O Risalede biz demiyoruz ki; ayetin many-ı sarihi budur.Ta, hocalar fihi-nazar desin. Hem dememişiz ki, many-ı işarinin külliyeti budur. Bel
1107
ki diyoruz ki, many-ı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da many-ı işarî ve remzîdir. Ve o many-ı işarî de bir küllîdir, cûz'iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o many-ı işarî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna, ehemmiyetli bir vazife göreceğine; eskiden beri Ulema mabeyninde carî bir düstûr
i cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'an'ın ayetine veya sarahetine değil incitmek, belki i 'caz ve belagatına hizmet ediyor.. Bu nevi’ işarat-ı gaybiyeye i'tiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işarat-ı Kur'aniyeden hadd ü hesaba gelmiyen istihraçlarını inkâr edemiyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
Ama benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib'ad edip, i'tiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdiğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i ilahiyeye delil olduğunu düşünse; elbette bizim gibi acz-i mutIak ve fakr-ı mutlakta, böyle ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eserin zuhûru vüs`at ve rahmet-i ilâhiyeye delildir demeye mecbur olur...(130)"
Hadise hakkında Hazret-i Üstad'ın ikinci kısa bir mektubu:
"Aziz sıddık kardeşlerim! Ehl-i dalâletin Isparta muvaffakiyetine (131)" karşı, bir meb'usun amcası ve akrabasından on taneden fazla me'muriyette bulunan İstanbul'da hoca ve şeyh zatın; cereyanlarına bir perde suretinde elim bir tarzda, ihtiyarlık ve vehhamlık ve taassubundan istifade edip aleyhimizde isti’mal ettiler. Fakat merak etmeyiniz, bu cephede de bir şey kazanamıyacaklar. Cenab-ı Hakk'a havale ediyoruz... (132)
Hadisenin esbabını araştıran Nur talebelerinin elde ettikleri bir kaç sebep şekli vardır. Ancak biz bunların hepsini burada sıralamıyacağız. Geçmiş hadisenin teferruatını tekrarlamanın bir manası ve faidesi yoktur. Hadisenin en mühim yönünü ve üst tarafta kaydettiğimizin tamamlayıcı kısmını kaydetmekle iktifa edeceğiz. O da şöyledir:
"...Biz tahkikatımızla bu garazın esbabını taharri ettik. Hem Ankara'dan, hem vilâyât-ı Şarkiye'den gelen muhacirlerden anladık ki; tahkikatımız doğrudur. Bulduğumuz o garazın esbabının bir kaç tanesini beyan ediyoruz;
BİRİNCİSİ: Risale-i Nura karşı Isparta cephesinde münafıklar mahkemeyi musallat ettiler. Risale-i Nurun galebesiyle neticelendi. Bizim cep
(130) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 299
(131) Isparta muvaffakiyeti, hadisenin aynı senesi olan 1942'de oranın adliyesinin Risale-i Nurları tetkikten sonra, beraat vererek sahiblerine iade etmeleridir. A.B.
(132) Aynı eser S: 303
1108
hede Üstadımıza ve dolayısıyla Risale-i Nura karşı İstanbul Ulemasının i'tirazlarıyla hücum ettiler. Fakat İstanbul Uleması Üstadımızın cerhedilmez tahkikatını kemal-i takdirle karşılıyorlar. Ezcümle: Bu ihtiyar zatın itirazı münasebetiyle İstanbul'un en mu'teber ve en eski ve en büyük âlimi ALİ RIZA, bu ihtiyar hocanın i'tirazı münasebetiyle demiş ki:
"Bugün Bediüzzaman'ın Risale-i Nuru müceddid-i dindir. Onun eserine karşı bir şey denilmez ve dil uzatılamaz. Bizim anlamadığımız rumuzlar vardır. O ihtiyar mu'terizin mutalâası yanlıştır. Bugün bu eserleri tetkik ve tenkid için Bediûzzaman'ın kâ'binde olmak lâzımdır Bu zamanda o da yoktur" demiş, o mu'terizin i'tirazını reddetmiş...
İşte münafıklar bu noktadan da bir şey yapamadıkları için, Üstadımızla fazla münasebettar ve hemşehrisi ve İstanbul'da ziyade hürmet kazanmış bir zatın zaif damarından bilerek veya bimeyerek onu büyük hataya sevk etmişler...(133)"
Bu tahkikatlı yazıda da sıralanan sair sebepleri bu makamda yazmaya lüzum görmedik. İsteyen Kastamonu Lahikası asıllarında bulabilir.
İstanbul'da vaki’ i'tiraz hadisesinin neticesi olarak, zarardan çok çok ziyade fayda verdiği gibi; aynı hadiseye Kur'an'ın gıybet ayeti de işarî manasıyla işareti görüldü ve Kur'an'ın ma'nen Risale-i Nuru müdafaa ettiği anlaşıldı. Bu hususî işareti ihtar ve ilham ile keşfedip gören Üstad Bediüzzaman'dır. Şöyle kaydeder:
"BİSMİHİ SÜBHANEHU
Kardeşlerim!
Kur'an'ın bir tek ayetinin bir tek işareti, ihbar-i bilgayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeye tevafuk suretiyle gösterdiğini ma'nevî bir ihtar ile gördûm:
Bu ayet-i kerimenin makam-ı cifrisi, şedde ve tenvin sayılmazsa, 1351'dir. "MEYTEN'in aslı MEYYİTEN' olmasından,1361 ederek bu tarihte umur-u azimeden bir dehşetli gıybeti bu ayetin many-ı işarî külliyetinde dahil ediyor. Umur-u azimeden böyle acib gıybeti, aynı tarihte, aynı senede vukua geldi...
Bence, Kur'an'ın nasılki her sûre ve bazen bir ayet ve bazen bir kelimesi bir mu'cize olur. Öyle de, bu ayetin bu işareti bu asırda Risale-i Nur şâkirtlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.
Birincisi: Birinci Şua' olan işarat-ı Kur'aniye risalesinde, Risale-i
(133) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 339
1109
Nura ve tercümanına da işaret eden beşinci ayet olan gayet kuvvetli karineler ile "MEYTEN" kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabiyle ve üç cihet i manasıyla Said-i Nursi ye tevafuk etmesidir.
İkinci emare: ayetinin makam-ı cifrî ve RİYAZÎSİ 1361 etmesidir ki; ayni tarihte o acib hadise oldu.
Üçüncü emare: İhtiyar zatı unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki uhuvvete hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur'an'a havale edip bıraktığım hengâmda; birden ihtiyarım hâricinde beş vechile zemmi zem eden ve mu'cizane gıybetten altı cihetle zecreden ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Ma'nen "bana bak" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki;1351'den, ta 1361 tarihini gösterdi. Halimize baktım, perde altında elli birden ta altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul âfakında perde altında bir nevi taarruz bulunmuş.. Ve altmış birde birden patlamasıdır...(134)"
Hadisenin neticesini şöyle bağlıyor Hazreti Üstad:
Aziz Sıddık Müstakim Kardeşlerim!
Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: sırrıyla, ehl-i velâyet gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini, Aşer-i
mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki velî, iki ehl-i hakikat bir birini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i Şeriat'a muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola...
Bu sırra binaen deki uluvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mu’minîn’in şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek.. ve Risale-i Nurun erkânlarının haksız i'tirazlara karşı, haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen.. Ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husûmetten istifade ederek; birinin silâhıyla, i'tirazıyla ötekini cerhedip.. ve ötekinin delilleriyle, berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben; Risalei Nur Şâkirtleri bu mezkûr dört esasa binaen; muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil-misil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalâhakârane medar-ı i'tiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek ge
(134) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 369
1110
rektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes kameti miktarınca bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor. Kendini ma'zur biliyor. Ondan niza' çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder. Ehl-i dalâlet istifade ediyor.
İstanbul'da malûm i'tiraz hadisesi ima ediyor ki; İleride meşrebini çok beğenen ba'zı zatlar ve hodgam bazı sofimeşrebler, nefs-i emmaresini tam öldürmiyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmiyan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nura ve şâkirtlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle i'tiraz edecekler. Belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir.
Fâş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı faş etmeye mecbur oldum.. Şöyle ki:
Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden hâs şâkirtlerinin şahs-ı manevisi, FERİD makamına(135)mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz'da bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğu Ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil... Her zamanda bulunan iki imam(136) gibi onu tanımaya mecbur olmuyor.
Ben eskide Risale-i Nurun şahs-ı manevisini o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A'zamda kutbiyet ve ve Gavsiyetle beraber FERDİYET dahi bulunduğundan; Ahir zamandaki şâkirtlerinin bağlandığı, Risale-i Nur o ferdiyet(137) makamının mazharıdır.
(135) Burada Hazret-i Üstad yine kendi aziz ve şerif şahsiyetini setrediyor. Yoksa bu ifadedeki taksimin fitrî seyri, bir cümle daha icab ettirir, o da şöyle olması lazım: "Ve o hâs şakirtleri temsil eden Nurun tercümanının makamı" veya bu mealde bir cümle... A.B.
(136) Ehl-i hakikat ve tasavvufça kat'î olarak bilinen şu Kutb-u A'zam ile iki imam meselesi şöyle tesbit edilmiştir: "Yeryüzündeki -kendi zamanına göre- umum ehl-i velâyete baş ve reis olmak üzere bir Kutb-u Azam vardır. Bir de onun iki emirlerine tabi'dirler. Vezirleri makamında olan iki imam vardır. Birisi Kutb-u A'zamın sağında, biri de solunda bulunur. Sağdaki melekut âlemiyle, soldaki ise, mülk âlemiyle meşguldur... "diye kaydetmişlerdir. A.B. (Bkz. Ta'rifat-ı Seyyid Şerif Cürcanî S: 23).
(137) 1962'de merhum Ahmed Nazif Çelebî bizzat Urfa'da bize nakletti ki: Ben Afyon hapsinde, Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinden sordum; "Üstadım, sizin makamınız mı, Gavs-i Geylanî'nin makamı mı daha ileridir?"
Üstad Hazretleri bu sualim üzerine bir kaç dakika durup düşündü. Sonra buyurdu ki; "Ben eskide Risale-i Nurun hizmetinde tezahür eden bütün harikaları onun silsilei kerametinden biliyordum. Fakat şimdi anlıyorum ki, bütün onlar Risal-i Nurun şahs-i manevisinin silsile-i kerametindendirler... Ve eakiden ben ma'nen ondan ders alıyordum. Şimdi ikimiz beraber diz dize aynı dersi alıyoruz." A.B.
1111
Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen; Mekke-i Mükerreme'de dahi-farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur aleyhinde bir i'tiraz Kutb-u A'zam'dan dahi gelse, Risale-i Nur şâkirtleri sarsılmayıp, o mübarek Kutb-u A'zamın i'tirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için medar-ı i'tiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir...(138)"
İşte, İstanbul'daki Şeyh zatın i'tiraz hadisesi böylece neticelenerek durdu. Hazret-i Üstad bütün ilmî mukabelelerinde ve izahlarında hep o zatın ilmini, kemalini, hatta velâyetini teslim etmekle beraber, fakat velî olmakla, âlim olmakla, hatta kutub olmakla da, bütün hakikatlara nüfûz etmiş ve ihata etmiş sayılamıyacağını, belki yine bir insan olarak, her zaman hataya düşebileceğini, yanlış kanaâtlara zehab edebileceklerini de birlikte ifade buyurmuşlardır. Evet, her ne kadar o hadise İstanbul'da sükûnet buldu ve bitti ise de, fakat dalâlet ehli yine durmadı, yine yer yer bazı hocaları ve âlimleri Risale-i Nur aleyhine geçirmeyi ve aleyhte konuşturmayı becerebildiler. Kimisine, Üstad Bediüzzaman başka eser okumuyor.. kimisine; İmam-ı Gazali'yi beğenmiyor. Kimisine tarikata karşıdır, gibi hezeyanları söylettirdiler. Fakat Hazret-i Üstad tek tek bunlara karşı ilmî, dinî cerh edilmez cevablar verdi ve tek tek susturdu.
KASTAMONU'DA HAZRET İ ÜSTADIN BİR KAÇ DEFA ZEHİRLENDİRİLMESİ
Bu zehirlendirilme hadiselerine Hazret-i Üstadın ifadelerinden başka, onun Kastamonu'daki hizmetkâr ve talebeleri de bir çok defa şahid olmuşlar ve bu şahadetlerini zaman zaman yazı ile de kaydetmişlerdir. Fakat gününü, tarihini maalesef yazmamışlardır. Amma 1938-1943 arasında vuku'bulan zehir hadisesi kesin olarak tesbit edilmiştir. Üçüncü defa'sı da vardır. Lâkin bunun müdellel vesikaları bulunamamıştır.
Zulmün,kanunsuzluğun, haksızlık ve adaletsizliğin ve kâfirane muamelelerin şu noktasına bakınız ki; Sebebsiz ve haksız yere Üstad Bediüzzaman memleketindeki inzivagâhı olan mağarasından alınıp sürgün edilmekle beraber; dünya hadiselerinin hiç birisiyle yakın-uzak bir alakasının olmadığı herkesçe, hatta bizzat ona bu muameleleri uyguluyanlarca da kesin olarak sabit iken; hem de zahirde eli kolu bağlı, garib, kimsesiz bir misafir iken; İnsafsızca ve vicdansızca onca tarassutlar ve karşısına çıkarılan o kadar ihanetli hadiseler yetmemişçesine; bir de onun aziz vücudunu ortadan kaldırmak için def'alarca su-ı kasıdlı zehirler verilmişti...
(138) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 380
1112
Acaba bunlar nedendi?. Bir menfi hareketi mi, memleket asayişine zarar verici bir hali mi vuku' bulmuştu? Hayır... Peki neydi, ne için idi bu gayr-i insanî muameleler ve zulümler?.. Her neise...
Şimdi Hazret-i Üstadın zehirlendirildiğini gören ve doktorlarca da tesbit edilen hadiselerin belge ve şahitlerine geliyoruz. En başta üstadın zehirlendirilme vak'alarına şâhid olmuş bilhassa onun her gün hizmetinde bulunmuş Çaycı Emin Çayır ile, Mehmed Feyzi Efendidir.
Çaycı Emin Beyin hatırasında; Üstad Hazretlerinin sık sık zehirlendirildiği yazmakta,(139) Feyzi Efendi ise, dağda düşüp
Kastamonu'da üst-üste tekerrür eden bu zehirlendirilme hadiseleri kesin olarak kaç defa vaki' olduğu belli olmamakla beraber, üç defası için mutlak ve kesindir diyebiliriz. Üstad Hazretleri yalnız en ağırı ve en şiddetlisi olan en sonuncusundan bahsetmektedir.
Dağda bayılıp düştüğü hadise hakkında, Kastamonulu bazı Nur talebelerinden edindiğimiz mâlümata göre şöyle olmuştur: Üstad kırlara çıktığı günlerde yolu üstündeki bir bakkaldan bazen yiyecek meyve gibi şeyler alır gidermiş. Bu âdetleri ekseriya vaki’ olurdu. Üstadın bu hareketini uzaktan gözleyen bazı vicdansız, zındık herifler, gözlerine kestirdikleri bu bedbaht bakkalı, ya para ile veya tehdit yolu ile kandırıp vicdanını satın almışlar. Sattığı meyvelerinin en üstekilerine müthiş bir zehir zerketmişler. Üstad Hazretleri yine bir gün oradan geçerken, biraz erik veya elma almak istemiş. Bedbaht bakkal ise, zehirli ve işaretli meyveleri tartıp Üstada vermiş. Tabiî Üstad dağa gittikten sonra, bu meyvelerden biraz yemiş. Yedikten hemen sonra baygın düşmüş ve istifrağ etmiştir. Yarı baygın ve çok muzdarip bir vaziyet içinde çırpınıp dururken; az ilerde nakledeceğimiz Feyzi Efendinin hatırasında, evinde uyurken manevi bir işaret alıp Üstad'a ulaşması ve alıp şehre getirmesi şeklinde vuku' bulmuştur.
Kastamonuda en sonki zehir hedisesi hariç.. Diğer zehirlendirilme vak'alarının tafsilatı hakkında bir bilgi elde edemedik. En ahirki vak'ayı Hazret-i Üstad tarihiyle anlattığı için açıktır. Bununla beraber Kastamonu'da bu iki vak'a dışında da bir iki defa daha olduğu kat'îdir ve lahika mektuplarından da bir derece anlaşılmaktadır.
Şimdi evvela Kastamonu Lahikasın'da,Hazret-i Üstad'ın hastalık durumunu kaleme alan ve Üstad'ın tasdiki altında o zamanlar lahika mektubu olarak neşredilen talebeleri ve hizmetkârlarının bir iki mektubundan biraz
(139) Son Şahitler-1 S: 109
(yani zehirden) bayıldığı hadiseyi anlatmaktadır.(140)”
(140 )Son Şahitler-1 S: 161
1113
okuduktan sonra, üstadın daimi hizmetkârlarından merhum Çaycı Emin Bey ile Mehmet Feyzi Efendi'nin hatıralarından da ta'kib edeceğiz:
Aziz sıddık Mübarek Kardeşlerim, dünyada medar-ı tesellilerim ve Berzah yolunda nuranî yoldaşlarım ve Mahşerde inşaallah şefaatçilerim!
Sizin Leyle-i Kadrinizi, hem Bayramınızı(141) Bütün ruh-u canımla tebrik ediyorum, tes'id ediyorum.
Saniyen: Şimdiye kadar hiç görmediğim bir surette dehşetli bir hastalıktan fevkalme'mul bir tarzda Risale-i Nurun hâs talebelerinin şifa duasının neticesi olarak, mu'cize gibi birden harika bir kerametle şifa bulmamı size haber veriyorum.
Bu vak'ayı müşahede eden Emin ile Feyzî'nin o harika hastalığaait bu gelecek fıkrasını medarı ibret için size gönderiyorum. Bütün kardeşlerimiz birer birer selâm ediyorum. Hüsrevi de merak ediyorum.
El Baki Hüvelbaki Kardeşiniz
Said-i Nursi (142)"
ÜSTADIN HİZMETKÂRLARININ MEKTUPLARI
"Isparta'da Aziz kadeşlerimize!
Üstadımızın hastalığı hakkındaki meşhudatımızı arz ve üstadımızın kesb-i afiyetini sizlere müjde etmek istiyoruz:
Ramazan-ı Şerifte, beş gün savm-ı visal içinde gıda olarak; ekmeksiz muhallebi üç kaşık ve beş altı kaşık da soğuk yoğurt... Üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi... Dürdüncü iftarda, sulu şehriyeden beş kaşık ve beş kaşık da sahurda yine o şehriye ve yoğurt üç kaşık... Su sayılmamak şartıyla şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı yedi dirhem...
Beşinci gecede, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş altı kaşık... Sahurda altı yedi kaşık pirinç çorbası, mecmuu otuz dirhem gıda ile, beşgün savm-ı visal; teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması, Risale-i Nur şâkirtlerini ihata eden inayetin harikalarından bir kerametini gördük.
Üstadımızdan hiç görmediğimiz ikimiz (Yani Emin, Feyzî) Barla, Isparta Süleymanları gibi inceden inceye hastalık hiddetlerini tahrik etmemek
(141)Allahu alem bu bayram ve Ramszan,1940 yılının Ramazanıdır. Lahika mektupları bunu böyle gösteriyor. A.B.
(142)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 173
1114
için ihtiyat edemediğimizden şiddetli hiddetini gördük (143)
Bu hastalık da yine eser-i merhamettir ki; hiç hatır ve hayale gelmiyen aşr-ı ahirin gayet mühim gecelerinde Üstadımızın tam ifa edemediği vazifesi yerinde, bu havalide her bir şâkirt, kendi hususî çalışmasından başka bir saati Üstadı hesabına, Risale-i Nurun şâkirtlerinin mücahede-i maneviyelerine iştirâk ve onları hedef edip onların defter-i a'maline geçmeye aynı Üstad gibi çalışmaya başladılar...
Yine hastalığın letaifindendir ki; Üstadımızın hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmeden iftar vaktinde bir doktor geldi, elini tuttu. Üstadımız dedi ki: "Ben hastalığımı muayene ettirmem. Ben hekimlere muhtaç değilim. Hekim Cenab-ı Hak'tır" birden canlandı, sesi çıkmaya başladı. Güya kendisi bir doktor şeklini aldı. Doktor ise, hasta vaziyetine girdi. Doktora ehemmiyetli bir mektup okudu. Doktorun derdine deva olacak bir ilaç oldu. Sonra top atıldı. Doktora dedi ki: "Burada iftar et!" Doktor dedi ki: "Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım.” demesiyle; Çok hayret ettiğimiz Üstadımızın vaziyeti, orucunu bozmuş bir doktorun tıp noktasında hâkimane vaziyeti kabul etmediği için, o vaziyet ona verildiğini bildik... (144)"Yine aynı hastalık hakkında ikinci bir mektup:
Aziz Sıddık Kardeşimiz Hafız Ali,
Mektubunuzda yazmış olduğunuz Sav ümmilerinden kardeşimiz Mustafa ve Hüseyin'in rü'yaları, Üstadımız hakkında tam tamına zahirî tabirini gözümüz ile gördük. Hem Risale-i Nur talebeleri telsiz telefon gibi manevî haber alıyorlar gibi bir hadisedir.
Evet, Üstadımızın tesbihi kırıldı... Yani mübarek gecelerde evrad-ı muntazamasını tesbihlerle çekmek vazifesi parçalandı. Ehl-i dünya doktorlarıyla (145) Üstadımızı muayene edip bahanelerle, belki kendi hastahanelerinde misafir etmek yüzde yüz ihtimal vardı...
Bunların münasebetiyle yirmi günden beri Üstadımızın musırrane tekrar ettiği bir mes'elenin ucunda garib bir vak'a gördük, şöyle ki: Yirmi günden beri bizlere ısrar ile diyordu: "İki üç rızık, benim rızkım içine girmiş. Ben yiyemiyorum. Feyzî, birisi senin rızkın olmak kanaatım geliyor. İkisi daha var. Herhalde ehemmiyetli iki misafirim olacak. Çünkü bunu Barla'da
(143)Hastalık o kadar şiddetli idi ki; dört gecede hemen bir saat uyku geldi. Emin, Feyzi.
(144)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 174
(145)Ramazanda hastalıkta muayene için gelen şimdi, SAlD namında o doktor yanımızda oturuyor. O zat on gün zarfında otuzuncu lem`ayı mükemmel tevafuklu, Hüsrev gibi yazdı. Hem mükemmel anladı hem has şakirtlerden oldu. Eski hallerinden sıyrıldı, fevkalâde bir surette terakki etti. Emin, Feyzi
1115
çok tecrübe ettim, ne vakit ehemmiyetli bir misafirim gelecek, herhalde o vakte yakın bir rızık benim rızkım içine girdiğine benim kanaatım gelmişti. Şimdi daha ehemmiyetli görüyorum. Ya Isparta'dan veyahut başka yerden ehemmiyetli misafirim olacak...”
Bu hadiseyi yirmi otuz gündür musırrane bize söylüyordu. Şimdi birden bire hiç hatır ve hayale gelmiyen Kardeşi Abdülmecid Efendinin büyük oğlu NİHAT pederinden izin almadan bir hiss-i kablel vuku' ile o dehşetli hastalık zamanında kendi parasıyla Ankara'ya gidip merhum Abdurrahman'ın oğlu VAHDET'i görüp; "Gel beraber amcamıza gideceğiz" deyip acele olarak o geldi. Vahdet de gelmek üzeredir. İnşaallah bahara kadar Üstadımızın yanında kalacaklar. Üstadımız diyorki: "Bu dehşetli hastalıktan sonra, nisbeten en ziyade alâkadar olduğum iki biraderzadelerim, belki eski zamanda Abdülmecid ve Abdurrahman'ın sisteminde bir küçük Abdülmecid ve bir küçük Abdurrahman medar-ı tesellî olarak Cenab-ı Hak feyziyle ihsan etti... (146)"
İkinci bir hastalıktan haber veren Üstadın bir mektubu: (Bu ikinci hastalık, birincisinden bir sene sonra, yani tahminen 1941'de olmuştur.)
"Aziz Sıddık Kardeşlerim! Sizin mübarek Ramazanınızı ve kudsî leylei Kadirinizi ve sürûrlu bayramızını tebrik ediyoruz. Lillahilhamd bu sene dualarınız himmetiyle hastalık beni yatağa düşürmedi. Tacizatını yapıp hafif geçti... (147)"
Ve nihayet üçüncü hastalık ve sarih zehirlendirilme hadisesini bildiren ifadelerine geçiyoruz. Bizim lahikalardan bulup kaydettiğimiz Üstad'ın zehirli hastalıkları birer sene arayla ve hepsi de Ramazan-ı Şerifin içinde vuku’ bulmaları bir tevafuktan ziyade, herhalde gizli bir su-i kasd plânını ihsas etmektedir. Bu üçüncü son hastalık ve sarih zehir vak'asını bildiren hadise,1943 Ramazanı başında vuku’ buldu. Yani 18/9/1943'de...
Hazret-i Üstad bu vak'aya dair ve aynı günde anî yapılan baskın ve taharriler hakkında, üç tane mektup kaleme almış ve Kastamonu Lahikası'nda derc ettirmiştir. Bu mektupların bazısı gerçi baskınlardan ve Üstad'ın Kastamonu'da tevkifinden sonra kaleme alınmış ise de, lâkin yine Kastamonu'da olduğu için, Kastamonu Lahikası'na dercedilmiştir. Mektuplardan ikisi aynı hadise zamanında olup ifade tarzı ve cümlelerin şekli değişiktir. Biz bunlardan uzun
olanı ile Denizli hadisesinin selametle neticeleneceğ'ini müjdeleyen bir ayetin gaybî ihbarına dair olanından bölümler alacağız:
(146) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 184
(147)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 351
1116
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Ramazan-ı şerifinizi bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz.. Ve bu Ramazan-ı Mübarekin birinci gecesinde ve iki gün evvel bize karşı gâyet ağır zehirli bir hastalık müsibetiyle beraber gayet ağır bir taarruza hedef olduk. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, o dehşetli iki musibeti gayet kolaylıkla defedip beşaret-i gavsiyeye yeni bir masadak oldu. Şöyle ki:
Benim keşfiyatımla ve geçen seneki hastalığımda imdada gelen ve Risale-i Nura talebe olan SAİD nâmında mübarek doktorun tasdikiyle ve ihbari ile, müthiş bir zehirlenmek neticesinde hararet kırk dereceden geçerken, benim ile ölüm mabeyninde yarım derece kalmıştı. Hiç ömrümde böyle dehşetli hal başımdan geçmediği bir zamanda, inayet-i ilâhiye imdada yetişti.O gecenin sabahında (Yani19.9.1943'de)(148) harareti otuz altı dereceye indirdi. Onda dokuz tehlikeyi bertaraf etti.
Taarruz ise, o hastalık zamanındaki doktorların tavsiyesiyle konuşmamak lâzım gelirken, hem ferah verecek şeylere hastalık itibariyle ihtiyaç varken; birden en sıkıntılı bir tarzda ve en elim bir surette hücreme iki müddei umumî ve bir me'mur-u adliye ile, iki taharri komiseri izinsiz girdiler. Niyetleri de taharrî ve Beşinci Şua'ı bahane edip kitapları taharrî ve müsadere etmek fikriyle geldikleri zamandan üç saat evvel, Hüsrev kalemiyle yazıldığı Mücizat-ı Ahmediye İstanbul'da bir seneden beri parlak fütûhat yaparak elimize geçti. Masa üzerinde parlıyordu. İşaret-ül İ'caz ve kerametli Yirmidokuzuncu Söz'de aynı vakitte Tosya'dan gelip masa üzerinde nazar-ı dikkati celbeder bir tarzda; o düşmanlık niyetiyle gelen taharri ve müsadere me'murların nazar-ı dikkatini celbettikleri zamanda, yine inayet-i ilahiye imdada yetişti. Bidayeten yarım saat kadar onların düşmanlık vaziyetini bildirmeden, hastalık münasebetiyle ziyarete geldiklerini zannederek, onları Risale-i Nura talebe yapmak tarzında derse başladım. Yarım saat sonra bildim ki, dost değiller. Fakat bu kuvvetli ders vasıtasıyla düşman kalmayıp dost oldular. Hatta ifademi almaya ve yahut da bu ne kitaplardır, sormaya cesaret edemediler. Bu ağır taarruz, o ağır zehirlendirmek gibi gayet hafif geçti.
Dostları ilə paylaş: |