valiler bunu emsal görerek Bağdaddaki Hükümet merke-
zinden çekinip arka arkaya istiklâle kalkışmışlardır.
Sonra Halife Mu'tasım da muhafız askeri olmak ü-
zere bir takım genç türkleri hizmetine alıp onlarla gittik-
çe kuvvetini artırınca tıpkı eski Roma İmparatorunun as-
kerleri gibi halifeye itaat etmedikleri gibi türlü karışık-
lıklara sebep olmuşlardır.
Böylece halifelerin nüfus ve kuvveti kırılıp Avrupa-
daki feodalite usulüne bazı görüşle benzeyen bir idare şek-
li ve gidişi ile bölge bölge bir takım tavaif-i mülük or-
taya çıkınca halifelerin hükümeti lâfta kaldı.
Şöylece toparlayalım: Milâdın sekizyüzyetmiş ve
hicretin ikiyüzelliyedi senesinde Sarar hanedanı çıkıp aşa-
ğıda adı geçen Tahır hanedanının eline geçen Horasan ve
44
AHMED CEVDET PAŞA
Taberistan vilayetleriyle diğer bir takım eyâletleri zapt-
ederek Nisabur ve Merv şehirlerini payitaht yaparak ge-
niş bir devlet kurunca, Bağdad'm Harzem ve Mavera-
ünnehir yolu kapalı kaldığından bunu peşinden o tarafda
da Saman Hanedanı bağımsız bir devlet kurmuştur.
Yine Halifenin azâdlısı türk asıllı olan Ahmed bin
Tolon dahi bu sırada Mısır ve Suriye valisi olduğu halde
bağımsızlık için ayaklanıp birkaç sene sonra ölünce oğlu
Şam'da bağımsız bir hükümdar olmuştu. İşte bu Safar ve
Tolon hanedanlar çok zaman yerinde kalmayıp âl-i Sa-
man da hâlifelerden ziyade kuvvetlenince Safar haneda-
nının bir çok memleketlerini zaptetmiştir.
Ve üçyüzyirmi hicrî tarihinde âl-i Hamdan Musul'da
bağımsız bir hükümet kurduğu gibi türk asıltı olup Mısır
ile Suriye valisi bulunan Ahşid'de bağımsızlık isteyince
bu iki hanedan arasında birçok muharebeler vukua gel-
miş olduğu halde halife Bağdad'dan seyirci kalır ve ka-
rışamazdı. Yine bu zamana rastlayan Hazer denizi kıyı-
larından âl-i Buveyye çıkarak German, Irak ve Acem gibi
bir çok eyâletleri zaptederek büyük hükümetler kurmuş-
lardır.
Bunun g:bi diğer taraflarda hatta Bağdat havalisin-
de dahi tavaif-j mülûk'e benzer bağımsız emirlikler orta-
ya çıkınca, halîfelerin eli altında yalnız Bağdat şehri ka-
lıp orada da nüfuzları kalmadığından devlet umuru hep
Türk asker ve subaylarının ellerinde kaldı.
Halife Râzî billâh bu halden kurtulmak için Bağdat'a
Emir-üî Ümera adiyle bir memur tayin etmiştiki, baş ko-
mutanlık kendisinde bulunduğu halde mülkî ve malî iş-
lerde onun idaresi altında idi. Ve yine o yüz yılda Endü-
lüsdeki Emevî devletinde de Hacip adiyle böyle bir mut-
lak vekil vardı. Ancak Bağdat'daki Emir-ül Ümera fev-
kalade nüfuzlu olarak ismide hutbelerde halîfenin ismi
ile bir arada okunurdu. Halifede hiçbir otorite kalmayıp
TARlH-1 CEVDET
45
sarayın masraflarına bile Emir-ül ümera bakardı. Velha-
sıl Bağdat'ın asıl hükümdarı Emir-ül ümera idi. Bu
Emir-ül ümeralık mansabı için bazıları arasında ortaya
çıkan mücadeleden Bağdat ahalisinin rahatı kaçarak
âl-i Büveyye'den yardım isteyerek 334 hicrî senesinde
âl-i Büveyye'den Maazzüddevle Bağdat'a gelerek bu man-
sabı zaptetmiştir. Ve âl-i Büveyye'nin Bağdat dışında çok
kuvveti olduğundan yüz sene kadar bu mansab elinde tut-
muş mutlak hükümet onların ellerinde kalmışdır.
Dünyanın acaip hallerinden birisi de Abbasî devleti
böyle karışıklık ve ihtilâl içinde iken ilim ve fennin ilerde
bulunmasına, hiç durgunluk gelmeyip âl-i Büveyye'de
maarifin ilerlemesine çok geniş ölçüde çalışmış ve him-
met etmiştir.
Böylece Abbasî halifelerinin bir yere fermanı geç-
mez olup bununla beraber Endülüs Emevî hülefasma bağ-
lı olan yerlerden başka her taraftaki ehl-i islâm gözünde
mülk-ül mülûk sayılırlardı. Fakat Afrikada ortaya çıka-
rak Tunus eyâletinde olan Kirvan ve Medhiye şehirlerin'
idare merkezi yapan Fatımî halifeleri 358 hicrî senesinde
Mısır'ı ve Suriye taraflarını zapt üe bir Şıy'a devleti teş-
kil ettiklerinden Abbasî halifelerinin Ruhanî nüfuzları da
azalmıştır.
Binaenaleyh bu asırda islâm milleti üç halifeliğe ya-
nı Abbasî, Emevî, Fâtimî halifeliklerine ayrılıp ancak si-
yasî olarak başlıca göze gelen dört devlet yani Emevî,
Fâtimi, âl-i Büveyye ve Samanî devletlerine ayrılmış ve
bölünmüşdü. Dördünde de ilim ve Sanayi ön plânda olup
ancak kendi aralarında birleşme olmadığından Akdeniz
cihetinden maade yerlerde ehl-i islâm tarafmdan Avrupa'-
ya taarruz vukua gelmezdi.
Tersine İstanbul Kayseri hicrî 350 senesinden sonra
İslâm memleketleri orada nice kaleleri ve Berrüşşam ci-
hetinde Antakya Şehrini Fırat nehrini aşarak defalarla
46
AHMED CEVDET PAŞA
yapılan taarruzla Eleezire vilâyetini talan edip zabtetmiş
ti. Ve 387 hicrî senesinde Afganistan tarafında meşhur
Mahmud-u Gaznevî bin Sebüktekin ortaya çıkmıştırki
gahname-i Tûsî onun adına nazm olunmuştur.
İşte bu Sebüktekin taraftarları âl-i Büveyye'ye galip
gelerek büyük bir devlet kurmuş olduğu halde çok geç-
meksizin yani hicrî 430 tarihinden sonra Maverâünne-
hir'den gelen Selçuklular onlara galip gelince, büyük bir
devlet kurulmuştur.
İspanya tarafındaki Emevî halîfeleri de ikiyüzelli
sene pek güzel hükümet idaresi kurup hususiyle üçüncü
Abdurrahman ve ikinci Hakem ile Hüssam'in Hacibi olan
Mehmet bin ebû Ömer-ül Mansur'un ümmetleri ile En-
dülüslülerin zenginliği, uygarlığı ve maarifi en yüksek
dereceye ulaşmışken bu Hacibin ölümünden sonra Emevî
devletinin hali fenalaşıyor her yerde parçalanıp ayrılma
ve bozgun çıkaranlar ortaya çıkıp valuer, bağımsız ola-
rak, Avrupa asilzadeleri gibi bağımsız hükümdarlar tü-
reyip, iç kavgalarla uğraşarak bütün İspanya kıt'ası alt
üst olmuş bundan Hıristiyan hükümdarları epeyce mey-
dan almağa başlamışlardı. Dört yüz hicrî senesinden son-
ra Emevî halîfelerinin nesli sönmüş olmakla bazı kimse-
ler halife unvanını almışlar ise de kendi aralarındaki
parçalanma ve bozuşmalardan ötürü dörtyüzelli hicrî se-
nesinden sonra bu unvan dahi bütün bütün terkedilmiş-
tir. Böylece bu ünvan-ı hüâfette Abbasî devletine rakip^
olan yalnız Mısır'daki Fatımiye Devletine kalinistir.
Halbuki Bağdatta pek ziyade nizamsızlık peyda olup
eyâletlerde ihtilâller başladıkdan başka Mısır'da tahta
oturan Fatımî halifesi ile Berrüşsam kumandanları tek
durmadıklarından Abbasî halîfesi Kaim bi Emrullah Sel-
çuk kumandanlarından yardım isteyerek bütün islâm
memleketlerinin otoritesini dörtyüzkırkdokuz senesinde
ona tevcih eylemiş olması ile, Selçuklular da Ceyhun neh^
TARİH-İ CEVDET
47
rinin ötesinde berisinde dolaşan türkleri bir araya top-
layıp arablar ve arablaşmış olanlar ilim ve fen ile meşgul
iken, kendileri de herşeylerini muharebelere harcayarak
günden güne Selçuk devletinin kuvveti artmıştır. Anado-
lu üzerine yürüyerek İstanbul Kayserüiğine galip gelip
hatta Kayser esarete bile düşmüştü. Ve Mekke-i Müker-
reme de Fatimî halîfelerinin namı hutbelerde okunurken,
Abbasî halîfesi ile Selçuk Sultanının isimleri anılmağa.
başlamışdı.
465 Hicrî tarihinde Alp Arslan ölünce yerine tahta.
geçen oğlu Celâlettin Melikşah babasından daha liyakatli
ve her türljü makbul vasıflara sahib olmakla, kendisinin
Nizam-ül Mülk adında çok akıllı ve tedbirli bir veziri
olup ikisi de devleti iyi idareye çalışarak, devletin geniş-
lemesine ihtimam etmeleriyle, Melikşahm ismi Mekke ve
Medine'de ve Kudüs-ü Şerîf, Bağdat, Buhara, Semerkand
ve Kâşgar da her sene hutbelerde okunduğu gibi akra-
basından Süleyman adındaki kumandanın himmetiyle
ANADOLU'yu ta İstanbul boğazına kadar ele geçirmiş-
ti. Payitahtı Isfahan olan bu Devlet, Hindistan ve Se-
merkand'dan İstanbul boğazına kadar uzanarak nam ve
otoritesini her tarafa duyurmuşdu. Bağdat'ta tahta otu-
ran ABBASÎ halifesinin hiçbir otoritesi olmayıp halife-
liği dinsel ve saygıdan öteye geçmeyen ve bir fermanı
geçerli olmayan bir keyfiyet olmakla JVfeJikşah o yüz yı-
lın en büyük hükümdarı idi. Bu suretle İslâm Milletinin
kuvvet ve şevketi tazelenmiş oluyordu.
İslâm Milletlerinin böyle türkler eliyle yeniden oto-
rite ve kuvvetini göstermesi bütün hiristiyan hükümdar-
larına korku verdiği halde Endülüs'deki islâm kuvvetin-
de o zaman yenilik işaretleri görünür olmuşdu. Şöylekî
Afrika'da adı şöhreti anılan Merabitin kabilesi Emiri o-
lan Yusuf adla hükümdar kuvvetlenince, Endülüs tarafına
geçip Hiristiyan krallarına galip gelerek 497 hicrî sene-
48
AHMED CEVDET PAŞA
sinde İspanya tarafındaki islâm memleketlerinin çoğu
eline geçince, ABBASİ halifesine bağlanarak ehl-i islâ-
m'ın bütün bütün bir birlik ve beraberlik haline girmek
üzere bulunması Avrupa krallarına pek dokunduğundan
aşağıda açıklanacağı gibi bu gidişata bazı sebeplerde ek-
lenince Avrupa'da umumî bir heyecan açığa çıktı ve Ehl-i
Salip kuruluşları islâm beldelerine hücum etmeğe başla-
dılar. O sırada yani 485 Hicrî senesinde Allahin hikmeti
ile Melikşah ölünce, yerine geçenler bu büyük toplumun
idaresini koparmağa güçleri yetmediğinden Selçuklular
.arasında ortaya çıkan ayrıcalık ve çekişmeden ötürü bir
kaç devlete parçalanarak onların yüzünden tazelenmiş
olan islâm kuvvetleri yine parçalanıp dağılmış ve bu kar-
gaşalıkda Mısır'daki Fatımî halîfesi de Kudüs'ü zaptedi-
vermiştir.
İşte bu sırada Ehl-i Salip aşağıda genişçe açıklana-
cağı gibi, Avrupa'dan Anadolu'ya geçerek nice islâm
memleketlerini dağıtıp büyük zararlar vermiş ve Kudüs-ü
Şerifi ele geçirmişlerdir.
Böyle olunca ehl-i islâm korkuya kapılmıştı. Fakat
Elcezire de Atabeyler devleti ortaya çıkıp Gülistan Sahi-
bi Şeyh Sadi'nin öğdüğü Atabey îmadettin Zengi Ehl-i
Salip ile büyük muharebeler ederek galip gelip zafere
ulaşınca, Haleb'i zaptederek sel gibi akıp gelen Ehl-i Sa-
lib'e sağlam bir duvar gibi engel ölçmüştür. Ondan sonra
oğlu Nurettin, Dımışkı (Şam)ı zaptederek Atabey devle-
ti bir üst derece daha kuvvet bulmuştur.
Fatimî Devleti ahvâli karışık iken Ehl-i Salip Mısır'a
da hücum edince Fatimî halifesi Adit Nurettin'denjfeıdad,
istedi. O da baş kumandanı olan Şirguh Esedettın'i mü-
kemmel bir ordu ile Mısır'a gönderdi. Esedettin Ekrad
taifesinden olup yeğeni Yusuf Selâhattin bin Eyüp de
onun emri altındaki kumandanlardan biri idi.
Bu ordu sayesinde Mısır Fransızlar elinden kurtul-
*
TARİH-İ CEVDET
49
du. Ve Esedettin Mısır'da tam bağımsızlıkla baş kuman-
dan oldu. Sonra ölünce yerine Selâhattin geçip devlet ida-
resini tam olarak eline aldı ve kendisi Sümri mezhebin-
den olmakla ehl-i sünnet kanunlarını yaymağa başladı.
İlk önce Şi'î mezhebinden olan kadılara işten el çektirip
yerine Şafiî kadılar koydu.
Ve 567 hicrî senesinde Nurettin tarafından çıkarılan
kesin bir emirle hutbelerden halife Adit'in adını kaldırıp
yerine Bağdat'da hilâfete getirilmesi uygun görülen Ab-
basî halîfesi Mustadî-i bi Emrullah'm adını okutturdu.
Adit ise o zaman ağır hasta olup adının hutbelerden kal-
dırıldığını duymadan ölünce Mısır Saltanatı Selâhaddinin
eline geçti. Mısırda hutbelerin Abbasî halifesi adına okun-
duğu Bağdat'a gelince, olağanüstü bir sevinç duyuldu ve
günlerce şenlik yapıldı. Hâlife Mustadî tarafından Nuret-
tin'e ve Selâhaddin'e ve hatiblere hil'atler ve Abbasî ha-
lifelerinin belgesi olan siyah sancaklar gönderildi. Bu su-
retle Mısır'daki Şi'î hükümet dağılarak ehl-i sünnet mez-
hebi geçerli oldu ve Selâhaddin Mısır Sultanı oldu.
Lâkin Nurettin onun bağımsızlığını tanımayıp kendi
baş kumandanları sırasında tutardı. Ve kendisi gidip o-
nun elinden Mısır'ı almak isterdi. Halbuki arası çok geç-
nıeyip ölünce memleketleri Selâhaddinin eline geçti ve
Atabeyler devletinin sönüp batması ile Selâhaddin, Ey-
yübiye Devteti adiyle büyük bir devlet kurdu.
Bu suretle islâmm kuvveti artmış ve ilerleyerek
Ehl-i Salib'den Berrişşam tarafına yayılan Fransızların
gücü zayıfladı ve galibiyeti sona erdi. Yine 648 senesinde
Eyyûbiye Devleti batıp dağılınca ve Mısır saltanatı onla-
rın kölelerinden olan Türkmenlere, sonra Çerkezlere in-
tikâl etmişse de bunların kullandıkları Memlûkler yani
Kölemenler o zamana göre epeyce işe yarar asker oldu-
ğundan Frenkleri, Berrüşşam'dan sürüp çıkarmışlardır.
F. 4
50
AHMED CEVDET PAŞA
Fakat o yüz yılda îslâm memleketleri daha büyük
bir kötülüğe duçar olmuşdu. Şöyle ki o zamanlar Moğol
ve Tatarların coşup taşarak göç ettikleri zamandı ve
Cengiz ortaya çıkarak Turan ve İran'ı yakıp yıkmıştı.
İşte bu kargaşalık arasında yani 621 Hicrî senesin-
de, Türkistan diyarından Osmanlıların ceddi alası olan
Süleyman Şah da kendisine bağlı olan Elli bin hanelik
Türkmen aşiretleri ile Diyar-ı Rûm'a göç etmişti.
Cengiz'in oğullarından Hulâgu 656 senesinde Irak'ı
ele geçirip, halife Mutasamı aşarak Abbasî halifeliğini
ortadan kaldırdıktan sonra Haleb ve Hama taraflarını da
yağma ettirmişdir. Mısır kölemenleri yukarıda anlatıldı-
ğı gibi ehl-i Salibe nasıl galip geldilerse Cengizlilere kar-
şı da kuvvetle karşı koymuşlardır.
Velhasıl Şark ve Garpta Arab devletleri batıp söne-
rek her tarafta tavaif-i mülûk ortaya çıkarak islâm mem-
leketleri karışdı ve Şark tarafı tamamen Tatarların eline
geçti, Garp tarafında da küçük küçük hükümetler bir ta-
raftan ortaya çıkıp bir taraftan batmakda idi. En son o-
larak Endülüs kıt'ası bütün bütün ehl-i islâm elinden
çıkmıştır. Cengiz müslüman olmadığından şarkda bulunan
islâmlar uzun zaman esaret zilleti altında kalmışlar, son-
raları Cengiz sultanlarından bazıları islâm ile müşerref
oldularsa da bir müddet sonra onlarda batınca, şark ta-
rafları Timur hanın ortaya çıkmasına kadar mülûk-u ta-
vaif elinde kalmıştır. Bu arada Abbasî halifeleri soyun-
dan olup da Hülâgû elinden kaçan ve Mısır'a gelen Mus-
tansır'a 659 senesinde bi'at olunmuşdu. Ondan sonra da
arkasından gelen Abbasî halifelerinden birine bi'at olun-
muşdur. Lâkin Saltanat nüfuz ve otoritesi Mısır sultan-
larının ellerinde olup, halîfenin elinde hükümet ve mem-
leket yoktu. Hilâfet lâfda kalıp, geçersiz olup ancak bü-
yük tarikat şeyhleri gibi kendileri ile görüşülürdü. İsim-
leri Mısır sultanının adiyle beraber okunurdu. Velhasıl
TARİH-İ CEVDET
51
İslâmiyetin kuvveti yok denecek kadar azalmış, beraber-
liği yok olmuş ve ehl-i İslâmm birleşme ve dayanak nok-
tası büsbütün görülmez olduğundan İslâm memleketleri
baştan başa kargaşalık ve ihtilâlde ve ehl-i İslâm üzün-
tü duyulacak halde idi.
O yüz yıllarda islâm hükümetlerinin en kuvvetlisi
Konya'da hüküm süren Selçuk sultanları oldukları hal-
de, onlar bile bir taraftan işi gücü Mısır'la uğraşmak ve
bir taraftan aralıklı olarak şark dolaylarından hücum
eden Tatarların ellerinden bezmişlerdi. Bir aralık Tatar-
la, Saliyane vererek bir zaman daha böyle güçsüzlük ve
kuşku içinde yaşadılarsa da en nihayet devlet düzenleri
bozulunca 699 Hicrî senesinde işte bu Selçuk Saltanatı
da sönüp bitmiştir.
İşte o zaman Allaha hamd ve minnetler olsun bu ka-
ranlık başlangıcın hayırlı sonucu ve bunca korkulu düş-
lerin gönül alıcı yorumu olan Osmanlı Devletinin yıldızı
sarkdaki şan ve şevket'den ortaya çıkarak bütün islâm
dünyasını ve dolaylarını aydınlattı.
İşbu Devlet-i âliyye gerçekde başlangıçta küçük bir
hükümet şeklinde idi. Fakat türklüğe mahsus olan değiş-
mez övünülecek karakteri ile kahramanlığı ve arab dîni-
ne bağlılığı üzerinde toplamış öğünülecek bir topluluk
olduğundan, kendisinde İslâm Milletine birlik ve beraber-
likde dayanak olacak istidat ve kabiliyeti vardı. Diğer
devletler gibi gelişmiş ileri bir toplulukdan ortaya çık-
mayıp hazır mülk ve uygarlık buknuş bir devlette değil-
di. Belki yeniden beldeler ve memleketler ele gjpçirerek
hayat sahasını genişleterek, kendi yüksek yerini bulmuş
bir saltanat-ı seniyyedir.
Birleştirip teşkilâtını kurduğu Osmanlı topluluğun
da bir çok lisanları konuşan, davranış, görüş ve düşün-
celeri muhtelif milletlerin en güzelini, söz ve davranışda
en iyisini seçen, yüksek bir toplulukdur. İşte bu Devlet-i
52
AHMED CEVDET PAŞA
âliyye'nin ortaya çıkması ile İslâm Milletinin gücü taze-
lenerek, bir zamandan beri ehl-i İslâm'a gelen düşkünlük
ve kuşku, yerini canlılık ve huzur almıştır. Ortaya çıkı-
şına gelince yukarıda açıklandığı üzere Cengiz karışık-
lığında, Türkistan'dan Diyar-ı Rûm'a göç eden Süleyman
Şah Azerbaycan ve Elbistan yolu ile Haleb'e geldikden
sonra dönüş üe Fırat nehrini geçerken boğulup ölünce
Ca'ber kalesi civarında defnolunmuştur. Halâ oraya
"Türk Mezarı,, deniliyor. Bunun üzerine iki oğlu ile bir-
likte aşiretin bütünü eski vatanlarına dönmüş ise de, di-
ğer oğlu Ertuğrul ve onun küçüğü Dündar, kendisine
bağlı aşiret halki ile Anadolu tarafına yürüyüp gelirken
Konyada tahtında oturan Sultan Selçuklu Alâeddin, as-
keriyle Tatarların muharebelerine tesadüf edince, Alâed-
din askerine yardım ile Tatarların yenilmesine sebep ol-
duklarından Alâeddin ona hürmet ve ikramda bulunup
yerleşmek üzere Söğüt nahiyesini ayırıp vermiştir. Bu-
rası ise o zaman Rûm serhaddi olduğundan Tuğrul bey
Serhad beylerinden sayılıp daima Cihâd ve Gaza ile meş-
gulken 680 senesinde öldüğü zaman Osmancık diye ün
salan oğlu Osman bey onun yerine geçti. Osman bey Rum-
lar ile yaptığı muharebelerde muzaffer olup bir çok yer-
leri alarak Konya'da oturan Selçuk Padişah'ı tarafından
kendisine vilâyet ve geçim yeri işareti olmak üzere ken-
disine ak sancak (Tuğ) ve tablhane (Davul) ile bir kıt'a
menşur gönderilmiş ve bu menşur da Osman Gazi haz-
retleri (Merzeban-ı alişah Osman Şah) diye adlandırılı-
yordu.
ÎSTÎDEAD
(Tuğ ve sancakların şeref ve itibarının dair vasıf
tarihinde bir istidrad makale yazılı olduğundan bağlantı
kurup kısaca onu söyleyelim.)
Tuğ, sancak ve liva'nm ortaya çıkarılıp konulmasın-
da gizli sebep şudur; bir işe yönelmiş birçok insan bir
TARÎH-Î CEVDET
53
bayrağın altında toplanınca aralarında birleşme meyda-
na gelir. Yani o bayrak onların kalb ve sözlerinde birleş-
miş olmalarına işaret ve araç olarak onun altında topla-
nıp bir vücut gibi tasavvur ederler ve akraba ve yakın-
larından çok birbirlerine alışık olurlar. Muharebe sıra-
sında mademki bir birliğin bayrağı dikilmiştir taarruz ve
savunmayı sona erdirecek değerlerde demek olarak zafer-
den kuşkulanmazlar ve bayrağı alınıp yok edilen birlik
korku ve çekinme içinde kalarak bozulup sarsılır. Bay-
rakların boyu işleme ve süsü bile orada olanı, geçmişi
hatırlatıp düşmana korku ve kuşku verir.
Zira muzika sesi kulakdan ruha şevk ve kahraman-
lık duyurduğu gibi bayrağın açılması ve gösterilmesi de
arkasından gelene gayret ve düşman tarafmada korku
ve dehşet verir. Geçmişteki milletler ve ardı kesilmiş dev-
letler türlü türlü değişik muzika araçları kullandıkları
gibi bayrakların da türlü çeşidini yapmış ve kullanmış-
lardır. Peygamberimizin «aleyhissalâtü vesselam» zama-
nında çalgı yoktu fakat bayrak vardı.
Hicretin birinci senesi Şamdan gelen ve başlarında
Ebu Cehil olan Kureyş kafilesi üçyüz kişi idi. Bunların
niyetine otuz nefer muhacirin tayin buyrularak Resûl-Ü
Ekrem «Sallallahü aleyhi ve Sellem» hazretleri mübarek
elleriyle bir mızrağa beyaz bezden bir liva bağlayıp Ebu
Mürsed eline vermiş ve Hamza bin Abdulmuttalip hazret-
lerini bu süvari birliğinin başına kumandan tayin ede-
rek göndermişdi.
İslâm da ilk açılan liva bu beyaz livadır. Ve ilkin
ganimet düşüncesi ile gönderilen süvari birliği budur.
Binaenaleyh Mürsed, bayrakdarlarm piridir derler. Hay-
ber gazasına gelinceye kadar talana ve gazaya bu müba-
rek liva gönderilmiştir. Dörtyüz nefere kadar süvari yo-
luğu denilir. Ve Nebilerin sultanı ve sonsuz faziletli Haz-
ret-i Muhammed'in «Sallallahü aleyhi ve sellem» birlikde
54
AHMED CEVDET PAŞA
bulundukları sefer'e (Gazve) ve bulunmadıkları sefere-
de (Seriye) denilir. Ve liva öyle bir alemdirki asker ba-
şında olanın yerini göstersin diye götürülür.
Hayber gazasında büyük bir siyah liva da bağlanıp
(Râyet) diye adlandırıldı. Lügat âlimleri arasında Liva
ve Râyet bir mânâyadır. Fakat bugün söylendiğine göre
Liva bayrak ve Râyet sancak diye tercüme olunur.
Sonra Halîfelerin zamanında bayrak ve sancakların
nevileri çoğaldı. Abbasî halîfeleri Kerbelâ şehîdleri için
hüzün ve matem alâmeti olmak üzere siyah bayrak çek-
diler ve siyah elbise giydiler.
Böyle müsevvede denildiler. Sonra Alevîler Abbasi-
ler üzerine taarruz ettikleri zaman onlara ters olsun diye
beyaz bayrak taşıdılar ve [Mübeyyeze] diye meşhur ol-
dular. Sonra Halife Me'mun siyahı kaldırıp yeşil bayrak
ve yeşil kıyafet kullanmağı âdet etti.
Bayrak ve Sancakların sayısı bazı devletlerde çok ba-
zı devletlerde azdır. Endülüs de Benî Ahmer devleti alay-
larında yüzden fazla renkli altın işlemeli ve garip şekiller,
nakışlı sancaklar bulunurdu. Şark memleketlerinde Dest
ve Türkistan'daki eski Türk devletlerinde, Çin ve Hind
devletlerinde bir büyük sancak üzerine boyalı ve örülmüş
at kuyruğu kıllarından dağınık uzun saça benzer bir alâ-
met koyulup askerin önünce götürülür ve [Halış] denilir-
di. Cengiz ve Hûlagû ordularında da bu [Halış] kullanı-
lırdı. Eyyübî Devleti ve Selçuk Kumandanları da bunu
kullandılar. Fakat tepesine Felek'e oturtup kılların etra-
fına kadın saçı gibi deste deste büküp ziynetlediler. İşte
Devlet-i Âliyye de tuğ dedikleri budur ve aşağıda adı ge-
çen Şark devletleri Padişahlarının baş üzerinde götürülen
büyük bir Âyet kullanılırdı ki, adına [Isabe], [Şatfa] ve
TSancak] denirdi. Bunu Padişahdan başkası kullanamaz-
dı. Halîfelerin devletlerinde Liva ve sancakların basma ay
şeklinde cilâlı bakırdan âlem, yahut parlak, şekilde her
TARÎH-İ CEVDET
55
iki ortadan ayrı yuvarlak sivri demir konulurdu. Sonra-
ları bazı kumandanlar ve Sultanlar Halifelere hükmedip
sözlerini dinlettikleri zaman Halîfe Livalarını kullanmayı
istemiyerek kendi Liva ve Sancaklarına, Cilâlı toplardan
toparlak ve uzun dört kenarlı Feleke'ler koydular ve bü-
yük sancaklarına altından yahud cilâlı sahifelerden mev-
zun kitabeler yaptırıp, siyah ve Mine işi nakış ile süsledi-
Dostları ilə paylaş: |