867
Mektup aynen şöyledir:
(87)
Abdulmecid Nuh, Hasan, Ömer, Haydar, Yasin! ..
Mektubunuzu aldım. Bu gurbet havasında, vatan kokusunu duydum. Uzaktan uzağa hazin nağamat-ı vataniyenin, hissiyatımın tellerine dokunmasıyla hoşça dinledim.
Her birinize ayrı birer mektup yazmak ruhum isterdi. Fakat bu dakikada muvaffak olamıyorum, gücenmeyiniz. Bir mektupta her birinizle ayrı ayrı konuşacağım:
Evvela: Kardeşim Abdülmecid Efendi! Senin mektubunu aldığım günün gecesinde, rü'yada gördüm ki; Ergani'deki kardeşim Abdülmecid yanıma gelmiş, Merhum büyük kardeşimden bana mektub gelmiş.. sabahleyin hikâye ettim.. Biraz sonra bir mektub elime verildi... Baktım ki ahiret kardeşim Abdülmecid'in imzası var. Demek sen de Abdülmecid gibi bir kardeşimsin. Hem Abdülmecid'den büyük bir kardeşsin. İşte bu vakıaya binaen seni o günden itibaren isminizle en hâs talebeler, kardeşler içine dahil edip, her sabah ne kazanıyorsam, peder ve valideme ve hakikî ve çoğu âlem-i berzahta bulunan kardeşlerime verdiğim gibi; senin defteri a'maline yazılmak için dergâh-ı ilâhiye niyaz ediyorum. Sen dahi beni uhrevî kazancına teşrik et!
Saniyen: Ey Nuh Bey! Ora havalisinde pek çok bulunan talebelerim, kardeşlerim içinde sen kahraman çıktın. Beni her vesile ile aradın.. Molla Hamid'le beraber beni buldun.. Van kardeşlerimle görüştürdün. Bahtiyar ol! Senin gibi ciddî gayretli bir dost, yanımda kıymettardır. Bugünden sonra sen de Abdûlmecid Efendi gibi isminizle duamda ve kazancımda dahil oldun.
Niyet ettiğiniz ziyaret-i beytullah ise;
meşverete ihtiyaç bırakmıyor.. Mümkin ve kolay ise gidebilirsin.
Salisen: Ömer Efendi kardeşim! Sen şeyh Fethullah ve Hazret(88) gibi çok sevdiğim ve çok ihtiram ettiğim mübarek zatlara mensub olduğundan, onların namına ve hesabına seni çok düşünüyorum. Sen de onlardan aldığın ders iledir ki; gaflet ve gurur veren dünyevi me'muriyetlerde bulunduğun halde, benim gibi kûşe-i nisyan ve gurbette olanı unutmuyorsun. Cenab-ı Hak sizi o mübarek zatların marziyyatı dairesinde muhafaza etsin.. Âlem-i berzahta onların kafilesinden ayırmasın..
(88) Şeyh Fethullah herhalde meşhur Şeyh Fethullah-ı Verkanisî'dir. Hazret ise, malum ve meşhur ve ma'ruf olan Nurşinli Muhammed Ziyaeddin (Hazret)'dir. Ömer efendi ise, Üstad Van'da bulunduğu sıralarda ve sonraları evkaf me'murluğunu yapmış Vanlı Ömer Efendi'dir. A.B.
868
Rabian: Ey Şeyh Hasan! Senin küçük mektubun bana büyük geldi. Ağlattırırken, güldürdü. Sen ve Muhammed Salih benim için pek kıymettar iki kardeş ve iki talebesiniz.. Siz duamda ve kazancımda dahilsiniz. Hem tev'ziat zamanında o yüksek kametinle çoklardan evvel hayalen görünüyorsun. Fakat gurbet arkadaşım Muhammed Salih'in halini çok merak ediyorum, dünyada ise, benim hususî selâmımı tebliğ et!..
Hamisen: Orada iseler, Molla Şükrüllah, Molla Yasin, Molla Resul, Molla Yusuf, Molla Ma'ruf, Molla Abdurrahman ve Şeyh Hasan'ın biraderzadesi Fehmi, Gevaşlı Molla Abdülhakim ve Molla Abdülvahhab ve Fakah Haydar ve Molla Hamid'in valideleri ve Nuh Bey'in kayınbiraderi Fahrî ve Abdülmecid Efendi'nin mahdumları gibi kardeşlere ve hayalimde kendileri bulunup isimlerini yazmadığım umum dostlara ve kardeşlere selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.
Bu gurbette benim halet-i ruhiyemi anlamak isterseniz, şu gelecek fıkralara bakınız, ağlamama ağlayınız!..
Evet, ahiretine pek ciddî çalışan pek çok mübarek zatlar, kazandılar, gittiler. Ben beraber çalışmadım, gafletten uyandım. Fakat heyhat, yalnız ve müflis kaldım.. Ve bu hal hatıra geldikçe böyle bağırarak ağlarım:
"Bir ticaret yapmadım nakd-i ömür oldu heba.
Yola geldim.. Lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenha garib,
Dide giryan, sine berryan, akıl hayran bîhaber..
Elbakî hüvel bakî
Kardeşiniz
Said-i Nursi(89)"
ŞAM'DAN BARLA'YA BARLA'DAN ŞAM'A MEKTUPLAŞMA
11 Şevval 1346 - 25 Kasım 1928.. ve 25 Zilka'de 1346 - 29 Aralık 1928'de Hazret-i Üstad'ın hemşiresi Alime Hanım'ın Üstad'a yazdığı iki mektup.. ve Hazret-i Üstad'ın ona cevabı:
Bu mektuplaşmalar, herhalde 1928'de menfiler için çıkan af kanunu münasebetiyle, Hazret-i Üstad'ın hemşiresi ve eniştesi; Üstad'ın da serbest bırakılacağını zannettiklerinden mektuplarını öyle yazmışlar. Fakat. heyhat, nerede ve ne gezer?..
Çünkü mektuplardan birisinde Üstad'ın hemşiresi merhume Hanım: "Ne niyettesiniz, nereye gitmeyi düşünüyorsunuz?" şeklinde istifsar etmiştir.
(89) Müntehap dosyası Barla asılları,. Sıra No: 5
869
Fakat ne gezer, ehl-i dünyanın çıkarttığı af kanunları Bediüzzaman'ın semtinden bile geçmiyordu.. Yani lâstikli ve keyfî kanun içinde kanunsuzluk ve keyfîlik ve zulümkârlık vardı. Hazret-i Üstad Bediüzzaman da, bir risalesinde bu meseleye temas ediyor ve kendisini efrad-ı milletten saymadıklarını ve onu kanunlar dışında müstesna bıraktıklarını yazıyordu. Her ne ise...
Üstad Bediüzzaman'ın öz hemşiresi merhume Hanımın Şam'dan yazdığı bir mektubu aynen şöyledir:
"Muazzez biraderim Said-ül Meşhur Efendi!
Efendim, evvela arz-u hulûs ve ihtiramla, kemal-i iştiyakla selâmımızı zât-ı âlinize takdim ettikten sonra, hatır-ı vâlâlarınızı istifsar eylerim. Gerçi bizden sual buyurursanız, lehülhamd cümlemiz kemal-i sıhhat ve afiyetteyiz. Siz dahi der-sıhhat olmanızı Cenab-ı Hak'tan niyaz ve temennî eylerim.
Elyevm Şam'da, Salihiye mahallesinde ikamet ediyoruz. Hiç bir keder ve merakımız yok. Ancak pek uzun bir müddetten beri sizin ahvalinizden ve nerede kaldığınızdan ve hangi cihette bulunduğunuzdan haberdar olmadığımız için ziyadesiyle merak ve endişedeyiz.
Hemşireniz
Hanım"
Üstad'ın hemşiresi merhume Hanım yazdığı mektuplarının altındaki isim ve imza yerinde Arapça, şeklindedir. Klişesi N.Şahiner'in "Bilinmiyen Taraflarıyla Said-i Nursi" kitabındadır. Mektubun altındaki isim ve imza kısmının noktaları konmadığı gibi, ismin harfleri de hece şeklinde yazılmıştır. İbarenin noktalı ve terkibli şekli şöyle olur:
Manası: öz hemşireniz, size dua eden ve dua istiyen -Hanım-" demektir.
İsim ve imzanın noktasız ve hece harfleriyle yazılmasının hikmeti şu olsa gerektir: Kadın olduğu için yazıda ve mektupta bile, haya perdesini örtmesi içindir. Eskilerde müttakîye, âlime kadınlar isimlerinin sarih okunmaması için noktasız ve hece şeklinde yazarlarmış.
870
Hazret-i Üstad'ın bu mektuplara verdiği cevabı ise:
Aziz kardeşim!
Evvela: Sizlere selâm ederim.. O mübarek şehirlerdeki mübarek makamlarda duanızı isterim. Duanıza pek çok muhtacım. Oradaki ahbaplara, bâhusus kardeşim Molla Abdülmecid'e, Şeyh İsa'nın mahdumu Muhammed Ali Bey'e çok selâm ederim, duasını isterim. Onu çok merak ediyordum.. Elhamdülillah siz de, o da sıhhattesiniz.
Benim halimi soruyorsun.. Cenab-ı Hak Hakim ve Rahim olduğundan, başa gelen her işte hikmet içinde bir eser-i rahmet hissediyorum. Şimdi bir köyde imamım. Yalnız olarak dağlarda kader-i İlâhi beni gezdiriyor.
Sizlere ve Şam'a çok müştakım. Şu misafirhane-i dünyada mülâkat nasib olmazsa da, inşaalah öteki âlemde Rahmet-i İlâhiye bizi görüştürecek.
Benim ne niyette olduğumu ve nereye gideceğimi soruyorsun. Hiç bir niyetim yoktur. Rahman-ı Rahim olan Halıkıma tefviz-i umur etmişim. İnşaallah başka yere gidersem, size mektup yazarım. Mektup yazmak adetim değil, fakat sırf duanızı almak için size yazacağım
Said-i Nursi(90)"
Hazret-i Üstad'ın mektubunun son parağrafı, nihayet derecede câlib-i dikkattir. Tevekkülün şahikasından konuşuyor. Hiç bir niyette olmadığını söylemesiyle, her şeyini, her işini ihtiyariyle mutlak bir şekilde Allah'ın hikmetine bırakıp, onun emrini ve iznini beklediğini iş'ar ediyor. Bu ise tevekkül makamının, Rıza mertebesinin en bâla derecesidir. Ehl-i dünyanın eliyle yapılan işlerin arkasında kaderin hükmü ve hikmetin tasarrufu olduğunu hakk-el yakin görüyor, iman ediyor ve i'timad ediyor.
Hazret-iÜstad’ın hemşiresi Merhume “HANIM”ın bahsi olmuşken; başka bir vesile ile Prof. Dr. M.Said Ramazan Elboti den 13.10.995 tarihindealdığı bir mektupunun son kısmında, Merhume Hanım ve zevci Molla Saidi gördüğü gibi, zevcesi Hanımda görmüştüm.Merhume Hanım, çok takva ve salah ehli bir kadın idi.”
(90)Üstan. hemşiresi Hamm ile yaptıgı mektuplaşma hadiseleri, Bilinmeyen Taraflarıyla Saidi Nursi, 6. Baskı S: 282 dedir
A.B. (89) Müntehap dosyası Barla asılları,. Sıra No: 5
871
872
BİRADERZADESİ ABDURRAHMAN'IN KENDİSİNE GÖNDERDİĞİ
MEKTUP VE VEFAT HADİSESİ
Üstad Bediüzzaman'ın biraderzadesi Abdurrahman, amcasından 1923 yılında ayrılmış, Ankara'da kalmıştı. Orada evlenmiş, bir memuriyete girmiş, hayata atılmıştı. Dolayısıyla amcası Bediüzzaman'ın rızasına uygun bir davranış değildi bu...
Amcası Bediüzzaman Said-i Nursî ise, Ankara'dan ayrılarak Van'a gitmişti. Orada iki sene kaldıktan sonra, Şeyh Said hadisesi bahanesiyle onu da garbî Anadoluya nefyetmişlerdi. Üstad Bediüzzaman Barla'da Nurlar ın telifıne başlamış, Onuncu Söz Haşir Risalesini Kur'an hattiyla tab'ettirmişti.
Merhum Abdurrahman 1928 yılı içinde Onuncu Söz'den bir nüsha elde etmiş ve amcası Bediüzzaman'a Ankara'dan bir mektup yazarak, muhabere ve muvasalayı başlatmış idi. Amcasından altı senedir aynlmıştı. Bunu büyük bir hata saymakta idi ve bu hatasının bağışlanmasını amcasından istirham ediyordu. Yaptığı hatasının farkında idi. Eline geçen Onuncu Söz, içtimaî hayattan aldığı manevi yaralannın tedavisinde Hakîm-i Lokman gibi
873
bir tabib, bir tiryak gibi olmuştu. Bu te'sir ve his içerisinde amcasına mektup yazmıştı. Mektubunda, Nurlara sahip çıkıyor ve te'lif edilen Risalelerden birer nüsha istiyordu ki yazıp çoğaltsın diye... Hz. Üstad, geç de olsa bu vefadar levhaya çok mesrur olup ona Risaleler göndermeyi düşündüğü günlerde, birden onun vefat haberini alıyordu. Bu vefat haberi, Hz. Üstadı -bir insan olarak- ziyadesiyle mükedder etmişti. Birkaç gün bu üzüntü ve teessürle son derece hüzünlü günler yaşarken, bir kaç gün sonra, Kuleönünden Hafız Mustafa ve diğer gençler, bir kaç ay sonra Hulusî Bey Risale-i Nura intisap etmeleriyle, Üstadın keder ve üzüntüleri bir derece zail olmuşsa da, fakat Abdurrahman'ın vefat acısını bir türlü unutamıyordu. Bu vefat hadisesini çok süzişli bir şekilde 26. Lem'anın 12. Ricasında uzun bir fasıl halinde dile getirmiş ve bu acıklı vefat hadisesi tasvirinin akabinde de imanın acip tesirini zekretmiştir.
Bir insan olarak, akrabalanna karşı şefkat hissi üstadda da elbette ki vardı. 1928'de Abdurrahman'ın vefatı, 944'de hemşiresi Hanımın ve aynı senede biraderzadesi Fuad'ın vefatları.. ve 1947'de amcazadelerinden Molla Davud'un vefatı ve 1951'de de küçük kardeşi Molla Muhammedin vefatı gibi, akrabalarından böyle vefat haberlerini duydukça, onları Nur Risalelerinde ve Nur mektuplarında -derecelerine göre- bahseder, üzüntü ve kederlerini dile getirirdi.
İşte Abdurrahman'ın 1928'de Ankara'dan kendisine yazdığ'ı mektubundan ve sonra onun vefat hadisesinden bahseden 26. Lem'anın 12. Ricası:
“On İkinci Rica: Bir zaman Isparta Vilâyetinin Barla nahiyesinde nefy namı altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men'edilmiş bir vaziyette hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem de gurbet içinde gayet perişan bir halde iken; Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Kur'an-ı Hakîmin nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı tesellî bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat "vâ-hasretâ" birisini unutamıyordum. O da; hem biraderzâdem, hem manevî evladım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahmân idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin; ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleşeyim.. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda; öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtım gördüm ki: Abdurrahmânın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde, üç zahir kerameti gösterir bir tarzda, dercedilmiştir. O mektub beni çok ağlattırmış ve el'ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahmân o
874
mektubla pek ciddî ve samimî bir surette; dünyanın ezvakından nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi, o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur'aniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: "Yirmi otuz risaleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım: diyordu. O mektub, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evladın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum. O mektubdan evvel Îman-ı bil-Âhirete dair tabettirdiğim Onuncu Sözün bir nüshası eline geçmişti. Gûya o risale ona bir tiryak idi ki; altı yedi sene zarfında aldığı bütün mânevi yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmış. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasıtasiyle yine mes'ûdane bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken, "vâ-hasretâ" birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarsdı ki; beş senedir daha o te'sir altındayım. O vakit bulunduğam işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım; on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatiyle hususi dünyamın yarısı, onun vefatiyle vefat etmiş diyordum. Abdurrahmânın vefatiyle de, baki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünki o dünyada kalsaydı; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı; ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayr-ül-halef; ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi.. ve en zekî bir talebem, bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu. Evet, insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlıdır; yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammûle çalışıyordum; fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer arasıra Kur'anın nurundan gelen tesellî teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamıyacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâli yerlerde oturup o teessürat-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahmân gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udane hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür mukavemetimi kırıyordu.Birden nin sırrı inkişaf etti. Bana "YÂ BÂKİ ENTE-L-BÂKÎ! YÂ BÂKÎ ENTEL-BÂKÎ!" dedirtti ve onunla hakikî tesellî verdi..."
Ve şimdi Abdurrahman'ın bahsedilen kerametkâr garip mektubunun metni:
875
(Hulûsi Bey'in selefi, yirmi altı yaşında vefat eden biraderzâdem Abdurrahman'ın, vefatından iki ay evvel yazdığı mektubdur)
“Ellerinizi öperim, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan "Onuncu Söz" risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasiyle aldım, çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş.. Ve Cenâb-ı Hakk ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binâenaleyh ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için afvınızı rica ve duanızı dilerim.
Aziz mamo(*) Şunu da burada arzedeyim ki: Himaye ve himmetiniz sâyesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’al ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safâsını gördüm, geçirdim. Hiç bir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki: Bunların hepsi hebâ olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safâsı neticesi zillet ve şedid azab olduğunu ve
dünyada Allah için ve Allah'ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi sonu, lezzet ve mûkâfat olduğunu bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fıkir ise terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayâlimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükür ile beraber sabretmekteyim.
Şimdi amcacığım ve büyiık üstadım! Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse -ile fenâ hasletleri kapmamak içinihtilât etmemekteyim. Dairede müddet-i mesâiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenâb-ı Hakk'ın şükrü ile geçiriyorum. Bundan başka ey amca! sizden sonra şimdiye kadar en çok beni ikaz ve fenâ şeylerden men'eden, üstad-ı âzam ve mürşidim olan bu âyet-i kerîmeden duyduğum ve hissettiğimdir:
(*) Kürdçe amcacığım demektir
876
Ve öyle biliyorum ki; o günde pek yakındır (Hâşiye 1).
duam bu ve itikadım böyledir ve böyle iman ederim: (Haşiye 2)
(Haşiye) *Biraderzâdeniz Abdurrahman
Demek Onuncu Söz onun hakkında bir mürşid-i hakikî hükmüne geçmiştir ki birden onu derece-i velâyete çıkararak şu üç kerâmeti söylettirmiştir. Benden sekiz sene evvel ayrılmış. Onuncu Söz eline geçmiş, mektubun başında söylediği gibi çok azîm istifade edip, sekiz sene zarfında aldığı kirleri onunla silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Söz ün şevkinden demiş: "Yazdığın Sözler'in hepsini bana gönder, kendi hattımla herbirisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar edip kaybolmasın:" İşte böyle bir kahraman vârisi kaybettim. Ruhuna elfâtiha.
Said-i Nursi
(Haşiye 1) Cây-i dikkattir, vefatını haber veriyor.
(Haşiye 2)Hem İman ile gideceğini ilân ediyor.
(Haşiye)Âhir nefesteki kelimat-ı imaniyeyi âhir-i mektubunda zikretmesi dünyadankahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret eder. S.Nursi
877
Bediüzzaman Barla'da bulunduğu 8,5 yılda çeşitli yol ve vasıtalarla talebe ve dostlarıyla mektuplaşıyordu. Bu mektuplar ya elden hususi olarak, veya posta vasıtasıyla geliyordu. Yukarıda, ona gelen mektuplardan bazılarının zarfları görülmektedir. Zarf yazılarından birisi: "Barla'da şeref-Mukim Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine arz ve takdim. " Birisinde de "Isparta, Eğridir Kazası Barla nahiyesinde muş-şemdinî mescidinde" diye yazılı.
878
AĞAÇ BAŞINDAKİ EKMEK
Gaybî ekmek hadisesinin Onaltıncı Mektup'ta bir nebze bahsi geçmekte ise de, Hazret-i Üstad onu "Bir günde bir tavuğunun üç yumurta getirmesi" meselesi gibi, tafsilâtını terk ile hülâsasını yazmıştır. O çok acib, harika ve gaybî hadisenin dahası vardır. Ağaç başındaki ekmeğin tazeliği, sıcaklığı ve iki gün iki adamın ondan yemesi ve bitmemesi gibi uzun hikâyesi vardır.
"Mübarek" unvanını alan Sûleyman Efendi ve Sıddık Süleyman o ekmeğin artanını Barla'ya getirmiş ve teberrrüken bazı Nur talebelerine de tattırmışlardır. Üstad'ın ifadesiyle bu ekmek hadisesi On Altıncı Mektup'ta yazılı olduğundan oraya havale ederek, onun hakkında mevsuk ve sağlam ananeli rivayetleri elde edemediğimizden burada bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Lehülhamd velminnet, o ekmekten küçük bir parça halen bir yerde bulunmaktadır.
MU'CİZELİ KUR'AN
1932-1933 yıllarında Hazret-i Üstad'ın Kur'an'ın i'caz lem'alarını ve delillerini çeşitli şekil ve sûretlerde kaydetmeye başladığı sıralarda, Kur'anın, ayet, cümle, kelime ve harflerinin de, Kur'ana yakışır mu'cizane şekilde bir kasdî intizam dahilinde dizilişlerini görmüş, hissetmiş.. Ve Kur'anın gözle görünecek bir i’caz vechini keşfedip kaydetmiştir. Bu mevzuda "RUMUZAT-I SEMANİYE" risalesi Kur'anın bu nevi i'caz delillerine en parlak bir aynadır. Kur’anın ayet, kelam, kelime ve cümlelerinin adetleri gibi bir çok noktalardan tevafukları ile, i’cazının çok acib ve hayretbahş ışıkları kaydedilmisiyle berabar, harfIerinin hece itibariyle olan sayılarında da pek garib i'caz parıltıları görülmüş ve yazılmıştır. Hususan eskiden beri ulema arasında câri olan Ebced ve Cifir hesabiyla çok acip tarihî vak'alara ve istikbal hadiselerine i'cazkârane bir şekilde işaret ettiklerini de görüp göstermektedir. Fakat bu Risale çok ince ve derindir. Harflerin, kelimelerin tevafukları ve Ebcedî değerlerinin hem tevafukları hem de dünya hadiselerine bakması gibi geniş ve derin olmasından herkes hemen o risaleyi okumakla kavrıyamaz.
İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman Kur'an'ın i'caz nükteleriyle fikren meşgul olduğu o sıralarda, Kur'anın mevcud ve matbu' on beş satırlı berkenar osmanlı nüshalarında "ALLAH" ve "RABB" lâfızlarının mevcud sahifelerde harika bir tarzda alt alta gelme ve karşıki sahifelere bakıp tevafuk etme sırlarını keşfetmiş, mevcud Ber-kenar mushaflarda bu işaretlere işaret
879
ler koymuştur. Kur’anın beşer ihtiyari haricinde fıtrî olarak yazılışındaki acib, harika ve zahir i 'caza çok ziyadesiyle ehemmiyet vermiş ve bu mübarak acib tevafukların tanzimini bir derecede göze gösterecek kırmızı mürekkeble yazdırmak üzere, yakın talebelerini bu hizmete çağırmıştır. Mevcud ber-kenar mushafların sahife ve satır durumlarını hiç bozmadan, sadece durak ve keşidelerin bir derece tevafuku kaydıran mevcud vaziyetlerini düzeltmek suretiyle harika acib tevafuk mu’cizesinin tezahür edeceğini talebelerine bildirmiş ve o şekilde yeniden yazılmasını emretmiştir. Bu işi de, evvelâ cüzler halinde muhtelif talebelerine göndererek, hattı güzel bir kaç talebesine tevzi' etmişti. Yazısı güzel olan talebelerinden bir kaç kişi her birisi bir miktar yazmış.. Fakat bu işte o sırada en çok muvaffak olan Ispartalı merhum Hüsrev Altınbaşak'dır. Diğer yazanlar ise, Hüsrev Ağabeyin bu başarısını görünce, bu vazifeyi tamamen ona bırakmışlardır. Hüsrev Ağabey de bu işte canla başla, aşk ve şevk içinde çalışarak; Hazret-i Üstad'ın işaret ettiği bu tarzda yeni tevafuklu Kur'andan hayatının sonuna kadar dokuz nüsha yazmaya muvaffak olmuştur. Allah bin rahmet eylesin amin.
YILDIZLARDA GÖRÜLEN HARİKA ŞEHAPLAR
Kur'anın üstte mezkûr yeni i'cazı keşfedildiği sene içerisinde, yıldızlar arasında bir çok şahaplaınn bir gecede harika şekilde kayması, o civarda görülmüş ve meşhur olmuştur. Evet Kur'anın sahifelerinde görülen o zahir ve bâhir i'caz nakşının keşfedildiği sene, bir gece şehap ve yıldızların kayması ve düşmesi hadisesi, mu’tadın çok fevkinde olarak vaki' olmuş.. Hazret-i Üstad da, o hadise üzerine "Yıldız mektubu" adını verdiğ'i hitab ile talebelerine o meseleyi anlatan bir mektup kaleme almıştır. Bu mektupta, Kur'anın vahy ile nüzûlü sırasında şahapların daha acib bir şekilde ve zarif bir tarzda düşme hadisesini; Kur'anın nüzûliyle çok yakın ilgisi olduğundan bahseden bazı ayetlerin işaretlerini kaydettikten sonra; o sene zarfında
keşfedilen Kur'anın gözle görülebilen zâhir i'cazının delili olan kelime tevafukatiyla ilgili olarak da, o sene içinde vaki’ olan şahapların düşme hadisesini buna bir işaret hissetmiş ve hususî şekilde kanaat getirmiş ve o mektupta bu hakikata imalı bir tarzda temas etmiştir. Mektup aynen şöyledir:
880
881
882
"YILDIZ MEKTUBU"
Aziz sıddık kardeşlerim, Hizmet-i Kur'aniyede çalışkan arkadaşlarım
Sabri, Hüsrev, Hafız Ali, Re' fet, Lütfü, Rüşdü!
Size cemaziyel-ahir ayında vuku’ bulan bir hadise-i semaviye münasebetiyle bir mes'ele beyan edeceğim. Şöyle ki:
Hazret-i Zat-ı Ahmediye (A.S.M)'nın zuhuru zamanında
ayetenin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm- i şeyatine alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku’ bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında; O zaman vahy zamanı geldiğinden vahye şüphe gelmemek için kâhinler gibi gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlarına set çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber; zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, cin ve inse meb'us olarak teşrifinde semavat ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğıınu ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir. Hem o mebus zat (A.S.M.) ehl-i küfûr ve dalâlet için bir niran-ı muhrika.. Ve ehl-i hidayet için envar-ı müşrika menba'ı olduğundan, gaybî ve semavî bir işarettir.
Dostları ilə paylaş: |