Tevfik Ahmet Tahsin Hilmi ÇaycıEmin BakırcıEmin
Evet
İtfaiyeci Emin
Ben de tasdik ederim
Said-i Nursi" (168)
"Gavs-ı A'zamın Üstadımız hakkındaki fıkrasıyla inayet ve teshile daima mazhar olduğuna.. ve tevafuk Risale-i Nurun kerametinin bir ma'deni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında küçük ve lâtif, fakat kat'î kanaat veren cüz'î hadiselerin tevafukatında, gözümüzle gördüğümüz inayet-i Rabbaniyenin nümûnlerinden beş altısını beyan ediyoruz ki, onlar bir iki gün zarfında vuku' bulmuş.
Birincisi: Dün Üstadımız, Risale-i Nura ait üç hizmet lâzım geldi, kimse de yok.. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip, bir çocuğu bulup bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nurun o hizmetini görecek fevkâlâde bir tarzda dakikasıyla üç şakirdi kapıya geldiler.
İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nurun mühim parçaları, Risale-i Nurun berekâtıyla hânesi yangından kurtulan Hafız Ahmed, kendisine yazdırıp başka bir kaza nahiyesinde bulunan bir iki zat onları istinsah için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için, hem biz hem hafız Ahmed, hem merak hem hiddet ediyordu. O kitaplar bugün geldiği aynı vakit, (dün aynı saatte Üstadımıza beş seneden beri her bir kaç gün zarfında Üstadımıza kolaylık için bir parça yemek pişirmekle hatırını soruyordu. İki seneden beri o adeti terk etmişti. Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle iki senedir o adet terk edilmiş iken,) yine dün o aynı satte iki sene evvelki aynı adetiyle o zatın hanesinden, evinden aynen eskisi gibi küçücük bir hatır sorma nev'inde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: "İki sene evvelki adete lüzum kalmamış. Siz de komşuluktan gitmişsiniz." dedi. Bugün aynı vakitte o Hafız Ahmed'in yazdırdığı kaybolan kitaplar mükemmel bir surette ıstinsah ile geldi. Bizde şüphe bırakmadı ki;bu lâtif tevafuk da Risale-i Nur hakkındaki inayatın bir cilvesidir.
(168) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 86
1129
Üçüncüsü: Üstad'ımız aynı yine bugün, Emin'e dedi: "Üç dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hâne sahibesi gelmedi. Kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevab gönderin, gelsin alsın!" dedi. Aynı dakikada dört aydan beri yanına gelmiyen o hane sahibesi kapıya vurdu, geldi, beş aylık kirasını aldı. Üstadımız bu hadise-i İnayetten memnuniyeti için uzak bir nahiyeden gelen yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte, yirmi dakika zarfında burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nurun iki kitabını alıp mütalaasının manevi ücretinden binde bir ücret olarak geldi.. ve bir parçacık âşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen o âşurenin on misli kadar lâtif üç ekmek, yine iki sene iki kitabının okumasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.
Hem yine, Üstadımız bugün o hâne sahibesine yedi senedir adını bilmediği için "İsmin nedir? diye sormuş. O da demiş: "Hayriye'dir" Hayriye isminde olmak tefeüluüyle, iki saat sonra Hayrî namında Risale-i Nurun bir şâkirdi haberimiz yok iken İstanbul’a gitmiş, hem ticaret münasebetiyle iki mühim şâkirtleri dahi gidip geç kaldılar. Maddî-manevi fırtınalar münasebetiyle Üstadımız onları hem oradaki mühim bir şâkirdi çok merak ediyordu. Bugün o Hayrî, iki saat Hayriye den sonra geldi, o üç şâkirt hakkındaki merakı izale ettikten sonra, dört
aydan beri devam eden "Tefarik" namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmış idi. Hayrî nin elinde bir küçük şişe, dedi: "Size tefarik getirdim." Biz de bu küçücük lâtif tefarikteki tevafuka (barekallah) dedik."
Bu iki gün zarfında bu küçücük nümuneler gibi, Üstadımız Mu’cizat-ı Ahmediye’nin tashihatı ile meşgul olduğu için, bunlardan başka çok nümuneler görmüş. Madem iki günde böyle inayetin cilvelerini görüyoruz, Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse, herkes kendi nefsinde hizmeti derecesinde böyle nümuneleri görebilir. Tebyize vakit bulamadık...
Risale-i Nur Şakirtlerinden
Tevfik, Feyzi
Evet Evet Evet Evet Evet Evet
Hafız Tevfik Fevzi Emin Hilmi Kamil Hayri
Bunları gözümüzle gördük. Evet ben de tasdik ediyorum
Said-i Nursi(169)
(169) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 421
1130
"... Bu yakında Üstad'ımızla beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, hem üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz üçer şekerle, ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz, bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri Risale-i Nurun menba-ı intişarı olan üstadımızın odasına geldik. Emin kutuya sarf olunan şekerleri koymak istemiş. Fakat kutu sekiz şekerden başka almamış. Emin fesübhanallah der, onyedi şeker yerinde kutu sekiz şekerle dolsun diye taaccüb ettik. İşte bu vakıa bize şuhûd derecesinde kanaat verdi ki; Bu sır, Risale-i Nur hadimlerine bir inayet-i ilâhiye ve bir iltifat-ı Rabbanidir.
Yine aynı günde ben (yani Küçük Hüsrev) evvelce yazıp Üstad'ıma teslim ettiğim HÜCÜMAT-I SİTTE risalesini bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalme'mul bir surette bulunmaz. Birden o anda adetlerinin hilâfında olarak hiç vuku' bulmamış bir hadise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdiven tarafına müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nurun intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru zahiren ziyaret maksadıyla yürüdüğü görülür. Üstad'ın telâşlı olduğunu hisseder. Üstad onun nazarını öteki hadise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: "Görüyorsun, ma'zurum. ziyareti başka vakte bırak!" O da döner gider. Hem Mehmed Feyzi hem Hücumat-ı Sitte hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet, Hücumat-ı Sitte'nin saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolmnası, ehemmiyetli bir hadisenin önünü aldı. Ustad'a arız olan bu hilâf-ı adet hal ve o Risalenin muayyen yerinde bulunmaması kat'iyyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra, o Risaleyi hilâf-ı me'mul bir yerde bulduk. Üstadımın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstad'ım bize izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve te'sirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen Risale kendini göstermedi. İşte bu hadise, Risale-i Nurun ihlâslı ve sadık şâkirdleri her vakit bir hıfz ve bir İnayet altında olduklarına, hem daima himayet altında bulunduklarına şüphe bırakmıyor.
İKİNCİ BİR VAKIA-İ BEREKET:
“Üstad'ımızın bir okka kadar peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için-bir iki defa yiyordu ve bize de yediriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu ben, yani daimi hizmetçisi Emin.. ve ben, yani Küçük Hüsrev yakinen görüp tasdik ediyoruz. Fakat bu hadise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünme
1131
yen dibi görünmeye başladı. Noksaniyetini gösterdi. Evet bereket hususunda şayan-ı hayret bir hadisedir.
Hem yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarfolduğu halde, elli güne yakın devamı şüphesiz bir bereket içine girmiş.
Yine aynen aynı Ramazan Bayramında Üstad'ın rızası olmadığı halde, Tahsin ve ben (Yani Emin) bir kilo ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt, süt ve tatlı kabağı ve sair şeylere bazen otuz dirhemden fazla kattıkları halde, halen o üç aydan sonra, o şekerden yüz dirhem kadar kalması elbette bereket sebebiyledir.
Hem bu havalideki şâkirtler, herkes cüz'î küllî hissetmiş ve i'tiraf ediyorlar ki; Risale-i Nura çalıştığımız zaman, hem rızkımıza bereket ve suhûlet, hem kalbimize bir inşirah ve ferah zahiren hissediyoruz. Ezcümle ben, yani Emin kendim i'tiraf ediyorum ki; Risale-i Nur dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risale-i Nur dairesine girdim, senede üç dört ay çalışabildiğim halde, evvelkinden daha müreffeh ve daha mes'ud bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risale-i Nurun hizmetinin berekâtıyla olduğunda hiç şüphem yoktur.
(Evet ben Küçük Hüsrev bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki Emin kardeşimiz memleketimize geldiği zaman, çok faal bir surette her ay çalışırdı. Şimdi ise, üç dört aydan fazla çalıştıgını görmüyorum. Bunun sebebi ise, Risale-i Nurun berekâtı olduğunda kat'iyyen şüphem kalmadı. -Mehmed Feyzi)
Hem ezcümle Üstad'ımız diyor ki; "benim de kanaat-i kat'iyyem çok tecrübeler ile gelmiş ki; Ben Risale-i Nurun tashihatıyla meşgul olduğum zaman pek zahir bir tarzda hem rızkımda bereket, hem kolaylık görüyorum "
Hem Üstad'ımız diyor: -Ve biz de tasdik ediyoruz ki- "Ben son zamanda anladım ki, şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz, şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazen on gün bana kâfi geldiği gibi, burada aynen o tarzda yaşıyorum. Hem ben hem kardeşlerim bunu az yemek ve iştihasızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat'iyyen anladık ki; o acib hal, bereketin neticeleri imiş. Bir kaç defa sekiz günde bana kafi ğelen bir ekmeği aynı iştiha ile; -çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman-, iki günde, bazen bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu on altı- on yedi seneden beri benim mükemmel ta'yinatım Risale-i Nurun hizmetinden gelen bir bereketten idi"
1132
Evet,bize de aynel-yalkin derecesinde kanaât gelmiş ki; bu kesretli hadisat-ı bereket, Kur'an-ı Mü'ciz-ül Beyanın i'caz-ı manevisinin bir şua'ıdır. Manen der: Ey Kur'an şâkirtleri! Sizi vazife-i mukaddesinizden ekseriyetle geri bırakan maişet telaşesidir. O ise, Kur'anın feyziyle bereket nev'inde size veriliyor. Vazifenize bakınız!...
Hem hadisat-ı bereketin aynı zamanında Resail-i Nurun bir kerameti olarak, bir şâkirdinin binlerce lira kıymetinde hanesinin ona pek yakın dehşetli yangından fevkalme'mul bir surette Risale-i Nurun bereketiyle kurtulması.. ve Risale-i Nur tercümanına ahiret cihetinde çok alakadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında yanan hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevharât ve altunlarını kurtarmak için, koşup çıktığı vakit, ateş her tarafinı sarmış. Mücevheratını kurtaramadığı gibi, kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat'iyede gördüğü dakikada; Risale-i Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasına şiddetli dua ederken, o biçare hanım hatırına gelmiş, "Acaba o yangında o ahiret hemşirem bulunmasın" diye ona da Risale-i Nuru şefaatçı edip dua etmiş..." Ya Rab! Ona merhamet eyle!" niyaz etmiş... Aynı zamanda o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yükseklikte avluya atmış, fevkalâde bir surette ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış... Hem bakırı ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından sonra, bütün mücevheratını hiç biri zayi' olmıyarak ve bozulmıyarak bir un muhafaza etmiş, bulmuş almış. Risale-i Nurun bereketinden hem canını, hem malını kurtarmış...(170)”
ÇEŞİTLİ HARİKA HALLER VE İNAYETLER
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinin hizmet-i imaniye ve Kur'aniyesine, zendeka hesabına muaraza edip, onun aziz şahsiyetini ta'ciz edenlerin, yahut da hizmette tenbellik edip fütûr getirenlerin yedikleri zecr ve şefkat tokatlarının bazı misallerinin kaydı münasebetiyle; bir de Üstad'ın Kur'ana hizmeti ile alâkadar olarak görülen bazı harikaların bir kaç örneğini de müteferrik ahval içerisinde kaydı münasib görüldü.
(170)Osmanlıca Kastamonu-2 S:103
1133
BİRİNCİ ÖRNEK: SİYAH MÜREKKEBİN KIZIYA TAHAVVÜLÜ
(üstadın kaleminden)
"...Sizin te'lifiniz olan fihristenin tashihinde bir müstensihin noksan bıraktığı bir sahifeyi Tahsin'e dedim yaz. O da yazmaya başladı. Simsiyah bir mürekkebten ve temiz kalem ile, birden yazdığı ikinci cild fihristenin makbuliyetine hüccet olarak o siyah mürekkeb, güzel bir kırmızı suretini aldı. Ta yarım sahife kadar bu garib hadiseye taaccûb edip bakarken, o mürekkeb simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı aynı kalem, aynı hokka, tam siyah yazıldı.
Bir zaman Barla'da bağlardaki köşkte, Şamlı, Mes'ud, Süleyman'ın müşahedesiyle aynı hadiseyi başka şakilde gördük, şöyle ki:
Ben sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm. Birden mütebakîsi çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti. Risale-i Nur Şakirtlerini şevklendiridi. Gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve bir tereşşuhunu gösterdi... (171)"
İKİNCİ ÖRNEK: HULÛSÎNIN BİR GAİLESİ VAR?
Kaydedeceğimiz bu acib, tevafuklu hadisenin aslını evvela merhum albay Hacı Hulusi beyin hatıralarından okuyalım :
"Ben Elaziz'de tabur komutanlığı yapıyordum.1938 Dersim isyanının sebeb olduğu facia hadisesi neticelenmek üzere idi. Bizi de Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya me'mur ettiler. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi. Aslında hadise basitti. Fakat nedense onu büyüttüler ve umumileştirdiler.
Bize verilen emir : Dersim ahalisini külliyen imha emri idi. "Canlı tek bir insan bırakılmayacak... genç-ihtiyar, suçlu-suçsuz, çoluk-çocuk, kadın-erkek ne varsa hepsini imha..." Gerçi me'mur edildiğimiz bölgenin bir çoğu Rafizî idi. Amma yine de bizim raiyetimiz ve halkımız idiler. O tarz muamele ve emir nasıl bir uygulama şekli idi bilemiyorum.
Ben kıt'a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize vermişlerdi. "Sen piyadesin, seni topla da takviye etmek gerekir." dediler. Çok mahzun ve muzdarib idim. Neticede vuku' bulacak haksız zulüm ve gadirleri düşünüyordum. Aynı zamanda iki tane çıkılmaz hissin ortasında kalmıştım:
(171)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 38
1134
Birincisi: Askerlikte emre mutlaka itaat...
İkincisi : Göre göre bildiğim, olacak olan zulümlerden kaçmak, o ortamda isti'fa etmek, belki başka manalar verilmek endişesi...
Bu me'yusane hüzünlü halet-i ruhiyemi Üstad'a da bildiremiyordum. Kâğıda bunları nasıl yazıp da derdimi dökebilirdim. Fakat Hazret-i Üstad, benim bu hüzünlü ye'is ve kederimi hissetmiş olacak ki; hazırlığımızı tamamlayıp, sabahleyin merhum babamla vedalaştım ve atıma bindim, kıt'anın başına gidiyordum. O günü isyan yerine hareket edecektik.
Bir baktım, bizim hizmet eri arkamdan kşup geliyor. Elime bir mektup verdi, açtım gördüm ki; Hazret-i Üstad Kastamonu'dan Ürgüp mütüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasıyla bana gönderiyor. (172) Benimle şöyle konuşuyor:
“Salisen: Hulusinin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur şâkirdlerine İnayet ve Rahmet nezaret ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevab verir, geçerler. O musibetlere karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz...(173)”
Hazret-i Üstadın bu kerametkârane acib mektubu, hem Hulusî beyin İnayet ve Rahmet nezareti altında himaye edileceğini bildirmesi içinde, haksız yere zulmen musibete uğrayan masumlarında (174) akibet ve neticelerini bildirmektir.
Hulusi bey diyor: Mektub bana büyük bir teselli verdi, nefes aldım. İsyan bölgesine vardık. Çok uzak mesafelerden birbirimize tek-tük birkaç mermi attıksa da, hiç kimseye birşey olmadı. Kimsenin burnu kanamadı. Döndük dolaştık, kimseyi bulamadık. Bölgeyi terk etmiş, mağaralara çekilmişlerdi. Rahmet-ı İlahiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan kurtardı ve muhafaza etti.”
Merhum emekli Albay Hacı Hulusi bey, bu vakıayı birçok defa anlatmışlardı. Bizde bizzat dinlemiştik. Ayrıca da N.Şahiner, Hulusi Bey hatıratı içinde Son Şahitler-1 kitabında da kaydetmiştir.
(172) Mektup, Kastamonu'da yazılıp Isparta'ya gönderilmiş. Buradan da Ürgüp müftüsü Abdülmecid Efendi'ye yollanmış. Buradan da Hulusi Bey'e gönderilmiştir. Bu durumdu en
azından mezkûr mektup, bu hadiseden bir ay önce yazılmış olmalıdır. O ise Hacı Hulusi Bey'in maruz kaldığı durum ancak bir haftalık bir meseledir. Bu hale göre Hazret-i Üstad hadiseyi vuku' ve zuhurundan çok önce hissetmiş görünmektedir.A.B.
(173) Osmanlıca Kastakonu-1 S:17
(174) Malatyalı emekli Yüzbaşı Şevki Bey'den bizzat dinlemiş olduğum, o da yakın bir subay arkadaşından duymuş olduğu çok acib ve canavarca bir hadiseyi şöyle anlatmıştı:
“Dersim isyanında isyan eden bazı insanlarla askerler harb ederken, isyancılar yavaş yavaş çekilip dağın zirvesine doğru gitmişler. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı. Bu defa herhalde gelen emirler mucibince, Hulusi Bey'e de verilen emir gibi, geri dönüp ma'sum çoluk çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlar. Hatta hınçlarını alamıyarak bazı taburların topladıkları çocuk-çocuk, kadın ihtiyar, bîgünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar.. Ve birçok teneke gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdir. Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış. Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngülüyerek, süngü ile tekrar surun üstünden ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm” dedi. Nitekim 1951'de Büyük Doğu Mecmuası da hadiseyi aynı şekilde yazdı.A.B.
1135
ÜÇÜNCÜ ÖRNEK : ALLAH'Ü A'LEM TAMAMDIR
Bir acib vakıayı da Kastamonulu Mehmet Feyzi Efendinin ağzından dinliyoruz. Bir iki defa bizzat Mehmed Feyzi Efendi'den dinlemiştik. Şöyle demişti:
“1938 yılı içerisinde idi. Günlerden bir gün, Üstadımızın daimi adeti üzere onunla sabah vakti kıra çıkmak üzere evden çıkmıştık, Şehrin kenarında bulanık, çirkef gibi suların birikintisinden meydana gelen küçük bir gölcük gibi bir yerden geçiyorduk. Üstadımız orada biraz durdu, düşündü. Sonra hiç görmediğim bir tarzda, eğilip yerden bir taş aldı. O taşı o çirkef gölün ortasına doğru fırlattı. Taş o çirkef suya vurulduktan sonra, yine biraz bekledi durdu. Sonra yürüyerek kendi kendine; “Allah'u a'lem” tamamdır dedi. Ben bundan hiç bir şey anlıyamadım. Fakat Üstad'dan da hiç bir zaman bir şey sormadığım gibi, bunu da sormadım. Amma hayretimi mucib olmuştu.
Bu hadiseden bir hafta kadar sonra duyuldu ki; dünyaca büyük bir makamı işgal eden meşhur bir adam öldü diye haberler dolaşmaya başladı"
BEŞİNCİ ÖRNEK: ÜSTAD'IN KURTARDIĞI KÜLHANBEYLERİ, AYYAŞLAR VE SARHOŞLAR
Evet, Hazret-i Üstad'ın Kastamonu'da bulunduğu sıralarda bir çok ayyaş, sarhoş ve külhanbeylerini kurtardığı gibi; bir çok efe ve beyleri de eski zulümlü ve kaba hallerinden kurtarıp, itaatli, mü'min haline getirdikleri çoktur. Bunların başında Taşköprülü meşhur Sadık Bey gelir. İhsan Sırrı ve Araçlı Deli Mü'min gibi kimseler de bunlardandır.
Taşköprülü Sadık bey, Ilgaz eteklerinde ün salmış bir yiğittir. Ta Bolu, Düzcelere kadar onun yiğitliği, beyliği yayğın ve meşhurdur. Gittigi bir düğünde Sadık bey dururken, kimse elini cebine atmaz, herkes ona hürmetkârdır. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin irşadı, bu zatı bütün eski efeliklerinden, ağalıklarından kurtarmış ve Risale-i Nur hizmetine pâbeste kılmıştır. Sadık Beyin Risale-i Nura ve Üstad'a talebe oluşu ve kahramanâne hizmetler görmesi hadisesi Kastamonu vilâyetinde meşhurdur.
Taşköprülü Sadık Beyin bu mevzu'da Risale-i Nura ilk talebeliği ile ilgili hissiyatlarını ifade eden şu asîl ruh ile yazdığı mektubudur:
“Mübarek ve kudsî ve ma'nevî Üstadımız olan Risale-i Nura bütün İmanımla ve intisab-ı hakiki ile bila-kayd u şart, zuhûr edecek bir emir değil, en ufak bir işaretin ben aciz talebesine malımı, canımı evlâd ve iyalımı, hatta ihtiyar ve hasta mizac
1136
validemi dahi terke kâfi olduğuna.. ve hiç bir zaman ve hiç bir ân ruh ve hayalimden te'sir-i manevîlerinin zail olmadığına ve o te'sir-i manevinin gıday-ı ruhanîsinin ruhuma ilka ettiği cesaret-i maddiye ve maneviyenin menba'ı olan o manevi üstadmın teveccühleri en büyük mukaddesatım olduğuna; nefsim kabza-i tasarrufunda olan Zat-ı Zülcelal şâhid-i âdildir.
Yazı işlerinde ve ziyaretlerinde bizlere vacib olan faaliyet yerine, gösterdiğim bataetten Üstad'ımın tekdirine lâyık isem de, menba-i hidayet-i Rahman ve şâhid-i Vahdaniyyet ve envar-ı hakikat-ı İmaniyyeyi ifade ve ifazasıyla, en sönük ruhları irşad ve ihya eden.. Ve felsefe-i tabiiyeyi füyuzat-ı Kur'andan aldığı ilm-i hakikat ve hakikat-ı İlmiyesiyle çürütüp zirü zeber eden.. Ve Şemail-i Şerifesini yazmakta kalemimin iktidarı olmıyan Risale-i Nurun şahs-ı manevisi Müceddid ve Ferid-i zaman Bediüzzaman Üstadımız! benim gibi günahkâr, hata ve nisyan içinde çabalayan bu biçareye af ve merhamet buyuracakları şe'ninden olduğuna büyük bir kanaat-ı imaniye ve itmi'nan-ı kalble teselliyâb olmaktayım.
Ayat-ı Kur'aniyeden tereşşuh ederek, envar-ı Kur'an`iyenin şua'ları ve lem'alarını.. Ve tılsım-ı Kur'anîyi kâinata -Üstad'ımıza hâs bir üslub ve ifade ile-ilân eden tefsir-i kebir olan o büyük ve ulvî ve kudsî sözler ve risalelere lâyık bir tarzda hizmet etmek bu hayatta en büyük bir maksadım ve vazifemdir.
Risale-i Nur Sâkirtlerinden Sadık(175)"
(175)Ziyadat-ı Kastamoniye S: 49
1137
KURTALAN SÜRĞÜNLERİNDEN
YUSUF TOPRAĞIN İHTİDANAMESİ
(Bazı bölümlerini alıyoruz)
"...Ey yaramın doktoru!. ve ey dalâlet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halâskârı.. Ve ey İlahî ve kudsî yolların rehberi!...
Evvelden hiç bir muarefemiz yokken, seni kal'a üstünde ilk ve tesadüfen gördüğümde; "Dalâletten halâsın, Allah'ın Rahmetine vüsûlün en kısa yolu var mı?" diye sordum.
"Çok kısa bir çare-i Kur'aniye vardır" diye buyurdunuz. Fakat dalâletim, gafletim, enaniyetim i'tibariyle bu kısa ve merdâne cevabtaki hizmet-i azimeye, nebaan-ı rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihanet ederek aldırmadım ve felaket-i maneviyede bir müddet daha kalmış oldum.
Vakta ki, Risale-i Nur, hatta enhür-ü Nur demeye şâyeste olan mektuplardan yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaike dalınca; İnayet-i Rabbaniye, Mu'cizat-ı Kur'aniye, himmet-i sübhaniye keramet-ı ruhaniye eseri olmalıdır ki: Kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakim düşünceme "Tak!" diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah halkası takıldı. Hemen düşündüm:"Ulemanın midad-i aklamı, şühedanın kanından mübecceldir" ve g gibi hadislerle Hazret-i İsa'nın (A.S) Havariyyuna, Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) Ensar'a tekliflerini ve onların icabetlerini hatırladım. Adeta fetret devri demeye seza olan bu zamanda irsiyet-i
Nübüvvet makamında, i'la-i kelimetullah uğrunda maddeten uğraşan, seyl-i dalâletle kapanmış olan râh-ı hakka çığır açan bir Recül-ü fedakâr'a iltihak ve muavenet etmek ve bu vesile fırsatı ganimet bilerek; Zulmetten nura mazhar olmak lüzumunu his ve intikal ettim.
Pek âdî bir mahlük olduğum ve kalbime müstevli ağır dalâlet darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için; fazileti, maneviyatı anlamadım... Yalnız bunca mesavî ve mütereddî hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulünde; yüksek ruhunuzdan yağan samimi şefkat, hakikî re'fet, halimâne iltifat, kerimâne hüsn-ü kabulünüz; beni bir takım ümitlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti.
Riyakârlık olmasın; Selim fikrinizden, ciddi tavrınızdan, Kur'an'a ittiba' ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakikî sözlerinizden, samimî telkinlerinizden, umumî hayırhâh hissiyatınızdan; alil kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîğ-ı şifa, neşter-i ümidimin te'siriyle dilşad ve mutmain ol
1138
dum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden rahnedâr kalan ruhuma tâm ve muvafık buldum...
Elbette bu keyfiyet bana Hacc-ı Ekber, Râh-ı saadet, Ömr-ü ebed, Tayr-ı devlet, Enfal-ı ganimet sebebi olunca, sürurumdan ne kadar kabarsam ve siz halaskâr ve hakîm-i derdime ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmedet eylesem hakkım olmaz mı?
İşte bu vesiledir ki; beni Kur'an dellalının, Risale-i Nur müellif'ınin şâkirtliğine tahsis ve kabul ettirmek gibi azim lütuflarına mazhar kılan Rabb-ı Rahimime karşı dünyada kaldığım ve imkân bulduğum müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda is'timal etmeye söz ve karar verdirdi...
Sonsuz minnettarlığımın kabulünü, manevî himmet ve teveccühünüzün devamını rica eder, Nur ile meşgul, nurlu ellerinizden öperim efendimiz, büyüğümüz!..15 Şubat 1943.. Rumî 1359
Talebe namzedi sefil Yusuf Toprak(176)"
YİNE BU KABİL İNSANLARDAN İHSAN SIRRI'NIN İLTİCANAMESİ
(Bazı kısımları alıyoruz)
Vakıf-ı esrar-ı sübhan, Ferid-i Bediüzzaman, Esseyyid Said-el Kürdî Hazretleri huzur-u samîlerine!
Esselâmü aleyküm ey Mürşid-i Kâmil!
Kemal-i ta'zimle hâk-ı payinize yüzlerimizi sürmeme ve mübarek ellerinizi takbil etmeme müsaadenizi yalvarırım.
Bendeniz, şu ilticanamemi zat-ı alinize sunan sirac-ı Ahmedî fakirinizin oğluyum. Üstad-ı kaderin ezelde levh-i kazaya çizdiği yazılar hükmüyle mahküm olmuş zavallı bir âvareyim...
Dostları ilə paylaş: |