893
Yazılan risaleleri etraf köylerden ve kazalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyak ile alıp gidiyorlar ve el yazısıyla çoğaltarak neşrediyorlardı...(105)"
İşte bu öz ve kısa malûmatın ser-levhası altında; Nur risalelerinin nuranî akisleri çok az bir zaman içinde nasıl elden ele, dilden dile ve kalbden kalbe cereyan ve seyeran edip yayıldığını isbat etmeye çalışacağız.Evet, İslâm ümmetinin akide ve imanına en korkunç küfrî saldırıların başlatıldığı o kap-kara günlerde; ehl-i imanın imdadına rahmet-i ilâhiyye tarafından ulaşan ve gönderilen o ziyadar eserler, o nevvar ve feyyaz ziyalar, o beşaretkâr ve tesellidâr lemalar, o kahraman-ı Nur olan Risaleler; elbette saha-i zuhura çıktıklarında, ehl-i imanın en çok muhtaç olduğu ve kesafetli katı ye's-i mutlak tufanına maruz kaldıkları bir vakitte, kalbden kalbe manevî ve nuranî mevceler halinde yayılacaktı ve yayılmayada hakkı vardı.
Evet, Risale-i Nur, imanın nurudur. Nurun ise, yayılmasına karşı maddî hiç bir şey hâil ve engel olamazdı. Hem nurun aksi, aslının hassasını taşıdığı için, sadece onun okunmasıyla değil, işitilmesi, duyulması da büyûk te'sirler yapar, yayılmasını sağlardı. Yayılınca da, şüphe ve vesveseler defolur, kesif ve karanlıklı bulutlar dağılır, imanlar kuvvetlenir ve kurtulurlardı.
Bundandır ki, Nur Risalelerini yazanlara karşı Hazret-i Üstad çok minnettarlık hissediyor ve onları tebrik edip alkışlıyordu. Hatta kendi şahsı için bir risaleyi yazan ve yazdıranlara da, büyük büyük teşviklerde bulunur, şevklerini artıracak taltifler yapardı. Talebelerini "Elmas kalemli kahramanlar" diye vasıflandırırdı. Zaten Nurları ciddî şekilde görüp okuyanlar ondan ayrılmıyor, kalbi ve ruhu ondan ma'nevî büyük zevkler, hazlar alarak, imanları vicdanları cilalanıyordu.
Böylece cebrî kanunlarla yasaklanmış olan İslâm yazısı, Nur risalelerinin elle çoğaltılmasıyla muhafaza işi de yapıldığı gibi, matbaalara ihtiyaç bırakmıyacak şekilde nurlar yayılıp dağılıyordu.
Hazret-i Üstad bu mevzuda da, yani Risale-i Nurları yazıp çoğaltmaya dair yaptığı teşvikler ve taltifler hususunda irşadkâr yazıları çoktur. Sadece bir iki küçük nümune vermek isteriz:
1- "...Maksadım, ona o risaleyi yazdırmakla onu has talebeler dairesine idhal etmektir. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.(106)”
"...Sizin bu defa yazdığınız "Söz" ziyade hoşuma gittiği için, evvelce
(105) Büyük Târihçe, S:131
(106) Barla Lahikası ilk baskı Envar Neşriyat, S:169
894
sana dediğim gibi, başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost görüldüğünün sırrını anladımki; merhum biraderzadem Abdurrahman'ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli.. İştiyakın oldukça böyle intihap ettiğin Risaleleri yazarsanız mübarek olur. Hulusi, Abdurrahman'ın yerine çendan geçmiş.. Şu yazı müşabeheti bana müjde ediyor ki; bir Abdurrahman Re'fet'ten de çıkacak. Mürekkeb hakkında düşündûğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun, kendinize yazdığınız parlak olsun, Çünki mütalâaya iştiyak ve iştihayı açar.(107)"
3- "...Böyle zamanda hakaik-ı imaniye ve esrar-ı şeriat ve sünnet-i seniyyeye hizmet eden mübarek halis kalemlerden akan siyah nur veya ab-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir. Öyle ise onu kazanmaya çalışınız...(108)"
İşte bu küçük iki-üç nümuneler gibi, Hazret-i Üstad yazı hususunda çok teşviklerde bulunmuştur. Bilhassa Kastamonu'ya götürüldükten sonra, yüzlerce defalar hep böyle Risale-i Nur yazanları teşvik etmiş, yazanları has talebeler olarak kabul ettiğini ve onları hususi dualarına dahil ettiğini yazmıştır. Böylece Risale-i Nur'ların intişarı; Onuncu Söz ve Ayet-el Kübra Risaleleri hariç. Ta, 1946'lara kadar hep böyle el yazılarıyla çoğaltılmış ve neşredilmiştir.
Isparta vilâyeti ve civarı, nurları elle yazıp çoğaltma işinde en büyük merkeziyet teşkil etmiş, yüzler kalemlerle Nur risalelerini yazan kahramanlara yatak olmuştur. Sonraları, Kastamonu vilâyeti de bu işe el atmış, onun bir kazası olan İnebolu kazası "Küçük Isparta" unvanını almıştır.
Hazret-i Üstad da, elle yazılan bu risalelerin ve büyük mecmuaların bir çok nüshalarını tashih için gözden geçirmiş, yanlışları varsa, kendi mübarek kalemiyle düzeltmelerde bulunmuştur.
Nur Risalelerinin elle yazılma dönemi, en çoğu 1936'dan 1946 yılları arasındadır. Bundan önce de Risaleler elle çokça yazılmışsa da, bu on senelik zaman zarfında o hizmet çok hızlanmış, yüzlerce hatta binlerce kitaplar elle yazılmıştır.1948-1951 arasında Afyon hapsi hadisesinde ve sonrasında müddei umuminin tesbit ettiği kadarıyla; teksir edilenlerle beraber altıyüz bin nüsha olarak Nur risaleleri resmi zabıtlara geçmiştir. Bu hadise ise, hakikat olarak, dünya tarihinde emsaline rastlanmamış harika ve acib bir hadisedir.
Hazret-i Üstad Bediüzzaman henüz Barla'da iken, İstanbul ile de muhabereleri olmuş, oradaki eski dost ve talebelerine de risaleler göndermiş
(107) Barla Lahikası, S: 197
(108) Lem'alar, Envar Neşriyat, S:156
895
ve matbaa ile mümkünse teksirini, yoksa el yazılarıyla yazmalarını teşvik etmiştir. Risale-i Nurlann intişar keyfiyeti çok hülâsalı olarak işte böyledir.
896
C - RİSALE-İ NUR'UN TE'SİR SAHASI
Bu bölüme, Üstad Bediûzzaman Hazretlerinin bir kaç cümlesiyle girmek istiyoruz: Nurların te'sir sahası, bütün zulümlü tazyik ve sebepsiz katı tedbirlere rağmen, gerçekten Üstad'ın ifade buyurdukları gibi -Nurların tamamı henüz te'lif edilmemişken de- çok büyüktür, harikadır denilebilir.
Evet Üstad Bediüzzaman'ın, yirmisekizinci mektubun dördüncü meselesi gayr-ı münteşir olan üçüncü noktasında tafsilini kaydettiği husus için, özetle şöyle der:
"Ehl-i siyaset çoktan beri anlamışlar ki: Ben siyasetle alâkadar değilim. Degil şimdi, hatta on seneye yakındır ki Eûzü billâhihi mineş şaytani ves siyaseh deyip siyaseti her cihitle atmışım. Hiç bir ehl-i siyaset, hiç bir hükümet benim meşgul oldugum sırf hakaik-ı imaniyeye karşı ilişmeye hiç bir kanunları muvafakat etmiyor. Demek, beni sıkan ve sıkıştıran ve yedi senedir (Şimdi yirmisekiz sene oldu.)(109) "müthiş bir esarette durduran zendeka ile telezzüz edenlerdir. Fakat o zendeka ehli bilsinler ve haberleri olsun ki; Kuran'ın elmas kılıncıyla onların belini kırmışım. Onlara karşı gâlibim. Yalnız hükûmet bize karışmasın, ben tek başımla Kur'an-ı Hakimin himmetiyle bu havelideki zındekalara meydan okuya bilirim. Fakat maatteessüf desise-i şeytaniye ile bezı memurları elde ediyorlar. O perde altında bana hucum ediyorlar. İste beni mağlup eden bu haldir...(110)
Evet Üstad'ın bu ifadesi gayet derece gerçektir, mübalağasızdır. Çünki kendisi o zamanlar tek başıyla o havalideki, yani Isparta ve civarındaki dinsizliği yaymak isteyen zındıklara mukabele ederse, acaba yüzer hakiki, halis, fedaiî mü'min talebeleriyle beraber olsa, bütün dünya zındıklarına ilim ve akıl meydanında ve hakikat sahasında galebe edemez mi? Evet, gerçek ve hakikat olarak ilim meydanında ve hak ve hakikat sahasında tüm dünya dinsizlerinin belini kırmış ve onları susturmuştur. Amma hakikat ve ilim meydanında mağlub düşen o denî münafıklar, o rezil dinsizler; her alçaklığa her denâete ve her rezalete baş vurarak münafıkâne desiseler ile hükûmetin maddî kuvvetini elde ediyor ve Bediüzzaman'ın şahsî ve beşerî cihetine karşı maddî kuvvet ile çıkıyorlardı. O ise, kuvvet hakta olduğuna, hak kuvvette olmadığına göre.. Ve o noktadan maddeten herşeye sahib olan o dinsiz zındıkları maddi hiçbir şeyi olmıyan Bediüzzaman Hazretlerinin açtığı manevî cihadına karşı ma'nen, tamamen mağlub oldukları gibi, eninde sonunda maddeten de mağlub olacakları kat'idir ve şüphesizdir.
(109) Parantez içindeki cümle bilahere 1954'de Ustad tarafından ilâve edilmiştir. A.B.
(110) El yazma mektubat, Kur'an hattı, S: 648
897
Yine aynı manaları te'kid ve takviye eden Hazret-i Bediüzzamanın bir diğer beyanı da şöyledir:
"...Cenab-ı Erhammürrahimine yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i ni'met suretinde derim ki: Batün onların bu tazyikat ve istibdatları, Envar-ı Kuraniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşıne odun parçaları hükmüne geçiyor, iş'al ediyor.. ve o tazyikleri gören ve geyretin herareti ile inbisat eden envar-ı Kuraniye;Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne gerirdi. Onlar, beni bir köyde maphus zannediyor.. Zındıkların rağmına olarak, bil'âkis Barla kürsiy-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti. Elhamdülillah-i haza min fazli rabbi!..(111)"
Evet, O müceddid-i ululazm olan Hazret-i Bediüzzaman hak söylüyor, hakikat konuşuyor.. Ehl-i dünyanın, o güneş-misal nurlar menba'ı ve volkan gibi enerji kaynağı olan bu zatın imanî ve Kur'anî hizmetine engel oluruz, onu sustururuz, onun nurlarının te'sir sahasını daraltırız veya keseriz diye, ona reva gördükleri maddî zulüm ve tazyikleri; onun yüce dağlar gibi metin azm ve iradesini kamçılamış.. Ve onun güneşler kadar parlak ve enerjik hizmet
himmetini parlatmış.. Ve onun kalb ve ruhundaki cennetler kadar nuranî feyz ve imanını dalgalandırmaya vesile olmuştur. Çünki Allah cc . ona yürü kulum! demişti.
Evet, O hazretin, Kur'an'ın ezelî, tükenmez hazinesinden istihraç ettiği hakikat Nurları, böylece dinsiz zındıkları hakikat noktasında mağlub ve perişan ettiği ve o nurlar, o zındıklara bir niran-ı muhrika olup bütün plânlarını tar ü mar edip yaktığı gibi; muhtaç ve me' yus ve mutehayyir ehl-i imanın kalb ve ruhlarını da cennetten esen ve revh ve reyhanı veren meltemler gibi okşamış, nurlandırmış, teselli ve beşaretler vermiştir.
Böylece Nurların te'sir sahası, müsbet ve menfî iki kutup halinde cereyan edip dalgalanırken, bir tarafında Nur, ziya, feyz ve iman, revh ve reyhan bahşediyor.. Öbür tarafında, imana karşı kabiliyetini kaybetmiş kalbsiz münafıkların, zındıklıkla telezzüz eden mülhid dinsizlerin kafalarına inen ateşli saika, bellerini kıran çelikten balyoz.. Ve nihayet bütün plânlarını tar ü mar eden karşı gelinmez, mağlub edilmez kudsî bir deha olarak karşılarına dikilmiştir.
Bu sözlerimiz mübalağa değildir. Nur risaleleri bu evsafta olduğuna, onları gören akl-ı selim sahibi bütün insanlar hüküm edip tasdik etmektedir.
Fakat az üstte kaydettiğimiz gibi, maddî ve beşerî ve dünyevî sahada, dinsizler her firsatta hükûmetlerin desteğini kendilerine sağlıyabilmiş ve
(111) Mektubat S: 373
898
onun bazı esnek kanunlarını kendilerine siper etmiş oldukları için; Risale-i Nur müellifni ve onun faziletli, mücahit, imanlı Nur talebelerini menfalara, zindanlara attırabilmişlerdir. “İşlerini bitirdik, susturduk ve kurtulduk" dedikleri en zulümlü ve zulmetli günlerde bile, Risale-i Nur'un te'siratı, bir bakarlar; başka bir mecraadan yol bulmuş yayılıyor... Hapse koydurturlar; Hapisteki insanlar salah-ı hal kesbediyor, Nurlara sarılıyor ve adliye daireleri nurlanıyordu. Bediüzzaman'ı sürgünden sürgüne en hücra yerlere gönderiyorlar.. bu defa bakarlar ki, hiç ümit etmedikleri yerlerde ve insanlarda Nurlar tesirini icra ediyor, sahasını genişletiyordu. "Güneş balçıkla sıvanmaz" sözü ve darb-ı meseli, Risale-i Nur'un işinde çok parlak ve güzel görünüyordu. Din düşmanı zındıklar, ne yaptılarsa, hangi yola, hangi desiseye baş vurdularsa, ona çare bulamadılar, zaptedemediler, önüne sed olamadılar ve olduramadılar...
Ehl-i iman arasında Risale-i Nurlann yaptığı müsbet te'sirlere gelince:
Evvelâ: Sadece Hazret-i Üstad Barla'da iken, Isparta vilâyeti ve çevresi Nur talebelerinin yazdıkları takriz mektupları.. Ve Üstad'larının ve Risale-i Nur'un etrafında pervane-misal gösterdikleri samimi şevk ve hareketleri, hatta ruhlarını bile feda edecek derecede harika incizabları; Risale-i Nurların çok kısa bir zamanda nasıl büyük bir te'sir sahasını oluşturduğunu göstermeye kâfidir.
Evet bu, öyle olduğu gibi; İslam dininin maddî tüm kaynaklarını kapatmak ve kurutmak için girişilen azgın zulümlerin o çok kesif ve kapkaranlık günlerinde, mütehayyir ve seregerdan kalan avam-ı ehl-i iman; "Acaba İslâmiyette bir hakikatsızlık mı vardır ki, bu kadar tahribata ve tecavüzlere uğruyor" diye çâresiz ve mütereddid kaldıkları bir hengâmda; Şark'ta olsun, Garp'ta olsun, birden duyarlar ki: "Mürşid-i ümmet olan Hazret-i Bediüzzaman bir eser yazmış, İslâm'ın ve Kur'anın ve İman'ın bütün hakikatlarını akıl ve ilim ve hikmet
meydanında ispat etmiştir. Dinsiz zındıklar, ilim meydanında ona karşı mağlub olmuşlar, onun yazdıklarını çürütemiyorlar, karşı çıkamıyorlar. Belki batıl ve fasık ve maddeci felsefeleri esfel-i safiline sukût ediyor," diye olan bu haber ve saadet müjdesi, değ'il sadece memleketimizdeki mütehayyir olan ehl-i imanın imanlarını kurtarmak; belki hatta Hint ve Çin'deki Müslümanların bile imanlarını takviye ediyor, şüphe ve vesveselerden kurtarıyordu.
Bu hakikata, Hazret-i Üstad Bediüzzaman da eserlerinin bir kaç yerinde işaret etmiştir. Ezcümle yirmialtıncı mektubun birinci mebhasında, Kastamonu ve Emirdağ-1 lahika mektuplannda bu hakikatın bazı köşelerini izhar etmiştir. İşte Kastamonu lahikasında yer alan mezkûr hakikatın beyanı için şöyle der:
899
"...Risale-i Nurun mümtaz bir hasiyeti: İmanın en son ve en küllî istinad noktasını kuvvetli ve kat'i beyan olduğundan, bu hasiyet Ayet-el Kübra risalesinde fevkal'ade parlak görünüyor.. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada sirayet ederek, ona dayandırıyor.
Meselâ nasıl ki, gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada, iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı en bûyûk ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkal'âde takviye için her bir vasıtayı isti'mal ederek, ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır,ehemmiyetli bir istinatgâhını kendine temayûl ettirerek; ihtiyat kuvvvetini dağıtır. Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhiyle mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalığtığı bir hengâmda, Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: "Me'yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz.. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi; bir cemaate ve bir şahs-ı maneviye karşı bir neferi göndermendir. Çalış ki, her bir neferin istinat noktaları dairelerinden ma'nen istifade ettiği kuvvetli kuvv-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem'iyyet hükmüne geçsin." dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet ; bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cem'iyyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habis olmuş. Müslüman Âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i kûllîyi bozuyor.. Ve avamın taklidî i'tikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor.. ve hayat-ı imaniyyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyatı mütevariseyi yandırıyor. Her bir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me'yusane çabalarken; Risale-i Nur, Hızır gibi imdada yetişti... Kâinatı ihata eden son ordusunu (Kâinatı dağıtamayan o orduyu bozamaz) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddimanevi imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber nefer olarak Ayet-ül Kübra risalesini İmam-ı Ali (R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.. temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, ta o sırrın hülâsası size görûnsün.(112)"
Emirdağ-1 lahikası kitabından: (Bu bahsin evveli sindeki ki mevzu' burada beraber düşünülürse, mevzu daha da iyi anlaşılır)
"...Bu zamanda onun bir mu'cizesi (Kur'anın) ve nuru olan Risale-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletin
(112) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 94
900
den kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinat.. Ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki: Bu emsalsiz dehşetli dalâletler içinde, yine avamı mü'minînin imanını şüphelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.
Evet her tarafta, hatta Hind ve Çin'de ehl-i iman; bu zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden; "Acaba İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var ki sarsılmış" diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit, birden işitir ki; "Bir risale çıkmış, İmanın bütün hakikatlarını kat'î ispat eder, felsefeyi mağlub edip zendekayı susturuyor." diye anlar.. Birden o şüphe ve vesvese zail olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur...(113)"
Hazret-i Üstad'ın bu iki beyaniyle de ve maddetende görülmüş ve görülmekte olan Risale-i Nurun tiryak gibi, şifa ve ilaç gibi te'siratıyla; hakikat ve gerçek olarak, me'yus ehl-i imanın kuvve-i maneviyelerini takviye ettiği ve i'tikatlarını şüphe ve vesvese sarsıntılarından vikaye ettiği kat'i ve şüphesizdir.
Bu da'vanın -uzak da olsa- bir delili olarak, Şair-i meşhur merhum Mehmed Akif Beyin Osmanlıca matbu' "SAFAHAT" eserinin ikinci kitabının yirmidokuzuncu sahifesinde; Süleymaniye cami'i va'az kürsüsünde temsilî bir şekilde İslam aleminin hal-i hazır mevcud durumunu dile getiren "Kardeşim Fatin Hocaya" başlıklı uzun temsilli mısra'larında Hind ve Çin'deki müslümanların hissiyatlarını dile getirmiş olan ezcümle şu iki satırıdır:
"Varsa ümmidimiz Osmanlıların şevketidir, Onu bir kere işitsek bu saadet yetişir.”
Bu hakikata dair bir küçücük misalcik da kendi hayatımdan vermek istiyorum:
1925'lerde sürgüne yollanmış ve dönmüş olan amucamlarımdan Bekir Badıllı, bizler küçük çocukken; Hazret-i Üstad'ın mahkemelerde yaptığı merdane müdafaalarından mealen bir iki cümle anlatıyor ve bize tercüme edip izah ediyordu. Cümle şu idi: "Ben size karşı bazı müdahinler gibi tazarr-u sinnurî ve tabasbus-u kelbî yapamam..."
Biz küçük çocuklar bunları duyunca heyecanlanıyorduk, İmanımız adeta coşuyor, kuvv-i maneviyemiz canlanıyordu.
Evet, Hazret-i Üstad Bediüzzaman, böylece beşyüz sene’ye yakın bir zamanda mukaddes İslâm Hilafetine bayraktarlık yapmış bu millet ve memleketin âfakında ve iman kal'asının burcunda, nur ve ziya saçan bir güneş gibi doğmuş, Müslümanların iman ve akidelerinin sarsılmaz, zede
(113) Emirdag-1, S: 91
901
lenmez, ezelî muhkem istinat noktalarını göstermiş ve ispat etmiş olmakla; mezkür vazifeleri ve tecdid ve ihya görevini gerçekten yaptığına şüphe kalmamıştır. İslâm Âleminin dinî büyük şahsiyetleri de o hakikatı kabul ve tasdik etmişlerdir. Nitekim bu kitabın üst taraflarında bazı nümuneleri geçtigi gibi, biraz ileriki sahifelerindede Hazret-i Bediüzzaman'ın gerçek bir din mücahidi, bir hakikat allâmesi, bir maneviyat rehberi ve müstakim bir hidayet önderi olduğunu i'tiraf etmişler ve etmektedirler.
Risale-i Nur eserleri, sadece ilim açısından akıllara maddi te'sirler yapıyor değildi. Belki onun asıl hakikî te'siri ve câzibedar cemali ve mıknatıs gibi vicdanları teshir eden ve ateşlendiren, şevk ve hareket veren şey; Ondaki Nur ve ruh mesabesinde olan samimi ihlâsı ve Kur'an'a berrak cam gibi ayine olmasıyla; manevî dalgalar halinde ehl-i imanın hem akıllarında, hem kalblerinde, hem vicdanlarında, hem de hissiyatlarında büyük büyük, vecidler ve te'sirler icra ediyordu.
Bu ahirki hakikata da Hazret-i Üstad, yirminci Lem'a olan İHLÂS risalesinde şöyle işaret etmiştir:
"...Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu davayı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünki yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada yedisekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken; burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî, insafsız me'murların tarassudat ve tazyikatleri altında yedi sekiz sene sizinle ettiğimiz hizmet; yûz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren manevi kuvvet; sizlerdeki ihlâstan geldiğine şüphem kalmadı. Hem i'tiraf ediyorum ki: Samimî ihlâsınızla; şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız.. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız...(114)"
Hazret-i Üstad'ın bu son derece samimi ifadeleriyle; ilk nur talebelerinin, bilhassa Isparta ve civarı samimi insanlarının büyük bir payesi ve şerefi vardır.
(114) Lem'alar, S:151
902
ÜÇÜNCÜ BÖLÜME BİR HATİME
BÜYÜK ŞAHSİYETLERİN TELAKKİLERİ
Az yukarda işaret edilmiş İslâm âleminin dinî ve içtimaî büyük şahsiyetleri, Üstad Bediûzzaman Hazretlerinin yaptığı imanî hizmetinin azametini ve ilmi büyük ve fevkalâde dehasını ne şekil ve nasıl kabul edip karşıladıklarını gösterir ifade ve beyanlarından bazı örnekler vermek istedik. Din âlimlerinin görüş ve telâkkileri yanı sıra, devlet ricelinin, askerî erkân ve kumandanlarının da, içtimaiyatçı ve siyaset adamlarının da, psikolog, sosyolog ve tarihçilerinin de ve nihayet gönül ehli büyük velî insanlarının da; Bediüzzaman Said-i Nursi hakkında görüş ve telâkkilerini birlikte arz etmeliyiz. Bütün bunları tesbit etmek için de Bediûzzaman'ın çocukluk, tahsil ve gençlik devrelerine, bilâhare de Risale-i Nur ile yaptığı Kur'anî hizmet safhalarına dönüp bakmak gerekmektedir.
Evvelâ: Onun çocukluk zamanlarındaki acib harika, ilâhî zekâsı ve fıtrî kabiliyet ve isti'dadını bizzat müşahede eden Şark vilâyetlerindeki büyük allâme ve Velî zatlardan, başta Şeyh Abdurrahman-ı Tağî Hazretleri, Şeyh Fehim-i Arvasî, Şeyh Muhammed Celalî, Şeyh Muhammed-ûl Küfrevî, Şeyh Fethullah-ı Verkanisî, Siirtli Şeyh Fethullah Efendi, Nurşinli Muhammed Ziyaeddin (Hazret), Bitlisli Şeyh Muhammed Emin Efendi.. Ve onun ilk hocalarından Seyyid Nur Muhammed gibi zatlar, Bediüzzaman'a karşı ne kadar şefkatkâr, ne kadar takdirkârane hürmetkâr davrandıkları ve onu nasıl bir sevgi ve şefkatle karşıladıklarını bu kitabın baş taraflarında delil ve vesikalarıyla kaydetmişizdir.
Saniyen:Tahsilini bitirip Şark'taki güzide simalarla mülâkat yapmak üzere yaptığı seyahatler neticesinde, Şark'taki bütün ulema ve meşayih Bediûzzamanın ilminin Vehbî ve harika ve erişilmez seviyede olduğuna kanaat getirerek hükmetmeleri ve tasdik ederek; Ona, "Bediüzzaman" unvanını lâyık görmüş olmaları hadisesidir. Bu da kitabın baş taraflarında vesikalariyla kaydedilmiştir.
Salisen: 1898'de Bitlis'ten Van'a gittiği zaman ve gitmeden önce, Bitlis'te geçen iki senelik hayatında tüm medrese alimlerince ona lâyık görülerek verilmiş olan Bediüzzaman unvan-ı liyakatını, başta Bitlis Valisi merhum Ömer Paşa ve sonra Van valilerinden Hasan Paşa ve Tahir Paşa.. Ve Van'daki bütün mektep muallimleri; Ona o lâyık ve muvafık unvanını hep tasdik ederek: "Beli!.. Bediûzzamanlık unvanı bu zata layıktır ve müstehaktır" demeleridir.
Rabian: 1907'de Van'dan İstanbul'a gittiği zaman, Padişah Abdülhamid Han'ın mabeyn hükûmetiyle yaptığı merdane ve pervasız mülâkatları, bilâ
903
hare de aynı hükümetin tedbirleriyle tımarhane ve hapishaneye konulduğu zaman, ilgili paşalar ve doktorlarla yaptığı konuşmalar.. Ve ondan önce de, İstanbul Şekerci hanında yaptığı emsalsiz i'lânât üzerine, münazara için gelen din âlimleri, felsefeciler, siyasîler ve mütefenninlerin hepsi bil-ittifak, Bediüzzaman'ın ilminin harikalığına, pâyansızlığına şehadet etmeleri ve "Bediüzzamanlık" unvanını manen tasdik edip imza etmeleri hadisesidir. Bunların da vesika ve belgeleri bu kitabın ilgili yerlerinde kaydedilmiştir.
Hamisen: Meşrutiyet'in ilânı üzerine yaptığı içtimaî ve siyasî konuşmaları, okuduğu nutukları ve yazdığı makaleleriyle; siyaset adamları, askerî erkân ve umum ulema, yine onun Bediüzzamanlığını hayretle müşahede edip tasdik etmeleri hadisesidir.
Sadisen: Gerek Otuz bir Mart hadisesi öncesinde, gerekse Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde yaptığı müdafaaları üzerine; dost ve düşman herkes onun harika, acib bir insan olduğuna zımnen hükmetmeleri vak’asıdır.
Ve daha gele gele, 1910'da te'lif ettiği "Münazarat" ve "Muhakemat" eserlerinde pervasızca ve harika şekilde ortaya koyduğu dinî ve içtimaî ilim ve irfan, sonraları da Şam'da verdiği Hutbe ile,Şam ulemasının onu kemal-i hayret içinde karşılayıp tasdik etmeleri ve daha sonraları Sultan Reşad ve İttihad ve Terrakkî cem'iyetindeki milliyetçi hamiyetperver büyük devlet adamları şahsiyetlerin ona karşı gösterdikleri son derece samimi hüsn-ü alâka ve hürmetleri de bu gerçeğin açık bir delilidir.
Dostları ilə paylaş: |