Mekke'nin fethinden sonra Bâhile kabilesini temsilen Medine'ye gelen Mu-tarrif İbnü'l-Kâhin, İslâmiyet'i kabul ettiklerini söyleyerek Hz. Peygamber'den kabilesi adına bir emannâme aldı. Hz. Peygamber ona ayrıca ölü topraklan verimli hale getirenlerle ilgili bir ahidnâ-me* ile sığır, koyun ve deveden hangi oranda zekât tahsil edileceğine dair bir belge verdi. Daha sonra Bâhile'nin Benî Vâil koluna mensup Neşhel b. Mâlik de kabilesini temsilen Resûlullah't ziyaret etmiş ve kabilesinden müslüman olanlar için bir emannâme ile İslâmî hükümleri ihtiva eden bir yazı almıştır.
İslâm'dan önceki dönemde bu kabileden şair A'şâ Bâhile, İslâm döneminde ise sahâbî Ebû Ümâme, Arap dil âlimi Asmaî ve Kuteybe b. Müslim, Abdurrahman b. Rebîa, Ahmed b. Hatim gibi önemli şahsiyetler yetişmiştir.
BÂHİLÎ, Abdurrahman b. Rebîa
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânul-'Arab, "bhl" md.; İbn Sa'd, et-Ta-bakât, i, 284, 307; İbn Hazm, Cemhere, II, 244-247; Sem'ânî, el-Ensâb, II, s. 67-69; Kalkaşen-dî, Nihâyetü'l-ereb, Beyrut 1405/1984, s. 161-162; İbn Hacer, el-lşâbe, III, 423; Âlûsî, Rû-hu'l-me'ânî, XXVI, 166; Kehhâle. Mu'cemü kabâ'iin-'Arab, Beyrut 1402/1982, 1, 60; M. Hamîdullah, el-VeşS.1iku's-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 292-293; J. Hell, "Bâhile", İA, II, 227; W. Caskel. "Bâhila", El2 (Fr.), I, 948-949; a.mlf., "Bâhile", ÜDMİ, III, 1019-1022.
İffl Ahmet Önkal
BÂHİLÎ, Abdurrahman b. Rebîa
Abdurrahman b. Rebîa b. Yezîd el-Bâhilî (ö. 32./652)
Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında valilik yapan sahâbî.
Kılıcının adından dolayı "Zü'n-nûr" lakabıyla anılır. İbn Abdülber, onun Hz. Peygamber'in zamanına yetişmekle beraber hiçbir hadis duyup nakletmediğini kaydederek sahâbîliğine şüpheyle bakarsa da İbn Hacer, sahâbî olmayanların fetihlerde kumandan tayin edilmediklerine dikkat çekerek onun sahâbî olduğunda şüphe bulunmadığını söyler. Herhalde Bâhilf, İslâmiyet'i geç kabul etmesi ve Hz. Peygamber'in savaşlarına katılamaması sebebiyle ashap arasında fazla tanınmamıştı. O daha ziyade Hz. Ömer devrinden itibaren şöhret bulmuştur. Hz. Ömer Bâhiiryi Sa'd b. Ebû Vak-kâs kumandasında İran'a gönderdiği (14/635) orduya kadı tayin etmiş, ayrıca savaş sonunda elde edilecek ganimetlerin muhafazası ve taksimiyle de görevlendirmişti. Onun bu görevlerinin yanı sıra Kadisiyye Savaşfnda bir birliğe kumanda ettiği ve ileri gelen düşman kumandanlarından birini öldürdüğü bilinmektedir. Hz. Ömer tarafından Hazar denizi kıyısında bir liman şehri olan Der-bent'in (Bâbülebvâb) fethiyle görevlendirilen Sürâka b. Amr'ın öncü birliklerine kumandanlık etti. Sürâka'nın ölümünden sonra da vali ve başkumandan tayin edilerek Hazar Türkleri'yle muharebeye memur edildi (22/642). Hz. Osman devrinde de aynı göreve devam eden Bâhilî, Belencer çevresinde birçok muharebe ve fetihlerde bulundu. Hz. Osman'ın halifeliğinin sekizinci yılında Ha-zarlar'la yaptığı bir savaş sırasında şe-hid düştü. Hz. Ömer devrinde Küfe kadısı olan kardeşi Selmân b. Rebîa'nın onun şahadetine rağmen savaşa devam
483
ettiği ve Derbent'i fethettiği rivayet edilmektedir.
Cesareti ve daima muzaffer olması sebebiyle Bâhilî'nin bir velî olduğuna inanan Türkler onun kabrini itina ile korumuşlar, kuraklık yıllarında ve diğer sıkıntılı zamanlarında manevî gücünden medet ummuşlardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Taberî, Târth (Ebü'1-Fazl), III, 489, 569; IV, 139, 155-159, 304-305; İbn Abdülber, el-k-tî'âb, II, 418-419; İbnü'l-Esîr. Üsdul-ğabe, III, 446; İbn Hacer. el-İşâbe, II, 398; Mahmûd Şît Hattâb, "cAbdurrahınân Zü'n-nûr b. Rebi'a eJ-Bâhilî", MMİIr., XXIV (19741, s. 83-92; D. M. Dunlop, "BâMlî", El2 (Fr.), I, 949; a.mlf., "Bâhi-lî", ÜDMİ,\ll, 1022-1023. m
Mi Ahmet Onkal
BÂHİLÎ, Ahmed b. Hatim
Ebû Nasr Ahmed b. Hatim el-Bâhilî (ö. 231/846)
Basra dil mektebine mensup
Arap edebiyatı, dil
ve lügat âlîmi.
Basralı olduğu bilinmekte, ancak hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Asmaî'nin kız kardeşinin oğlu olduğu söylenmekte ise de bu doğru değildir. Asmaî, Ebû Ubeyde ve Ebû Zeyd el-Ensârfden İlim tahsil eden Bâhilî, hocası Asmaî'nin lügat, edebiyat, şiir ve nahve dair bütün eserlerini rivayet etmiş, ayrıca adı geçen diğer hocalarından da rivayette bulunmuştur. Rivayetine ve ilmine güvenilir bir kimse idi. Bu sebeple Asmaî, onun kendisi hakkında söyleyeceği her şeyin doğru olacağını kabul ederdi. Kuvvetli bir hafıza ve üstün bir zekâya sahip olduğu için kendisine sorulan sorulara, arzedilen meselelere çok yönlü ve ikna edici cevaplar verirdi. İbrahim el-Harbî ve Ebü'l-Abbas Sa'leb onun talebeleri ve râvileri arasında yer almışlardır. Önce Bağdat'ta, bir
süre de İsfahan'da ikamet ettikten sonra tekrar Bağdat'a döndü. Yetmiş küsur yaşlarında burada vefat etti.
Eserleri. Bâhilî kendisinden önceki müelliflerin geleneğine uyarak ağaç, nebat, deve, hurma, süt, at vb. konularda müstakil eserler yazdı. Özellikle, çekirgeler hakkında ilk defa kitap yazanın o olduğu sanılmaktadır. Başlıca eserleri şunlardır: 1. Kitâbü'I-İştikak. Kitâbü İştikakı'1-esma* adıyla da anılmakta olup onun zamanımıza kadar gelebilmiş yegâne kitabıdır. 293 varak hacmindeki eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüp-hanesi'nde buiunmaktadır (Esad Efendi, nr. 2357). 2. Kitâbü Ebyâti'I-me'ânî. Ebû Ali el-Kalî'nin Endülüs'e getirttiği ve el-Le sdif sinde Kitâbü'I-Me'ânî diye söz ettiği (Sezgin, II, 59, 67) bir eserdir. Bu ikisinden başka Kitâbü'ş-Şecer ve'n-nebât, Kitâbü'I-Libe3 ve'1-leben, Kitâbü'l-İbiî, Kitâbü'z-Zer' ve'n-nahl, Kitâbü']-Hay 1, Kitâbü't-Toyr, Kitâbü Mâ yelhanü fîhi'l-'âmme ve Kitâbü'I-Cerâd adlı eserleri kaynaklarda zikredilmektedir. Ayrıca Ziriklî (el-Aclâm, I, 109) Bâhilî'nin kitapları arasında matbu bir Şerhu Dîvâni Zi'r-rumme'den söz etmektedir ki bu eser hocası Asmaî'ye ait olup Bâhilî onu sadece rivayet etmiştir (Sezgin, II, 395).
BİBLİYOGRAFYA:
Ebü'l-Kâsım ez-Zeccâcî. Mecâüsü't-'ulemâ* (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn], Riyâd 1403/1983, s. 38, 92, 173, 216, 262; İbnü'n-Nedîm, el-Fih-rist, s. 61; Hatîb. Târîhu Bağdâd, IV, 114; Yâ-küt, Mu'cemül-üdebâ*, II, 283-285; İbnü'l-Kif-tî, !nbâhü'r-ruu&t, II, 71-72; Safedî. el-Vâfl, VI, 295-296; Süyûtî, Buğyetü'!-uucSt, I, 301; Keş-fü'z-zunıln. I, 102; II, 1436; îzâhu'l-meknûn, I, 13; Iİ, 261,285, 293, 300,305,312,325,421; Brockelmann, GAL (Ar.), II, 161; Ziriklî, el-A'lâm, [, 109; Kehhâle, Mu'cemü'1-mü'eiiifın, !, 186; Sezgin, GAS, II, 59, 67, 124, 166, 392, 395; VIII, 88-89; J. Hell, "Bâhilî", İA, II, 227; a.mlf., "Bâ-hili", E!2 (Fr.), I, 949; a.mlf.. "Bâhilî", UDMİ, ili,
1022. m
1*1 Mehmet Talu
BAHİR
el-Halîl b. Ahmed'in
(ö. 175/791) aruz sisteminde
dairelerdeki ideal vezinlerden,
ilel ve zihâfât kaideleriyle türetilmiş
vezinler grubu. L J
Bahir (bahr ve çoğulu buhur) Arapça bir kelime olup "deniz; büyük ırmak ve bol miktarda su toplanan yer vb." demektir. Istılah mânasını çok sayıda ve çeşitli vezinleri ihtiva ve temsil ettiği için kazanmış olmalıdır. Bu mânada ve ıstılah olarak bahir için muhtelif müteradifler kullanılmıştır. Meselâ el-Halîl ve onu takip edenler uzun zaman bunu nevi (çoğulu enva'). Cevheri (ö. 400/1009 [?]) bab (çoğulu ebvâb) diye ifade etmişlerdir.
el-Halîl, eski şiirlerin tedkikiyle hâlâ yaşamakta olan aruz sistemini kurmuş, aruzda mevcut bütün vezinleri önce beş aslî şekle bağlamış, bu beş nazarî vezinden de on beş nazarî vezin türetmişti. Mütedârik'in eklenmesiyle on altıya çıkan bu ideal vezinden, gene el-Halîl'in koyduğu birtakım ilel ve zihâfât kaideleriyle, eski Arap şairlerinin eserlerini taktî' etmek (tef'ilelere ayırıp veznini bul-, mak) mümkündür.
Bunlardan birinci dâireye muhtelife denilir ve tavîl, medîd ve basît bahirlerini; ikinciye mü'telife denir ve vâfir, kâmil bahirlerini; üçüncüye müctelibe denir ve hezec, recez ve remel bahirlerini, dördüncüye müştebihe denir ve serî', mün-serih, hafîf, muzâri, muktedab ile müc-tes bahirlerini ihtiva eder. Beşinci dâire müttefika diye anılır, mütekârib ile el-Halîî'in sistemine sonradan ilâve edilen mütedârik bahirlerini içine alır. el-Halîl bu dâirelerinde uzak bir mazide mevcut hatta mütedâvil, ilk ve İbtidâî şekilleri elde etmek istiyordu. el-Halîl'in yaptıklarından çoğunu olduğu gibi bunu da ne muasırları ne onları takip edenler anlayabilmişlerdir. el-Halîl'in neler yapmak istediğini iyi bilen, ondan sonra bu mevzuda en orijinal eseri veren ve onun sistemini ıslah ve ikmal eden, esasa sadık kalarak herkesin anlayabileceği şekilde basitleştiren âlim Cevherî'dir. el-Halîl bütün vezinleri beş dâiredeki şatrla-ra, Cevheri de bab adını verdiği bahirlere irca ederken ilk ve ibtidâî şekilleri arıyorlardı. Bu hususu Cevheri'nin basit ve mürekkep bahirlerin mahiyet ve tasnifine ayırdığı satırlardan çıkarmak mümkündür.
el-Halîl'den beri eski müellifler umumiyetle eserlerinde kadîm şairlerce kullanılmış vezinlere yer vermişlerdir. Halbuki sanatkârlar sanatlarının hududunu genişletecek, orijinal eserler vermelerini sağlayacak yollar aramışlardır. Meselâ Ebü'1-Bekâ er-Rundî (ö. 684/1285), bunlara "muhdes" olduklarını belirterek şu bahirleri ilâve eder [el-VSftvr. lllb-112a):
ı.Vasît: —
Bir şatrı
------/.__/-------/-—// dür.
2. Vesîm: — Bir şatrı
---------/------/---------/------dür.
Murabba' ve müsemmen şekilleri vardır.
3. Mu'temed: — Bir şatn
---------- (fâilâtüke) /-------- -/-------- -//
4. Mütteid: —
--—/—-/-----//
s. Münserih: —
6. Muttarid: —
---------/--------/--------//
7. Habeb: —
----/_„_/----/---//
8. Ferîd: —
Halîmî-i ŞirvanJ'nin manzum Risâle-i Aruz adlı eserinde bahirleri gösteren bir sayfa isuleymaniye KıPv Damad İbrahim
Pa5a,nr, 1151, vr. G91)
9. Amîd: —
— —/—/—// Recez gibi meştûr olarak kullanılır.
10. Veciz
Aruz vezni İran edebiyatına ve İsiâmî Türk edebiyatına Arap edebiyatından geçmiştir. Sebeplerine aruz maddesinde kısaca temas edildiği üzere (bk. DİA, 11], 431-432), eski ve zengin bir kültürün hâkim olduğu İran'da eskisinden çok farklı bir münevver tipi yetişti. Bu münevverin, Fars asıllı ise kültürünün ana unsurlarından biri olarak Kur'ân-ı Kerîm'in ve hâkim topluluğun dili olan Arapça'yı. Türk asıllı ise din ve ilim dili olarak yine Arapça'yı, ayrıca sanat dili olarak Farsça'yı iyi bilmesi, hatta kullanması gerekiyordu. Bu münevverler içerisinde şair olanlar Önce Arapça şiirlerinde, sonra mahallî dillerinde aruzu kullandılar. Bu edebiyatlarda millî zevk ve sanat an'a-nesinin, sanatkârların ve topluluğun alışkanlıklarının tesiriyle, Arap edebiyatın-dakinden çok farklı bir aruz doğdu. Eski müellifler bu hususu bilhassa belirtmişlerdir. Bu sahada çok beğenilip yayılmış bulunan eserlerden birinin müellifi olan Seyfî, on altısı klasik Arap nazmına mahsus bulunan on dokuz bahir saydıktan sonra bunlardan beşinin "Arap kale-mi"ne mahsus olduğunu, dili "Türkçe ve Farsça Acem şairlerinin" bu bahirlerde pek az şiir söylediklerini, üç bahrin de "Acem'e tahsis edilmiş bulunduğunu anlatır. Yeni İran ve klasik Türk nazmına bağlı olarak değişen aruzun en bariz tarafı, bunda beyit yerine mısraın geçmesi, ilk iki dâirede yer alan bahirlerin be-ğenilmeyip terkedilişleri ve Arap nazmında kullanılmayan bazı bahirlerin ihdasıdır. İsiâmî Türk edebiyatının vezin, nazım şekli ve mevzu gibi çeşitli hususlarda Fars edebiyatına benzemesi, zannedildiği gibi bir kopya veya taklit hadisesinin neticesi değildir. Şems-i Kays'ın eserinin adındaki ve SeyfTnin yukarıda geçen ibaresindeki "Acem" sözleri, Arap'tan gayri unsurlar demektir. Yeni Farsça'nın edebî eserlerine Türkler ve Farslar beraber yön ve şekil vermişlerdir. Bu sebeple meselâ Kutadgu. Bilig gibi İsiâmî Türk edebiyatının olgun eserlerini hazırlayan safhayı Türk edebiyatında değil İran edebiyatında aramak lâzımdır.
Artık dâireler ve bahirlerin salim vezinleri olan ideal şekillerle nereye varılmak istenildiği unutuldu. Bütün bunlar Arap aruzunun Fars ve Türk nazmına tatbiki safhalarının tedkik, tasnif ve öğ-
retmede kolaylık sağlayan bir hâtırası olarak kaldı. İranlı aruz âlim ve sanatkârlarının yeni vezinler arama teşebbüslerini iyi bildiği anlaşılan Şems-i Kays'ın topladığı dağınık bilgilere göre, Arap edebiyatında olduğu gibi Fars edebiyatında da aruzun edebî mahsullere tatbiki önce olup nazariyata dair eserlerin yazılışı ise daha sonradır. Yine bu bilgilere göre ilk dâirelerde yer alan beş bahir denenmiş, beğenilmemiş ve terkedilmiştir. Terkedilen bahirlerden açılan boşluğun giderilmesi ve aruzun zenginleştirilmesi için yeni dâireler, bahirler İhdas edilmiştir.
Nitekim Şems-i Kays'ın ilk aruz âlimleri arasında saydığı {el-Mu'cem, s. 181) Behrâmî-i Serahsîve Büzürcmihr el-Arû-zî (Ebü Mansûr Kasım b. İbrahim, ö. 433/ 1041-42) gibi müellifler üç dâirede yirmi bir bahir ihdas ettiler. Bunlar: 1. Dâire-i mün'akise: sarim, kebîr, bedîl, kalîb, ha-mîd, sagîr, esam. selîm, hamım; 2. Dâire-i mün'alika: masnû, müsta'mel, ah-res, mübhem, mühmel, ma'kûs; 3. Dâire-i müngalita: kâtı', müşterek, muam-men, müsetter, muayyen, bâis bahirleridir. Bu arada tutunabilen üç yeni bahir eski dâirelerden çıkarılmıştır. Bunlar şu bahirlerdir: Garîb (veya cedîd), karîb, müşâkil. Nazarî şekilleri ilk üç dâireden türetilen beş bahir Arap şiirine mahsus olduğu için aruza dair Farsça ve Türkçe eserlerde dâireler ve bahirler şu sıra ile gösterildi: Birinci dâire (mü'telife): hezec, recez, remel; ikinci dâire (muhtelife): münserih, muzâri, muktedab, müc-tes; üçüncü dâire (müntezia): serî. garîb, karîb, hafîf ve müşâkil; dördüncü dâire (müttefika): mütekarib, mütedâ-rik. Üçüncü dâireye ilâve edilen bahirlerin vezinleri de şöyledir: Yukarıda adı geçen Büzürcmihr'in icat etmiş olduğu rivayet edilen cedîd (veya garîb) bahrinin salim şekli, bir beyit için iki defa
--------/--------/--------dür.
Fakat bunun mahbün şekli olan
«^—/ „„—/ — -—// kullanılır.
Karîb: Nazarî şekli bir beyitte iki defa
--------/-------/—-— dür. Fakat
bunun mekfûf şekli olan
iki defa
v — „ / v------/—. =// (fâüân) esas
kabul edilmiştir. Karîb bahrinin şu şekilleri de kullanılır:
ve
Bu bahir Yûsûf-i Arüzî-i Nîsâbürî tarafından ihdas edilmiştir.
485
Müşâkİl: Nazarî şekli bir beyit için iki
defa - - —/ --------/ «-------dür.
Bunun şu mekfûf şekli de kullanılmıştır:
---------/ „------- /---------// (ayrıca
bk.ARÛZ).
BİBLİYOGRAFYA:
İbn Abdürabbih, el-'İkdü'l-fertd, V, 244-518; Zemahşerî. el-Kuştâs (nşr. Fahreddin Kabâ-ve|, Beyrut 1979; Şems-i Kays. el-Mu'cem fî me^âyıri es^âri'l-^acem (nşr. Muhammed Kazvî-nî — Müderris Rezavî), Tahran 1338 hş. — Tahran, ts., s. 181; Ebû Bekr el-Kuzâî, el-Hitâmü'l-mefdûd, İÜ Ktp., AY, nr. 4017; Ebü'1-Bekâ er-Rundî, el-Vâfî fî nazmıl-kaüâfî, TTK Ktp., M. Tancî, vr. lllb-112fl; Seyff-i Buharı. Risâle-i cArûz (nşr. ve lng. trc. H. Blochmann, The Pro-sody of the Per&ians According ta Saifî jâmi and Other Writers), Amsterdam 1970; F. Rüc-kert, Grammatik, poetik und rhetorik der Per-ser, Gotha 1874; Ali Cemâleddin. ArOz-i Türkî, İstanbul 1291; İbn Ebû Şeneb, Tuhfetü'i-edeb fî mîzânî eş'âri'l-'Arab, Paris 1954; Zahîrüddin Muhammed Bâbür, Aruz Risalesi (nşr. |. V. Steb-Ieva), Moskova 1972; Ekrem Ca'fer. Aruzun Esasları ue Azerbaycan Aruzu, Baku 1977; R. BlachĞre, "Deuxieme contribution sur la ter-minologie primitives", Analecta, Paris 1959, s. 99-119; Aynı makale. Arabica, VI, Leiden
1961, s. 132-151. [71
MU Nihad M. Çetin
BAHÎRÂ
Hz. Peygamber'in
henüz çocukken Suriye'de
görüştüğü rivayet edilen rahip.
Ârâmî dilinde "seçilmiş" mânasına gelen behîrâ kelimesini unvan olarak alan bu rahibin asıl adı Sergius'tur. Kaynaklarda kendisinin Abdülkays kabilesine mensup olduğu zikredilmekte, Zührrye nisbet edilen bir rivayette ise Teymâ ya-hudilerinden olduğu ve sonradan Hıristiyanlığı kabul ettiği nakledilmektedir.
Bazı siyer ve İslâm tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber'in henüz on iki (bir başka rivayete göre dokuz) yaşında iken amcası Ebû Tâlib tarafından bir Kureyş ticaret kervanı ile Suriye'ye götürüldüğü rivayet edilir. Kafile her zamanki gibi Busrâ'da, Bahîrâ diye bilinen münzevi rahibin manastırı yanında konaklamıştı. Yine rivayete göre Bahîrâ'nın yaşadığı bu küçük manastırda eskiden beri bir kitap bulunuyor ve bunu okuyan her rahip hıristiyanlann en bilgili din adamı oluyordu. İbnü'n-Nedîm, Bahîrâ'nın elindeki dinî metinlerin suhuf * tercümeleri olabileceğini söyler. Bu bilgin rahiplerden biri olan Bahîrâ, daha önceki seyahatlerde Kureyşliler buradan geçtikleri zaman onlarla hiç ilgilenmez ve kimse ile konuşmazdı. Ancak bu defa manas-
486
tırdan dışarı bakarken kervanda bulunan Hz. Muhammed'i bir bulutun gölgelendirdiğini, bir ağacın altında oturduğu zaman dallarının onun üzerine eğildiğini gördü. Bunun üzerine hemen bir sofra hazırlayıp kafile mensuplarını yemeğe davet etti. Kureyşliler o güne kadar kendileriyle hiç ilgilenmeyen Bahî-râ'nın bu davetini biraz da hayretle kabul ettiler ve yaşı küçük olduğu için Hz. Muhammed'i kervanın yanında bırakıp manastıra gittiler. Ancak Bahîrâ yemeğe onun da gelmesini istedi ve kendisiyle bizzat ilgilendi, ona çeşitli sorular sordu, sırtına bakarak peygamberlik mührünü (hatm-i nübüvvet*) gördü. Bahîrâ daha sonra Ebû Tâlib'e Muhammed'in kimin oğlu olduğunu sordu. Yetim kaldığını öğrenince ona iyi bakmasını ve ya-hudilerden korumasını tavsiye etti. Bunun üzerine Ebû Tâlib Suriye'deki işlerini hemen bitirip onu Mekke'ye götürdü. Bu rivayetin sonunda, Ehl-i kitap'tan üç kişinin Hz. Muhammed'i görünce ona kötülük yapmak istedikleri, ancak Bahî-râ'nın buna engel olduğu da zikredilir.
İbn Hacer, Jbn Mende ve onu takip eden Ebü Nuaym el-İsfahânî'nin Bahîrâ'yi sahâbî kabul ettiklerini belirttikten sonra onun Hz. Muhammed'i peygamber olduktan sonra gördüğüne dair bilgi bulunmadığını ileri sürerek bu görüşe katılmadığını açıklar. Ayrıca Hz. Peygamber'in yirmi beş yaşlarında iken Hz. Hatice'nin ticaret kervanıyla Suriye'ye yaptığı ikinci seyahatte Bahîrâ'yı bir daha ziyaret ettiğine dair rivayetler bulunduğunu zikreder. Halebî ise Hz. Muhammed'in Ebû Bekir ile Bilâl'in de bulunduğu bu İkinci seyahatte karşılaştığı rahibin Bahîrâ değil onun halefi Nes-tûrâ olduğunu, bazı kaynakların bu iki hadiseyi karıştırıp bir vak'a gibi zikrettiklerini, müslüman olmayan bu iki rahibin fetret* ehlinden sayılmaları gerektiğini belirtir. Halebî ayrıca, adı Bahîrâ olan bir başka şahsın Ca'fer b. Ebû Tâlib ile Habeşistan'dan gelip İslâmiyet'i kabul ettiğini bildirir.
İslâm kaynaklarında bu şekilde nakledilen Bahîrâ hadisesi hıristiyanlar tarafından çok değişik bir tarzda değerlendirilmiştir. XI-X11. yüzyıllarda İsö'yâb adında birisinin yazdığı iddia edilen Bahîrâ apokalipsinde bu olaya çok geniş bir şekilde yer verilmiştir. Bir nüshası Arapça, bir nüshası Süryânîce olan bu kitabın asıl metni ile İngilizce tercümesini birlikte neşreden Gottheil, bu metinlerin, İslâm dinine karşı düşmanlık
maksadıyla tarihî rivayetlerin nasıl tahrif edildiğini gösteren dikkat çekici birer delil olduklarını söylemiştir. Ayrıca bunların, Hz. Muhammed'in güya yalancı peygamber olduğunu, Araplar'a tebliğ ettiği hususların da keşiş Bahîrâ'nın telkinlerinden ibaret bulunduğunu ispat etmek için hıristiyanlar tarafından uydurulduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Ortaçağ boyunca hıristiyanlar tarafından istismar edilen Bahîrâ hadisesi etrafındaki tartışmalar ve bu vesile ile hıristiyan dünyasının Hz. Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm ve bütün müslümanlar aleyhine yönlendirilmesi zamanımıza kadar devam etmiştir. Bazı müsteşriklerde Ehl-i kitap'ın Hzî Muhammed'in peygamber olacağını daha önce kendi kitaplarından öğrenmiş olduklarına dair rivayetleri Hıristiyanlık'tan dönen müs-lümanların uydurduklarını ve bunun bir efsaneden ibaret olduğunu iddia ederler. Caetani ise bu konuda Batı'da yapılan çalışmaları özetledikten, Hirschfeld'in Bahîrâ hadisesinin bir Ahd-i Atîk fıkrasının adaptasyonu (I. Samuel, 16/2-13) olduğu sonucuna ulaştığı çalışmasını zikredip bu rivayetlerin uydurma olduğunu ısrarla belirttikten sonra, Hz. Peygamber'in ilham aldığı kaynağın Hıristiyanlık'ta değil Arabistan'daki yahudiler arasında aranması gerektiğini ileri sürer (islâm Tarihi, 1,312).
Hıristiyan dünyasındaki bu haksız ve garazkârane iddialardan rahatsız olan bazı müslüman âlimler Bahîrâ hadisesine ait rivayetin sahih olmadığını, senedinin mürsel* olduğunu, râvilerinden hiçbirisinin olayı görmediğini, bunlardan Abdurrahman b. Gazvân'ın "münker" hadisler rivayet ettiğini, olayı naklettiği ileri sürülen sahâbî Ebû Mûsâ el-Eş'ari"-nin bu olayı görmesine imkân bulunmadığı gibi hadiseyi kimden duyduğunu da söylemediğini, ayrıca o sıralarda henüz çocuk yaşta olan Hz. Peygamber'in Bahîrâ ile kısa görüşmesinden, hıristi-yanların iddia ettikleri gibi, İslâm dininin esaslarına ait bazı şeyler öğrenmesinin akıl ve mantığa ters düştüğünü belirterek bu hadiseyi ya tamamen reddetmişler veya üzerinde durmaya ve reddetmeye bile değer bulmamışlardır. Bu arada Mustafa Âsim Koksal, İbn Hişâm'ın es-Sire'sinde yer almayan Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in Bahîrâ hadisesi üzerine inşad ettiği üç ayrı kasidesinin İbn İshak'ın -Hamîdullah tarafından neşredilen- Küâhü'l-Mübtede1'inde bulunmasını delil göstererek, bu hadisenin İslâm
kaynaklarında anlatıldığı şekliyle doğru olduğunu savunmaktadır. Bu şiirlerin bir kısmını Süheylî de eserine almıştır (il, 226-228). Ancak İbn Hişâm'ın, "İbn İs-hak'ın zikrettiği ve fakat şiirle uğraşanların doğru kabul etmedikleri birtakım şiirleri" eserine almadığını belirtmesi, bu şiirlerin Ebû Tâlib'e ait olduğundan şüphe edilmesi için yeterli sebeptir. Bununla birlikte Bahîrâ hadisesinin doğru olup olmadığına yalnızca bu şiirlere bakarak karar verilemeyeceği de açıktır. Esasen Bahîrâ olayını kabul veya reddetmenin Hz. Peygamberin şahsiyeti ve islâm dini bakımından herhangi bir önemi de yoktur.
BİBLİYOGRAFYA:
İbn İshak, es-Sîre, s. 53-57; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 180-183; İbn SaU et-Tabakât, I, 121, 153-155; Belâzürî. Ensâb, I, 96-97; TaberT, et-Târîh (Ebü'l-Fazll, 11, 277-278; Mesudî. Mürıî-cü'z-zeheb (Abdülhamîd), I, 75; Beyhâkî. De-lâ'ilil'n-nübüüüe (nşr. Abdüİmu'tî Kal'acî), Beyrut 1405/1985, II, 24-29; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 24; SüheyİÎ, er-Rauzü'l-ünüf, II, 216-228; İbnü'1-Esîr, Üsdul-ğâbe, I, 199; İbn Kesir. al-Bid&ye, II, 229-230, 283-286; İbn Ha-cer, el-lşâbe, 1, 139, 176-177; Tecrid Terceme-si, VI, 525-528; Süyûtî. el-hiaşâ'işul-kübrâ (nşr. M. Halil Herras), Kahire 1386-87/1967,1, 206-213; Dİyârbekrî. Târihti7-hamîs, I, 257-259; Halebî, İnsânü'l-*uyün, Beyrut 1320, I, 191-199; Nebhânî, Huccetüllâh 'ale'i-âlemîn, Beyrut 1316, s. 157-160; Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi, Asrı Saadet: Peygamberimizin Sîreti (trc, Ömer Rıza IDoğmlO, İstanbul 1346/1921, I, 198-202; Carra de Vaux. Les penseurs de llslam, Paris 1921-26, III, 70-74; F. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924-27, I, 310-322, 374-379; Ali Rıza Sağman, isiâm Tarihinde Rahip Bahîrâ Meselesi, İstanbul 1959, s. 2-32; Hamîdullah. İslâm Peygamberi, I, 50-51; Ali Himmet Berki - Osman Keskioğlu, Hazreti Muhammed ve Hayatı, Ankara 1959, I, 42-43; Şehbenderzâde Ah-med Hilmi. İslam Tarihi (haz. Ziya Nur), İstanbul 1974, s. 99-100; Koksal. İslâm Târihi (Mekke), I, 87-93; R. Gottheil, "A Chrisüan Bahi-ra Legend", TA, XIII (1899-1900], s. 189-242; XIV (1899-1900), s. 203-268; XVII {1903), s. 125-166; İsmail Ali Ma'tük. "Bahîrâ", Mecelle-tü Külliyyeü'i-âdâb, X|[/l, Kahire 1950, s. 75-83; A. J. Wensinck, "Bahîrâ", İA, II, 227-229; A. Abel. "Bahırâ", El2 (Fr.), I, 950-951.
ffil Mustafa Fayda
BAHİRE
Câhiliye Arapları'nda
bazı dinî hüküm ve örflere
konu olan dişi deve.
"Yarmak" anlamındaki bahr kökünden gelmektedir. Câhiliye Arapları, doğurganlıkları ile ilgili olarak veya ilâhlarına sundukları adaklarına konu olma-
sı itibariyle deve ve koyunlarına bahire, sâibe", vasile* ve hâm* gibi isimler vermişler, bu hayvanlar üzerine bazı dinî hüküm ve örfler bina etmişlerdir. Hz. Peygamber'den nakledilen bazı rivayetlerde bahîrenin, Câhiliye Arapları tarafından kulakları yarılarak sütünün içilmesi, sırtına binilmesi ve yük yüklenmesi haram sayılan dişi deve olduğu belirtilmekte, bu âdeti ilk defa başlatanın da Müdlicoğulları'ndan bir adam olduğu ve bu kişinin âhirette ağır şekilde cezalandırılacağı yine bu rivayetlerde yer almaktadır
Dostları ilə paylaş: |