Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek, Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş, kanaat verir ki; nass-ı hadis ile Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir..(18) "
Ve Şamlı Hafızdan rivayet yoluyla iki hatıra:
1- Konyalı Mustafa Demirci rivayetiyle Barla'lı Şamlı Hafız Tevfik'ten naklen mühim haber:
"Birgün Üstad bana: "Kazmayı, Küreği al gideceğiz ” dedi:.Gittik. Bir uçurumun kenarına vardık. Orada "Sırr-ı İnna a'taynayı yazdırmaya başladı.. biz yazarken yağmur geldi. Ben: "Üstadım ıslanacağız” deyince, "öyle mi?” diyerek ellerini iki yana açıp dua etti. Baktım, yağmur etrafımıza yağdığı halde biz ıslanmıyoruz.
Ben Üstada :" Biz sizden korktuk” deyince, Üstad: "Hayır, bu benden değil, hizmet ettiğimiz makamdan geliyor” dedi.
(Son Şahitler-4 Sh:211)
2- Bursalı Sami Pala kanalıyla gelen ve Ali Sarıçam'ın rivayetiyle nakledilen Barlalı, Şamlı Hafız Tevfik merhumun bir hatırası:
“Sene 1961... Daha Nur Câmiasına yeni girmiştim. Barla'da, Üstadımızın vefatının birinci sene-i devriyesi dolayısıyla mevlid okunacakmış. Muzaffer Arslan ile beraber ben de gittim.
Mevlidde olanlardan aklımda kalanlar: Sıddık Süleyman, Şamlı Hafız Tevfik, Hakkı Efendi, Mübarek Süleyman, Sungur, Bayram, Dr. Sadullah, Bekir Berk ve daha çok kalabalık kardeşler vardı. Mevlid bitince kardeşler dağıldı. Yalnız kaldım. Baktım, resmi astsubay elbiseli bir zat, yanında genç kardeşlerle beraber Şamlı Hafız Tevfiğin evini soruyorlar. Bende onlarla beraber gideyim dedim.
Hafız Tevfik ağabey: bizi kabul etti. Kardeşler, sormaya başladı: "Üstadla nasıl tanıştınız? Yazarken Üstadın yanında müsvedde var mı idi? Nasıl söylüyor, siz nasıl yazıyordunuz? V.s.” Şamlı Ağabey, "ben de geleyim (oda)'ya da, yerinde anlatayım” diyerek hep beraber, çınarın ve mescidin yanındaki sofalı odaya gittik.
Merhum Şamlı Hafız Tevfik Ağabey anlatmaya başladı.
"Babam zabit idi. İstanbul'da dedem beni gezdirirken, acâib kıyafetli bir adam gördük. Başında kavuk, ayağında şalvar, belinde kaması vardi. Herkes gibi ben de hayretle bakıyordum. Dedem: "O'na Bediüzzaman derler.” Dedi. Bu şekilde tâ çocukluğumda Üstadı tanımış idim.
Babam vazife ile Şam'a tayin olunca, ailemle beraber bende Şam'a gittim. Orada hafız oldum ve yazıyı öğrendim. Babam orada vefat edince, dedem gelerek beni Barla köyüne getirdi.
Hemen Büyük Cami'ye müezzin tayin oldum. Camiin imamı olan imam efendide Üstadı gıyaben iyi bilirmiş. Üstadın Barla'ya geldiğini ve Yokuşbaşındaki odaya yerleştiğini işitince, İmam efendi, bana: "Ziyaretine gidelim.” dedi. Birkaç defa ziyaret ettik, fakat hiç konuşmuyordu. Yatağı bir tahta ranzada idi. Duvara asılı bir torbada Kur'an-ı Kerim vardı. Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma kederli duruyor ve konuşmuyordu. İmam efendi de O'nun bir derya olduğunu biliyormuş.
"Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mes'ele soralım. Peygamberimiz Mi'rac'a rûhen mi, yoksa bedenen mi gitti, diye soralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk. Yine bize çay verdi. İmam efendi sordu: "Efendim ülema farklı söylüyor. Acaba Mi'rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince Üstad sağa sola baktı. Ve bana "Hafız, yazın var mı?” ben "Güzel yazarım efendim” "Öyleyse, al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk def'a Mi'rac bahsi böyle yazıldı. Tek sayfa olarak tam 35 sayfa yazmışım. Üstad, yazdıklarıma baktı, "Yazın güzelmiş” dedi. "Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.” Ben de "Efendim, ben de tiryakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim.
Üstad, "O zaman, (Besa, arnavut yemini) yapalım. Ben kızınca, sen birşey deme. Sen kızınca, gidip sinekleri dağıtırsın” dedi.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yalvaçlı Muallim Ahmet Galib Keskin Bey'dir. (1900-1940)
Bu zat, Barla'da muallimlik yaparken, Bediüzzaman Hazretleri de oraya gelmiş ve onunla tanışmıştır. Bediüzzamanın ilmine, fazlına, kemaline, takvasına, cihadına hayran kalmış, âşık olmuştu. Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman hakkında Arapça, Farsça ve Türkçe olarak çok güzel ve parlak medhiyeler şiirler, kasideler yazmış. Aynı zamanda Risale-i Nur'un yazılmasında, tebyizin de çok kıymettar hizmetleri sebkat etmiştir. 1935 Eskişehir hapis hadisesinde bulunmuş. Fakat Hazret-i Üstad müdafaalarında onu kurtarmak için Ahmed Galib Bey'in kendisiyle münasebetlerinin çok az olduğunu te'vil ederek ifade etmiş, nihayet Eskişehir hapsinden üç ay sonra, doksan mazlumla birlikte erken tahliye edilenlerle beraber olmuştur.
771
İşte bu zat parlak şiirlerle Risale-i Nur ve Üstad hakkındaki telâkkîlerini şöyle dile getirmiştir: Türkçe bir şüri: (Birkaç mısra'ını alıyoruz)
Adem-i ilm-i hakikattır sözün
Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.
Hazret-i Haktan atay-ı mahzdır.
Neş'e-i Şit-i hüviyettir sözün,
Ders-i hikmetten bütün ulvî beyan,
Misl-i İdris-i pür-hikmettir sözün.
Mevc-i tufan-ı dalâletten siper,
Keşti-i Nuh-u selâmettir sözün,
Vahdetin esrarıni ilân eden
Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün,
Bahş-ı zemzem eyler ehl-i hayrete,
İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.
Hak cemaliyle kemalin gösteren,
Hüsn-ü Yusuf-tan işarettir sözün,
Yokluk içre varlığa kaim olan,
Sabr-ı Eyyüb-u metanettir sözün.
Ehl-i idlalı eden zir ü zeber,
Sanki Harun-u fesahattir sözün,
Asker-i calut-u küfrü mahveden,
Savt-ı Davud-u hilâfettir sözün.
Sed çeker kâfir olan ye'cûclere,
Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.
Mürdeyi ihya, körü bina eder,
Nefha-i İsa-i fıtrattır sözün,
Ahmed'in mi'racını eyler beyan,
Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün,
Hak Tâlâ daima pür-nur ede,
Çünki irfan-ı saadettir sözün,
Ba'sı ba'del mevte kaim hüccetin
Çok aziz mazhariyettir sözün.
Söz değil özdür bütün tibyanınız,
Vech-i Hakk'a hep işarettir sözün.
Lübb-ü lübb-ü ma'rifettir, ma-hasal
Yüz yüze Hakk'a itaattır sözün.
Hep kelamullahi nâtık şerhidir,
Kenz-i i'caz-ı risalettir sözün
Şan-ı Üstad'da ne dersen galiba,
Az ki bir, iman-ı hayrettir sözün..."
Ahmed Galib"(19)
(19) Barla lahikası asdlan S: 97
772
Muallim Ahmed Galib merhumun Türkçe bir şiiri de, Mektubat mecmuası, 28. Mektubun sonlarına doğru kitapta neşredilmiştir. Ehemmiyetine binaen, hem ilk asıllarda hem yeni yazı mektubatlarda Üstad tarafından neşrettirilmiştir. Bu şiirin başında da, Hazret-i Üstad şu cümleyi yazmıştır: "Sözlerin tebyizinde kıymettar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib'in fıkrasıdır."
Bu şiirinden de bir kaç beyit almakla aslına havale ediyoruz:
"Elde Kur'an gibi Burhan-ı hakikat varken,
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir.”
Sözün özdür ey can, tekellüf değil!
Ledün ilminin zübde-i pâkidir.
Bu sümmettedarik tasannuf değil.
Bu bir hikmet-i Nur'u irfandır.
Ki ehvavu lağvu tefelsüf değil.
Müzekki-i nefsu müsafi-i ruh,
Mürebbi-i dildir, Tasavvuf değil.
Ki var ma'nevî, hayrettim Galiba
Beyanım bu yolda tazarruf değil.
Çok işte hak onu muvaffak ede,
Tevafuk, makam-ı tavakkuf değil.
Ahmed Galib" (20)
DÖRDÜNCÜSÜ : Barla'ya bağlı "Bedre" köyünde santral Sabri, Nur iskele me'muru Sabri, Hulusi-i Sani Sabri, Nur iskelesi nazırı Sabri, Hoca Sabri gibi Bediüzzaman Hazretlerinin
iltifatlarına mazhar olmuş Sabri Arseven Efendi'dir. Bu zat 1954 yılında bir trafik kazasında şehid olduğu zaman, onun cenaze namazına Üstad Hazretleri Isparta'dan gelmiş ve namaza bizzat iştirâk etmiştir. Doğumu: 1893 - Vefatı: 1954'dür.
İşte bu zat, Albay Hacı Hulusi Bey'den sonra, bilhassa Barla Lahikası kitabını çok samimi takrizleriyle, arizalarıyla, medihalarıyla tezyin etmiş, âlim, kâmil, fazıl, sadık ve saduk bir zattır. Santrallık vazifesini, özellikle Hazret-i Üstad Kastamonuya gittikten sonra, oradan Isparta'ya gön
(20) Mektubat S:391
773
derilen mektup ve risaleler evvelâ Eğridir yoluyla ona gelir. O da kar-kış demeden, aynı günde bunların bir suretini İslâm köyüne Hafız Ali Efendi'ye ulaştırırdı. Bu yüzden kendisine Hazret-i Üstad tarafından "Santral Sabri" yahut da "Nur İskele Nazırı Sabri" unvanları verilmiştir.
Bu zat Risale-i Nur ve Üstad'ı Bediüzzaman hakkında telâkki ve hissiyatını ifade eden pek çok mektuplar yazmıştır. Biz bütün bunların içinden sadece bir iki nümune almakla iktifa ediyoruz.
Bir mektubunun bir parçası şöyledir:
"Müşrik ve münkirleri mağlub ve ilzam eden ve son sistem malzeme-i cihadiye-i vahdaniyyeyi havî ve cami', kuvvet ve resaneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevahir ve akik bir kal'a-misal olan Otuzuncu Söz'ün istinsahına muvaffak oldum.(21)"
İkinci bir mektubundan: "Sözler namında olan bahr-i muhit-i nurda iki seneyi mütecaviz bir zamandan beri seyr ü seyahatımın semere ve neticesini görüp bilmek hususunda, şimdiye kadar zemin ve zaman müsaid olmadığından sermaye-i ticaretimin ne derecelere çıktığında, daha doğrusu bir ticaret edinebildim mi, yoksa edinemedim mi; mütereddid ve mütehayyir idim. Hamden-lillah bu şehr-i rahmet ve mağfirette, inayet-i Rabbaniye ve muvanet-i peygamberiye ve da'avat-ı üstadaneleri berekâtiyle sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendeganemin yüzde doksan dokuz derece yükseldiğini fehmettim. O menabi-i ilmiye ve temsilât-ı hakikiye, meclislerimi o kadar tezyin ve tenvir etmektedir ki; arz etmekten acizim...
Beşerin pek ziyade ayağını kaydıran şu asırda, gayetle harika ve fevkalhad cihazat ve malzemeyi neşreden Nur fabrikasından her nevi techizatı almak farz olduğunu bilip, her türlü sena, sitayişe bihakkın seza ve Iâyık bulunan ve hiç bir suretle riyava hamli imkânsız olan müessese sahib-i a'zamına ne derecelerde îfay-i şükrân ve arz-ı minnattarî eylesem, yine hakkiyle vazife-i zimmetimi eda etmiş olamıyacağım efendim:
Sabri(22)"
Üstte arz ettiğim veçhile, Sabri Efendi'nin bu takrizleri pek çoktur. Meraklıları Barla Lahikası kitabına havale ederek bu iki kısa nümune ile iktifa ediyoruz.
Merhum Santral Sabri Efendi'nin takrizlerini buraya kaydetmemiz münasebetiyle bir iki hatırasını da bu makamda dercetmeyi münasip gördük.
BİRİNCİ HATIRASI: Biizat Tahirî Mutlu Ağabeyden şöyle dinlemiştik. Tahiri Ağabey de Merhum Santral Sabri'den dinlediğini anlattı:
(21) Barla Lahikası S: 27
(22)Aynı eser, S: 28
774
"Üstadımız Barla'ya geldikten sonra, başlattığı Risale-i Nur te'lifatiyla ve bizlere müşfikane iman dersleri vermesi münasebetiyle bir gün bana demişti ki: "Siz padişah çocukları olduğunuz için, yanıma ders almaya gelmek değil, belki ben sizlere ders vermek için ayağınıza getirildim. Çünki eskide, padişahlar çocuklarını medreseye hocaların yanına göndermiyorlardı. Belki memlekette iyi âlim, iyi üstad kim ise, onları bulur, sarayına götürür, çocuklarını okuttururlardı.
Aynen öyle de, sizler de İslâmiyete büyük hizmetleriniz ve ecdadınızın İslâm bayraktarlığı yapmaları hasebiyle, Cenab-ı Hak sizleri bir padişah çocuğu gibi yanıma ders almaya göndermeyip, belki beni sizin ayağınıza getirerek ders verdirdi.” mealinde dinlemiştik.
İKİNCİ HATIRASI: Santral Sabri Ağabeye Hazret-i Üstad'ın hediye etmiş olduğu bir cübbesinin harika vak'asiyle ilgilidir. Bu rivayet yine Tahirî Ağabey ve Mustafa Sungur Ağabeylerden gelmektedir:
"Bir gün Bedre yakınlarındaki bir korulukta yangın çıkıyor. Sabri Efendi bu alevleri ne yaptıysa söndüremiyor, önliyemiyor. En sonunda aklına bir şey geliyor; Sırtındaki Ustad'ından yadigâr ve hediye olarak bulunan mübarek cübbeyi çıkararak, ateş alevlerine doğru uzatıyor. Dalga dalga yayılmak istidadı gösteren kızıl alevlere böyle sesleniyor: "Yak, işte yakabilirsen! Bu Bediüzzaman'ın cübbesidir. Haydi bakalım yakabilecek misin?" diyerek ateşe doğru mübarek cübbeyi uzatarak ilerliyor.
Az sonra alevler çekilmeye başlıyor ve zaifleniyor ve nihayet yavaş , yavaş sönüp gidiyor.
Bu hadise Hazret-i Üstad’a da intikal etmiş, sevgili Üstad tebessüm ederek, sadık talebesi mübarek Santral Sabri Efendi'ye şöyle demiş: "Keçel-i keçel. Beni orman koruyucusu mu yaptın" diye iltifatlarda bulunmuştur.
775
EĞRİDİR NUR TALEBELERİ(23)
Eğridir denince; hemen insanın aklına Risale-i Nur'un hizmet ve inkişafı bakımından, pek büyük bir hadise gelir. O da Eğridir'de o zaman kıdemli Yüzbaşı İbrahim Hulusi Yahyagil'in Risale-i Nur'a iltihak ve intisabıdır.
Evet, 1927 yılı son ayında, Mardin'in Cezire kazasından Manisa'ya tayini yapılan kıdemli Yüzbaşı İbrahim Hulusi Yahyagil, Manisa'da fazla durdurulmadan bir iki ay kadar sonra, yani 1928'in ilk ayında Eğridir'e tayini çıkar. Eğridir'in dağ talimgâhında kıdemli istihkâm yüzbaşısı olarak vazife alır. Bir sene kadar Eğridir'de kaldıktan sonra, Eğridir'in cami cemaatından meczub Şeyh Mustafa veya Hafız Mustafa vasıtasıyla Risale-i Nurları tanımaya başlar. Ve 14 Nisan 1929'da Şeyh Mustafa ile birlikte Barla'ya birlikte gider. Hayatının son nefesine kadar kendisine imam ve rehber tanıyıp, yoluna baş koyarak, üstad edineceği aziz Üstad' ının ziyaretine ğider. Kıdemli Yüzbaşı İbrahim Hulusi Yahygil'in Hazret-i Üstad'ı bu
ziyaretiyle, Risale-i Nur'a intisab ve iltihakı büyük bir hadise ve Risale-i Nur'a mühim bir kuvvet teşkil etmiştir.
O zamanlar kıdemli yüzbaşı, şimdi âlem-i ahirete göçmüş Emekli Albay Hacı İbrahim Hulusi Bey, Risale-i Nur dairesinde ihlas, sadakat, azm ve sebatta daima birinciliği muhafaza ettiği, aynı zamanda Risale-i Nur'un Mektubat ve Lem'alar mecmuasının ekserisi onun suallerinin cevabları olarak zuhûr ettiği ve tam elli sekiz sene Risale-i Nur dairesine menfaat, bereket, şeref ve meziyetten başka.. İhlas örneği olmaktan ve Nur talebelerinin sair ehl-i iman cemaatleriyle olan uhuvvetlerini te'mine medar merkeziyet teşkil eden büyük bir şahsiyet olarak Nurlara ve Nur cemaatine fayda vermekten gayrı, son nefesine kadar hiç bir zararı, hiç bir tedbirsizliği ve haşa hiç bir taşkınlığı görülmiyen büyük bir insan olduğu ve umum Nur talebelerinin ağabeyisi durumunda bulunduğu için, bu makamda onun kısaca bir hayat tarihçesini kaydetmek yerinde olur. Daha sonra onun Risale-i Nur ve Üstad'ı hakkındaki telâkki ve ihtisaslarını dile getiren yazılı takriz mektuplarından örnekler vereceğiz. Daha sonra da bazı şifahî hatıra ve menkıbeli rivayetlerine geçeceğiz.
(23) Bu tertib ve sıralama Barla merkezinden muhitine doğru uzanan bir sıralamadır. Yoksa talebelik kıdemi ve derecesi sıralaması değildir.
776
İBRAHİM HULUSİ YAHYAGİL'İN KISACA HAYAT TARİHÇESİ
Merhum Hulusi Bey kendi okuduğu Delâil-ül Hayrat kitabının kapağına yazmış olduğu kısacık tarihçe•i hayatından; Ve gerek şahsen dinlediğimiz, gerekse sair kimselerin dinlediği rivayetlerden ve N.Şahiner'in neşrettiği kısımlarından bir karma yaparak kısaca hayat tarihçesini kaydetmek istedik.
Hacı İbrahim Hulusi Yahyagil: Hicri 1313-Rumi 1312-Miladi 1896 senesi Ramazan-ı Şerifınin birinci gecesi teravih namazından sonra, Elaziz'in "Kesrik" köyündeki evlerinde dünyaya gelmiştir.
Babasının adı Mehmed Hüsrev, annesinin adı Nazife'dir.
İlk tahsilini Elaziz çarşı camii imamı Sarı Hafızdan, askerî rüşdiyeyi de Elaziz'de, İ'dadi tahsilini de iki senesini Erzincan'da, bir senesini de İstanbul Çengelköy İ'dadisinde bitirdikten sonra, Harbiye mektebine girdi.
Harbiye okulunda iken, Birinci Cihan Harbi patladı. Bir müddet sonra, askerlik ihzarî talimini gördükten sonra, Rumi 8 Teşrin-i Evvel 1330'da (Miladi 23 kasım 1915) onsekiz yaşında iken mülâzım namzedi olarak orduya katıldı. Çanakkale'deki üçüncü ordu, dokuzuncu fırka, yirmibeşinci piyade alayında vazife aldı.
26 Temmuz 1331'de Anafarta Conk Bayırı muharebesinde bulundu. Yüzü, göğsü ve sol omuzundan yaralandı. Tedaviden sonra yine fırkasına döndü.
24 Teşrin-i sani 1331'de mülâzım-ı sani oldu. Nisan 1332'de Kafkas cephesine hareket etti.
Hulusi Bey, Anafartalar muharebesini anlatırken: “O günü bütün subay ve erler abdest almıştı. Su bulamıyanlar da teyemmüm etmişlerdi. Anafarta zaferi işte böylesi subay ve erlerin imanlarıyla kazanılmışken, bilâhare bazı tarihçiler bütün bu şerefi bir tek şahsa vermeye çalışmışlar.”
Kafkas cephesine giderlerken; İstanbul üzerinden aynı yılın başlarında kömür yerine odunla işliyen bir trenle Karadeniz'e gittiler. İlk önce Karadeniz sahillerinde çeşitli harplerde bulundu. Eylül 1332'de Erzincan batısına kadar ric'at muharebelerinde bulundu. Bundan sonra teşkil edilen Kafkas teşkilâtına katıldı ve 9. Kafkas alayı 26. Tabur (Kafkas hücum taburu) 9. Bölük ve sonra 9. Kafkas alayı makineli tüfek bölüklerinde ve 1333 sonunda ileri harekatta Ermeni ve bolşeviklerle yapılan muharebeleri takib ederek; Gence ve Bakû'nun zabtı için yapılan muharebelere ve Karabağın temizlenmesi harekatında bulundu.
777
Mütareke olunca da, evvela Batum'a, oradan da Trabzon'a döndü. Trabzon'dan bölüğüyle birlikte 25. taburun makineli bölüğünü alarak bu kıt'a ile Niksar, Erbağa, Tokat ve Sivas'a kadar geldi. Burada izne ayrılarak memleketine döndü. İzinden sonra 15. alayın 3. taburunun 10. bölüğüne nakledildi. Bu alayın 17. taburuyla istiklal harblerine iştirak etmek üzere Gaziantep, Sakarya muharebelerine iştirâk etti. Gaziantep'e gitmeden önce de, Elaziz'den ayrılırken Derik yoluyla Mardin'e, buradan da Urfa'nın kurtuluşu için; gayr-i resmi yardımlarda bulunmak üzere, Viranşehire geldiklerinde Milli aşireti çeteleri tarafından esir alındı. Bir ay kadar bunların elinde esir kaldıktan sonra, serbest bırakıldı. Viranşehir ile Urfa ortasında bir kamp kurarak Urfa'daki Fransızların Mardin'in Ermeni ve Hıristiyanlarıyla muhaberelerini kesmek ve aynı zamanda Urfa'nın kurtuluşunda çalışan kimselere, harp usulunü bilen adam yetiştirmekte idi.
Hulusi Bey bu sıralarda mülazım-ı sani, Üsteğmen oldu.Daha sonra, 15. fırka, 56. alay 4. ve 8. bölük komutanlıklarında bulundu. 1338 Ağustosunda 45. alay 8. bölükle yine istik İstiklal harplerine iştirâk etti. 21 Ağustos 1338'de Yüzbaşı oldu.
Teşrin-i Sani 1339'da Elaziz'deki 15. alay 4. bölüğüne, daha sonra da 8. bölüğüne komutan tayin edildi.
12.6.1341'de(1925) yarıda kalmış olan tahsilini İstanbul'da bitirerek 1927 başlarında yeniden orduya iltihak etti. İlk tayini Mardin Cizre'ye çıktı. Cizre'de iken mektupla Bitlis'li Şeyh Muhammed Küfrevî'nin halifelerinden tarik-ı Nakşı-bendiye inabesini aldı. Cezirede iken Midyat tarafındaki eşkıya çetelerinin takiblerinde de bulundu.
1927 Eylül'ünde Cizre'den batıya gönderildi. Manisa'daki 16. fırka 44. alay, 1. taburunda iken; 16 Kânun-u Sani 1928'de Eğridir askeri dağ talimgâh muallimliğine nakledildi.
Eğridir'de iken 14 Nisan 1929'da Üstad'ı Bediüzzaman Hazretlerini Barla'da resmi elbisesiyle ziyaret etti. Bu tarihten sonra İbrahim Hulusi Yahyagil bütün gücüyle Risale-i Nurun neşir hizmetine koyuldu.
6 Teşrin-i evvel 1930'da tayini Elaziz'deki 17. fırka 25. alay 6. bölüğe nakledildi.
Elaziz'de çeşitli askeri hizmetlerde bulunduktan sonra, 1933 yılında Binbaşılığa terfi edildi. 1938 Mayısında Sivas Küçükkursu müdürlüğüne ve orada iken birinci ordu, birinci ve ikinci manevralarıyla beraber Tunceli (Dersim) harekatında bulundu.
1940 Ağustosunda Yarbaylığa yükseldikten sonra, Elaziz'den Hekimhan Askerlik Şube Başkanlığına ve 1941 Aralık ayında da Elaziz askerlik
778
şube reisliğine ve 1943 Kânun-u sanisinde Konya Karapınar askerlik şubesine.. 1943 Ağustosunda 41. tümen, 19. piyade alayı kumandanlığı birinci muavinliğine getirildi. Ve 1944 Ağustosunda albaylığa terfi edilerek, 10 Aralık 1945 de Kars Askerlik şubesine ve 1946 Ağustosunda da Sarıkamış askerlik daire başkanlığına tayin edildi.
30 Eylül 1948'de Urfa askerlik daire başkanlığına nakli yapıldı. 3 Ocak 1950'de emekliye ayrılmak üzere 7. koldu komutanlığına dilekce verdi. 23 Ocak 1950'de, Urfa Askerlik Dairesinden, Denizli'de askerlik dairesini teşkil etmek üzere Denizli'ye nakledildi. Ve 3 Mayıs 1950'de Denizli askerlik dairesinden emekliye ayrıldı. Böylece Hulusi Bey’in otuzaltı senelik askerlik hayatı sona ermiş oldu.
Hacı İbrahim Hulusi Yahyagil 26 Temmuz 1986 Cumartesi akşamı saat 10 sıralarında 91 yaşında olduğu halde, Hakk'ın rahmetine kavuştu. Allah bin rahmet eylesin. Amin.
HULUSİ BEYİN ÜSTAD BEDİÜZZEMEN HAKKINDAKİ TELÂKKİLERİ
Hulusî Bey'in Risale-i Nur ve Üstad'ı Bediüzzaman Said-i Nursi hak-kındaki telâkki ve ihtisasatını, evvela Barla lahika mektuplarında merkez teşkil eden yazılı ifade ve beyanlarından iki üç örnek verdikten sonra, şifahî ve hususî bazı rivayetlerinden de bir iki misal kaydedeceğiz:
1- Üstad'ına yazdığı bir mektubunda:
"... Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasılki Kur'an-ı Mübin Allah'ın kelâmı iken, Seyyid-i Kâinat, Eşref-i mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur. Siz de bu asırda yine o ferman-ı A'zamın nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i hakla hitab ediyorsunuz. Öyle ise, o Hakim-i Rahim, size bu eseri yaptırtan, o nurları ayak altında bırakmaz. Elbette ve elbette fanilerden belki de hiç ümit edilmediklerinden sâhipler, hafızlar; ikinci üçüncü, hatta onuncu derecede mübelliğler, nâşirler halk buyurur i'tikadındayım...(24)
2- Yine üsttekinin aynı mealinde olarak bir ara Hazret-i Üstad'ın bir anket tarzında talebelerinin fikirlerini, Risale-i Nur'a karşı telâkkilerini yoklamak kabilinden "Acaba vazifem bitmiş midir? Yazılan risaleler kâfi midir?..” şeklindeki suallerine, Hulusi Bey ezcümle şunları yazmıştır:
"... Madem bu hizmet münhasıran re'yinizle değil, istihdam olunuyorsunuz.. Nasıl mübelliğ-i Kur'an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz Hazretleri bir gün
(24) Barla lahikası, Envar neşriyat, S: 14
779
ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla, aynı zamanda vazife-i Risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstad'ın da, hizmeti kâfi görülürse, bildirilir kanaatindeyim...(25)”
3- Yine Hulusi Bey'in; Nur risalelerinin ifade tarzı hakkında Üstad hazretlerinin bir çeşit fıkir yoklama anketine cevab olarak yazdığı uzun mektubundan şu satırlar:
"... Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, Maşaallah Maşaallah!.. Kimin haddidir ki, bu nurlarda yanlışlık bulsun.
Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş... Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor. Kur'andan nurlar gösteriliyor.
Bu fakir kardeşiniz bu sözleri okuduğum zaman, Üstad'ımı temsil eder gibi bir hal alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana ol kadar zevkli, lezzetli geliyor ki tarif edemem, onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyorum telâkki ediyorum.. (26)"
4- Hulusi Bey'in; Üstad'ının zatına ve Kur'andan aldığı şehrahına karşı sadakatının, samimiyetinin bir büyük örneğ'i ve ihlâsının bir azim nümûnesi her mektubunda görüldüğü gibi, bilhassa şu gelecek sözlerinde çok açık ve nümayandır:
"... Taharri-i hakikat ile ömür geçirirken, mukadderat bu asî biçarevi de beş sene evvel şah-ı nakşi-bend hazretlerinden Muhammed el-Küfrevî hazretlerine doğru açılan tarikat-ı nakşibendiye idhal eylemişti. Sonra muvakkat bir küsûf neticesi olarak yol kaybolmuş, zulümat ve dikenler içinde kalınmış iken; Nurlu sözlerinizle zulmetten nura, girdaptan selamete, felâketten saadete çıktım. Elhamdülillahi haza min fadli Rabbi...
Ferman buyuruyorsunuz ki: "İmanı kurtarmak zamanıdır?." Ale'r re's vel ayn!..(27)"
5- Yine üstteki ifadelerinin aynı mealinde olarak başka bir mektubunda Hulusî Bey şöyle der:
".. Hocam, bana ve dinliyen her zevil-akla: "Tarikat zamanı değil. İmanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hakkıyla eda et, Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!" dersini vermiştir.
Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere Kur'andan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlara karşı Allah'ın tevfikiyle can u dil
(25) Aynı eser S: 45
(26) Ayne eser S:12
(27) Üstad'dan tashihli asıl Barla mektubları S: 2
780
den "BELİ!...” dedim, tasdik ettim.. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata ömrümde ilk defa olarak "Üstad!" dedim.. Hata etmedim, isabet ettim..(28)"
Dostları ilə paylaş: |