Yalnız anayasada sadece vesayetçi kurumlar dediğimizde, askerî olanlar yok, onun dışında başka hususlar da var. Mesela, biz anayasada Devlet Denetleme Kurulu, Yükseköğretim Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların bulunmaması gerektiğini düşünüyoruz yani gerekçemiz açık, anayasa, devlet organlarının, bunlar da yasama, yürütme, yargıdır, oluşumu, görevleri, yetkileri ve birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen hukuk metinleridir. Dolayısıyla, Yükseköğretim Kurulunun, RTÜK’ün, Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun veya Diyanet İşleri Başkanlığının anayasada bulunmasının bir anlamı yoktur. Bunlar, çok değişik boyutlarıyla birlikte, ideolojik bir devletin özellikle olağanüstü olarak nitelendirebileceğimiz dönemlerde değişik argümanlarını üreten kurumlar şeklinde karşımıza çıkıyor. Yine bir diğer önemli nokta da şu: Devrim kanunlarına da yeni anayasada yer verilmemesinin isabetli olacağı kanaatindeyiz. 1920’li yıllarda çıkmış olan kanunlar, o dönemlerde çok önemli işlevler yerine getirmiş olabilirler ancak hâlen anayasanın üstünlüğünü savunduğumuz bir dönemde bunların anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini düşünmek bize çok isabetli gelmiyor. O nedenle, bunların anayasadan çıkarılmasının fevkalade yerinde olacağını savunuyoruz.
Bir diğer nokta şu tam demokrasinin tesisi açısından: Anayasada yerinden yönetime ağırlık verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yerinden yönetim, Türkiye’de belli ölçüde vardır ancak yerinden yönetime daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yalnız biz yerinden yönetimden bahsederken bunun idari yerinden yönetim olacağını öneriyoruz, siyasi yerinden yönetim yani egemenlikten kaynaklanan yetkileri kullanan birimler düşünmüyoruz. Sadece bazı noktalarda, o da vergi koyma, yerel vergiler koyma noktasında öyle bir önerimiz var. Onun dışında, üniter devletin içerisinde ama yerinden yönetime gerçekten ağırlık vermek. Hatta, şunu söylüyoruz: Merkezî idarenin yerine getireceği görevler sayma yoluyla belirtilmeli yani merkezî yönetim istisna olmalı, yerinden yönetim esas olmalıdır. Söz gelimi, kolluk, yurt savunması, adalet gibi hizmetler merkezî idare tarafından yerine getirilebilir, bayındırlık, sağlık, eğitim gibi hizmetler yerinden yönetim esasına göre yerine getirilebilir, böyle bir önerimiz var. Yerinden yönetime ağırlık verilmesi ne tür bir katkı sağlayacaktır? Yerinden yönetime ağırlık verilmesi, halka yönelik güveni sağlayacak temel bir argümandır, öyle bir düşüncemiz var.
Bir diğer önemli nokta şu: Olağanüstü hâl rejiminin, daha doğrusu olağanüstü yönetim usullerinin gerçekten geçici bir dönem olarak düşünülmesini istiyoruz yeni anayasada ve o şekilde formüle edilmesini istiyoruz ve olağanüstü dönemlerde Türkiye’de çok ciddi husus ihlallerinin olduğunu biliyoruz. O nedenle, bir de Türkiye’de olağanüstü yönetim usullerinin hemen hemen cumhuriyetin yarıya yakın bir döneminde yurdun tamamında veya bir kısmında uygulanmakta olduğunu da biliyoruz. O nedenle, yeni anayasada bunun baştan sona yeniden kurgulanarak düzenlenmesini savunuyoruz. Bir kere, yeni anayasada olağanüstü yönetim usulü olarak sıkıyönetime yer verilmemesinin isabetli olacağını savunuyoruz. Olağanüstü hâlle birlikte bu işi halletmek mümkündür. Olağanüstü hâllerde evet idarenin, yürütmenin çok güçlü yetkileri yine olacaktır, temel hak ve hürriyetleri askıya alma eğer gerekiyorsa yine mümkün olacaktır ama sıkıyönetim, bir, bir kere Türkiye’de çağrıştırdığı hukuk dışılık algısı nedeniyle; iki, sıkıyönetim döneminde kolluk yetkilerinin askerî makamlara geçmesi, sıkıyönetim askerî mahkemelerinin gündeme gelmesi nedeniyle bazı ciddi sıkıntılar karşımıza çıkarabilir. O nedenle, yeni anayasada sıkıyönetime yer verilmemesinin isabetli olacağını düşünüyoruz.
Temel hak ve hürriyetlerin durdurulması noktasında, 82 Anayasası’nın 15’inci maddesindeki gibi bir ibarenin olmaması gerektiğini düşünüyoruz çünkü orada şöyle diyor: “Bu dönemlerde Anayasa’da öngörülen tedbirlere aykırı hareket edilebilir.” Cümleyi çok net ifade edemedim yani bir anayasada işte bunlara aykırı hareket edilebilir gibi bir ifade çok şık olmaz. O nedenle evet, olağanüstü dönemlerde tabii ki gerekiyorsa ölçülü olmak şartıyla, milletlerarası hukuktan doğan yükümlükleri ihlal etmemek şartıyla, temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını, askıya alınmasını yine biz de öneriyoruz ancak önemli bir nokta şu: Sert çekirdek haklar kategorisi olarak nitelendirilen yani hiç kimsenin dokunamayacağı haklar kategorisi olarak nitelendirilen olağanüstü dönemde dahi, o hak kategorisinin biz dar olduğunu düşünüyoruz. 82 Anayasası’ndaki 15’inci madde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15’inci maddesi gibidir ama dardır. Dolayısıyla, buraya bazı yeni sert çekirdek hakların eklenmesini öneriyoruz, hak arama özgürlüğü, ayrımcılık yasağı, tabii hâkim güvencesi ve din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili olan güvenceler ki din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili olan güvenceler, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin içerisinde yer alıyorlar.
Bir diğer önemli nokta tam demokrasinin tesisi açısından, siyasi partiler. Biraz hızlı geçeyim. Siyasi partilerle ilgili Türkiye’de çok ciddi yasaklama rejimi vardır ve bu yasaklama rejiminin Türkiye’de çok sesliliği, çoğulculuğu önemli ölçüde zedelediğini söylemek mümkün, en azından bizim kanaatimiz o şekilde ve siyasi partilerin yasaklama nedenlerinin yeni anayasada Venedik Komisyonunun belirlemiş olduğu kriterler çerçevesinde şiddeti teşvik etmemek, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını savunmamak koşuluyla siyasi partilerin her türlü faaliyetinin anayasal güvence altında olduğu şeklinde düzenlenmesinin isabetli olacağını düşünüyoruz. Bu süreçte bazı teferruat önerilerimiz var, onlara şimdilik girmiyorum.
Kapatma davası açılmasının bir yetkili siyasi makamın iznine bağlanmasının yani sadece tek başına resen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından kullanılmamasının daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Bunu özellikle Türkiye’de bugüne kadar açılan kapatma davalarından hareketle çok rahat bir şekilde öneriyoruz. Bir de Avrupa’da, söz gelimi Federal Almanya’da açılan kapatma davalarında bir siyasi organ izni olduğu için çok rahat bir şekilde hemen söyleyebiliyoruz. Aynı şekilde Venedik Komisyonunun da bu şekilde önerisi vardır, bir siyasi makamın iznine bağlı olarak bunun, bu kapatma davası açılmasının kullanılmasının daha isabetli olacağı koşulu.
daha isabetli olacağı koşulu.
Seçme ve seçilme hakkı konusunda şöyle radikal bir önerimiz vardır: On sekiz yaşını doldurmuş olmak koşuluyla hem seçme hem de seçilme ve siyasi partilere üye olma, her türlü siyasi faaliyette bulunma hakkını savunuyoruz.
Yüksek Seçim Kurulunun oluşumunu daha farklı bir şekilde yapılandırmak istiyoruz; 3 üyesinin Yargıtay, 2 üyesinin Danıştay, 3’ü sosyal bilimler alanında çalışan öğretim üyesi olmak üzere 8 üyeyle ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partilerin temsilcileriyle birlikte yeni bir yapılandırma öneriyoruz. Yani sadece Yargıtay ve Danıştaydan gelen üyeleri değil, Türkiye Büyük Millet Meclisinin seçeceği akademisyenler, bir de Mecliste grup hâlinde temsil edilen partilerin 1 temsilcisiyle birlikte ve kararlarına karşı da Anayasa Mahkemesine başvuru yolunu öneriyoruz.
ATİLLA KART (Konya) – Hocam, taparlarsanız lütfen.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – Evet.
Son şey, daha doğrusu bu ayaklar -hemen hemen dört ayak bitti- çoğulculuk ve çok kültürlülük, bununla ilgili de vatandaşlık konusunda, anayasada vatandaşlıkla ilgili hiçbir hüküm yer almayabilir, böyle bir önerimiz var. Eğer yer alacaksa, burada da etnik kökene, dine, mezhebe ve benzeri hususlara vurgu yapmayan bir ifadenin daha isabetli olacağını düşünüyoruz. Ana dil eğitimi ve ana dilde eğitim konusunda bunların sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.
Anayasa'nın başlangıç metni kısa bir başlangıç metni. İnsan haklarına, insan onuruna, halkın devlet yönetimindeki belirleyiciliğine, evrensel barış idealine, doğanın dengesini korumaya yönelik açık vurgular öneriyoruz.
Bir de hükûmet sistemiyle ilgili de klasik parlamenter rejim öneriyoruz. Fakat biz hükûmet sistemini, Stratejik Düşünce Enstitüsü olarak, Türkiye'nin Anayasa sorunu bağlamında öncelikli sorunları arasında görmüyoruz. Cumhurbaşkanının sembolik yetkilere sahip ve sorumsuz ama yine de halk tarafından seçilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Asıl yetkinin hükûmette ve dolayısıyla sorumluluğun da yine hükûmette olmasının demokratik rejim açısından daha uygun bir formülasyon olduğunu düşünüyoruz.
Son nokta, anayasada hiçbir surette değiştirilemez maddeye yer verilmemesini öneriyoruz.
Teşekkür ederiz.
ATİLLA KART (Konya) – Evet, biz teşekkür ediyoruz değerli arkadaşlarımız.
Çalışmalarınız için gerçekten teşekkür ediyoruz. Elbette bunları değerlendireceğiz, göz önüne alacağız.
Sizin sorunuz var mı Oktay Bey?
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Siz buyurun.
ATİLLA KART (Konya) – Ben, bir iki konuyu, Türkiye pratiğinde biraz açmak gerekir diye düşünüyorum.
Tabii, açıklamanızdan, parlamenter sisteme ağırlık vermek düşüncesinde olduğunuzu anlıyorum. Burada, bir de Türkiye pratiği yani şu anda halkoyuyla gelen bir Cumhurbaşkanı, bir başbakanlık, buna karşılık Cumhurbaşkanının anayasal ve yasal sorumluluğunun olmaması, bunun sistemde yaratacağı kompleks yetkilerinin devam etmesi aynı şekilde.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – Mevcut durumdan bahsediyorum.
ATİLLA KART (Konya) – Evet, bunu, ben çok özür dileyerek ifade ediyorum yani bakıyorum, işte Anayasa konusunda ciddi çalışmalar yapan kişiler, kurumlar Türkiye pratiğine her nedense temas etmek istemiyorlar. Bunları konuşmamız gerekiyor, işte bunlar için bu zeminler var. Bunları biraz daha somut olarak konuşmamız gerekiyor, değerlendirmemiz gerekiyor. Bunun artısı, eksisi size göre nedir? Birinci o.
İkincisi: İnsan onuru kavramı. Tamam, kabul, bu da çok egemen bir kavram. Burada da yani bu noktada zaten bence bir ihtilaf olmaz, olamaz ama burada şunu açmak gerekiyor diye düşünüyorum: Temel hak ve özgürlükler, burada da bir tartışma yok. İnanç odaklı ya da etnik odaklı insan hakkı kavramı, bunu biraz değerlendirirseniz memnun olurum.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – Şimdi, hükûmet sistemi konusunda 2007 öncesinde de gerçekten ciddi problemler vardı. 2007 değişikliğinden sonra daha ciddi problemler ortaya çıkmıştır, size katılıyorum bu konuda. Biz, zaten bunu raporumuzda belirtiyoruz ama süre sınırından dolayı buna değinemedim ama önerimiz şu: Biz, Türkiye pratiğini de göz önünde bulundurarak başkanlık rejimi gibi bir modele geçilmesinin isabetli olmayacağını savunuyoruz; bu bir.
İki: Cumhurbaşkanının güçlü yetkileriyle birlikte yeni anayasada olmasının yine sorunlara yol açacağını düşünüyoruz çünkü yürütmede iki yetkili olan kanadın çok isabetli bir şekilde sonuç vermeyeceğini düşünüyoruz. Peki ne öneriyoruz? Şunu öneriyoruz: Cumhurbaşkanının sembolik yetkilere sahip ve sorumsuz, hükûmetin yetkili ve sorumlu olması. Fakat aynı zamanda şunu da öneriyoruz: Klasik parlamenter rejimden de bu yönüyle birlikte ayrılıyoruz, cumhurbaşkanının yine de doğrudan halk tarafından seçilmesi. Biz, bunu niye öneriyoruz? Biz, bunu şunun için öneriyoruz: Türkiye'de 1961 Anayasası’ndan bu yana Parlamentonun Cumhurbaşkanlığı seçiminde çok ciddi krizlerle karşılaştık. Bu, 1961’de Cemal Gürsel’in seçiminde karşımıza çıkmıştır, 1973’te Fahri Korutürk’ün seçimi sürecinde karşımıza çıkmıştır, 1980’de Cumhurbaşkanının altı aylık bir süre içerisinde seçilememesi biçiminde karşımıza çıkmıştır. 82, bu noktada güzel bir hüküm getirmişti esasında fakat o güzel hükmü 367 kararıyla birlikte Anayasa Mahkemesi bir anlamda uygulanamaz hâle dönüştürünce, neticede, bir tepki olarak -bir tepkidir gerçekten, bunu belirtmek lazım- Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi biçiminde bir Anayasa değişikliği yapılmıştır ve bu Anayasa değişikliği halk tarafından da yüzde 60’ın üzerinde bir oyla kabul edilmiştir. Dolayısıyla, bugün gelinen noktada, biz şahsen, halkın yüzde 60’ından daha büyük bir çoğunluğunun böyle bir karar verdikten sonra tekrar eski metne dönülmesinin çok isabetli olmayacağı kanaatindeyiz; bir.
İkincisi, şu sorulabilir: Efendim, halkın oyuyla göreve gelen bir Cumhurbaşkanı sembolik yetkilerle birlikte idare edebilir mi? Bunu biliyorsa, önceden belliyse idare etmek zorundadır. İzlanda, Portekiz, Avusturya ve benzeri bazı ülke örneklerinde bu karşımıza çıkıyor. Belki de bu biçimdeki cumhurbaşkanları daha fazla hakem rolünde olabileceklerdir. O nedenle, bizim kanaatimiz bu şekilde ama klasik parlamenter rejim ki Türkiye'nin deneyimi var bu noktada, ondan faydalanılması gerektiğini düşünüyoruz.
İkinci sorunuza gelirsek, insan onurundan hareketle inanç odaklı ve etnik odak. Biz, 1982 Anayasası’nın insan hakları noktasındaki temel sorunlarından birisinin çoğulculuğu değil tek sesliliği, tek tipliği egemen almasından, daha doğrusu model olarak almasından kaynaklandığı kanaatindeyiz. O nedenle, inanç noktasında olsun, etnik sorunlar noktasında olsun, çoğulculuğun esas alınmasının hiçbir sıkıntı doğurmayacağı kanaatindeyiz. Aksine, söz gelimi ana dilde eğitim ve benzeri haklar açısından olsun, inanç bağlamında düşündüğünüzde Alevilerin hakları açısından olsun veya işte Müslümanların hakları, din dersi ve benzeri uygulamaları açısından olsun veya başörtüsünün bir anayasal boyutu olduğunu düşünürseniz -ben o kanaatte değilim ama- o açılardan olsun, kişilere daha fazla hakların anayasayla tanınması durumunda, biz, bunları, bu devletin içerisinde bir arada yaşamaya daha fazla sevk edebiliriz. Aksi durumda, bu, daha ziyade sorunları ayrıştırmaya kadar ve sadakat boyutu -ki bu sadakat boyutu tartışılabilir ama- yani devletin bir vatandaşı olma boyutuyla birlikte daha sorunlu bir hâle getirdiği kanaatindeyiz. O nedenle, biz, çok açık bir şekilde, ana dil eğitimi açısından olsun diğer konularda olsun, önerilerimizi yaptık.
ATİLLA KART (Konya) – Teşekkür ediyoruz Hocam.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Hocam, çok teşekkür ediyoruz.
Hangi maddedeydi bilmiyorum, dikkatimi çekti, ordu ve emniyet mensuplarının dışında bütün kurumlara siyasi partilere üye olma hakkını tanıyorsunuz.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – “Ordu ve emniyet mensupları dışında kamu görevlilerinin siyasi partilere üye olması sağlanmalıdır.”
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Buna yargı mensupları da dâhil mi?
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – Esasında onu çok tartıştık biz. Bir kısım arkadaşlar, burada yargı mensuplarının da buna dâhil olması gerektiğini söylediler. Ben, mesela yargı mensuplarının olmasının tarafsızlık açısından sıkıntı doğuracağını düşünüyorum şahsen ama çoğunluğun görüşü bu şekilde olduğu için bunu aynen oraya koyduk.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Şimdi, bu çoğunluğa baktığımız vakit, soyadınız “Hakyemez” ama çok büyük bir kitlenin hakkını yiyorsunuz gibime geliyor. “Türkiyelilik” dediğiniz vakit, ben bir milletin mensubiyetliğini kendim için bir şiar addediyorum. “Anlamsız bir yığın olan halk” olarak ifade edilmeyi istemiyorum. Burada diretirseniz, dayatırsanız benim hakkımı yemiş olmuyor musunuz?
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ ANAYASA ÇALIŞMA GRUBU ÜYESİ PROF. DR. YUSUF ŞEVKİ HAKYEMEZ – Türkiyelilik açısından mı diyorsunuz?
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Evet. Çünkü bakın, bir konuyu daha huzura getireyim, o noktada da düşüncenizi almak istiyorum, vatandaşlık noktasında da. Geçen haftalarda Patrik geldi buraya, bir vatandaşlık tanımı yaptı: “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan, dili, dini, mezhebi ne olursa olsun herkes Türk’tür.” Ve arkasından ekledi: “Türklük, Türk vatandaşlarının birlik ve beraberliğinin yegâne dayanışma kaynağıdır.” diye. Bu konudaki düşüncenizi almak istiyorum.
İkincisi, yine bir hocamız burada ifade etmişti: “Cumhuriyet kurulurken, Osmanlı yıkılırken herkes kendi mensubiyetine yöneldi gitti. Kime mensubiyetlik duyuyor ise Hırvat gitti Hırvat devletine, Arnavut gitti Arnavut devletine, Arap gitti işte kurulmuş Arap devletlerine. Bu topraklar üzerinde kalanlar, Türk milleti ve kendisini ona mensubiyet hissetmekten imtina etmeyenler idi.” Yani burada devlet kurulurken bir kurucular sistemi, kurucular kurulu var, bir kurucular inancı var. Bunun muhafaza edilmesinin bize zararı nedir? Çünkü bu yapı, içerisindeki kendisiyle birlikte yaşama iradesini ortaya koyan herkesi, kendi yaşarken yaşatmış bir yapıdır. Bundan niye rahatsızlık duyalım? Kaldı ki “Ben, bir millete mensubiyetliğimi hiç kimsenin iradesine bırakmak istemiyorum. Bu milletin oluşmasında, bu devletin oluşmasında eğer hakkım, hukukum var ise bunu, birilerinin kendisini ifade etmesi adına, vazgeçilir bir unsur olarak görmek istemiyorum.” diye düşünenler olduğu vakit ne yapacaksınız?
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ BAŞKANI PROF. DR. YASİN AKTAY – Buna ben cevap verebilir miyim?
Teşekkür ederim, gayet güzel bir… Aslında Türkiye'de var olan ve saygı da duyulması gereken belli bir anlayışı çok iyi özetlediniz bence. Fakat bizim bu konudaki düşüncemiz şu: Benim kişisel olarak olsun, bizim burada bulunan Stratejik Düşünce Enstitüsündeki arkadaşların hiçbirisinin “Türklük” kavramından zerre kadar rahatsızlık duyabileceğini düşünemiyoruz bile, öyle bir şey yok. Hatta biz, Türklüğü bir etnisite olarak bile düşünmüyoruz aslında. Tarihsel olarak Türklük bir tür senteze dönüşmüştür, bir etnisite ötesi, Türkiye'de, aslında belki de Osmanlı camiasında “Müslüman insana verilen isim.” anlamına da gelmiştir bir anlamda.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Evet, Avrupalılar da zaman zaman bunu ifade ediyor.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ BAŞKANI PROF. DR. YASİN AKTAY – Lakin, cumhuriyet dönemindeki birtakım yanlış uygulamalar sonucunda “Türklük” kavramı o kuşatıcı anlamından epeyce uzaklaştırılmıştır ve insanları artık kuşatan, insanları içine alan, insanları etnisite ötesi Müslümanlık veyahut da belli bir vatandaşlık tanımında birleştiren bir unsur olmaktan ziyade, belli bir etnisiteye vurgu yaparak, bu etnisiteye vurgu yaparken de başka etnisiteleri de biraz inkâr ederek, biraz dışlayarak, biraz da aşağılayarak kullanılan bir terim hâline gelmiştir. “Millet” kavramı sosyolojik bir kavramdır, belli bir şeyden sonra oluşan ve insanlar arasında sonuçta kabul edilmeye bağlı bir şeydir. Eğer insanlar buna itiraz ediyorsa, siz istediğiniz kadar zihninizde o şeyi taşıyın, bu gayet normal bir şeydir, sizin böyle bir şeye inanıyor olmanız gayet normal bir şeydir ama realiteyle ters düşüyor sonuçta. Realitede şöyle bir durum söz konusu: Sonuçta o “Türklük” kavramının sizin zihninizdeki şey o insanların zihninde olmuyor; olmadığı zaman toplumda bir ihtilaf oluşmuş oluyor demektir. Bu ihtilafı da çözmek lazım. Aslında bizim amacımız, sonuçta, Türkiye toplumunu kuşatacak, Türkiye toplumunu belli bir anlayış çerçevesinde bir arada tutacak bir harç oluşturmanın peşinde olmamız lazım. Sonuçta “Türklük” kavramı, o harcı, şu anda belki kendini Türk hisseden insanlar arasında oluşturuyor ama bütün toplumu kuşatacak şekilde bir harç oluşturmuyor. Biz, o kendini Türk olarak hisseden insanların, o birliktelik içerisinde kendilerini bir arada hissetmelerine asla tabii ki itiraz edemeyiz ama sonuçta bizim derdimiz, bir anayasa yaparken derdimiz, biraz da bütün toplumu düşünmek olmalıdır. Bunu yaparken sadece Türklük için söylemiyoruz, aynı zamanda Alevilik meselesi için düşünüyoruz. Çünkü biz, “Türk toplumunun tamamı aynı şekilde Müslüman bir toplumdur.” derken de bunun bir rahatsızlık veriyor olduğunu bazen hesaba katarak, devletin tamamen etnisite tanımından bağımsız… Sonuçta Türk hisseden -bütün saygımızla- hissetmeye devam etsin. Türk olmadığı hâlde Türk hissetmeye de devam edebilen insanlar vardır. Bundan hiçbir şekilde rahatsızlık hissetmemeye devam eden ve cumhuriyet döneminde kazanmış olduğu anlama da kendini çok fazla bağlı hissetmeden, tam da klasik tarihsel anlamıyla, kültürel anlamıyla o Türklüğe saygı duymaya devam edebilecek Türk olmayan unsurlar da olabilir, bunlar da vardır. Bu sosyoloji, Türkiye'nin realitesi de budur. Biz, bunu da gözeten bir şey yapılması gerektiğini hissediyoruz yani toplumda farklı anlayışların birbirlerine saygısını mutlaka hesaba katmak zorundayız.
Bu, Müslümanlık konusunda da biz, zaman zaman, Türk toplumunu bir arada tutan bir harç olarak düşünüyoruz ama bir bakıyoruz, farklı bir İslami anlayışa sahip başka insanlar buna itiraz edebiliyorlar. Ben, kişisel olarak İslamın bütün toplumu birleştirecek bir harç olması gerektiğini savunduğum ve düşündüğüm hâlde bunun realitede işlemediğini gören bir insan olarak, devletin dinden de arınması gerektiği hususunu dile getiriyoruz.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Yani şu oluyor Hocam: Farklılıkları biraz büyük grupların dışında da düşündüğümüz vakit, işte cemaatler diyelim, biri diğerinin camisinde namaz kılmıyor. Böyle bir noktaya, “tevhit dini” dediğimiz bu din, ayrışmanın kaynaklarından birisi olarak değerlendiriliyor. Onun için, ben -tabii, sizler yetkin insanlarsınız- yani bu konuların biraz daha oluşumunda dış etkenler nelerdir, bunları da dikkate alarak, üretkenliğinizi bu noktada da ortaya koyarsanız, eminim ki bizler için çok daha faydalı olacak. Yani sizler bir meselenin sağını, solunu, altını, üstünü teferruatıyla düşünebilme yeteneğine sahip insanlarsınız. Bu konuda çalışmalarınızı biz takip ediyoruz ama bütün bu gerçekleri ortaya koyarken bir hakkı yememeye özellikle dikkat etmek gerekiyor. Bu devletin bir kurucu unsuru vardır, bu bütününü kuşatmıştır ama küçük beyinler buradan istifade edemeyip de illa da bunu bir ayrımcı olarak kullanmaya kalkışmışlarsa, bunun önünü kesmek varken bunu ortadan kaldırmak tarihe hakarettir, geçmişe hakarettir ve kavlimize sadakatsizliktir diye düşünüyorum ben.
Çok teşekkür ediyorum, her şey için çok teşekkür ediyorum.
ATİLLA KART (Konya) – Açıklamalarınız için teşekkür ediyoruz, sağ olun. Emekleriniz için teşekkür ediyoruz.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ BAŞKANI PROF. DR. YASİN AKTAY – Biz çok teşekkür ediyoruz. Sizden gerçekten bu Anayasa Komisyonu çalışmalarını ilgiyle izliyoruz ve bunun çok da büyük bir sivil toplum unsuru olarak takdirlerimizi sunmak istiyoruz ama beklentilerimizin de çok olduğunu düşünüyoruz.
ATİLLA KART (Konya) – Sorumluluğumuz çok ağır tabii. Biz de bu duyguyla, bu sorumluluk duygusuyla görevimizi Türkiye’yi kucaklayacak şekilde yapmak gayreti içindeyiz.
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ BAŞKANI PROF. DR. YASİN AKTAY – Başarılar diliyoruz.
TÜRK DÜNYASI KADINLARI DOSTLUK VE DAYANIŞMA DERNEĞİ
ATİLLA KART (Konya) – Saygıdeğer konuklar, hepiniz hoş geldiniz.
Anayasa Uzlaşma Komisyonunun 3 No.lu Alt Komisyonu olarak burada görev yapıyoruz. 3 No.lu Alt Komisyonda görev yapan Adalet ve Kalkınma Partisinden üyelerimizin mazeretleri var, Barış ve Demokrasi Partisinden görev yapan arkadaşlarımızın da mazeretleri var. Biz, Milliyetçi Hareket Partisinden Erzurum Milletvekili Oktay Öztürk ve ben, Cumhuriyet Halk Partisini temsilen Konya Milletvekili Atilla Kart, sizlerle birlikte değerlendirmelerimizi yapacağız.
Burada, biz, bu çalışmalarda esas itibarıyla dinleyici konumdayız. Bir tartışmaya girmemiz, karşı tez ileri sürmemiz söz konusu değil. Sizleri dinleyeceğiz, sizlerin görüş ve düşüncelerinizi dinleyeceğiz. Sizler, tek başınıza sunuş yapabileceğiniz gibi arkadaşlarımızla paylaşabilirsiniz, o sizin takdirinizdir.
Buyurun efendim.
TÜRK DÜNYASI KADINLARI DOSTLUK VE DAYANIŞMA DERNEĞİ GENEL BAŞKANI DR. ŞENOL BAL – Türk Dünyası Kadınları Dostluk ve Dayanışma Derneği Genel Merkezi olarak, yönetim kurulları, kültür kurulumuzla ve üyelerimizle bir araya gelerek Anayasa’yla ilgili görüşlerimizi belirlemeye çalıştık. Bu görüşlerimizi belirlerken, neticede, vazgeçilemez ilkelerimizi gerekçeleriyle ortaya koymayı uygun gördük. Bir de Anayasa’da görmek istediğimiz ilkeleri de bugün sizlerle paylaşacağım.