47 Cİld yediNCİ BÖLÜM



Yüklə 2,61 Mb.
səhifə38/72
tarix30.05.2018
ölçüsü2,61 Mb.
#52083
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   72

1149


şim benim bir vaktim vardır.(190) O vakitte melaike de gelse, kasem ederim ki, kabul edemem."

Ayrıca buyurmuşlardı ki: "Belki sen o kanbur lafımdan merak etmişsin. Onu sana anlatayım: Bir zaman ben Haşir Risalesini Barla'da yazarken, Arefeye bir kaç gün vardı. İslâhı gayr-i kabil bazı İslâm düşmanlarına kahr ile beddua etmek istedim. Fakat Hicaz da dahil, bütün meczub veliler güruhu ve onların başındaki kanbur olan kutb-u A'zam, hep beraber onların ıslahı hususunda dua ederek onları ma'nen müdafaa ettiler. Benim duam ferdî kaldığı için bana iade edildi.

Amma bu sene (1938-1939) bakıyorum ki, hepsi benim sözüme gelmişler, bana hak veriyorlar ve onlar da bana iltihak ederek beddua ediyorlar. İşte benim hitab ettiğim kanbur, zamanın meczub velilerinden kutb-u A'zamdır. Ve Hicaz'da bulunmaktadır."

Hazret-i Üstad'ın bu husustaki izahatından sonra, az bir zaman geçmişti; Bütün Anadolu'da yer yer şiddetli zelzeleler oldu. Erzincan(191)yerle bir oldu. Uzunköprü şiddetle sallanmıştı. Bütün Türkiye korku içinde kalmıştı. Bu hadiselere Mehmed Feyzî kardeşim de aynen şahittir...

VALİ AVNİ DOĞAN

... Bediüzzaman'ı hangi vilâyete göndermişlerse, oraya onunla devamlı uğraşacak, ona eziyet verecek bir Valiyi de peşinden gönderiyorlardı. Avni Doğanda(193)"Cumhuriyetin o çeşit valilerinden birisiydi. Risaleleri, mektupları kömürlüğe ve odunların altına saklıyorduk. Bir gün gelen mektupların hepsini ele geçirmişlerdi. Üstadın evine baskın yaptılar. Her tarafımı

(190)Hazret-i Üstad'ın o garip hali ve bu acib ifadesi, Peygamber Aleyhisselatü vesselam'ın şu hadia-i Şerifini hatırlatmaktadır:

Bu hadisi İmam-ı Kuşeyri meşhur risalesinde şeklinde kaydetmektedir.

Birinci şekil hadisin manası: "Benim Allah ile bir vaktim vardır ki; Onda ne bir melek-i mukarreb, ne de bir nebiy-yi mürsel aramıza giremez:”Bu hadis, her ne kadar meşhur hadis kitaplarında yer almamakta ise de, lâkin hiç bir nakkad onun gayr-i sahihliğ'ine dair bir tenkide cür'et edememiştir. İmam-ı Şemseddin Sahavi'nin "El makasid-ül Haseneh kitabının 356. sahifesinde; Acluni'nin "Keşf el Hafâ' kitabının ikinci cildinin 273. sahifesinde; Molla

Aliy-ül Karînin "E1 Esrar-ül merfu'a'sının 299. sahifesinde bu hadis-i şerif ele alınmış ve sihhati cihetinde kanaat getirmişlerdir.

Mevlânâ Halid Hazretleri farsça olan Divanında, Peygamberimizin medhinde bu hadisini şöyle nazımlaştırmıştır:

Demek ki, Hazret-i Peygamberin umumun üstünde ve fevkalküll bir makamda mazhar olduğu bu kudsî hakikatten, derecelerine göre evliya-i ümmetinin de hisseleri vardır. A.B.

(191)Erzincan zelzelesi 26 Aralık 1939'da vaki' oldu.

(192)Avni Doğan 1936 yılına kadar Halk Partisi'nin tek iktidar modelinin Yozgat meb'usu iken,1936'da Kastamonu'ya Vali olarak atandı ve beş sene Kastamonu'da valilik yaptı. A.B.

1150

zı aradılar, taradılar. Hatta o kadar ki, saatin kapaklarını bile açıp baktılar. Mehmed Feyzî'yi, kardeşim Bahri'yi ve beni karakola götürüp çok sıkıştırdılar. "Siz gizli cemiyet kuruyorsunuz... Kimlerle haberleşiyorsunuz?" diye boş ve manasız sorular sordular.. Ve bizi ayrı ayrı odalara tıktılar.



Mehmed Feyzi Efendi: "Müdür Bey, Risale-i Nurun hakkikatları dünyaya değil, ahirete bakar. İsterseniz size biraz okuyayım" diyerek Kur'an hakikatlerinden okumaya başlamış. Müdür biraz dinledikten sonra, hiddetle: "Siz beni de zehirleyeceksiniz" diyerek dinlemek istememişti.

Sonra evlerimizdeki aramalarda, benim sandıkta biraz paralarım vardı. Bu paralar üzerinde çok durdular. Bizi bu yüzden sıkıştırdılar. Vali Avni Doğan bizzat: "Bu paraları nereden buldun? Bunlar gizli teşkilâtın paralarıdır" diyordu.

Memleketimden geldiğim zaman bu kadar param vardı. Ben on-onbeş nüfusa bakarım. Bu kadar nüfusun elbette ikibin lira parası olur dedim. "Benim maddi durumumu isterseniz Ahlat kaymakamlığından sorun" dedim.

Bizi mahcup edecek hiç bir suç aleti ve suçluluk delili bulamayınca, devamlı bu iki bin lira üzerinde durdular.

Vali Avni Doğan, Bu hadiseden önce de Üstad'la çok uğraşırdı. Sık sık evine baskınlar düzenlerdi. Bir defasında yine tevhide dair bir risaleyi alıp gitti. Onun bir süretini bir daha alamadık (193)(194)"

Merhum Çaycı Emin Ağabey'in hatıratında geçen baskın hadiseleri, son Denizli hadisesi münasebetiyle yapılan umumî aramalar ve baskınlardan çok öncedir. Çünki Vali Avni Doğan 1936'dan 1941'e kadar Kastamonu Valiliği yapmış, Ondan sonra , vali Mithat Altıok yerine gelmişti. Vali Mithat, Avni Doğan'a nisbeten biraz insaniyetli ve Üstad Hazretlerini 1907'lerden beri tanıyan ve bilen bir kişiydi. Vali Mithat zamanında bir tek defa Üstad Valiliğe çağrılmasından başka(195) herhangi bir zulumlü tecavüzleri -En son Denizli hadisesi münasebetiyle mecburiyet tahtında yapılan baskınlar hariç- Vaki' olmamıştır.

N.Şahiner, her ne kadar Vali Mithat Altıok'la ilgili, Kastamonu'lu Niyazi Karatay'ın anlattığı, Münib Efendininde çokça medar-ı bahsettiği hadiseyi, ki "Üstadı Vilayet'e çağırmış, Üstad ise hiddet ve şiddetle ona bağırmış, Vali titremeye başlamış vesair... yazmışsa da; Bunu hususiyle Mehmed

(193)Avni Doğan'ın alıp götürdügü tevhide dair Risale meselesi Mehmet Fevzi Efendi de anlatmaktadır. Fakat bu Risale hangi risaledir? Üstad bu mühim hediseden hiç

behsetmemiştir. Sureti hiç kalmayan bir risale midir? Yoksa müsveddeleri Üstad'da mevcut Risale-i Nurdan bir risale midir; bilinmemektedir. A.B.

(194) Son Şahitler-1 S:104-108

(195)Emirdağ-1 S: 168

1151


Feyzi Efendiye sordum. hadisenin aslı, yani Üstad 'ın Vilâyete çağrılması doğru... Fakat gerisı mübalağa ve yalandır." dedi. "Çünki o günü ben de Üstad'la beraberdim, sadece merdiven başında nasihatvarî bir iki konuşma oldu, Üstad'la onun arasında...” dedi.

Gerçekten de Hazret-i Üstad, tüm Kastamonu hayatında tek bir defa vilâyete çağrılmış, o da yalnız bu hadisedir. Üstad hazretleri Emirdağ-1 mektuplarında ve bazı dilekçelerinde bir kaç defa hadiseyi dile getirmiştir.

İKİNCİSİ: Kastamonu'nun medar-ı iftiharı ehl-i hakikat bir âlim olan Mehmed Feyzi Pamukçu Efendidir. Der ki:

İlk defa,1937 senesinde İstanbul'da Kastamonu'lu bir adam bana: "Kastamonu'ya bir hoca geldi" diye Üstad'dan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstad'ı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden "Otuzikinci Söz" olmuştu. Otuzikinci Sözü okuduğum zaman, yattığımda bir rü'ya görmüştüm: Büyük bir şose, hava ise sünbulî ala karanlık... Büyük kalabalık insanlar vardı. "Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor" denildi. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyordum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde, Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası, rü'yadaki aynı aba idi.

ÜSTAD HİKMET KANUNLARINA GÖRE İNSANLARI İDARE EDERDİ

Üstad kimini medhü sena ile, kimini tekdir ile, kimini de takbihle idare etmişti. işte bu idarecilik bir kemal alâmetiydi. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi.

İkinci Cihan Harbi'nde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra, orada kalmak istiyordum. Kardeşimiz Tahsin, (Tillolu Tahsin Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:

"Feyzi kardeşim! İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardeşi Feyziyi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil..."(196)

Bu notu Üstad kırmızı kalemle yeni bir ucla yazmıştı, kendi hattıydı.

Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülaseten, şöyledir: "Eskiden ismim Mehmed Fevzi idi. Üstad, "Muhammed Feyzî olsun" dedi.. Ve öyle oldu.

(196)Üstad'ın bu notu üzerine Fevzi Efendi İstanbul'da kalmamış, orada Üstad'ın bazı eski eserlerini de bularak alıp Kastamonu'ya dönmüştü. A.B.

1152


At üstünde bile vaktini boşa geçirmez, risale tashih ederdi.

Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim. Yahut da Üstad'ın ağzından kaydeder yazardım. Atla dağa giderken, yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı.

Hayvanın üzerinde eserlerini tashih edeceği zaman, dizginini tutmadığımız halde, at kendiliğinden dururdu.

Bir gün kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki casus geldi. İki üç metre kadar yaklaştılar. Ben korktum ve telâşlandım. Namazdan sonra Üstad bana : "Senin telâşın benim namazımı da teşviş etti" dedi.

ÜSTAD'IN ARABİ TÜRKİ UMUM ESERLERİNİ KENDİSİNE OKUDUM

Üstad'ın kendi eserleri olan Risale-i Nurun Arabî, Türkî eserlerinin tamamını kendisine okudum. O da dinledi. İşte ben bununla iftihar ederim.

VALİ AVNİ DOĞAN ÜSTAD'A EN ZİYADE EZİYET EDENDİ

Üstad'a en çok sıkıntı veren ve eziyet eden Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstadı ta o zamanlardan beri tanıyordu. Belediye reisinin evinde Üstad'la görüşmek istedi. Fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi...(197)"

Feyzi Efendi'nin hatıralarının diğer bölümleri hadiselerin geliş seyrine ve tarihine göre kaydedilecektir.

ÜÇÜNCÛSÜ : İnebolu'lu Ahmed Nazif Çelebî'nin oğlu Selâhaddin Çelebî'dir. Hazret-i Üstad'la ilk tanışmasını ve İnebolu'ya Risaleleri götürmesini şöyle anlatırdı:

"1936 senesinde Kastamonu'da bulunan yüz otuz birinci alaydan terhis olduğum zaman, Bediüzzaman isminde âlim bir zatın sürgün olarak Kastamonu'ya geldiğini işitmiştim. Kendisinin bir karakol karşısında nezaret altında yaşadığını ve yüzünden zarar görmemesi için kimseyle görüşmediğini söylediler. Terhis olup İnebolu'ya geldiğimde, babam Ahmed Nazif Çelebi'ye bunları anlattım. Babam: "Ben bu zatı tanırım. Meşrutiyet'ten sonra yanında bir hey'etle İnebolu'ya gelmiş idi. Bizim buranın meşhur âlimi Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehirdeki camileri gezmişti. Şadırvanda abdest alırken, yüzlerce insan toplanmış, hürmet ve saygı ile kendilerini seyrediyordu. Ziya Efendi halka: “Ayıptır çekilin" deyince, hey'etten bir zat :" Bırakın baksınlar. Bu zat, bakılacak bir zattır." dedi. Sonra Yahya Paşa camiinde namaz kıldılar. Vapura uğurlarken, caddenin iki tarafına dizilen halkı, elini

(197)Son Şahitler-2 S: 160

1153

kalbinin üzerine getirerek selâmlamıştı. İstanbul gazetelerinde de yazılarını okumuştum. Yarın Kastamonu'ya gidip ziyaret edeceğim" dedi.(198)"



Babam Kastamonu'ya gitti ve geldi.(199) Beraberinde "Dördüncü Şua" olan ayet-i hasbiye risalesini getirdi. Bu risaleyi yazdı. Bana verdi. Üstad'ı nerede ve nasıl görebileceğimi ta'rif ederek beni Kastamonu'ya yolladı. Kastamonu'ya geldiğimde, Nasrullah camiinin avlusunda çayhane işleten şarklı "Şikâkân âşiretinin bir kolu olan "Küresin" aşiretinin beyi olan Emin Bey'i (Emin Çayır) ve Hacı Tahir'in oğlu Ahmed Kuzu'yu aradım. Onlar vasıtasıyla Üstad'ı ziyaret edecektim. Ahmed Kuzu'nun oğlu Selâhaddin ile birlikte Üstad'ın evine gittik. Evde yoktu. Karadağ'a çıkmıştı. Haydi seni oraya götüreyim dedi. Selâhaddin küçük olduğundan, sen zahmet etme, tarif et, ben bulurum dedim.

Kastamonu yakınlarında bir saatlik mesafede yürüyerek dağa çıktım. Karadağ'da ufak bir tepenin zirvesinde, bir ağacın altında beyazlar giyinmiş bir zat namaz kılıyordu. İçimden "herhalde bu odur" dedim. Namazdan selâm verdikten sonra, başıyla oturmamı işaret etti. Diz çöküp duasına amin dedim. Âlem-i İslâmın selamet ve huzuru için dua ve niyaz ediyordu. Duadan sonra, getirdiğim kitabı kendisine verdim. "Sen hoş geldin kardeşim" dedi. "Bu risalenin tashihini yapayım" dedi. Tashih yarım saat kadar sürdü. Tashihatı çok dikkat ve i'tina içinde yapıyordu. Bana dönerek: "Sen de yazı biliyor musun?" dedi. Evet dedim. Bana bir cümle yazdırdı. "Maşaallah güzel yazıyormuşsun. Bir risale de sana versem yazar mısın?" dedi. Memnuniyetle, deyince; bana birden dokuza kadar küçük sözleri verdi. Babama da ayrıca Onbir ve On ikinci Sözleri gönderdi. "Eğer arzu ederse, yazsın ve bana tashiha göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır." dedi. Müsaade istiyerek huzurundan ayrıldım.

İşte Nur Risalelerinin İnebolu'ya girişi böyle oldu. Bu tarihten sonra, İnebolu'da yüzlerce parmak nurları yazmaya başladı. Nazifler, İbrahimler, İzzetler, Ziyalar, Osmanlar, Salihler ve Ömerlerin kalemleri beş sene bir matbaa te'sisleri gibi işledi. Kastarrıonu-İnebolu arasında "Nur postacıları"da teşekkül etmişti. Böylece Nurlar bir nevi İnebolu limanından Anadolu'ya sevk ediliyordu. Bu Nur postacılığını Recep Dilek, Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu yapıyorlardı...(200)"

(198)Ahmed Nazif Çelebi merhumun gençliğinde Hazret-i Üstad'ın 1910 yılında İnebolu'ya uğrayarak Batum yoluyla Van'a gittiğini beyan eden yazısının mühim bir kısmını bu kitabın baş taraflannda kaydetmişizdir. Ayrıca Osmanlıca Kastamonu Lahikası S: 33'de yazının tamamı kayıdlıdır. A.B.

(199)Merhum Ahmed Nazif Çelebi, oğlu Selahaddin'in anlattıgı şekilde 1936 değil,1938'de Üstad'ı ilk ziyareti vaki’ olduğu onun yukarıda mezkür yazısından anlaşılmaktadır. A.B.

(200) Son Şahitler-2 S:130

1154

Merhum Selâhaddin Çelebi'nin hatıralarının diğer kısımlarını tarihi sırasında yazacağımızdan bura ile ilgili olanı bu kadardır.



DÖRDÜNCÜSÜ: Kastamonu'nun o zaman belediyesinde uzun zaman hizmet yapmış Mehmed Münib Yalaz'dır.1937'de Üstad'la tanışan bu zat, hatıralarını şöyle anlattı:

1937 senesinde Bediüzzaman Efendiye Kış mevsiminde odun ve tahta parçaları gibi yakacak şeyler gönderiyordum. O senelerde Belediye Reisi olan Adil Yücebıyık, Bediüzzaman'a yardım için encümene teklif etti. Ben de encümenin tabiî azası idim. Encümen ayda dokuz lira yardım yapılmasını karar altına aldı. Bu yardımın kendisine teblîğ vazifesini bana verdiler. Bu vazife ile araba pazarındaki evine gittim. Karyolada oturuyordu. Mehmed Feyzî Efendi de kâtipliğini yapıyordu.

Selâmlaşmayı müteakib, Bediüzzaman bana: "Hoş geldin Hemşehrim" dedi.

Ben de hoş bulduk diyerek hemen mevzuya girdim ve:

Efendi Hazretleri, size belediyeden ayda dokuz lira maaş bağlanacak. Bu durumu size bildirmem için beni me'mur ettiler.

Bu tebliğe karşı Bediüzzaman aynen şu cevabı verdi:

"Hemşehrim, ben Kastamonu'da ikamete me'murum. Kastamonu'luların misafiriyim. Belediye Reisleri, beldenin reisleridirler. Dışardan gelen misafirlere bakmak da belediyenin vazifeleri

arasındadır. Fakat bu paralarda tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Ben bu parayı alamam. Fakat kaldığım ev misafirhane kabul edilirse, ben de misafir olduğuma göre; bu paranın içinden sadece üç lirasını ödediğim kira bedeli olarak kabul edebilirim(201)

Bahri Efendi'yi(202) mu'temed yapalım. O bu işi takib eder. Ev sahibine her ay üç lira kira bedelini götürüp verir."dedi.

BANA İKİ TANE ESERİNİ VERDİ

Bana okumam için Eskişehir müdafaalarıyla, kardeşi oğlunun hazırladığı kendi tarihçesini vermişti. Vali muavini Bediüzzaman'ı çok merak edi

(201)Üstad Hazretleri Kastamonu'da kendisine belediyece verilen bu para gibi bir de, iskân me'murlugu tarafından her gün bir ta'yin ekmek veriliyordu. Üstad bu hadise hakkında şöyle der: "... Üç senedir, bana hapiste verdikleri gibi, arzuma muhalif olarak her gün bir ta'yin veriliyordu. Ehemmiyetli bir iki sebebe binaen kabul etmeye mecburdum. Fakat onu yemezdim. Tebdil ederek; şeker, çay, ekmek tedarik ederdim. Bir gün lskân me'muru geldi, Ta'yin verdi ve dedi: "Bundan sonra daha sana ta"yin vermeyeceğim. Ben memnun oldum...” (Osmanlıca Kastamonu-1 S: 10)

(202)Bahri Efendi, Çaycı Emin Ağabeyin küçük kardeşidir. A.B.

1155


yordu. Bu eserleri benden istemişti, verdim. Onda kaldı. Abidin Bey'in sonra Vali olarak başka yere tayini çıktı, Kastamonu'dan ayrılıp gitti.

ONA İLİŞENLER HEP CEZASINI GÖRDÜ

Bir polis vardı. Hafızdı. Bediüzzaman'ı takib eder, ta'ciz ederdi. Sonunda hastalanarak ölüp gitti. Elyakut köyünden olan bu hafız, Bediüzzaman'a yaptıklaınnın tokadını yedi. Ona ilişenler hep musibetlere uğradılar. Bediüzzaman'ın en büyük meziyeti, afvetmek ve bağışlamaktı.

Onunla uğraşanlardan birisi de, Polis Safvet'ti. Bir gün Vali Mithat Altıok, bunu kumar oynarken bastırdı. Safvet de rezil-kepaze oldu Buna mukabil Bahri Çavuş isimli bir zat, Bediüzzaman'a hizmet eder, iyilik ederdi. Bu adam daha sonraki senelerde çok iyi günler gördü... Onun dostları hep mes`ud oldular, iyi günler gördüler.

HİLMİ ERKAL MESELESİ

Kastamonu yakınlarındaki Tepelice köyünden, Küçük Şeyhlerin Hilmî Bey (Hilmi Erkal) Hacı İbrahim dağında bekçi idi. Bediüzzaman'ın dağa çıktığı bir gün, "Hilmi, Hilmi!" diye kendisini yanına çağırmak istiyor. Fakat Hilmî nedense bu sesi duymuyor. Üstad'ın canı sıkılıyor. Az sonra ormanda çok şiddetli bir fırtına başlıyor. Fırtınanın şiddetinden Hilmi Bey, telâş ve heyecanla Bediüzzaman'a sığınıyor. Bediüzzaman ise: "O kadar çağırdım niçin duymadın?" diye Hilmi Bey'e serzenişlerde bulunuyor.

BİR KADIN VE AT MESELESİ

Bir kadın, küçük bir çocukla Bediüzzaman'a bazen bir at gönderiyor, o da onunla dağlarda gezmeye çıkıyordu. Nedense bu kadın, bir gün içinden atı göndermek istemeden atı gönderdiği zaman, Bediüzzaman atı kabul etmiyor ve bir daha da o ata binmiyor.

BELEDİYE REİSİNİN ÜSTAD'I ZİYARETİ

Belediye reisimiz Adil Bey'in babası vefat etmişti. Rüyasında babasını görmüş, Bediüzzaman'a yardım etmesini istemiş. Bana söyledi. Sonra beraberce Üstad'a gittik. Belediye Reisi Adil Bey diye takdim ettim.

Bediüzzaman: "Rü'yamda Kuddusi Bey'i (Kuddusi Akay, Adil Bey'in hem eniştesi, hem de onunla dayı çocuklarıdır). Zâbit elbisesiyle gördüm" dedi.

1156


Adil Bey, Yirmibeş lirayı hediye olarak Bediüzzaman'a vermek istedi. Bediüzzaman teşekkür ederek, kabul etmedi. Adil Bey çok ısrar etti. Fakat Bediüzzaman katiyyen kabul etmedi. Adil Bey'in yine çok fazla ısrarları üzerine Bediüzzaman yirmibeş liranın sadece bir lirasını aldı.. Ve kendisinin bezden, ağzı büzmeli bir kesesini açarak bir lira çıkardı ve Adil Bey'e hatıra olarak verdi.

BABASI ÜSTAD'IN DOSTU BİR VALİ MUAVİNİ

Kastamonu Vali muavinlerinden Feridûn Çayır'ın babası büyük bir âlimmiş, bu zatla Bediüzzaman eskiden tanışırlarmış, dost ve ahbaplarmış. Feridun Bey'i, arzusu üzerine Bediüzzaman'a götürmüştüm.

Bediüzzaman ona: "Evinize geldiğim zaman, bana kapıyı açan siz değil miydiniz?" dedi.

Aradan seneler geçmiş, belki kırk elli sene geçmiş. Feridun bey büyümüş. İzmir'de çeşitli yerlerde me'murluk yapmış, Vali muavinlğini yapmış, bu yaşa gelmiş... Buna rağmen daha ilk görüşmede tanışmazdan evvel, Bediüzzaman hemen onu hatırladı... (203)"

BEŞİNCİSİ:1940'lardan beri Risale-i Nura ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerine olan talebeliğinde hiç bir engel tanımadan sadakat ve vefadarlıkta daima ileri giden Araçlı Abdullah, (Abdullah Yeğin Ağabey) diye Risale-i Nur camiasında hürmet ve ta'zimle karşılanan insan... Bu zat,1940-1941 yıllarında Üstadıyla Kastamonu'da ilk görüşmesini şöyle anlatır:

"Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıfındaydım. Üstad'ın kiraladığı evin sahibinin ve bize gelen bazı zatların sitayişle "Bediüzzaman" diye bir zattan bahsetmeleri üzerine, bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusu uyandı. Onun hakkında duyduklarım: Büyük biz zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklindeydi.

Bir gün okulda, teneffüs arasında sıra arkadaşım Rıf’at'a bu mevzuyu açtım. Burada çok kıymetli bir hoca varmış, deyince, arkadaşımız: "Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazen ona gidiyorum" dedi.

Münasib bir vakitte birlikte gittik. Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıktık. Sağdaki kapıdan odasına girdik. Evvela Rif'at, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divan üstüne otuımuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulakları

(203) Son Şahitler-2 S:187-189

1157

nın hizasına gelmişti.İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak: "Safa geldiniz" dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da "Benim mekteb arkadaşımdır" diye beni tanıttı. İsmimi sordu.



çok iltifat etti. Bize İslamiyet'ten, imanın güzelliğinden, ölümden, ahiretten bahsetti. Biraz oturduk ve sonra ayrıldık.

ACABA ARAPÇA BİLİYOR MU?

Yine bir gün ziyaretimde, Üstad'ı çok engin ve mütevazi gördüm. Onun bu tevazuundan bana, sanki bir şey bilmiyor gibi gelmişti. Çünki hep seviyemize inerek bizim bildiğimiz şeylerden anlatıyordu. Hatta bir gün Mehmed Feyzi Efendi'ye: Acaba Hoca Efendi Arapça biliyor mu?" diye sormuştum. Tabii Feyzi Efendi benim bu sualime gülmüştü.

Üstad'ın tevazuu, mahviyeti, alçak gönüllü oluşu, sevgi ve alâkası bizi kendisine bağlamıştı. Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize gayet güzel cevapler verirdi. Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'ın yanına gidince zâil olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından...

MUALLİMLERİMİZ ALLAH'TAN BAHSETMİYORLAR

Yine bir ziyaretimde, O'na şöyle bir sual sormuş ve talepte bulunmuştum: ' `Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar. Bize halıkımızı tanıttır."

Üstad bu mevzu'da uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman kaleme alınıp yazıldığını iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayet-ül Kübra'dan, Küçük Sözlerden Mehmed Feyzi Pamukçu okur, biz de defterlerimize yeni yazı ile (204) yazardık. Ekseriyetle kâtipliğini Mehmed Feyzi Efendi yapardı.

Kastamonu civarında "Karadağ ve Hacı İbrahim Dağı" denilen yerlere bazen pazar ve tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kırda Ayet-el Kübra'dan ve Sözler'den okurduk. Bazen Üstad iki risa

(204) Abdullah Ağabey başta olmak üzere, Kastamonu'da masum gençlerin Risale-i Nura ve Üstad'a karşı samimî teveccüh ve incizabları neticesinde, ilk başta "Tenbih-ül Gaflin" olarak bir araya cem' edilen Gençlik Rehberi esasının parçaları yazılmasına sebebiyet verdikleri gibi; yeni yazıyla Risalelerin yazılmssına ve Üstad'ın buna izin vemesine de sebep olmuşlardı. A.B.

1158


leyi karşılaştırır, tashih ederdi. İmanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu.

ÜSTAD YAZDIKLARINI YAŞIYORDU

Ben ilk olarak Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim:"Kimseden hediye almazmış...”

Yaşayışını gördüm, Hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Diğeri ise, tam takır boşdu. Halkın eşrafı ve zengin kimseler ona birşeyler getirseler, çok latifane ve kırmıyacak bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bır karşılık vermeden birşey almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur'du. O derslerin lisan-ı halle bir tekrarı gibiydi. Ben bazen dikkatsizlik ederek ve bazen de sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum veya biliyorum" zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de hiç unutmuyorum.

Kostamonu'da iken, işim olmadığı vakitlerde ziyaretine giderdim. Ve bazen de odun kırmak, suyunu getirmek gıbi hizmetlerinı yapmak ısterdim. Bunu ben sırf şefkatle ve onun kimsesizlik haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.

Üstad bilâhare Emirdağı’nda bana:"Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok..”derdi. Çünki hakikaten ben Emirdağı'nda "Üsdat büyük bir zattır. Ahir zamanda gelen büyük bir ıslâhatçıdır" diyerek, ona daha başka şekil ve hürmetle hizmet etmek isterdim. Üstad bunları hisediyordu böyle derdi: "Ben kendime hürmet istemiyorum.Bana bağlanmayın Risale-iNura bağlanın.O Kur'an'ın dersidir.”

RİSALE-İ NUR KİMDİR?

Üstadımızın yanına ilk gittiğimiz günlerde, hep Risale-i Nur, Risale-i Nur diye medhederdi. Ben ise,-Çocukluktan olacak- " Bu hocanın bahsettiği "Risale-i Nur kimdir?" diye düşünüyordum. Bir gün Feyzi Efendi ye sormuştum, Risale-i Nur kimdir?" "Hatta ilk günlerde Risale kelimesini, “cisale" şeklınde anlıyarak defterime öyle yazmıştım.

Feyzi Efendi bana, aynı odada kitap mütelâasıyla meşgul olan Üstadımızı göstererek "Efendi, Efendi.." demişti. Ben de taaccüble bakmıştım ve demiştim: "Peki Efendi kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?" diye taaccübümü ifade etmiştim.

Üstadımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimi arkadaşı gibi hareketleri, ister istemez insanı kendisine bağlıyordu. Fakat o, kendisine değil, Kur'an hakikatlarına, Risale-i Nura bağlanmamızı te'mine çalışıyordu.


Yüklə 2,61 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   72




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin