mu? Hiç mi hakları gasbedilmedi? Bu kahramanların yaşama hakları yok mu idi? Binlerce eş kocasız, bir o kadarı da çocuk babasız kaldı. Bu insanlar ne yapar, ne yer, durumları nedir, hiç düşünülüyor mu acaba? Belki “Evet.” diyeceksiniz ama hiç de öyle değil.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
ŞEHİT AİLELERİ FEDERASYONU BAŞKANI HAMİT KÖSE – Sayın Başkanım, ben bir konuyu daha belirtmek istiyorum. Tabii biz isteriz ki bir karıncanın dahi incinmemesini. Görevleri icabı Suriye’ye giden 2 tane gazetecimizin kayıplarının gündeme getirilmesi. Ondan aylarca önce 1 tane doktor üsteğmen, astsubay, uzman çavuş, hemşire beş altı aydır kayıp, ne basında ne Parlamentoda, hiçbir yerde yer almıyor. Bunlar neticede devletimizin, sizlerin emirleri gereği terörle mücadele ederken bunlar kaybolmuşlardır. Bunların da devamlı takip edilerek aranmasını talep etmekteyiz efendim.
ŞANLIURFA ŞEHİT AİLELERİ DERNEĞİ BAŞKANI MEHMET YAVUZ – Malum Başkanımız her şeyi gündeme getirdi de bizim de eksik tarafları söylememiz gerekiyor. Şimdi, şehit aileleri genelde yoksul kesimden kaynaklanıyor, özellikle bölgemde. Şimdi, bunların çocukları şehit olurken genelde hep mahkeme yollarıyla haklarını arıyorlar. Bunun mahkeme yoluyla değil de bütün şehitlerin aynı şeyde olması gerekiyor yani terör olduğu zaman bütün haklar alınabiliyor ama trafik kazasıymış, eğitim zayiatıymış, şöyle böyle konularda mahkeme yoluyla ancak haklarını alabiliyorlar. Ama diğer taraftan mesela Uludere’deki vatandaşlarımıza baktığımız zaman, devletin kendisi peşine düştü, tazminatını bizzat kendisi veriyor. Bunların şehit ailelerine de -sonuçta Uludere’dekiler de bizim vatandaşımızdır, eğer bir sıkıntıları varsa verilsin ama- bu konuda aynı şeyi uygulamaları gerekiyor.